Yalçın Doğan

Dar paça, geniş yaka, halk mazlum, vatandaş imtiyazlı

18 Mart 2009
RACON kesiyor, kürsüde afili duruyor, ikide bir, "be" ya da "yahu" lafı ile rakiplerine sataşıyor. Sert üslup ve "yook öyle, burası Türkiye" söylemiyle, kendisine, helal olsun be, dedirtiyor. Bir tek, ayakkabı arkasına basması eksik. Dar paça, geniş yaka modası şimdi olmadığına göre, orada mesele yok.

Tayyip Erdoğan bu duyguyla, kendisinin "halk" dediği kesimle bütünleştiğine inanıyor.

Erdoğan meydanlarda ne söylüyor, neden söylüyor, nasıl söylüyor. İçerik analizi. Bu yöntemi kullanarak, Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını mercek altına alıyorum. Erdoğan’da çarpıcı bir ayrım dikkat çekiyor:

"Siyasetçiler yıllarca halka yukardan baktılar. Fildişi kulelerinde halk ile vatandaş arasında ayrım yaptılar. Vatandaş verdiklerine imtiyaz verdiler. Bazılarını vatandaş saymadılar. Biz bunu değiştirdik".

Sosyoloji artı siyaset bilimi açısından vatandaş ile halk arasındaki ayrım 1789 Fransız Devrimi’ne kadar gidiyor. Halka tepeden bakanların ayrımı.

Oysa, emek açısından bakıldığında, ikisi arasında fark yok. İkisi de, aynı sınıftan.

YENİ SINIF

Hayır. Erdoğan, arada fark var, ikisi aynı sınıftan değil, diyor. Yine emek açısından bakıldığında, ona göre, vatandaş üretim aracına sahip, halk değil.

Bunu böyle söylemiyor ya da böyle bir şema kafasında yok, ancak halk ve vatandaş arasında sınıf farkının altını çiziyor. Ona göre, eski iktidarlar üretim araçlarına sahip olanlara (vatandaşlara) imtiyaz tanıyor. Üretim aracına sahip olmayanlar (halk), tu kaka.

Bu söylemiyle, Erdoğan gelmiş geçmiş bütün iktidarları, bu anlamda Jakoben kabul ediyor. Fransız Devriminin türevleri olarak.

Onun halk dediği, kendisinin üretim aracı verdiği muhafazakar kesim. Biz bunu değiştirdik, derken, bunu söylüyor.

Kendine bağlı yeni bir sermaye sınıfı yarattığını itiraf ediyor.

Dünyaya daha kapalı, dine daha çok bağlı, milli gelirden daha çok pay almasına rağmen, toplumda kendini yine de yabancı hisseden, Batı kültürüne hayli uzak bir kitle. Onun "halk" dediği kitle.

Ancak, pratikte sakatlık var. Makarna, kömür, v.s. yardım paketleri söz konusu ise, geçerli olan, bizden-sizden mantığı. Yardım paketleri AKP’ye oy vereceğine inanılan insanlara gidiyor. Vatandaş-halk ayrımı orada yok.

BÜYÜK DÜŞÜN

Konuşmalarında dine hiç bir atıf yok. Sadece, konuşmasının sonunda, her yerde aynı cümle:

"Allah yar ve yardımcımız olsun."

Daha çok eski sözcükler kullanıyor. Kader, hayır, zulüm, mukaddes sık kullandığı sözcükler.

Hangi ile gittiyse, orası hakkında uzun bilgiler veriyor, iktidarı süresince o ile yapılan yatırımları anlatıyor. Yerel özellikleri konuşmasına taşıyor. Örneğin, Urfa’da "siz Fırat, Dicle kadar hayat dolu, Harran kadar bereketli siyaseti temsil ediyorsunuz" diyerek, yerel çiçekler atıyor. Yerel özellikler ile arasında bağ kurarak, o kentin halkı ile kendisini özdeş kılıyor.

"Sen Rizesin, büyük düşün, sen Sivassın, büyük düşün", sözü ile o kentin moralini yüksek tutuyor, yine kendine bağlıyor.

KRİZDE ÇUVALLAMA

Baykal ve Bahçeli’nin konuşmalarını iyi izliyor. Onlara her gün yanıt veriyor.

Çuvalladığı yer, ekonomik kriz. En çok demagoji burada.

Ekonomi Erdoğan’ın en zayıf alanı. Krizle ilgili doğrulardan kaçıyor. Bilerek saptırıyor. İşsizlik artışı, üretim kayıpları gibi hayati konularda sinirleniyor ve savunmaya geçiyor.

Savunurken, kendi dışında oluşmuş sermaye sınıfı ile kendisini eleştiren medyayı suçluyor.

Yine racon keserek, afili edayla.

Ve sürekli çifte standart. Parti kapatmayla ilgili Avrupa demokrasisine sığınıyor. Haklı ve doğru. Ama, medyaya uyguladığı baskıya Avrupa’dan tepki gelince, Avrupa demokrasisi bir anda kayboluyor. Yine dar paça, geniş yaka vaziyeti.

İnişli çıkışlı, birbiriyle çelişkili, duygusal, tepkili, sinirli üsluba rağmen Erdoğan yine de iyi bir hatip.

Ama, kötü bir Başbakan. Çünkü, sürekli "bizden ve sizden" ayrımı yapıyor.
Yazının Devamını Oku

İstanbul Su Mahkemesi

17 Mart 2009
SU meselesi nedeniyle yargılama mahkûmiyetle sonuçlanıyor. Munzur Karakaya, Hasankeyf Ilısu ve Çoruh Yusufeli barajları nedeniyle Türkiye mahkûm oluyor. Su ile doğa, su ile tarihsel miras arasındaki hayati bağları görmezden geldiği için.

Ayrıca ve siyasal olarak, AB paralelinde bir mahkûmiyet kararı daha var. Kamu ihale yasası rekabeti önlüyor, yolsuzluklara kapı açıyor, gerekçesiyle, bir mahkûmiyet de, oradan var.

Dünya Beşinci Su Forumu dün İstanbul'da başlıyor. Foruma devlet ve hükümet başkanları, ilgili bakanlar, ilgili teknik ekip ve uluslararası kurumlar katılıyor.

Koca cumhurbaşkanları ve başbakanların katıldığı su forumunun bağlayıcı özelliği yok. Her açıdan suyun önemi ve uluslararası ilişkilerdeki rolü üzerinde fikir alışverişi. Kararlar tavsiye niteliğinde.

SİVİL GİRİŞİM

Geçen hafta yapılan İstanbul Su Mahkemesi de, kimseyi bağlamıyor. Oradan da, sadece tavsiye kararları çıkıyor.

İstanbul Su Forumu ile İstanbul Su Mahkemesi arasındaki fark, forumda resmiyet ve devlet var, mahkemede sivil toplum örgütleri var. Davacı olarak.

Su Mahkemesinde yerel sivil toplum örgütleri su-doğa, su-tarihsel miras bağlamında kendi sorunlarını aktarıyor.

Sivil toplum ama, mahkeme bilimsel, etik, teknik ve uluslararası anlaşmalara dayanıyor. Yani, üç sivil toplum örgütü gelip, kendi derdini bağırmıyor. Miting yapmıyor, slogan atmıyor.

Mahkeme, uluslararası kuralları dikkate alarak, yasalarla çözüm bulunamamış su ile ilgili çatışmaların çözümüne katkıda bulunmayı deniyor. Çünkü, suya erişim bir insan hakkı.

SANIK SANDALYESİ

Dünya Su Forumu’nda da, suya erişimin insan hakkı olduğu kabul ediliyor.

Ancak, ülkeleri yönetenler su-doğa, su-tarihsel miras konularında, sivil toplum örgütleri kadar duyarlı değil.

Mahkemenin önemi burada. İktidarlar aynı duyarlıkta değil, ama toplumun geneli, sivil girişimin peşinde. Çünkü, sivil girişimin siyasal derdi yok. İlginç olan, yönetenler kararlarında bir süre direniyor, ama daha sonra sivil girişimin dışına pek çıkamıyor. Çıktığında sanık sandalyesi hazır.

O nedenle, ben resmi forumlar kadar, sivil girişimleri önemsiyorum. Resmi forumlar kadar, sivil girişimleri izliyorum.

Siyaset dışı gerçekleri o girişimler seslendiriyor. Ve dünyanın her yerinde, her geçen gün somut sonuçlar elde ediyor.

Su Forumu'nda enerji işleri

İRAN Enerji Bakanı’nı havaalanında karşılıyor. Bugün de, Rus bakanla görüşüyor. Enerji Bakanı Hilmi Güler'in arada başka görüşmeleri de olabilir.

Dünya Beşinci Su Forumu ama, su ile birlikte, perde arkasında, en azından Türkiye adına, ciddi enerji görüşmeleri var.

Son MGK'da enerji tüm boyutlarıyla masaya yatırılıyor. Doğudan batıya, kuzeyden güneye geçecek petrol ve doğalgaz boru hatları ile ilgili alternatifler belirleniyor. Bu hatlarda birden çok ülkenin iradesi söz konusu. Türkiye'nin tek başına vereceği karar değil. Enerji Bakanı Güler, forum arasında, yemekte, özel sohbette gelen konuklarla enerjiyi konuşuyor. Çünkü, boru hatlarında kesin zarlar muhtemelen bu yıl atılıyor.

Bütün görüntüler ve olaylarda su forumu, ama akıllarda ve pratikte enerji var.

838 bin yeni canlı bomba

TAYYİP Erdoğan seçim meydanlarında ekonomik krizle ilgili olarak, kendisini eleştirenlerin felaket tellallığı yaptığını söylemekle meşgul.

Felaket en acı boyutuyla ortada. Onun emrindeki TÜİK'in elinden bir şey gelmiyor. Bir yılda işsiz sayısı 838 bin kişi artıyor. Sadece bir ayda işsiz sayısındaki artış 279 bin. 2008 Aralık ayında toplam işsiz sayısı 3 milyon 274 bine yükseliyor. Kimin doğru, kimin eğri söylediği belli oluyor.

Cumhuriyet tarihinin en yüksek işsiz sayısı. Bu kadar yüksek bir işsiz kitlenin getireceği bin türlü sosyal ve psikolojik sorunları düşünmek bile, insanın kanını donduruyor. İşsizlik psikolojisi, canlı bomba gibi.

Malum beyefendi ise, hálá, kriz bize teğet geçiyor, rüyasında ve ömrünü hálá herkesi suçlamakla geçiriyor.

Bunun siyasal faturası olacak. Erdoğan 29 Mart'ta bu faturayı ödeyecek.
Yazının Devamını Oku

Müzede taşlar şimdi yerine oturuyor

15 Mart 2009
İşgalden sonra hunharca talan edilen Bağdat Müzesi 20 gün önce tekrar açıldı. Parçalanmaktan kurtulan bazı eserler onarılan sekiz salonda yeniden sergileniyor. Kapısında kocaman bir asma kilit. Kilit yetmiyor, kilidin üstüne bir de, Bizanslıların Osmanlı donanmasından korunmak için, Haliç’e çektikleri gibi, bir zincirle kapıyı iyice sağlama alıyorlar.

Ne de olsa, burada bir hazine yatıyor. Bin yılların hazinesi. Bağdat Müzesi. Babilden Asurlara, Selçuklulardan Osmanlıya uzanan uygarlıklar dizisinden kalan, göz kamaştıran bir hazine. Kullanılan eşyalar, mumyalar, tahtlar, taçlar, freskler, savaş arabaları, yazıtlar, giysiler.

2003’te Amerikan işgalinden bir kaç ay sonra Bağdat’a gittiğimde, o müzeye de gidiyorum. Kapıdaki kilidi o zaman görüyorum.

Müze ama, çevresi tam çöplük. Üstelik leş gibi sidik kokuyor. Moloz yığınları arasında her türlü pislik var. Burası bin yılların hazinesine sahip. Ya da öyle görünüyor. Öyle göründüğü bir süre sonra anlaşılıyor.

Amerikan işgalinden sonra dünya, işgal ve oradaki insanlar ve Saddam ve ekibinin geleceği ölçüsünde, bu müzeyle de ilgili. Amerikalılar ilgiyi iyi biliyor, o nedenle müzeyi önce kapatıyor. Sözüm ona, müzedeki eserleri korumak adına.

O tarihte müzenin kapatılma nedeni hakkında pek çok rivayet çıkıyor. Müzedeki eserlerin Amerika’ya kaçırıldığı ve talan edildiği iddiaları. Eğri, doğru, Amerikalılar hiçbir açıklamada bulunmuyor.

Açıklama altı yıl sonra, Şubat sonunda bir fotoğrafla geliyor.

UYGUN ADIM, SANAT!

Fotoğrafta, başını ellerinin arasına alan kişi müze müdür yardımcısı Muhsin Hasan. Gerisi müzenin o günkü hali.

Amerikalılar müzeye giriyor ve ne kadar uygar olduklarını kanıtlıyor. Sanata ve tarihe düşkünlüklerini, birkaç bin yıllık eserleri kırarak gösteriyor. Babil’den, Asurlar’dan kalan yazıtların, çanakların, o devirde kullanılan eşyaların bir bölümü hunharca parça parça ediliyor. Saddam’a duydukları öfkeyi, sanat eserlerinden, Bağdat Müzesi’nden almak gibi. Tam barbarlık.

Müzedeki katliam, bir süre sonra Ebu Greyb hapishanesindeki işkence sahneleriyle bütünleşiyor.

Altı yıl sonra gelen ikinci bir fotoğraf daha var. İnsanın gönlünde güller açtıran bir fotoğraf.

26 Şubat’ta, yirmi gün önce, Bağdat Müzesi’ nin bir bölümü yeniden açılıyor. Onun fotoğrafı.

Belli ki, altı yıl önceki talan sırasında, bazı eserler kendilerini yine de kurtarmış.

Aradaki sürede müzenin salonlarından sekizi onarılıyor. Parçalanmaktan kurtulan bazı eserler bu sekiz salonda yeniden sergileniyor. Amerikan işgalinden sonra, sanat tarihi açısından ilk uygun adım.

Sergi fotoğrafı, Irak’taki intihar saldırıları ve bombalama eylemlerine ilişkin görüntülerle çelişiyor. Buna rağmen, sağlam kalmış birkaç bin yıllık bazı taşları görünce, kendi kendime, taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor, diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Sayın Erdoğan, Obama kararlı erkeklik sende kalsın

14 Mart 2009
TOPLANTI Kuzey Irak’ta Erbil’de. Nisanda. Toplantının adı Ulusal Kürt Konferansı. Bu ana başlık. Ana başlık altında iki ara başlık var.

1 - Türkiye’de Kürt Sorunu.

2 - PKK’nın silahtan arındırılması.

Adı Ulusal Konferans, ama ara başlıklara bakıldığında, Türkiye’deki sorunun tartışılacağı ortada. Toplantıya katılım çok geniş.

Suriye ve İran’daki Kürtler artı DTP artı PKK artı Barzani’nin artı Talabani’nin partileri. Ve artı Amerika. Zaten toplantıyı düzenleyen Amerika.

Sen yıllardır Kürt sorununu çözemezsen (çözmezsen), şöyle göz ucuyla baktığın ülkelerde yaşayan Kürtler dahil, pek çok kişi ve ülke, senin adına çözüm için ortaya çıkar. Sen de, ne oluyor, merakı içinde, izlemekle yetinirsin.

Obama Kürt Sorunu ile ciddi biçimde ilgileniyor. İlgisi, Bush gibi değil, kararlı. "Ben bu işi çözeceğim, bitireceğim" türünde.

İlginin çarpıcı iki görüntüsü var. İlki, işte bu konferans.

KARARLI SORULAR

İkincisi, daha cüretkar.

Mart başında Washington’dan bir ekip geliyor. State Department (Dışişleri) mensupları. Randevular, Hillary Clinton’ın Türkiye ziyaretinden on beş gün önce alınıyor. Ekip çeşitli Kürt guruplarıyla görüşüyor. Soruları:

Türkiye’de Kürt siyasi hareketi ne istiyor? Hareket neden bölünmüş?

Şiddetten yana olanların amacı ne?

PKK silahtan vazgeçer mi? Dağdan hangi koşullarda iner? Ama, bu arada PKK’nın silah gücü artar mı?

Kuzey Irak Kürtleri ile Türkiye’deki Kürtler arasında ilişkiler nasıl?

Sorunun kalıcı çözümü için neler yapmak gerekir?

Bu soruların tamamı, "ben bu işi çözeceğim" iradesini bas bas bağırıyor.

Ve bunlar olurken, sorunun asıl muhatabı Türkiye’deki siyasal iktidar seyirci pozisyonunda. Eminim, günün birinde, elbet onlara da haber verilecek.

PKK DURDU

Bu arada PKK teröre ara vermiş görünüyor.

Bunun nedeni, AKP’ye yakın bir gazetenin manşetiyle uzak-yakın ilgisi yok. O gazete, Geldi Şeş, Sustu Keleş, diye kafiyeli bir manşet atıyor. Kürtçe TV gelmiş silah susmuş, anlamında. İlgisi yok.

Bir kere, Kürtler TV 6’ya, Kürtçe yayın yapan kanala güvenmiyor, ona uzak duruyor. Asıl gerçek çok başka.

Her ne kadar son günlerde örneğin ROJ TV, PKK’ya yeni 45 militan daha katıldı diye haber veriyorsa da, dağdakilerin reisi Murat Karayılan yine ROJ TV’de açıklıyor:

"Şiddet artık bitsin, artık barışa dönelim."

ORTAK RUH HALİ

Onlar uzun süredir dağdan inmek istiyor. Teröre devam etseler bile, inmek istiyor.

Amerikan planı ile PKK isteği aynı noktada buluşuyor.

Amerika, onları dağdan indirmek istiyor, onlar da dağdan inmeye can atıyor.

Ama, nasıl? Mesele bu. Örneğin, af mı? Eğer af olacaksa, kapsamı, ayrıntıları ne olacak? Ve sadece dağdakileri mi kapsayacak yoksa, Diasporada yaşayan, yasaklı Kürtleri de mi? Çetrefil bir konu. Ama, uzlaşmak gerek.

Güneydoğuda PKK’yı destekleyen insanların ruh hali, dağdakilerden farklı değil. Seçim nedeniyle DPT mitinglerinde attıkları sloganlar genellikle barış ve silahların susması üzerine.

1999’da susan PKK, 2003’te yeniden ateş saçıyor. Amerikan desteğinde. Çünkü, Türkiye o tarihte, Amerika Irak’ı işgal ederken, kendi topraklarından geçmesine izin vermiyor. Bush da, "al sana o zaman" diyerek, PKK terörüne arka çıkıyor.

Şimdi, Amerika’nın Irak’tan dönüşü var. Bu kez, önce soruna çözüm getirmeye çalışıyor, istim arkadan gelecek, sonra Türkiye üzerinden çekilmek isteyecek.

Küçük hesaplarla uğraşmak yerine, Türkiye de nihayet kendi çözüm planını masaya koymak zorunda. Aksi halde, size dikte edecekler beyefendi, siz de tıpış tıpış uygulayacaksınız.

İyisi mi, erkeklik sizde kalsın.
Yazının Devamını Oku

Atsız’dan Erdoğan’a Kürt dayanışması

13 Mart 2009
DOĞU mitingleri o yazıdan sonra hız kazanıyor. Ünlü milliyetçi ve hatta kafatasçı Nihal Atsız’ın Ötüken Dergisinde yazdığı yazıdan sonra. Atsız şunu yazıyor:<br><br>"Kürtler Birleşmiş Milletlere gitsin, Afrika’da toprak istesin, yani onları uzak yerlere yerleştirelim." Buna paralel, Kürtleri küçük düşüren sözler ve yazılar. Atsız’dan ya da aynı görüşteki başka imzalardan.

Bir, üç, beş derken, bu tür yazı ve sözlere tepki, 60’lı yıllarda Doğu mitingleri alıp başını gidiyor. Kürt uyanışını depreştiren mitingler. Fizik kuralı yine çalışıyor. Etki ve tepki meselesi.

YA SEV YA TERK ET

Tıpkı, bugün gibi. Kürtler, Nihal Atsız’ın unutamadıkları o sözüyle, Tayyip Erdoğan’ın Hakkari’de söylediği bir cümleyi karşılaştırıyor.

"Beğenmeyen çeksin gitsin." Ya sev, ya terk et mantığı.

Erdoğan daha sonra, o anlamda konuşmadığını anlatmaya çalışsa da, ok bir kez yaydan fırlıyor. O cümle Kürtlerin yüreğine fena oturuyor.

Bu, Erdoğan’ın Kürtlere karşı büyük hatası. Kürtleri sadece kızdırmakla kalmıyor, aynı zamanda onları birleştiriyor.

Ve devamında, Güneydoğu’da AKP’nin oylarını geriletiyor, bazı illerde belediye başkanlıklarını, AKP açısından tehlikeye atıyor.

DOMİNO ETKİSİ

Diyarbakır DTP’nin çantasında. Güneydoğu’da DTP’nin kazanabileceği iller arasında Siirt, Batman, Urfa, Hakkari var.

Bu ihtimal, Erdoğan’ın o cümlesinden sonraki süreçte ortaya çıkıyor. Kırk yıl önceki Doğu mitingleri gibi. Birleştiren domino etkisi.

Erdoğan’ın yürek dağlayan o sözü, "dünyanın bütün işçileri birleşiniz" mantığı yerine geçiyor. Bir farkla, "Türkiye’nin bütün Kürtleri birleşiniz." Onlar da, birleşiyor.

2007 Temmuz seçimlerine göre, AKP Güneydoğu’daki oy oranında gerilerse, bu saatten sonra sürpriz değil.

Erdoğan seçim için Diyarbakır’a gittiğinde, taşkınlık ya da tatsız bir olay, bu nedenle yaşanmıyor. Çünkü, Kürtler o söz üzerine karar veriyor ve birleşiyor.

O söz üzerine, DTP’de daha sık saf tutuyorlar.

İstanbul’da iki DSP adayı

AYIP ediyorlar, CHP’liler Sarıyer’de durmadan korna çalıyor, "ekmeğinizi bölün, oylarınızı bölmeyin" diyerek anons yapıyorlar. Tam DSP seçim bürosu önünde.

Sarıyer’de DSP adayı Dr. Cengiz Alp. SODEP’in kuruluş sürecinde yer alan, SHP ve CHP’de çeşitli görevler üstlenen Cengiz Alp, Sarıyer’de AKP ve MHP ile yarışıyor. AKP yeni bir aday getiriyor, DSP’li Cengiz Alp’e gün doğuyor. Ama, Alp’e en büyük saldırı CHP’den geliyor.

Tıpkı Beylikdüzü’nde olduğu gibi. Oradaki DSP adayı emekli jandarma binbaşı Zeki Bingöl. CHP’liler Bingöl’ü "eski JİTEM’ci" diye yıpratmaya çalışıyor. Oysa Bingöl’ün görevde iken yaşadıklarını ve Genelkurmay’a yaptığı başvuruları dinleseler, dudakları uçuklar.

CHP ve DSP, düşman kardeşler. Her fırsatta ve her yerde düşmanlık.

Erdoğan’ın acıtan sözü

"SEÇİMDEN AKP birinci parti çıkmazsa, ben siyaseti bırakırım. Sayın Baykal, Sayın Bahçeli kaybedersen sen de bırakır mısın?"

AKP lideri Tayyip Erdoğan bunu sık sık söylüyor. Kendine güveniyor. Ayrıca, yine kendisinin dile getirdiği gibi, siyasetin gereğinin bu olduğunu belirtiyor. Ne yaparsınız ki, doğru ve haklı.

Ömründe tek seçim kazanamayan, ara sıra baraj altında kalarak, Meclise giremeyen, ama dönüp dolaşıp yine siyaset sahnesinde yer alan Baykal ve Bahçeli, Erdoğan’ın meydan okumasına yanıt veremiyor. O güç ve hál yok. Çık, sen de ona, aynı şekilde meydan okusana. Ne gezer. Sadece laf salatası.

Erdoğan, mitinglerde bu ikiliyi tuşa getiriyor. Cevap veremediği için, bu ikili bir kaç puan daha kaybediyor.
Yazının Devamını Oku

Yurtdışında Nevruz kokteylleri

12 Mart 2009
KÜLTÜR Bakanlığı öneriyor, Dışişleri Bakanlığı uygulamaya geçiyor. Çünkü, uygulama yurtdışında. Kürt kardeşlerimiz için bir şey yapmak gerek, düşüncesi uzun zamandır AKP’yi meşgul ediyor. Ne yapalım da, Kürt kardeşlerimizin gönlünü alalım, düşüncesi çerçevesinde, fikir jimnastiği yürütülüyor.

Önceki gün İran’a giderken Abdullah Gül aynı konuya dönüyor:

"Kürt sorunuyla ilgili önümüzdeki günlerde çok iyi şeyler olacak".

Çok iyi şeyler ne? Ne olacak? Dün bunu araştırıyorum. Ve o çok iyi şeylerden birinin izine rastlıyorum.

HER YERDE KUTLAMA

Görev Kültür Bakanlığı’na veriliyor. Nevruz kutlamaları ile ilgili farklı bir uygulama yapmak, görevi.

Kültür Bakanlığı düşünüyor, taşınıyor ve muhtemelen Tayyip Erdoğan’a da danışarak, o çok iyi şeylerden birine karar veriyor:

Nevruzu yurtdışındaki temsilciliklerimizde de kutlamak, her yıl 21 Mart günü büyükelçiliklerimizde kokteyl düzenlemek.

Dışişleri dış temsilciliklerimize bir genelge göndererek, 21 Mart Nevruz günü kokteyl düzenlenmesini istiyor. Bu uygulama hemen on gün sonrasına yetişir mi, onu bilmiyorum.

NEVRUZ AŞKI

Bu yıl herkesin Nevruz Aşkı depreşiyor. Belki seçim nedeniyle. Bir süre önce, Deniz Baykal öneriyor:

"Nevruz’un resmi tatil vasfına sahip bayram olarak kutlanması için CHP yasa teklifi verecektir."

Baykal, Nevruz’la birlikte, 1 Mayıs’ın da resmi tatil ilan edilmesini öneriyor. Nevruz aşkı CHP ile AKP’yi, Kürt kardeşlerimizin gönlünü almak için bir şeyler yapmak gerek, tezinde buluşturuyor.

Nevruz resmi tatil de ilan edilebilir, dışarıda da kutlanabilir, olabilir. Ancak bir gelenek var.

Bugüne kadar, büyükelçiliklerimiz tek bir bayramı kokteyl vererek kutluyor: Cumhuriyet Bayramını.

Nevruz uygulaması, bu geleneği kırıyor. Kırabilir, yine bir şey var.

ÇOK KÜLTÜRLÜ

Musevi vatandaşlarımızın Hamursuz Bayramı, Rum vatandaşlarımızın Paskalya Bayramı için de, kokteyl verilmeli.

Madem çok kültürlü toplumuz ve bu bizim zenginliğimiz, o zaman çok kültürlü olmanın gereğini yerine getirmek şart. Kaldı ki, bu aynı zamanda vatandaşlar arasında eşitlik meselesi.

Ama benim merakım başka. Kokteyl ve tatil günü ile biz Kürt sorununu çözmek için adım mı atmış oluyoruz? Kürt kimliğini tanımış mı oluyoruz? Kürtlerde aidiyet duygusunu pekiştirmiş mi oluyoruz?

Çankaya adayından hoş olmayan özür

ANKARA’da sivil toplum örgütlerinden biri de, Kavaklıderem Derneği.

Genel olarak sosyal demokrat eğilimli insanların oluşturduğu bu dernek geçen cumartesi akşamı söyleşi düzenliyor. Çankaya’da yarışan sekiz belediye başkan adayını davet ediyor.

Davetli olanlardan biri de, CHP Çankaya adayı Bülent Tanık. Tanık, benim Ankara yıllarımdan tanıdığım, nazik ve aklı başında biri.

Davete diğer yedi parti adayı katılıyor, ancak Bülent Tanık son gece derneği arayarak, "beni affedin, böyle yerlerde çok stres oluyor" diyor ve gelmiyor. Çok ayıp ediyor. Ve insanlar ciddi tepki duyuyor.

Belediye başkanı seçilirse, hayatı bütünüyle stres, onu bilmiyor mu?

Nazım Ekren idare edemedi

KONUŞMASI düzgün ve mantıklı bakanlardan biri de, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren. AKP’lilerin deyimiyle, Nazım Hoca.

Nazım Hoca, dün sabah NTV’de ekonomik krizi değerlendiriyor. Tam o sırada tatsız bir haber geliyor, otomotivde üretim son iki ayda yüzde 63 düşüyor. Nazım Ekren’in sözleri:

"Bu stokların geçici bir düzenleme ile çözülme ihtimalini görürsek, ortaya yeni bir şeyler koyarız."

Üretim düşüyor, satış zaten yok, stoklar onun için yükseliyor. Stoklar yükseldiği için üretim de düşüyor.

Tam canlı yayında gelen bu tatsız haber karşısında, Nazım Hoca durumu idare edemiyor, anlamsız bir cümleyle geçiştirmeye çalışıyor. Ama, olmuyor.
Yazının Devamını Oku

TÜBİTAK iktidara el pençe divan

11 Mart 2009
KENDİSİ gibi bilim adamı olan Alfred Russell Wallach’tan aldığı mektup, ondaki kuşkuları siliyor. Evrim teorisinin babası Charles Darwin o mektup üzerine kararını veriyor ve 1859 yılında Türlerin Kökeni isimli kitabını yayınlıyor. Bütün dünyada bu kitabın 150. yılı kutlanıyor. Bütün dünya basınında, bilimsel ya da değil, bütün dergilerde birkaç aydır aynı kutlama sürüyor.

Darwin’le ilgili bir başka kutlama daha var. Doğumunun 200. yılı kutlanıyor. Onunla ilgili çıkan yayınların haddi hesabı yok.

Tam bilimsel şölen.

AFOROZ VE LANET

Darwin neyi kanıtlıyor?

Canlıların ortak atalardan evrime uğradığını ve çeşitlendiğini kanıtlıyor. Yalın haliyle, avam dille, insanın maymundan türemiş olması teorisi.

Onun modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli. Ayrıca, insan ve hayvanların duygularını ifade ediş biçiminde benzerlikler bulunduğunu gösteriyor.

Bu fikirleri özellikle ruhban sınıfında, din aleminde inanılmaz tepkilere yol açıyor. Kilise, Darwin’i sapkınlıkla suçluyor, onu aforoz ediyor.

Çünkü, Evrim Teorisi dinlerde yaradılış düşüncesine ters. Dini inançları allak bullak eden bir teori.

Kilise onu aforoz ederken, İslam Dünyası da, onu lanetliyor. Yıl 1850’ler, ama fikirler tam Orta Çağ.

Bilim tarihinin belki de en çok tartışılan teorilerinden biri olan Evrim Teorisi 1930’larda bilimsel olarak kabul ediliyor.

ETEK ÖPMEK

Dünya kitabın 150. yılını kutlarken, TÜBİTAK, adı üstünde, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu yayın bölümü kutlamalara katılmak için, aylık dergisinde Darwin’i kapak yapıyor.

TÜBİTAK yönetimi ise, hem kapağı değiştiriyor, hem dergideki Darwin yazılarını atıyor. Ne de olsa, Darwin bir sapkın ve İslamın lanetlediği birisi.

Tipik işgüzarlık, tipik iktidara yaranma gösterisi. Daha ötesi, AKP yönetiminde Türkiye’ye yerleşmiş olan hastalıklı zihniyet karşısında etek öpme provası.

Ama, bu arada edindiğim bilgiye göre,

AKP Yönetiminin dergi kapağından Darwin’in çıkarılmasından haberi yok.

O zaman daha da kötü ve tehlikeli, çünkü:

1-TÜBİTAK yönetimi bilimi ideolojiye alet ediyor. Orta Çağ kafasına dönüyor.

2-Bilim iktidarlar karşısında bağımsızdır, felsefesini yerle bir ediyor.

3-Bilimi, iktidarlar yararına kullanabileceğinin sefil bir örneğini sergiliyor. Üstelik, kendiliğinden.

Boşuna dememişler, bir toplumda ihanet bilimden geliyorsa, vay haline o toplumun.

Kriz, buz gibi bizim kriz

ARABA satın alıyor. 36 ay vadeli. 11 ayını ödüyor, kalanını ödeyemiyor. En yakınına başvuruyor, "kalanı sen öde, araba senin olsun, ben vazgeçtim".

Birebir yaşanmış bir olay.

Kriz kişisel olarak, hepimizi tek tek vururken, genel ekonomik dengeleri de altüst ediyor. En vahim sonuçlardan biri sanayi üretimi. Yüzde 21.3 düşüyor.

Global krizin merkezi olarak ilan edilen Amerika’da ise, sanayi üretimindeki düşüş sadece yüzde 2.5.

Global krizin merkezi olarak ilan edilen Amerikan parası dolar, dünyada alıp başını gidiyor. Her paraya karşı üstünlük sağlıyor. En çok değer kaybına uğrayan paralar arasında TL de var.

Kriz, buz gibi bizim kriz. Global olmasaydı bile, bu krizle karşılaşmak, bizim için kaçınılmaz. Bu çok açık. Global diyerek, saklanmaya gerek yok.

Tüm ekonomik veriler, bizdeki krizin habercisi. Örneğin, 2003’te özel sektörün dış borcu 33 milyar dolar. Bugün aynı borç 196 milyar dolar. 70’i bankaların, 126 milyarı reel sektörün borcu.

Dolar o tarihte 1.2 TL. Bugün 1.8 TL. Liranın dolar karşısında değer kaybetmesi sonucunda, özel sektörün dış borcu 120 milyar TL, (eski parayla 120 katrilyon lira) artıyor.

Reel sektör, üretim düşerken, işsizlik artarken, bunun altından nasıl ve ne kadar zamanda kalkacak? Türkiye ekonomisi nasıl kalkacak? Meydanlarda atılan seçim nutuklarıyla mı?

Türkiye en ağır bunalımlarından birini yaşıyor, AKP güle oynaya seçime gidiyor.
Yazının Devamını Oku

İnsanlık Anıtı siyaset satırında

10 Mart 2009
TEK bir insan, ama sanki iki ayrı insan gibi. İkiye ayrılmış tek bir insan gibi. İyilik ve kötülük, savaş ve barış, güzellik ve çirkinlik ikilemi.<br><br>İkiye ayrılmış gibi görünen bir insan, birleşince, ortaya sadece erdem ve iyilik ve güzellik çıkıyor. İnsanlık Anıtı. Bu anıt, bu heykel halen yapılıyor, henüz bitmiş değil. 35 metre yükseklikte. Mehmet Aksoy yapıyor.

Kars Kalesi’nin heybetini bilenler biliyor. Anadolu’dan Orta Asya’ya kafa tutar hali var. Anıt Kars Kalesi’nin orada. Kars Kalesi aynı zamanda festival mekanı. Güney Afrika’dan Norveç’e kadar gelen gelene.

Bir zamanlar, özellikle sömürge döneminde, dünyanın dört bir yanında özgürlük anıtları yükseliyor. Zamanla, ülkeler arasına kan davaları, soykırım suçlamaları, etnik baskılar giriyor. Özgürlük anıtları yerini insanlık anıtlarına bırakıyor.

ELLİ BİN İMZA

Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu bu gelişmeden esinleniyor.

Kan davalarını lanetleyen, soykırıma karşı çıkan, savaşlarda yıllar boyu acılar çekmiş bir kentin belediye başkanı olarak, Kars Kalesi’ne İnsanlık Anıtı dikilmesini öngörüyor. Arkasına halkın desteğini alıyor, elli bin imza ile.

Kars Kalesi çevresi gecekondu dolu. O bölgeyi temizliyor, gecekonduda yaşayan halkı, TOKİ’den aldığı konutlara yerleştiriyor.

İzin için başvuruyor. Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu anıtın yapılacağı bölgeyi SİT alanı ilan ediyor, ama aynı zamanda anıta izin de veriyor.

Başkan Alibeyoğlu aldığı izinle, Mehmet Aksoy’la bağlantıya geçiyor ve anıtın yapımı başlıyor.

Buraya kadar iyi.

OBAMA’YA MEKTUP

Anıtın yapımıyla birlikte, Başkan Alibeyoğlu ABD Başkanı Obama’ya bir mektup gönderiyor, onu bölgede barışın simgesi olacak anıtın açılışına davet ediyor. İş bu kadar ilerliyor.

İşte, tam bu sırada anıtın yapımına izin veren Erzurum’daki kuruldan durup dururken bir rapor çıkıyor. "Anıtın yapıldığı yerde eski çağlara ait kalıntılar vardır, şunlar şunlar bulunmuştur" raporu.

Anıtın yapılma fikrine Kars’ta MHP ekibi karşı. Önce, "orası SİT alanı" diyorlar, ona rağmen, Erzurum Kurulu onay verince, "bu anıt Ermeni ekmeğine yağ sürer" kösteklemesine girişiyorlar. Son olarak, iddiaya göre, Erzurum’da kendi ideolojilerine yakın birini buluyorlar. Rapor öyle yazılıyor.

Olay Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a yansıyor. Bir ara Kars’a giden Günay, "ben bu işi çözeceğim" diyor.

Geçen hafta denetim için, Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Kars’a bir uzman gönderiyor.

Ama, anıtın yapımı durduruluyor.

SEÇİM MESELESİ

Yerel seçimler için siyasal tempo hız kazanırken, Kars’ta seçim meselesi ön plana çıkıyor.

Naif Alibeyoğlu 1999’da ANAP’tan, 2004’te AKP’den belediye başkanı seçiliyor. AKP şimdi Alibeyoğlu’nu aday göstermiyor. AKP Kars milletvekilleri ile çekişme, özellikle MHP’nin anıta çomak sokması, yerel anlaşmazlıklar sonucu, Alibeyoğlu şimdi Kars’ta CHP’den aday.

Vay sen misin CHP’den aday, olmadık güçlükler başına yağmur gibi iniyor.

Bir anıt, bir sanat eseri, siyasete alet edilir mi? Buz gibi ediliyor. Bu bizim genlerimizde var.

Parti değiştirdi, diye, eski partilisinin burnundan getirilir mi? Buz gibi getiriliyor. Bu bizim genlerimizde var.

Önce izin verip, sonradan milliyetçi şırıngalarla, "yok olmaz, yapamazsın" denilir mi? Buz gibi deniliyor. Bu bizim genlerimizde var.

Ertuğrul Günay, Kültür Bakanı olarak, bizim genlerimize aykırı olarak, verdiği sözü gerçekten tutar, sorunu çözer mi? Kars halkı bekliyor.

Hillary’den Erdoğan’a nafile ders

AKP ile birlikte Türkiye büyük bir kamplaşmayı yaşıyor. Sosyal yaşamın yanı sıra, iki temel alanda, iş dünyasında ve medyada.

Tayyip Erdoğan, kendine bağlı sermaye sınıfı ile kendine bağlı medya yaratmak için canını dişine takıyor.

Aradan geçen zaman içinde, belli ölçülerde bunu yapıyor. Kendine bağlı olmayan sermaye ve medyaya karşı savaş açıyor.

Hillary Clinton Ankara ziyaretinde Amerika’nın bundan duyduğu rahatsızlığı Erdoğan’a aktarıyor. "Basın özgürlüğü, basının eleştiri hakkı" üzerine, kendi başkan adaylığı döneminden örnekler veriyor. Nasıl eleştirildiğini ve bunun çok normal olduğunu anlatıyor.

Aynı gün Erdoğan, kendisini eleştiren dört-beş gazeteciye dava açıyor. Yanında taşıdığı gazeteciler, yine onun davulunu çalanlar.
Yazının Devamını Oku