“BÜYÜK Anadolu Yürüyüşü” Anadolu’yu aştı, kente giremeyince Gölbaşı’nda konakladı.
Peki, Türkiye’nin “risk altında” gördükleri hemen her doğasından yola çıkanlar ne istiyor?
Öncelikle bir “ret yürüyüşü” de bu... “İçinde varoldukları doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve uygulamaları” reddediyorlar. Ve şöyle özetliyorlar isteklerini: Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır. Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.
Doğa canlı bir varlıktır. Kimse doğanın sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamaz.
Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir.
Kendinden sonraki nesillerin ve diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğa anayı; onun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.
Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun ve uygulama kabul edilemez.
Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni olamaz.
Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli, “doğa anamızın yaşama hakkı” anayasal güvence altına alınmalıdır.
“Büyük Anadolu Yürüyüşü”ne katılanlar, özetlemeye çalıştığım bu temel ilkelere aykırı gördükleri uygulamaların durdurulmasını istiyorlar. Doğa ve teknoloji, çevresel ve toplumsal çıkarlar, varolan ve sürekli gelişen/değişen ihtiyaçlar, kuşkusuz farklı ve çoğu kez karşıt tartışmaları besliyor. Bu tartışmaların “münazara”ya dönüşmemesi kadar, engellenmemesi de önemli. Yolu ise sanırım önce konuşmaktan geçiyor.