Yalçın Doğan

THY kazasında fiyaka ve çuvallama

27 Şubat 2009
İLK doğru haber Türkiye’ye özel bir e-mail ile geliyor. Doğru haberi daha sonra önce Hollanda TV’si veriyor. Hollanda’nın resmi TV kanalı doğru haberi yayınladığı dakikalarda, bizimkiler burada "Çok şükür can kaybımız yok" diyerek davul çalıyor.

THY uçağının Amsterdam’da düşmesinin ardından İstanbul ve Ankara’da yaşananlar, çağdaşlık nedir, sorusunu bir kez daha hepimizin gözüne sokuyor.

HOLLANDA TV’Sİ

Dün konuştuğum Hollanda TV yetkilileri:

"Bizim arkadaşlarımız kaza yerine gittiği anda, hayatlarını kaybedenleri görüyor. Uçak düştüğünde maalesef durum belliydi."

Bu kısa açıklamada iki unsur var. Bir, düzgün ve doğru habercilik. İki, bizdeki resmi açıklama skandalının sırıtması.

Önce Hollanda TV’sinde, hatta hemen bir kaç dakika sonra, bizdeki haber kanallarında yayınlanan görüntüler, "Orada hayatlarını kaybeden insanlar var" düşüncesini uyandırıyor.

Aynı dakikalarda, bizimkiler tersi açıklamalar yapıyor.

GÖREV KOTİL’İN

TV’lerde açıklama için, birbiriyle üç kişi yarışıyor. THY Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin, THY Genel Müdürü Temel Kotil, Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Suat Hayri Aka.

Üçü de, kazada kimsenin ölmediğini duyuruyor. Türkiye derin bir nefes alıyor. Oysa, aynı dakikalarda Hollanda doğru haberi yayınlıyor.

Bu tam skandal:

1-Resmi açıklama ile hepimize yanlış haber veriyorlar.

2-TV’lerde mikrofon kapma yarışına çıkıyorlar. Kimse ölmedi ya, TV’lere çıkıp, bunu ben açıklarım, fiyakası. Oysa, türü ne olursa olsun, açıklama görevi THY Genel Müdürü Temel Kotil’e ait.

ERDOĞAN’A SORU


Yapılan açıklamalara Tayyip Erdoğan bile güvenmiyor.

O kadar ki, kazayı TV’lerden izleyen Erdoğan, o sırada orada bir işadamını görüyor. Onu arıyor. İşadamı ona doğruyu söylüyor:

"Kazada ölenler var."

Burada soru Erdoğan’a:

"Madem kendi atadığın adamlara güvenmiyorsun, o zaman onlara neden görev veriyorsun?"

Kazayla ilgili kriz masası kuruluyor. Yanlış açıklamalar ve telaş eşliğinde, kriz yönetiminin kendisi krize saplanıyor.

Çağdaş devlet böyle zamanda belli oluyor. Son yıllarda sık sık gündeme geliyor, türban ne kadar serbest kalırsa, o kadar çağdaş oluruz, söylemi.

Kim ne takarsa taksın, kime ne. Boş nutuk bunlar. Çağdaşlık, kriz yönetmekle belli oluyor. Son örnek, THY kazası.

İşçiden patrona: Sıra sana gelecek

ADANA ve Gaziantep’te tekstil firmalarında işini kaybeden kaybedene. Ürkütücü görüntüler ve sözler.

Tekstil İşçileri Sendikası Başkanı Rıdvan Budak iki-üç gün o yörede dolaşıyor, tekstil firmalarında çalışan işçilerle birlikte oluyor. Budak konuşmalarında patronlara seslenerek, "Siz de bizim sesimiz olun, batarsak birlikte batacağız, zaten batıyoruz" diyor.

Patronlar şikayetçi, ancak sesleri işçiler kadar gür çıkmıyor. Hele de, hükümetle arayı iyi tutma çabasındaki bazı sanayi odası başkanları tam tersine, seslerini hiç çıkarmıyor. Bazı patronlar o başkanların peşinde.

İşçiler durumun farkında. Rıdvan Budak konuşurken, işçiler hep bir ağızdan patronlara bağırıyor:

"Susma, sustukça sıra sana gelecek".

Pek çok koşulda, pek çok alanda geçerli olan bu slogan, şimdi yine geçerli.
Yazının Devamını Oku

Kılıçdaroğlu: Yüzde 40 oyla kazanırım

26 Şubat 2009
DAVETİ kabul eden tek bir aday var. CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu. Genç İşadamları Derneği TÜGİAD İstanbul’un bütün büyükşehir başkan adaylarını ayrı ayrı davet ediyor, "gelin, sohbet edelim". Diğerlerinden henüz ses yok. Kılıçdaroğlu önceki akşam TÜGİAD’ın konuğu. Toplantıyı ben de izliyorum.

Diğer adaylar neden henüz yanıt bile vermiyor. Genç işadamları karşısında soru yağmuruna tutulmaktan mı çekiniyorlar? Örneğin, Kadir Topbaş ürküyor mu?

SİYASAL NEZAKET

Belki de, ürkmekte haklı. Birkaç yönden.

1- Kılıçdaroğlu sakin güç. En olumsuz sorular karşısında bile, bildiğini söylemekten çekinmiyor. Örneğin, çarşaf ve rozetle ilgili bir soruya şu yanıtı veriyor:

"Çarşafa rozet takmak, genel başkan düzeyinde doğru mu idi, değil miydi, bu tartışılır."

2- Bizim çok ender rastladığımız düzeyde, siyasal nezaket sahibi. Rakibi olsa bile, son beş yılda yapılanlara eleştirel yaklaşsa bile, zaman zaman, "Sayın Topbaş şunu iyi yaptı, bu onun iyi projelerinden biriydi" demesini biliyor ve gönülleri fethediyor.

3- Seçilirse, uygulayacağı projeleri anlatıyor. Ulaşım sorunu ve metrodan kimsesiz çocuklara, İstanbul’a göçü önlemekten yeşil alanlara, varoşlarda yaşayan insanları kazanma yollarından, Haydarpaşa Garı’nı uluslararası kongre merkezine dönüştürmeye, İstanbul’u dünya kültür merkezlerinden biri yapmaya, yaşlılara yardım eli uzatmaya kadar pek çok proje anlatıyor. Projesi yok iddiaları iflas ediyor.

4- Belediyecilikte şeffaflığı savunuyor. Belediyenin ne kadar geliri var, bunu nereye harcıyor, neden harcıyor, bunları sürekli halkla paylaşmayı öngörüyor. "Madem bu kentte yaşıyorsunuz, öğrenmek sizin hakkınız" diyor ve bazı kararlar için halkın oyuna başvuracağını söylüyor.

Salonda dikkat ediyorum, söylediklerini onaylayan da var, "bu olmaz" diyen de. Ancak, duygu ya da siyasal görüş ne olursa olsun, Kılıçdaroğlu insanlarda güven ve sempati yaratıyor.

AKP İstanbul’da 2004 yerel seçimlerinde CHP’nin 700 bin oy önünde. Ancak, aynı seçimde iki milyon seçmen sandığa gitmiyor.

HER SEÇMEN ÖTEKİNİ


Kazanmak için, sandığa gitmeyenlerin en az yarısını sandığa çekmek gerek. Kılıçdaroğlu bunun için ne yapıyor? Ben bunu soruyorum. Yanıtı:

"Biz her yerde bunu işliyoruz, sandığa giden her seçmenden, yanında bir seçmeni daha sandığa götürmesini istiyoruz. İlginç olan, sandığa gitmeyenler daha çok üst gelir grubundan, varoşlardan değil."

Size ayıp olacak, rahatsız olacaksınız ama, 29 Mart günü sandığa gitmek gerek.

Devamında, alacağı oyla ilgili soruya şu karşılığı veriyor:

"Ben hesap yapmadım, ama arkadaşların tahminine göre, ben yüzde 40 oy alacağım."

Kılıçdaroğlu
karşısındaki en katı kişide bile, "oyumu acaba Kılıçdaroğlu’na mı versem" sorusu uyandırıyor.

Birebir ne kadar çok kişi ile temas kurarsa, şansı o kadar artıyor. TÜGİAD toplantısında bunu gözlüyorum. Toplantı sonrasında bazı genç iş adamlarına soruyorum, tercihleri Kılıçdaroğlu lehine değişenler var.

Hatta, bazıları "29 Mart’ta artık bu dönem kapanıyor, 30 Mart’ta artık yeni bir başkan var" diyecek kadar iddialı.

Genç işadamları AKP’ye artık uzak

TÜGİAD 635 üyeli, İstanbul, Ankara ve Bursa’da örgütlenmiş bir sivil toplum örgütü. 18 milyar dolar ithalatı, 15 milyar dolar ihracatı var. Ama, etkinliği bu üye ve ekonomik rakamların ötesinde.

Seçim ve ekonomi onların gözünde at başı gidiyor. Pek çoğu ile sohbet ediyorum. Anlayana davul zurna gelecek başlıklar var.

1- Tayyip Erdoğan’ın medya ile kavgasını hiçbir biçimde onaylamak mümkün değil. Hırçınlığı ve tek adam fobisi, bizi artık korkutuyor.

2- Ekonomik krize karşı AKP Hükümeti duyarlı değil. İhracat, ticaret, otomotiv, tekstil, inşaat ve diğer sektörlerde ciddi gerilemeler var.

3- Geçen yıl sanayide yüzde 90’ı bulan kapasite kullanımı şimdi yüzde 40’a geriliyor. Bu kırmızı alarmdan başka bir şey değil.

4- IMF ile ilişkiler kötü yönetiliyor. Bu tavır kriz dönemini uzatıyor.

5- Varoşlarda ve genelde işsizlik AKP’nin kaderini çok ciddi etkiliyor.

Bunları dinledikten sonra, orada küçük bir anket yapıyorum. Kılıçdaroğlu’nun karşısına Kadir Topbaş’ı değil, Tayyip Erdoğan’ı koyan bir tavır var. Sanki fiili rakip Topbaş değil de, Erdoğan gibi.

Ankette Kılıçdaroğlu ile Topbaş başa baş çıkıyor. Eğer, genelde de öyle ise, demek ki, Kılıçdaroğlu 2004’e göre, aradaki oy farkını kapatmaya başlıyor.
Yazının Devamını Oku

Bu AKP senin, ya benim Türkiyem

25 Şubat 2009
BİR fotoğraf bazen yazıyı aşıyor. Atılan yalanları olanca çıplaklığı ile sergiliyor. İşte, gördüğünüz gibi. İstanbul’da Gaziosmanpaşa’yı dolaşıyorum. Orhan Veli vari dinlemiyorum, gözlerim kapalı değil, hele de, gördüğüm manzara karşısında, fena halde açık.

Belediye Başkanı Erhan Erol (AKP) şimdi yeniden aday. Reklam panosunda Başkanın kucağında çocuk, "Birlikte Yola Çıktık, Birlikte Başardık, Gelecek Gaziosmanpaşa için daha güzel olacak" diyor.
/images/100/0x0/55ea27f3f018fbb8f86ea977
Solda belediyenin çocuk parkı. Birlikte başardıklarının örneği, parkın hemen önünde.

Bir kadın, bir çocuk ve bir erkek çöp bidonlarından yiyecek topluyor.

İçim kararıyor ama, gelecek daha güzel olacak.

BAĞ-KUR EMEKLİSİ

Gelecek için, çöplerden yiyecek toplayan adamla konuşuyorum. İçim daha da kararıyor:

"Ben Bağ-Kur emeklisiyim. 450 lira maaş alıyorum. Ailemde hasta var, ilaç parası yetişmiyor. Herkese yardım ediyorlar ya, Belediyeye başvurdum, emekli olduğum için yardım etmediler."

Bu senin seçtiğin AKP, ya benim Türkiyem? O resimde görüldüğü gibi. Ve o resim sadece Gaziosmanpaşa’da değil, Türkiye’nin pek çok yerinde geçerli.

Ergenekon bu yönüyle ilk kez AİHM’de

HAKLARINDA iddianame olmadan, insanları aylardır hapiste tutmak.

23 Eylül 2008’den bu yana, yaklaşık beş aydır hapis tutulanlardan biri de, Tuncay Özkan. Avukatı Ahmet Çörtoğlu dün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvuruyor:

"Göz altına alındığı tarihten bugüne kadar, iddianamesi bile tanzim edilmeksizin, hangi eylem ve davranışlarıyla suçlandığı belli olmaksızın, tutuklu bulunan Tuncay Özkan’ın..."

Başvuru dilekçesinde, Özkan’ın sorgusu boyunca hangi eyleminin Ergenekon üyesi olma kuşkusuna yol açtığının, kendisine açıklanmadığı öne sürülüyor. Dilekçeye göre, tutuklama nedenlerine ilişkin bilgilendirme de yok, bunun AİHM Sözleşmesinin 5/2 maddesinin ihlali olduğu belirtiliyor.

Bu madde, yakalanan her kişiye, yakalama nedenlerinin ve kendisine yöneltilen her türlü suçlamanın en kısa zamanda bildirilmesini öngörüyor.

Aylardır mahkemeye çıkartılmayan, haklarında hala iddianame hazırlanmayan tutuklularla ilgili AİHM’e ilk başvuru bu.
Yazının Devamını Oku

Orada ve burada tarihler aynı

24 Şubat 2009
26 Aralık 2006 ve 2 Ocak 2007. AKP umudunu bu iki tarihten ilkine bağlamış görünüyor. Maliye ile birlikte.<br><br>Ne var ki, Türkiye’deki ve Almanya’daki kayıtlar AKP ile Maliye’yi hüsrana uğratıyor. Doğan Yayın Holding (DYH) ile Alman medya devi Axel Springer arasında 2006’da ortaklık görüşmeleri başlıyor. DYH Springer’e belli oranda hisse senedi satıyor, karşılığında Almanlar 375 milyon Euro vererek DYH’ye ortak oluyor. DYH, Türkiye’ye yabancı sermaye getirmiş oluyor.

2006 boyunca süren görüşmeler 2 Ocak 2007’de kesinleşiyor. Hisse devrinin tarihi 2 Ocak 2007. DYH kayıtlarına hisse senedi devir tarihi olarak 2 Ocak 2007 düşülüyor. Aynı tarihi Springer de düşüyor.

Neden bu ayrıntıyı yazıyorum? Doğan Yayın Holding’e kesilen 862 milyon TL’lik vergi cezası bu devir tarihinden kaynaklanıyor. Sen işlemi 2006’da yaptın ve vergi kaçırdın, suçlaması.

Devamında başka suçlamalar da var. Onlar da, yasalara baştan sona aykırı.

BATI ŞİRKETLERİ ŞOKTA


862 milyon TL’lik ceza, Türkiye’de olduğu gibi, Türkiye ile iş yapan, Türkiye’de yabancı sermaye yatırımı yapan yabancılar arasında da, büyük şaşkınlıkla karşılanıyor.

Tayyip Erdoğan DYH’ye ceza keserek, hepimizi susturmak hayaline kapılırken, asıl hayal kırıklığına bir süre sonra kendisinin uğrayacağının henüz farkında değil.

Yasalara uygun hisse senedi devri, yani yabancı ortaklıklar, bu biçimde cezalandırılıyorsa, bundan sonra hangi yabancı şirket Türkiye’ye gelir?

Bu hukuksuzluğu göre göre, Türkiye’ye yabancı sermaye gelir mi?

Tayyip Erdoğan, DYH’ye yönelik saldırılarının ağır bir faturasını ödeyecek, bunu bilmiyor. Sadece basın özgürlüğü açısından değil, yabancı sermaye girişindeki kısıtlamalarla ödeyecek.

7 YABANCI ORTAK

DYH’nin yedi yabancı ortağı var. CNN, Burda, Turner gibi dünya çapında sözü geçen devler.

Her türlü mali işlem DYH’de mercek altında. Kendi içinde sürekli denetleniyor. Ayrıca, her üç ayda bir uluslararası denetimden geçiyor. Buna bakarak, dünya medya devleri DYH ile ortaklığa imza atıyor. Ama onlar şunu bilmiyor.

Burası Türkiye. Türkiye’de bir AKP iktidarı var ki, muhaliflerini susturmak için elinden geleni ardına koymuyor. Hukuk artık lüks.

Medya sektöründe sadece DYH, 11 ay süreyle, son 5 yılı denetleniyor.

Hukuksuzluklar birbirini izliyor.

Hakkında rapor yazılan kişi ve kurumun savunmasını almak gerek. Denetçiler bunu da gereksiz görüyor ve bir kural daha çiğneniyor.

O KDV NEREDE

Olayda bir ayrıntı var ki, tam traji komik. Yasaya göre, hisse senedi satışından KDV alınmıyor. Ama denetçiler, ’sen KDV ödemedin, vergi kaçırdın’ diyor ve bir ceza da oradan kesiyor.

Şimdi DYH’ye uygulanan KDV ödemesi, yasaya aykırı olarak tüm hisse senetleri devrine uygulanırsa, son beş yılda Türkiye’de 128 milyar dolarlık hisse senedi satışlarından KDV almak gerek.

Soru şu:

Maliye o KDV’yi aldı mı ve ne kadar?

AKP ile birlikte Türkiye’nin ödeyeceği fatura, çok ağır.

Partizanlık itirafı

ADALET Bakanı Mehmet Ali Şahin muhteşem bir itirafta bulunuyor:

"Hükümetimizle kavga eden, zıtlaşan yerel yönetimler her projelerini Ankara’dan geçiremiyor. (...) O nedenle, bizimle uyumlu çalışacak yerel yöneticileri seçmeniz gerekiyor."

Bu rezil bir tehdit. "Bizden başkasını seçerseniz, işiniz görülmez" tehdidi. Aynı zamanda partizanlık itirafı.

Seçilen başkan kendi bölgesinde ne yapmak isterse istesin "bizden değilse", onun önüne her türlü engelin çıkacağının itirafı. Sonra seçim zamanı, "bu başkan sizin için ne yaptı" diye babalanmak mümkün.

AKP her fırsatta sandık ve demokrasi diyor. Ancak, bu söylem tek yanlı.

Sandıktan AKP’liler çıkarsa, demokrasi rayında, yoksa, başka partiye oy veren halka hizmet yok.

Demokrasi dediğin, böyle olur.
Yazının Devamını Oku

Sarhoş korsanın dünyaca ünlü romanı

22 Şubat 2009
Robinson Crusoe aslında Alexander Selkirk. Olay gerçek. Aradan üç yüz yıl geçiyor. İki arkeolog Robinson Crusoe’nin adasını keşfediyor. Selkirk’e ait eşyalar buluyorlar. Adaya atıldığında yanına neler aldıysa, onların bir bölümünü. Vahşi bir hayvan gibi çevresine saldırgan gözlerle bakıyor. Keçi postu içinde. Çıplak ayaklı. Vücudu baştan aşağı kıllarla kaplı. Önce hayvansı sesler çıkarsa da, bir süre sonra yarım yamalak sözcükler. Derken alışıyor ve konuşmaya başlıyor.
İngiliz gemisi Duke’un güvertesine çıktığında, başta kaptan, tüm denizciler büyük şaşkınlık içinde. Bu ne biçim insan?
Güney Pasifik’te Şili kıyılarına 650 kilometre uzaklıkta cennet bir ada. Tepede birkaç yüzyıldır sessizliğe gömülmüş bir krater. Adada in cin top oynuyor. Sadece kıyıda balık sürüleri. Bitki örtüsü yaban çilekleri, lahana ve sık tropikal ağaçlardan ibaret.
Hemen her gün üç yüz metre yükseklikteki kratere çıkıyor, saatlerce denizi gözlüyor. Belki bir gemi geçer ve adadan kurtulur umuduyla.
Duke’un bayrağı İngiliz. Tamam, bu onun beklediği türde bir gemi. Zaman yitirmeden ateş yakıyor. Ateşi gören kaptan beş-on gemiciyi salla adaya gönderiyor.
Dört yıldır adada tek başına. Yaban keçileri, yaban kedileri ve fareler dışında, hiçbir canlının bulunmadığı bu adadan kurtulduğu için, Alexander Selkirk elbette çok mutlu. Tarih 2 Şubat 1709.
Selkirk bir ayakkabı tamircisinin yedinci çocuğu. Sorunlarla boğuşan ailesinden kurtulmak amacıyla, 17 yaşında kendini denize vuruyor. Önceleri miçoluk yaptığı gemiler Akdeniz ve Karaipler’de korsanlık yapıyor. Yolcu gemilerini soyuyor. Çalışkanlığı sayesinde korsanlığa terfi ediyor.

BALTA, TÜTÜN VE İNCİL

Çalışkan ama, bol içki içen, kavgacı bir ruh. Gemide her gün kavga çıkartıyor. Ona artık kimse dayanamıyor. Kaptanın da sabrı tükeniyor ve Selkirk’i bu adaya atıyor. Yanına bir uyku tulumu, bıçak, tüfek, balta, pusula, tencere, biraz tütün ve İncil vererek.
Adada ilk aylarda hayat çok zor. Kıyıda bol balık, adada bol içecek su, doğa açısından hiçbir tehlike olmasa bile, tek başına. Yanında İncil, gemide ya da kentte olmadığı kadar, iyi bir Hıristiyan oluyor. Keçiler gibi hızlı koşmayı, anadan doğma avcı gibi avlanmayı öğreniyor. Hayat ister istemez öğretiyor.
Dört yıl boyunca kimseyle tek kelime konuşma yok. Tek haberleşme, birine rastlama, ta ki, Duke gemisi onu görüp, güverteye getirinceye kadar.
Yeni gemide her şey kısa sürede normale dönüyor. Alışmış kudurmuştan beter, yeniden korsanlık. İki yıl boyunca. 1711’de İngiltere’ye dönüyor.
Sık sık bara gidiyor. Barda bir kadeh viski atıyor, gök kubbede yakası açılmamış bir öykü anlatıyor. Viskiyi çektikçe, inanılmaz öyküler herkesi yerinden hoplatıyor. Adada tuttuğu günlükten notlar aktarıyor.
Selkirk anlattıkça not alan, aynı masada oturan, çok soru soran biri var. O sırada kimsenin tanımadığı, sonradan dünyanın en ünlü kitaplarından birinin yazarı olacak olan Daniel Defoe. Robinson Crusoe kitabının yazarı.
Robinson Crusoe aslında Alexander Selkirk. Olay gerçek, sadece yanında arkadaşı Cuma hariç. Cuma, Defoe’nun romana kattığı bir hayal ürünü.
Aradan üç yüz yıl geçiyor. Bugünlere geliyoruz. İki arkeolog, İskoçya asıllı David Caldwell ile Japon asıllı Daisuke Takahaşi incelemeleri sonucunda, Alexander Selkirk ya da Robinson Crusoe’nin adasını keşfediyor.
Adaya gidiyor ve bir ay kalıyorlar. Ada üç yüz yıl önceki gibi ıssız değil. Balıkçı aileleri yaşıyor. Adaya sık sık balıkçı gemileri uğruyor.
İki arkeolog, Defoe’nun kitapta anlattığı gibi, Selkirk’e ait eşyaları buluyor. Adaya atıldığında yanına neler aldıysa, onların bir bölümünü. Ve onun üç yüz yıl önceki serüvenini adım adım ortaya çıkartıyor.
Bu müthiş keşif geçenlerde Post Medieval Archaeology dergisinde, bütün bu öyküyle birlikte yayınlanıyor.
Selkirk 1721’de sarı hummadan ölüyor. Defoe’nun kitabında kullandığı, Selkirk’e ait günlükler kayıp. Arkeologlar şimdi o günlüklerin peşinde.
Bulan iyi zengin olur.
Yazının Devamını Oku

110 kuruş yok, çocuğa pide yok

21 Şubat 2009
ELİNDE uzun bir bakır çubuk var. Ucu kıvrılmış, çengel gibi. Ayağındaki lastik ayakkabılar, artık ayakkabılıktan çıkmış. Hırpani basma etek, üstünde ince ve bol ceket gibi bir şey. Onun altından sarkan pörsümüş bir kazak. Yanındaki dokuz-on yaşlarındaki çocuk üzerinde bir mintan. Sırtından düşmek üzere olan monta, mont demeye şahit ister. Kot pantolon, o da son demlerini yaşıyor. Eski, lastik ayakkabılar.

Kadınla çocuk sokağın köşesindeki büyük çöp bidonu önünde duruyor. Kadın elindeki bakır çubuğu çöplere daldırıyor. Ucu kıvrık çubuk, çöplerin içinden naylon bir torbayı çekip çıkartıyor. Sonra bir torba daha, bir torba daha.

Hepsi çöpe gitmiş olan yiyecekler, yemek artıkları, domates parçaları, ekmek kırıntıları, yemek adına hangi artık varsa.

Yiyecek artıklarını çocuğa veriyor, çocuk elindeki naylon torbaya dolduruyor. Bir-iki öğünü kurtarmış oluyorlar.

Bu sahne film değil. Bu sahne İstanbul Gaziosmanpaşa sokaklarında gözlerimle tanık olduğum bir sahne.

ÇEMBER VE MİSKET YOK

Çöp tenekesinden yemek artığı toplayan anne-çocuk tek değil.

Bir üst sokakta başka birileri, iki sokak altında bir başkası, ötede, beride, İstanbul varoşlarında benzer sahneler.

Çöp tenekelerinden yemek artığı toplayan insanlar.

Bu sahneleri hüzünle izlerken, yandaki bakkala, ötesindeki simitçiye soruyorum. Aldığım yanıt ürkütücü:

"Abi, eskiden böyle değildi. Dört, beş aydır böyle. Çöp tenekelerinden yemek artığı toplayanlar arttı."

Daha da ürkütücü sözler:

"Yemek artıklarının toplandığını bilenler, atılacak meyve ve sebzeleri ayrı bir torbaya koyuyor, çöp tenekesinin yanındaki ağaçlara asıyor, diğerleri de, gelip oradan alıyor."

Sefalet filmlerine taş çıkartan sahneler.

Varoşlar, son beş - on yılda ezberlediğiniz varoşlar değil. Gözü kapalı, "bunlar AKP’nin oy deposu" dediğiniz yerler değil artık.

O varoşlar ekonomik krizin en çok vurduğu yerler. İşsizliğin en çok yaygın olduğu, işsizliğin açlığa uzandığı, işsizliğin çeşitli suçlara yataklık ettiği yerler.

O varoşlarda ekonomik krizi elle tutulur biçimde görmek mümkün.

Ablaları ya da anneleri çöp tenekelerini karıştırırken, çocuklar artık saklambaç oynamıyor, çember çevirmiyor, çünkü çemberleri yok. Misket oynamıyor, çünkü misketleri yok. Ellerinde naylon torbayla, yemek artıkları topluyor.

ÇORABIM YOK

Gaziosmanpaşa’da geniş cadde

Bir pidecinin önünden geçiyorum. Arkamda bir çocuk annesinin eteğinden çekiyor:

"Karnım acıktı bana pide al."

Annesi susturmaya çalışıyor:

"Ne pidesi be, baksana ayağımda çorap yok, ayağım üşüyor, sen pide istiyorsun, sana pide alacak para yok."

Pideciye dönüyorum, pidenin fiyatı 110 kuruş. Çorap yok, 110 kuruş yok, çocuğa pide yok.

Pideyi ben almak istiyorum, annesi tek laf etmeden, çocuğun kolundan çekiyor, ite kaka götürüyor. 110 kuruş yok, pide yok, bana pide alma izni de yok.

İstanbul’da varoşlar, bildiğiniz gibi değil. Gözü kapalı, "bunlar AKP’nin oy deposu" dediğiniz yerler değil artık.

AKP’ye buralardan elbette yine oy çıkacak. Hem de, yine epey çıkacak. Ama, artık o varoşlar AKP’nin oy deposu olmaktan çıkıyor.

HINÇ VE CEZA

Tayyip Erdoğan Doğan Grubu’na olmadık cezayı kesiyor. Bir değil, iki değil ceza üstüne ceza yağdırıyor. Hınç ve öfkeyle saldırıyor.

Tayyip Erdoğan bu ve benzeri sahnelerden dolayı saldırıyor. Bu sahneleri gazetelerde görmek istemediği için saldırıyor.

Majestelerinin medyasına onun için, bırakın cezayı, gönderilen tek bir vergi denetçisi bile yok.
Yazının Devamını Oku

Sen benim suyumu bulandırıyorsun

20 Şubat 2009
DEMOKRATİK ülkelerde herhangi bir vergi incelemesinde, temel kural şu:<br><br>Vergi incelemesine alınan kişi ya da kurumu ikna etmek, neden incelendiğini ona anlatmak. Bu kural vergi yönetimine de yansıyor. Vergi incelemesi yaptığın kişi ya da kurumu ikna edeceksin ki, senin yönetiminin adil olduğunu herkes anlasın. İkna edeceksin ki, sürekli incelemeye alınan kişi ya da kurum, neden ben seçiliyorum, diye sormasın. Bizde geçerli olmayan bir ilke.

Herkesi incelemek mümkün değil. İnceleme belli sayıda. Ama, bir kişi ya da kurumu sürekli inceleme altında tutmak, başkalarına hiç bakmamak, aslında demokrasinin zedelenmesinden başka bir şey değil.

Doğan Gurubu bugün böyle bir hedef. Tayyip Erdoğan’ın hedefi.

HAK VE GAREZ

Vergi yönetimi üç kavrama dayalı.

Vergi yükümlüsünün hakkı, vatandaş memnuniyeti ve garez. İncelediğin kişinin hakları vardır, incelerken o vatandaşı memnun edeceksin ve ona garez duymayacaksın.

Demokratik rejimlerin bu vergi kuralı AKP ile birlikte yerle bir. Tayyip Erdoğan’ın kural filan dinlediği yok.

Kendisini eleştiren Doğan Grubunu vergi cezalarıyla yola getirmeye çalışıyor.

TEKNİK AÇIK YOK

Kaldı ki, Doğan Grubu’na verilen rekor cezanın, teknik olarak elle tutulur yanı yok.

Teknik olarak, gurubun mali hatası yok. Ama, sen benim suyumu bulandırıyorsun, hırsı. Tehlikeli olan, bu hırsın devlet kadrolarına yansımış olması.

Demokratik rejimi tehdit eden alarm zilleri işte burada çalıyor. Emir ile denetlemek, emir ile açık yakalamaya çabalamak, emir ile insanları sindirmeye çalışmak. Asker şart değil. Demokrasiden adım adım uzaklaşmak böyle oluyor.

Günlerdir her gittiği yerde, "bu gazeteleri almayın" diye kampanya yürüten Erdoğan, bununla yetinmiyor, Doğan Grubuna mali baskı uyguluyor. Kitaplarda garez diye geçen uygulama, işte bu.

YABANCI GAZETECİLER

Dün İngiltere ve Almanya’dan gazeteciler arıyor, ne oluyor orada, diye. Rekor cezayı ve ayrıntıları anlattığımda, hepsi şok geçiriyor:

"Biz Erdoğan’ı başta yanlış tanıdık. Bir süredir çok farklı. Bu iyi bir gidiş değil, bu demokrasiden sapma."

Merakla, "başka hangi medya gurubuna vergi incelemesi var" diye soruyorlar. Ben "başka yok" deyince, tereddütsüz ekliyorlar:

"Çok belli, bu kasıtlı". Vergi kitaplarında geçen garez.

BİZ VE RUSYA

Rusya ile bizim aramızda bir fark var.

Rusya’da rejimin sevmediği gazeteciler otel odalarında, arabalarında ölü bulunuyor. Burada hedef doğrudan medya gurubu, yok etmek üzerine kurulu bir plan.

12 Eylül döneminde 82 Anayasası’nı hazırlayan komisyonun başkanı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı ile sohbet ederken, hoca Evren’i kastederek, "artık her şeyi biliyor, Ticaret Hukukunu da, traktör montajını da, verem tedavisini de, her şeyi biliyor" diye dert yanıyor. Laf anlatmak artık mümkün değil.

Ben en çok artık her şeyi bilen iktidar sahiplerinden korkarım.

Günün birinde o koltuğun sahibinin değişeceğini düşünmek istemezler, o hırsla ne yapacaklarını kestirmek güçleşir.
Yazının Devamını Oku

Sevigen’in yüzüne karşı

19 Şubat 2009
İKİ otobüste on dört-on beş CHP milletvekili var. Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte. Ona destek ve nezaket için. Geçen cumartesi bu otobüsler Bayrampaşa’da halkla buluşuyor. Burada CHP güçlü değil. Buna rağmen, Kılıçdaroğlu’nun geldiğini gören bakkal, kasap, taksi şoförü, simitçi hemen otobüs çevresinde toplanıyor. Gezi tam yolunda giderken...

Otobüse Mehmet Sevigen biniyor. CHP’liler bir anda sessiz ve huzursuz. Hepsi Sevigen’e uzak, hepsi kuşkulu.

İkinci sahne Ankara’da.

CHP’nin çok önde gelen yöneticilerinden biri, arkasından filan değil, Sevigen’in yüzüne söylemediğini bırakmıyor. O sözleri buraya yazamıyorum. Çok ağır laflar.

ABİCİM, ABİCİM

Üçüncü, dördüncü ve devamında benzer sahneler. O sahnelerin hepsinde Sevigen sürekli savunmada, "abicim şöyle, abicim böyle".

CHP’de dün MYK var. Genel Merkezde ve CHP milletvekilleri arasında nabız yokluyorum. Bir teki bile, Sevigen hakkında olumlu konuşmuyor. Düşüncelerini ona açıkça belli ederek.

Adı çıkar sağlama ilişkilerine karışan Sevigen’in kendisi de itiraf ediyor, "yaptığım etik değil".

Madem değil, o zaman neden hálá istifa etmiyor?

Parti yöneticilerine, herkesin aklındaki soruyu soruyorum, "Baykal mı koruyor?". Aldığım yanıt net: "Kimse korumuyor, herkes kendisinin harekete geçmesini bekliyor".

AKP’nin yolsuzluk iddialarını ayyuka çıkaran bir partinin genel sekreter yardımcısından aynı hareketi herkes bekliyor.

Gazanfer Özcan’a saygı

TULUAT ustası Naşit, Türk komedyenlerinin piri. Naşit’i aynı türde kızı Adile Naşit ile oğlu Selim Naşit izliyor.

Ardından Türk komedyenleri sökün ediyor. Muammer Karaca, Münir Özkul, Nejat Uygur, Muzaffer Hepgüler, Toto Karaca, Aziz Basmacı, Vahi Öz, Sadri Alışık, Öztürk Serengil, Feridun Karakaya, Müjdat Gezen, Kemal Sunal farklı üsluplarla güldürü ustaları arasında.

Günümüzde Ferhan Şensoy, Levent Kırca, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Haluk Bilginer ile Türk komedya sanatı en iyi biçimde temsil ediliyor.

Önceki gün yitirdiğimiz Gazanfer Özcan klasiklerden günümüze kalan en yetenekli komedyenlerden biri. Halkın günlük dertlerini, ilişkilerini mizaha döküp, gerçeği göstermesini biliyor. En acı ya da en sıradan olaylarda bile, mizahı yakalayıp, bizi güldürerek içimize sindirmek, onun ustalığı.

Gazanfer Özcan’ın aramızdan ayrılmasıyla Türk komedya sanatı en önemli temsilcilerinden birini yitiriyor. Kendi halinde seyirci ile tiyatro arasındaki halkalardan biri eksiliyor.

Gazanfer Özcan’ın anısı önünde saygıyla eğilmek hepimizin görevi.

Turgut Altınok neden bekledi

KEÇİÖREN Belediye Başkanı Turgut Altınok bir zamanlar AKP’nin altın çocuğu. Onu kimse yere göğe koyamıyor. AKP efsaneleri arasında.

Ankara Büyükşehir adaylığını düşünüyor. Ancak, hakkında çıkan kaset, maset, ne ise, Keçiören’i bile elinden kaçırıyor. Adaylıktan çekilirken:

"Mücadelem kravatlı, takım elbiseli keneler ve çetelere karşıdır. Kirli insanları temizlemeden, Türk siyasetindeki kirliliği temizleyemezsiniz".

Kim o kravatlı ve takım elbiseli keneler? Onların kirliliği neler ve kimlere, nasıl bulaşıyor? Asıl soru:

Altınok bu sözleri neden AKP ile köprüleri attıktan sonra söylüyor?

Şimdi, öfkeyle söylüyor. Oysa, siyasal etik, bunları görevde iken söylemesinden geçiyor. Bu sözler asıl o zaman çok daha anlamlı.

Altınok’un özlediği o temiz siyasete katkısı, genel laflarla değil, birebir açıklamalarıyla mümkün olabilir.
Yazının Devamını Oku