Yalçın Doğan

Diktatör üç F’ye bir S ekledi

8 Şubat 2009
Kırk yıl boyunca İspanya diktatörü Franco ülkesini üç F ile yönetiyor. Fado, fiesta ve futbol. Kuzey Kore diktatörü Kim Jong II buna "S"yi ekliyor: Sinema. Cep telefonlarına hava alanında el konuyor. Telefonlar ancak dönüşte, uçağa binerken sahiplerine iade ediliyor.

Uçaktan inince, yerine getirilecek devlet emirleri arka arkaya. Siz turistsiniz, olsun, ilk iş, emir doğrultusunda önce bir sinemaya gitmek.

Ama siz, atom bombası denemelerini merak ediyorsunuz, ama müzeleri, ama sokakları, ama halkı, yok efendim yok, varsa yoksa sinema.

Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang bir baştan öteki başa, Hollywood stüdyosu gibi. Nereye baksan sinema, neyi dinlesen kulis, hangi duvara dönsen, renk renk film afişleri. Bizde bir öykü kitabına nazire, "başkentin orta yeri sinema".

Başlarında dahi bir yönetmen var. Bütün zamanların en usta rejisörü. Spielberg, John Huston, Alfred Hitchcock ve Oscar’lı onca yönetmenin, onun yanında sözü bile geçmiyor.

Kuzey Kore diktatörü Kim Jong II sinema tarihinin yönetmenlerine taş çıkartıyor.

Kim Jong II sinemayı çok seviyor. Kuzey Kore’de arka arkaya filmler çevriliyor. Kim Jong bazılarını bizzat yönetiyor. O filmlerin hiç birinde, ne atom bombası denemeleri, ne ülkenin dünyadaki yalnızlığı, ne açlık, ne sefalet, ne özgürlüğe hasret, hiç biri yok. Sadece, "cennet çayırları". Ülke tam bir sinema endüstrisi merkezi.

Sinema olmadan devrim olmuyor. Devrim olmadan sinema olmuyor. Ve bizim acilen devrime ihtiyacımız var.

Diktatör Kim Jong II’nin ülkeyi yönetirken sihirli silahı bu sözler öncülüğünde, sinema. Devrim ve sinema iç içe. Zaten devrim olmazsa Kim de olmuyor. Sinema var ki, Kim var; Kim var ki, sinema var.

Kuzey Kore’de çevrilen filmlerin ortak yanı var. Hepsinde halk, Kim Jong II’ye şükran hisleriyle dolu. Gece gündüz ülkeleri için çalışan, hallerinden son derece mutlu, mesut yoldaşlar yatıp kalkıp, Kim’e dua ediyor. Allah, onu başlarından eksik etmesin.

EŞİNE KARŞILIK SİNEMA FİLMİ

Kuzey Kore 1953’ten bu yana hiçbir silahlı çatışmaya, savaşa girmiyor. Buna rağmen, 23 milyonluk nüfusu dikkate alındığında, dünyanın en büyük ordularından birine sahip. O ordunun da, kendine ait sinema stüdyosu var. O stüdyoda her türlü film çevriliyor. Kim’e karşı çıkanların işkenceye tabi tutulduğu mahzenlerden, hücreler dolusu özgürlük savaşçılarına kadar. Resmi dilde bunların adı, "devrim karşıtı hainler". Başka ne olabilir ki.

Hücrede çürüyen o hainlerden biri de, gerçek bir sinema yönetmeni Shin Sang Ok. Shin Güney Koreli. Hapiste kışları kar kürüyor, yazları kovayla su taşıyor. Shin çok kusurlu. Kim’e karşı çıkıyor. Bir de, unutamadığı aşkı var, Güney Kore’de yaşayan karısı.

Shin yetenekli bir yönetmen. Kim bu fırsatı kaçırmak istemiyor. Shin ile gizlice anlaşıyor. Kim, Shin’in karısını Güney Kore’den kaçırtacak, Shin de, karşılığında Kim için film çevirecek.

Taraflar anlaşmaya uygun davranıyor. Shin’in karısı Pyongyang’a geldiği gün, Shin özgürlüğüne kavuşuyor, soluğu doğruca sinema stüdyosunda alıyor. Bütün Kuzey Kore halkı, başkan Kim Jong II’nin ne kadar yüce hislerle dolu, ne kadar insani, ne kadar temiz kalpli olduğuna gözleriyle tanık oluyor.

Diktatör Kim film festivallerini de unutmuyor. 1987’den bu yana, Pyongyang’da her iki yılda bir uluslararası film festivali düzenliyor. Önce festivale sadece dönemin Varşova Paktı ülkeleri, komünist blok katılırken, Sovyetlerin çöküşünden sonra, özgürlük düşkünü bazı Batılı ülkeler de katılmaya başlıyor. Atom denemeleriyle yalnızlığa mahkum Kim, yalnızlığını film festivali yoluyla gideriyor.

Kırk yıl boyunca İspanya diktatörü Franco ülkesini üç F ile yönetiyor. Fado, fiesta ve futbol.

Diktatör Kim Jong II buna "S’yi" ekliyor. Sinemayı.

Pyongyang ve diğer Kuzey Kore kentlerinde alarm veriliyor, sinema vakti, herkes koşa koşa Kim’in dehasını, büyüklüğünü, halkını ne kadar sevdiğini anlatan filmlerin kuyruğunda. Ne de olsa, "S".
Yazının Devamını Oku

Bileşik kaplarda odalar seçimi

7 Şubat 2009
DELEGELERİN isimleri başkanın cebinde saklı. Delegelerle, başkan dışında kimse temas edemiyor. Çünkü kimse, kimin delege olduğunu bilmiyor. O nedenle, önümüzdeki seçimde muhalefetin şansı parlak değil. Seçimlere az zaman var. Şimdiki yönetim çıkıyor ve "üye kayıtları yenilecektir" diyor. Ancak, kimse, kimin üye olduğunu bilmiyor. Listeler yenileniyor, eski ve yeni listeleri şu andaki yönetimden başka bilen yok.

Listeler üzerinden delege avcılığı. Ne de olsa, seçim var.

Bu, bize yabancı değil. Yerel ya da genel seçimin ayak oyunları mı, yoksa bir siyasal partinin kongre öncesinde sinsi kulis çabası mı?

Olabilir ve normaldir ama, ikisi de değil. Bu seçim odalardaki seçim.

EN BÜYÜK ÖRGÜT


Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütlerinden biri Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, kısa adı TOBB. Bütün ticaret ve sanayi odaları ile borsaların şemsiye kuruluşu. Anadolu sermayesinin temsilcisi.

Mayıs’ta TOBB genel kurulu, dolayısıyla seçim var. Genel kurul öncesinde, TOBB’u oluşturan ticaret ve sanayi odaları ile borsaların her ilde seçimleri var. Türkiye’de ne kadar ticaret ve sanayi odası varsa, ne kadar borsa varsa, bu aydan başlayarak, hepsi seçime gidiyor.

O seçimlerde onlar;

1 - Kendi yönetimlerini seçiyor.

2 - Ayrıca seçilen meslek komiteleri kendi içinden delege seçiyor, o delegeler Mayıs ayında yapılacak TOBB genel kurulunda oy kullanacak.

Buraya kadar her şey normal.

Normal olmayan, üye ve delege oyunlarının, liste ver kaçlarının oda seçimlerine sıçramış olması.

Zaman zaman siyasal iktidarları eleştiren, belki onlara yol gösteren, belki onlarla birlikte yürüyen odalar, seçim denildi mi, o siyasal partilere çok benziyor.

Burası Türkiye, ne de olsa, bileşik kaplar.

AİDAT YÜKSEK

Pek çok üye odaların topladığı aidatın yüksekliğinden yakınıyor.

Kurala göre, elde edilen brüt karın binde 5’i her yıl odalara aidat olarak ödeniyor.

Şimdi kriz var. Şimdi brüt karın binde 5’i esnafa yüksek geliyor. Altından kalkamayanlar var.

Buna karşılık, elbette hacmine göre, ama odalarda ciddi para var.

O kadar var ki, toplanan paralar bazen araba yarışlarına, bazen tatil köylerine, bazen otellere ve bazen dış gezilere harcanıyor.

Ticaret ve sanayi odalarında bir gelenek var. Siyasal iktidarlarla iyi geçinmek. Hele de, o iktidar sağ bir parti ise. O zaman o parti ve iktidarla, al takke ver külah.

Şimdi AKP ile olduğu gibi.

Odalarda ısı henüz pek yüksek değil. Seçimler yeni başlamak üzere, hele başlasın, tencere o zaman fokurdayacak.

Paris, Londra, İstanbul metroları

HANGİSİ iyi, hangisi kötü, ne gerçek, ne değil, kitleler karşısında kolayca eriyip gidebiliyor. Anlatım biçimine bağlı. Buna propaganda deniyor.

Hafta başında İstanbul’da metro açılışları yapan Tayyip Erdoğan bir ara coşuyor, o coştukça hepimiz coşuyoruz. Bir ara kendini tutamıyor:

"İstanbul’un metrosu yakında Paris ve Londra metrolarıyla yarışır hale gelecek".

Atma Recep, din kardeşiyiz. Bu kadarı da fazla.

Londra metrosunun uzunluğu 415 kilometre, Paris metrosu 212 kilometre. Londra metrosu 1863, Paris 1900 yılında ilk hattını açıyor. Bütün Londra ve Paris metro ağıyla döşeli. İkisinin de, kent içinde her yere bağlantısı var.

İstanbul metrosunun uzunluğu ise, henüz 14 kilometre. Bazı yerlerde açıkta raylı sistem var. Ama, klasik anlamda metro değil.

Paris ve Londra metrolarıyla İstanbul’u karşılaştırmak, bizim yakında aya ayak basacağımızı
söylemek gibi.
Yazının Devamını Oku

Sezar’ın martı, AKP’nin martı

6 Şubat 2009
FALCILAR Sezar’ı uyarıyor, "15 Mart’ta dikkatli ol". Shakespeare’in oyunu Julius Ceasar’da 15 Mart uğursuz bir gün. Her ne kadar, "eden" sözlük karşılığı "cennet" olsa bile, oyunun orijinalinde March of Eden uğursuz bir gün.

Siyasiler Shakespeare’den bu yana Mart’tan korkuyor. AKP de, korkuyor. Yerel seçimlerin yapılacağı 29 Mart’tan değil, 4 Mart’tan korkuyor.

AKP 4 Mart’ta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne(AİHM)çıkıyor. Kendini savunmak üzere. Karşısında CHP Konya milletvekili Atilla Kart var. 4 Mart’ta AİHM’de AKP ile Atilla Kart hesaplaşıyor.

YOLSUZLUK ZIRHI

Atilla Kart dokunulmazlığının kaldırılmasını istiyor, yargılanmak üzere.

Meclis’te dokunulmazlığın kaldırılmasını öngören iki yüzü aşkın dosya var. Kart’ın dokunulmazlığı kalkarsa, diğer milletvekillerine de, aynı işlem uygulanacak.

AKP bunu istemiyor. Neden? O dosyalar arasında yolsuzluk iddiaları da var. Dokunulmazlık kalktı mı, o iddialar tek tek ortaya dökülecek.

Atilla Kart’ın dokunulmazlığına, AKP oyları ile dokunulmuyor. Kart da, AİHM’ye gidiyor.

AİHM’de davaya bakan ilgili daire 15 Ağustos 2008’de Kart’ı üçe karşı dört oyla haklı buluyor:

1-Türkiye’de dokunulmazlık çok geniş tutuluyor.

2-Dokunulmazlıklar için ölçüler objektif değil.

Ve asıl utanç verici gerekçe, elin oğlu bile, her şeyin farkında:

3-Dokunulmazlık, yolsuzlukların zırhı haline gelmiştir.

İlgili daire Kart’ın dokunulmazlığının kaldırılması istemini yerinde buluyor.

AÇIK DURUŞMA

15 Ağustos’taki AİHM kararına AKP 6 Ekim’de itiraz ediyor. Kararın bozulmasını istiyor. Gerekçe:

"Meclis iradesine müdahale edilmiş oluyor."

Bu gerekçenin Meclis iradesiyle filan ilgisi yok. Bu, avukatların ıkına sıkına bulduğu, AKP’nin sarıldığı siyasi ciladan başka bir şey değil.

4 Mart’ta AİHM’de açık duruşma var. Bir yanda AKP avukatları ki, aynı zamanda hükümet avukatları, öte yanda Atilla Kart.

Ne ilginç değil mi, bir muhalefet milletvekili bas bas bağırıyor, "benim dokunulmazlığımı kaldırın ve yargılayın".

Eski başbakanları ve bakanları gözünü kırpmadan Yüce Divan’a gönderen AKP iktidarı ise, "olmaaaaz, kalkmaaaz" diye çırpınıyor.

AKP korkuyor, March of Eden olmasa bile, Mart’ın 4’ü AKP’nin korkulu rüyası.

AKP "üç Y’yi; yoksulluk, yasaklar ve yolsuzlukları kaldırma" sözü veriyor, seçimden önce. AKP beceriksiz, hiç bir şeyi kaldıramıyor.

YSK beyaz eşyayı sadece izliyor

KÖMÜR, gıda, akla gelebilecek her türlü mal ve nihayet beyaz eşya. Seçim öncesinde halka bunlar dağıtılıyor.

Seçimlerle ilgili yasanın 61. maddesi:

"Partiler ve adayların el ilanları ve broşür dışında, kendileri ya da üçüncü şahıslar eliyle halka hediye dağıtmaları yasaktır."

Kömür, beyaz eşya, v.s. hediye değil mi? Bunları dağıtmak yasak değil mi? Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yetkililerine soruyorum. Yanıt şu:

"Bunlar, mesela beyaz eşya, devletin bir kurumu, Fakir Fukara Fonu tarafından dağıtılmaktadır. Dağıtan parti ya da adaylar değil, onun için bizim ilgi alanımıza girmez."

İktidardaki parti, kendine bağlı bir kurumu devreye sokuyor, (yasadaki deyimle, üçüncü şahsı), bu çok açık değil mi? Ya da vali devreye giriyor, vali kime bağlı?

"Vali, devletin valisi, fon da devletin fonu, bizim ilgilendirmez."

Devlet in mi, cin mi, şişeden çıkıyor ve armağan dağıtıyor. Vay anasını sayın seyirciler, ve bütün bunlar YSK’yı hiç ilgilendirmiyor.
Yazının Devamını Oku

Gazze-Sudan arasında cuma hutbesi

5 Şubat 2009
"MADEMKİ, Türkiye’de halkın yüzde 99’u Müslüman, o zaman Türk dış politikasının da, buna uygun yürütülmesi gerekir". Sanmayın ki, bu söz AKP iktidarından birilerine ait. Hayır, şu anda bir Afrika ülkesinde Türkiye’nin büyükelçisi olan birine ait. MİT eski müsteşarlarından birinin oğlu ya da yeğeni. O müsteşarla aynı soyadını taşıyor. Bulunduğu ülkede ara sıra verdiği demeçler, AKP’yi bile solluyor. Hazret hızlı.

Aslında hazret sadece Ankara’ya uyum gösteriyor. Çünkü, Ankara’nın dış politikada ana teması artık İslam üzerine oturuyor. Tarihsel sapma.

SOYKIRIM SUÇU

Görüldüğü yerde yakalanacak. Yakalandığı anda, kulağından tutup mahkemeye teslim edilecek.

Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir insanlık suçu işliyor. Hıristiyan Afrikalıları sistemli olarak öldürmekle suçlanıyor. Soykırım.

Dünyanın yargılanmasını istediği El Beşir geçen yıl Türkiye’de. Ankara’da saygıyla karşılanıyor. Yakalayan filan yok.

Ankara uluslararası hukuku çiğniyor.

Devamı bugün. İnsanlık suçu işleyen Sudan yönetiminin iki numaralı adamı şu anda Ankara’da. Yine el bebek, gül bebek vaziyeti.

İsrail’in Gazze’de işlediği insanlık suçu ile Sudan’da işlenen insanlık suçu arasında ne fark var? Hiç fark yok.

Bizim büyüklerimiz Gazze için dünyayı birbirine katarken, aynı suçu işleyen Sudanlıyı bağrına basıyor. Neden?

Sudan Müslüman ülke, Sudan yönetimi Müslüman.

Hamas ve Sudan’a yakınlık İslam üzerinden. Ayrıca, Sudan’da dini bütün kardeşlerimizin ticaret ilişkileri, evvel Allah yerinde.

Vaktiyle, Erbakan Nijerya, Libya, Endonezya gibi ülkelere abuk sabuk geziler yapıyor. Ondaki mantık da aynı, ama geziler kaba saba ve herkesin gözüne sokarcasına. Şimdi benzer politika, daha ince ve insan hakları üzerinden.

AKP’nin Afrika ülkelerinde büyükelçilik açmak istemesi yine aynı mantıkla. Çoğu Afrika ülkesi Müslüman çünkü.

CUMA HUTBESİ


Davos’tan yola çıkıyoruz, cuma hutbesine geliyoruz.

Türkiye’de yaşayan Musevi asıllı vatandaşlarımıza zarar gelmesini önlemek üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı Cuma günü camilerde okunacak bir hutbe hazırlıyor.

1- AKP yönetimi de, ileri gittiğinin farkında. Bunun önlemini siyasal uyarılar yanı sıra, bir de din üzerinden alma ihtiyacını hissediyor.

2- İslam temeli üzerine oturan dış politika, açıklarını içerde din üzerinden kapatmaya çalışıyor.

Cuma hutbesi AKP döneminde ilk değil. Benzer girişimler var.

Huzuru artık Diyanet açıklamalarında arıyoruz.

Cemil Çiçek arabayı çarptı

BAKANLAR Kurulu sonrasında Cemil Çiçek muhteşem bir çiçek atıyor:

"Biz İsrail ile ilişkilerimize önem veriyoruz".

Daha üç gün önce Tayyip Erdoğan
İsrail Cumhurbaşkanına: "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz".

Cemil Çiçek’ten ikinci çiçek: "İsrail ile ilişkilerimizi korumak istiyoruz".

Daha üç gün önce Erdoğan: "Plajlarda çocukları öldürüyorsunuz".

Başbakan öyle, yardımcısı böyle söylüyor. Az gidiyoruz, uz gidiyoruz, sonuçta, biz öldürmeyi iyi bilen İsrail ile ilişkilerimize önem veriyoruz.

Ama, onlarla kavga ediyoruz. Ve fakat ilişkilerimizi korumak istiyoruz.

Ziiiig zak, ziiiik zak, güüümmm araba duvara çarpıyor. Mantık iflas ediyor.

Egemen Bağış akıllı adam

NEW York’ta Türklerin gidip geldiği yerde Egemen Bağış kimsenin dikkatini çekmiyor. Yaptığı iş, hayli sıradan. İş bile denmeyebilir.

Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce, Amerika gezisinde gözüne giriyor, milletvekili oluyor. Üç-dört yıl onun çevirmenliğini yapıyor. Yabancılarla her görüşmesine katılıyor. Erdoğan’ın kara kutusu gibi.

Geçen ay AB’den sorumlu bakan oluyor. Aman ne iyi. İyilik devam ediyor.

Dün Milliyet’te yayınlanan habere göre, bakan olmasından iki hafta sonra, eşiyle birlikte şirket kuruyor. Siyasette parlayan yıldızını ticarette de, parlatmak, daha çok para kazanmak istiyor. E, haklı.

Ancak, küçük bir sorun var. Sorumlu olduğu AB’de bırakın bakanları, üst düzey görevliler ve Avrupa Parlamento üyeleri siyasal etik gereği, diğer profesyonel işlerini bırakıyor.

Bizimki ise, bırakmak ne demek, balıklama yeni işlere dalıyor. Batılılar aptal, Egemen Bağış akıllı. Ne de olsa, önünde yeni ufuklar açılıyor.
Yazının Devamını Oku

’Ama o arkadaşımız bir şey yapmadı ki’

4 Şubat 2009
ÖĞRENCİLER şöyle bir dalgalanıyor. Kiminin ağzı yüreğinde, kimi ağlamaklı, ortak duygu korku. Yaşları yedi ile on beş - on altı arasında değişen öğrenciler. İlkokulu ya da sonrasını okuyan öğrenciler. Üniversite öncesi öğretim gören öğrenciler. Bakanlıktan kağıt gelmiş, öğrenciler Gazze için saygı duruşunda bulunacakmış, aralarında para toplanacakmış.

Ama, o öğrenciler arasında, çeşitli okullarda okuyan Musevi asıllı çocuklar da var. Aileleri ve kendileri Türk vatandaşı.

O BİR ŞEY YAPMADI


Aynı sırada yan yana oturan, bahçede birlikte top oynayan, ip atlayan, çember çeviren çocuklar Gazze için saygı duruşunda. Birlikte oyun oynadıkları, aynı sırada oturdukları öteki çocuklara karşı.

Pek çok okulda bazı öğrenciler hıçkırarak öğretmenlerin yanına geliyor, "o bizim arkadaşımız, bize bir şey yapmadı ki".

Yukardan gelen emirle, yan yana oturdukları arkadaşlarına karşı, bir tavır sergilenmesi isteniyor. Arkadaşlarıyla ilgili olmasa da, çocuklar öyle algılıyor. Ve korkuya kapılıyor. Ve ağlayan ve titreyen çocuklar.

Bir devlet politikası okullara kadar indirgeniyor. Bu manevralardan habersiz öğrencilerden, saygı duruşunda bulunmaları, Gazze için para toplamaları emriyle.

Demokratik ülkelerde eşine rastlanmayan bir skandal. Tam ırkçılık.

KAHPESİN, ALÇAKSIN


Devlet politikaları, devletin emriyle, hangi ülkelerde okullarda talim ettiriliyor? Hangi ülkelerde zorla saygı duruşu, zorla para toplatmak var?

Devlet burada zor kullanıyor. Hiç bir yasal çerçeveye girmeksizin, emrine itaat istiyor. Bu insan haklarına aykırı. Demokrasiye aykırı.

Derin devlet, derin devlet. Derin devlet sadece mafya bağlantılarından, faili meçhul cinayetlerden mi ibaret? Zorla saygı duruşu, zorla para toplatmak, derin devletin bir başka tanımı, farklı bir görünüşü değil mi? Derin devlet mutlaka asker ve polis bağlantılı devlet tanımı mı? Sivil siyasetin derin devleti yok mu?

Bugün saygı duruşu, yarın düşmana hücum. Kim o düşman? Neden düşman? Onu bizim ve öğrencilerin bilmesine gerek yok. Onu büyüklerimiz biliyor, memleketimizin yüce çıkarları uğruna. Büyüklerimiz memleketimizin hizmetinde.

Öğrencilere düşen, saygı duruşunda bulunmak. Bize düşen, bu duruma alkış tutmak. Alkışlamazsan, vatan hainisin. Kahpesin, alçaksın.

Arş yiğitler, Gazze için vatan imdadına. Şimdi okullu olduk, Gazze siperlerini doldurduk.

Tayyip Erdoğan dün grup konuşmasında, "Yahudi düşmanlığı yapmak tehlikelidir" diyor.

Ya devlet politikasını okullara kadar indirgemek ne?

İşsizlik sonrası en ağır gösterge

EKİMDE yüzde 2, kasımda yüzde 22, aralıkta yüzde 25 ve ocakta yüzde 28 oranında düşüş var. ihracatta.

Ekonomik kriz yavaş yavaş yaklaşıyor. Küçük adımlarla önce kendini hissettiriyor. Sonra bir çığ dağdan aşağıya yuvarlanıyor, büyüklerimiz o sırada, "kriz bize teğet geçiyor" nutukları patlatmakla meşgul.

Kriz tam teğet geçerken, sert bir dönüşle, şiddetli bir yumruk atıyor.

İşsizlik sonrası krizin en ağır salvosu. İhracatta üçte bir gerileme.

İhracat azalıyor, bunun sonucunda içeride üretim düşüyor. İşsizlik artıyor. Benzer biçimde ithalat azalıyor. İç tüketim düşüyor. Refah geriliyor.

Ülke fakirleşiyor.

Şu anda biz fakirleşmeyi yaşıyoruz. Bunu görmek için, ihracat istatistiklerini beklemek gereksiz. Sağa, sola bakın, otobüse, tramvaya, bakkala, kasaba, sinemaya, ne satarsa satsın, mağazalara bakın, iş yerinize bakın, kendinize dönün bakın, fakirleşme tablosu ya da kriz ağır biçimde karşımızda.

Krizin ilk faturası işsizlik. Şimdi ihracatta gerileme. Ne yazık ki devamı var.
Yazının Devamını Oku

90 artı 2’de IMF golü

3 Şubat 2009
SON gün. Bütçenin kabulüne saatler var. Birkaç hafta süren bütçe görüşmeleri tamamlanıyor, artık bütçe oylamasına geçilmek üzere.<br><br>Parti grup sözcüleri son sözler için kürsüye çıkarken, aniden bir önerge peydah oluyor. Çoktan bağlanmış bütçeyi çözen bir önerge. 2009 bütçesinde 3.6 milyar TL tutarında yatırımı kısan bir önerge.

ACISI MARTTAN SONRA


Meclis’te herkes şaşkın, bu da nereden çıktı, merakında.

AKP’liler bozuk, günlerdir şurada konuşuyoruz, yatırımlar şöyle, yatırımlar böyle diye, bu kesinti şimdi ne alaka, diyerek.

Muhalefet, size bin defa söyledik, bunlar olmaz, diye, dediğimize geldiniz, diyerek caka satma havasında.

3.6 milyar TL’lik kesinti en çok Adalet Bakanlığı, Karayolları ve DSİ yatırımlarından.

Bir de, 550 milyon TL’lik çiftçiyi destekleme parasından. Yerel seçimler mart sonunda. Mart sonuna kadar, nasıl olsa, çiftçiyi destekleme, diye bir olay yok. Onun için, ne kesersen kes, acısı marttan sonra çıkacak.

GELİR VE HARCAMA

IMF’nin üç temel itirazı var.

1- "Geliriniz az, arttırın" diyor. Yeni vergi istiyor. Burası dramatik. Zamanında AKP vergi indirimine gidiyor, IMF bunu onaylıyor. Şimdi delik büyük, yama küçük, aynı IMF yeni vergi diye tutturuyor.

2- "Gelir tahmininiz yüksek" diyor. Milli gelir yüzde 11.8 artacak, ama gelirler yüzde 15.5 artacak. Bu tahmin mantıksız.

3- "Harcamaları kes" diyor. Dağıtılan bulgular, kömürler, vs. ve diğer kamu harcamaları.

Tam seçime giderken mümkün değil. Tayyip Erdoğan IMF’ye onun için esip savuruyor. Mart sonuna kadar da, evvel Allah, esme ve savurmaya devam. "IMF ile ne zaman anlaşırsak, o zaman bitireceğiz" laflarıyla karışık, popülist söylem eşliğinde.

Oysa, bütçenin son günü, IMF ile çaktırmadan anlaşıyor.

IMF bastırıyor, AKP 3.6 milyar TL’lik yatırımdan vazgeçiyor.

CHP Trabzon milletvekili Akif Hamzaçebi haklı olarak, "Bütçenin son günü kesinti IMF önergeleriyle yapıldı" diyor.

Futbol maçlarında uzatmalar oynanıyor ya, 90 artı 2, 90 artı 3, IMF’nin gölü de, benzer bir uzatmada.

Şimdi IMF’ye efelenmenin tam zamanı. Seçime kadar bol bol efelenme var.

TV’ler anında yattı

EKRANLAR geçen hafta sonu, Davos Fatihi’ne alkış düzmekle meşgul.

TRT’yi geçiyorum. Daha soru sorma biçimi, TRT’yi ele veriyor. Arkadaşlar duymak istedikleri olumlu yanıtı alacak türde soru yöneltiyor. Herkesten olmasa bile, bazı muhataplarından zılgıtı yiyip, yerlerine oturuyor.

Diğer haber kanallarının da tamamı, Davos Fatihi’ne yatıyor. Erdoğan’a alkış tutacağı kabak gibi bilinenler ekranda. Alkış takımı arasında adı, sanı bilinmeyen gazeteciler, varlığından ilk kez haberdar olduğumuz bilim adamları da var.

Buna karşılık, eleştiri yapabilecek kişilerin en çok biri, ikisi ekranda. Tek tük. Gerisi bildiğiniz gibi.

Bravo TV’lere. Tarafsızlık ve habercilik dediğin böyle olur.

One minute mon cher

DIŞİŞLERİ eski Bakanı ve emekli büyükelçi İlter Türkmen ekranda. Tayyip Erdoğan’ın kendisine yöneltilen eleştirileri içine sindiremeyip, "mon cher" diye sinirlendiği büyükelçilerden.

Herkes biliyor ki, Tayyip Erdoğan’da yabancı dil nanay. Davos’ta oturumu yöneten moderatöre dönerek, one minute, diyor. İlter Türkmen devam ediyor:

"One minute, diyerek belli ki, İngilizceyi kıvırmış, mon cher diyerek de Fransızcayı tamamlamış".

Erdoğan’a, yabancı dil bilmiyor, diyenin alnını karışlarım.
Yazının Devamını Oku

Vietnam’dan Gazze’ye döşenen yol

1 Şubat 2009
Amerika Vietnam’da savaşırken, gazeteciler özgürce haber yazıyor. Vietnam’da Amerika savaş suçlusu. O haberler sayesinde. İsrail, Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndan ders alıyor. Dünya basınına uyguladığı abluka, bu dersin sonucu. Bilgisayar "kling" ediyor ve bir haber düşüyor:

"Şu kadar ölü... Şu kadar yaralı...Gazze ateş altında". Doğru mu rakamlar?

Bilgisayar "kling" ediyor ve bir haber düşüyor:

"Roketle vurulan yerler arasında okul, hastane ve şu binalar var". Doğru mu bu binalar?

Bilgisayar "kling" ediyor ve bir haber düşüyor:

"Sınırdaki saldırıda Hamas üç İsrail askerini öldürdü, ikisini kaçırdı". Doğru mu bu olay, gerçekten öldürülen ve kaçırılan var mı?

Gazze uzakta siluet halinde. Görünüyor, görünmüyor. İsrail’in hava saldırılarında bombaladığı yerlerden yükselen dumanlar Gazze’yi sis altında bırakıyor. Arada zaten birkaç kilometre var. Dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler Gazze Şeridi’nin kıyısında bir tepede, İsrail’in tutsakları gibi. Savaşı izlemek için gelen gazeteciler, savaşı izleyemiyor. Uzaktaki tepeden sisler altında bir boşluğu izliyor.

İsrail Basın Yayın Müdürü Danny Seaman ve ekibi, hiçbir gazeteciye göz açtırmıyor. Hiçbir gazetecinin Gaze’ye girmesine izin vermiyor. Ama BBC, ama CNN, ama NBC, ama ARD, ama Christiane Amanpour, ama en büyük gazete ve TV’lerin ünlü muhabir ve yazarları, fark etmiyor.

Dünya basını, Gazze gibi, İsrail ablukası altında.

Bu abluka, aslında oradan verilen haberlere abluka. Hangi haberin, ne kadarı doğru, ne kadarı saptırma, ne kadarı baştan sona yanlış, belli değil.

Kaldı ki, İsrail bombalıyor, ama İsrail’in gazetecilere verdiği ölü ve yaralı sayısı hep İsrail askerleriyle ilgili. Dünya basınına verilen bilgiler, İsrail medyasına tek elden verilen haberlerle aynı. Orada ne bir Filistinli’nin ölümü, ne bombalanan okul, tek bir bilgi yok.

İsrail medyasının bundan utanması gerek, ama memnun. "Savaştayız ve bunlar doğaldır" mantığı. Meslek ahlakı ve kuralları çoktan unutuluyor.

ABLUKADA PASTA-KAHVE

Dünya basını abluka altında, buna karşılık pasta-kahve ve istendiği an herhangi bir İsrail Bakanı hazır ve nazır. İsrail Dışişleri Bakanlığı’nda kurulan basın merkezi, dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler için her ayrıntıyı düşünüyor. Yiyecek, içecek, otel ve onların ayaklarına kadar gelen bakanlarla röportaj. Eksik olan, haber alma özgürlüğü, savaşı fiilen ve olay yerinden izleme özgürlüğü. Eksik olan, koca bir öz, asıl temel.

İsrail’li bakanlar bülbül gibi. Her soruya, Hamas’ın İsrail’i nasıl bombaladığını, bölgede barışı nasıl tehlikeye attığını sular seller gibi anlatıyor.

İsrail, Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndan ders alıyor. Dünya basınına uyguladığı abluka, bu dersin sonucu.

70’li yıllarda Amerika Vietnam’da savaşırken, gazeteciler özgürce haber yazıyor. Orada olup bitenleri, bütün çıplaklığı ile anlatıyor. Bu haberler, Amerika’da Vietnam karşıtı akımı doğuruyor. O akım, daha sonra dünyada dalgalanıyor. Vietnam’da Amerika savaş suçlusu. O haberler sayesinde. Aradan kırk yıl geçiyor, Amerika Vietnam için hálá sanık sandalyesinde.

Vietnam Savaşı’ndaki basın, önce Amerika’nın aklını başına getiriyor. 1991 Körfez Savaşı sırasında, bombardımanı TV’lerden canlı izlemek mümkün. Ama, tek bir insan, tek bir canlı görüntüsü yok o ekranlarda. Orada otele kapatılan gazeteciler, binlerce kilometreden TV’leri izleyen insanlar gibi, sadece o görüntüleri izliyor. Tek farkla, sen burada, onlar orada, ama ek olarak bir şey gördükleri ve bildikleri yok.

"Embedded", yani "orduya iliştirilmiş, ordu ile birlikte" hareket eden gazetecilik kavramı, Körfez Savaşı’nın medyaya kötü bir armağanı. 2001 Afganistan, 2003 Irak işgali dünya basını için tekrar eden senaryolar.

İsrail’in ilk provası 2006’da Lübnan Savaşı’na denk geliyor. Son Gazze bu provanın daniskası.

Her zaman, hele savaşta en tehlikeli silah, doğru haber. Gazetecilere abluka onun için. Haber saptırmak ve saklamak onun için.

Kırk yılda, Vietnam’dan Gazze’ye işte bu yol döşeniyor.
Yazının Devamını Oku

En büyük kabadayı bizim kabadayı

31 Ocak 2009
KRUSÇEV ile Chaves. İkisinin de, sağı solu belli değil. Uluslararası politikada ikisi de, aklı başında lider ve ülkeler tarafından yalnız bırakılıyor. Yaklaşık elli yıl önce Krusçev Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşurken ayakkabısını çıkartıyor ve kürsüye vuruyor. Haklı olduğuna yürekten inanan hazret çok kızgın. Bu skandal elli yıldır unutulmuyor, ne zaman anımsansa, gülümsemeyle karşılanıyor.

Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chaves’in marifeti çok, ama yenisi var. Bir panelde konuşurken, İspanya eski başbakanına "sen uşaksın" diyor. Orada bulunan İspanya Kralı Carlos fena sinirleniyor, "sen sus ve otur yerine" diyerek, Chaves’i azarlıyor.

Nerede, nasıl konuşacağını bilmeyenler dünyada azarlanıyor. Daha kötüsü, uluslararası arenada yalnızlığa itiliyor.

KASIMPAŞA DAVOS’TA

Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’le kavgası, o artık tartışma filan değil, Türkiye’nin yalnızlık kapısını sonuna kadar açıyor.

Önce durum tespiti.

Savaş İsrail ile Hamas arasında, ama Davos’ta panelde Türkiye var. Çünkü, Türkiye Hamas’ın temsilcisi gibi. Herkes artık böyle algılıyor.

Oturumu yöneten gazeteci taraflı davranıyor, Erdoğan’ı sinirlendiriyor. Buradan Erdoğan’a bir puan.

Nobel Barış Ödülü sahibi Peres, Erdoğan’a karşı saldırgan. Erdoğan’a cevap hakkı doğuyor. Ona buradan da bir puan.

Sinirlerine hakim olamayan Erdoğan, nezaket kuralları, dış politika manevraları ve başka ne varsa, hepsini ayaklar altına alarak, Peres’e, "sen" diye başlayan tiradında, kazandığı puanları kaybetmeye başlıyor. Türkiye’deki alışkanlığı fena halde sürüyor ve karşısındaki azarlamaya başlıyor. Kasımpaşa Davos’a taşınıyor. Hepimiz için tehlikeli bir durum.

Ok yaydan çıkıyor. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi. Diktatoryal sinyaller. O saatten sonra artık iç politika çanları devreye giriyor. En büyük kabadayı, bizim kabadayı.

Paneli o sinirle terk ediyor. Gerçi daha sonra basın toplantısında, sakin ve hafif geri adım atıyor ama, başta Amerika, tüm ülkelerin gözlemcileri, yaşanan sahneleri kayda geçiyor. Bu kayıtların Türkçe’si var. Bu hezeyan, günün birinde bize yol, su, elektrik olarak dönecek. Buna hiç kuşku yok.

TÜRK-İSRAİL SAVAŞI

Türkiye kırk, elli yıldır dış politikada şu ya da bu biçimde elde ettiği puanları tek bir panelde harcıyor.

Türkiye’nin elinde tek kart kalıyor, çok yönlü dış politika yerine, koyu Hamasçı bir kısırlık.

Bundan daha kötü olan, İsrail ile ilişkiler. Uzantısı, Amerika ile ilişkiler. Artık çetrefil. Her ne kadar Peres sıcağı sıcağına Erdoğan’ı arayarak özür dilese bile, o bir politik manevra, bazıları yorum yapıyor, "İsrail ile ilişkimiz eskisinden daha iyi olur" diye. Aldatma çabası ile saflık oyunu birbirine giriyor.

Gazze saldırısından sonra, Erdoğan’ın verdiği tepkiler, haklı olsa dahi, hep abartılı, hep duygusal, devlet adamlığı ile uzak yakın ilgisi yok. Davos macerası ile bardak taşıyor.

Yoksa, Türk-İsrail Savaşı mı çıkıyor? Ne oluyoruz ya? Anladık, İsrail haksız, Erdoğan haklı tarafı tutuyor, anladık, İsrail insanlık dışı işler yapıyor, bunu ondan başka net söyleyen yok, anladık, ama ne oluyoruz?

Bu yalnızlık, tipik Ortadoğu ülkesi yolculuğuna yalnızlık. Elinde kozu kalmayan bir yalnızlık.

Kimin umurunda? Şakşakçı ve yalaka takıma gün doğuyor. Cehalet kuyusundan attırılan yorumların bir bölümü aşağılık duygusu ürünü. Bir bölümü ise, iç politika kazanı.

Öyle iç politika ki, gece yarısından sonra İstanbul’da Erdoğan’ı karşılamak için acele bir konvoy oluşuyor ve bedava metro ve boy boy pankartlar.

Yerel seçimlere giderken, artık her mitingde, "Davos Fatihi Aramızda". Ama, o sırada biz neredeyiz, ne önemi var, çalsın sazlar, oynasın kızlar.
Yazının Devamını Oku