Yalçın Doğan

İrtica yerine cemaat vurgusu

15 Nisan 2009
ESKİ Genelkurmay Başkanları İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Yaşar Büyükanıt ayrıca eski Kuvvet Komutanları toplantıda var. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök yok. Özkök’ün olduğu yerde başkanlardan bazıları, başkanlardan bazılarının bulunduğu yerde Özkök bulunmuyor. Göze çarpan bir ayrım.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ.

Dün İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığında çok geniş katılımlı bir toplantı düzenliyor. İki saat süren konuşmasını verdiği yemek izliyor. Onbeş yirmi yılın eski komutanlarına kadar uzanan davetli topluluğunda bir eksik görüyorum. Zaman gazetesinin genel yayın yönetmeni davetli değil. Fark etmemiş olabilirim, galiba Zaman’dan pek kimse de yok.

Dikkatimi çekiyor. Onlara davet yoksa, bu pek boşuna değil.

CEMAATLAR

Orgeneral Başbuğ konuşmasının hiçbir yerinde, askerden o çok alıştığımız irtica sözcüğünü kullanmıyor. Onun yerine cemaat vurgusu var:

"Bugün bazı cemaatler öncelikle ekonomik güç olmaya, daha sonra sosyo politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadır. (...) Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel camaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür."

Başbuğ
dinsel cemaatleri siyasette rol almasının moderniteyi aşındırdığı anlamına geldiğini söylüyor. Toplumu inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımına götürdüğünü belirtiyor. Bunun adı kutuplaşma.

AKADEMİK ÜSLUP

Başbuğ konuşmasının başında güncel konulara girmeyeceğini, bunu gelecek hafta düzenleyeceği basın toplantısına bıraktığını söylüyor.

Sık sık dipnot düşerek, referans vererek akademik konuşmayı tercih ediyor.

Sivil-asker ilişkilerinde, terörle mücadelede, demokrasi ve laiklik kavramlarında üslubu hep akademik.

Silahlı kuvvetlere "demokratlık kisvesi altında" sistematik muhalefetten yakınıyor.

Toplumun "mütedeyyil kesimini" etkilemek için silahlı kuvvetleri din karşıtı göstermek isteyenlerden yakınıyor.

Terörle mücadelede bazılarının silahlı kuvvetler mensuplarının onurlarıyla oynadığından yakınıyor.

Bunların hepsiyle mücadele edildiğini söylerken, sürekli "hukuk içinde kalmak koşuluyla" vurgusunu ihmal etmiyor.

ÇOĞULCULUK

Zaten konuşmasının özünde demokrasi ve çoğulculuk kavramları ön planda . Anlamlı bir vurguyla:

"Çoğulculuk temek hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı güvenceye alınmasıdır. Çoğunluk , çoğulculuğa engel oluyorsa, demokrasinin işleyişinde ters bir durum vardır."

Bana göre, bu görüşüyle Başbuğ sürekli kendi çoğunluklarıyla koltukları kabaran birilerini kulağına küpe sözler söylüyor.

Askeri konular içinde , ama teknik olmaktan kaçınan , eleştirileri akademik boyuta taşıyan, siyasi olmaktan uzak ama yerinde siyasi uyarılar yapan bir konuşma.

Orada Ergenekon yorumu yok

TOPLANTIDA karşılama, düzen, konukseverlik yerli yerinde, hiç aksama yok.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ konuşmasından önce ve sonra yüksek komutanlarla kısa sohbetler yapıyorum. O sohbetlerde Ergenekon yok. Askerler bir yorum yapmaktan kaçınıyor. Hatta, emekli komutanlar bile çok dikkatli.

Yemekte masamızda muvazzaf bir koramiral oturuyor. Masada Ergenekon açılıyor, koramiral konuya hiç girmiyor. Eski MİT ajanı Mahir Kaynak bir komplo teorisi daha atıyor:

"Ergenekonda bu son dalga artık Tayyip Bey’i yıpratmaya yönelik. Savcılar yapsa da, sonuçta Tayyip Bey’e yükleniyor. Fethullah Hoca acaba Tayyip Bey’den vazgeçti mi diye düşünüyorum."

Bu yorumun yorumu size ait.
Yazının Devamını Oku

Türkan Saylan’dan özür dilemek

14 Nisan 2009
İSTANBUL Cumhuriyet mitinginde Prof. Dr. Türkan Saylan kürsüde:<br><br>"Darbelere ve şeriata karşıyım." İzmir Cumhuriyet mitingine giderken, Türkan Saylan uçakta arkadaşlarına yapacağı konuşmayı gösteriyor:

"Darbe heveslileri olabilir, bu miting onlara karşı olacak, ben de, darbe ve şeriata karşıyız, diye bir konuşma yapacağım."

Türkan Saylan
bu yıl eğitim alanında Vehbi Koç Ödülü’nü kazanıyor. Son yıllarda özellikle Güneydoğu’da pek çok okul ve yurt yapımına öncülük ediyor. Oradaki insanlarla iletişim kurmak için, Kürtçe öğreniyor.

Pek çok yoksul çocuğa, başkanı olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üzerinden burs sağlıyor. Aynı zamanda Cüzzamla Savaş Derneği kurucu başkanı.

Türkan Saylan’ın Ergenekon bağlantısıyla dün evi aranıyor. Oysa, önünde saygıyla eğilmek gerek. Dün evi arandığı için, Türkan Saylan’dan özür dilemek gerek.

PROF. DR. HABERAL

Prof. Dr. Mehmet Haberal
’ın adı Ergenekon’un ilk iddianamesinde geçiyor.

Haberal’ın Ankara’da ve Kızılcahamam’da toplantıları sır değil. Memleketin hali ne olacak toplantıları. Her demokraside olağan hak olan, iktidara karşı siyasal alternatif arayışı. Vazgeçilmez biçimde, Anayasa çerçevesinde kalmak koşuluyla.

O toplantılara pek çok kişi katılıyor. Şimdi Prof. Haberal üzerinden o kişilere uzanan gözaltı süreci işliyor.

Garip bir zincirleme reaksiyon, kim kiminle konuşmuşsa, yanıyor.

REKTÖRLER

Benzer biçimde eski rektörler, rektör yardımcıları da, Ergenekon’da 12. dalgaya çarpıyor.

Gözaltına alınan aydınların ortak niteliği, Atatürkçü ve laik olmaları, AKP’ye karşı çıkmaları.

Bu insanlar bize göre, demokratik haklarını kullanıyor. İlk bakışta öyle görünüyor. Ama, bu insanlar savcıya göre, örgütlü darbe harekatının üyeleri.

HERKESE GÖZDAĞI

Anlı şanlı insanların gözaltına alınması, İstanbul Baro Başkanı Muammer Aydın’ın deyimiyle, "evlere baskın" biçiminde gerçekleşiyor.

Yürürlükteki yasalara (CMUK) göre, makul şüphe varsa, onlar savcılığa davet ediliyor. Gelmezse, zorla getiriliyor. Dün yapılan, daha önce çok eleştirilen yine aynı yöntem, evlere baskın. Sivil toplum örgütlerine baskın.

Bu yöntem sadece evlerine baskın yapılan insanları ve sivil toplum örgütlerini kapsamıyor.

Herkese gözdağı, her sivil toplum örgütüne gözdağı.

Ergenekon bağlantılı insanlar arasında demokrasi dışı arayışa girmiş olanlar bulunabilir. Bunun bir bölümü şu anda mahkeme aşamasında.

Ne var ki, gözaltına alınan, evleri aranan insanlara ve derneklere bakıldığında, toplumda Ergenekon’la ilgili oluşan kuşku daha da pekişiyor. O insanların ve derneklerin faaliyetleri yıllardır ortada. Ama, şimdi aniden Ergenekon.

12. dalga olduğuna göre, kim bilir kaç iddianame daha yazılacak, nihai olarak kim bilir kaç bin sayfalık iddianameler zinciri oluşacak. Bunun pratik anlamı var.

AKP iktidarda kaldığı sürece devam edecek bir dava. Demek ki, yeni dalgaları yeni gözdağlar izleyecek.

Sonra ne olacak? Hukuk Başlangıcı derslerine dönülecek. Milattan önceki Roma Hukuku dersleriyle birlikte.

Toplam 85 kırmızı kart

TOPLUM nasıl sarsılıyor, çarpıcı ve çok başka bir örneği futbolcuların gördüğü kırmızı kartlar.

Galatasaray-Fenerbahçe maçındaki rezillikler saymakla bitmez. Hele de, son anda gelen dört kırmızı kart. Bazı futbolcuların maç sırasındaki davranışları, hiç de normal olmayan bir psikolojinin göstergesi.

Spor yazarı Zeki Çol’un önemli bir tesbiti var. Geçen yıl bu hafta süper ligde toplam 54 kırmızı kart var. Bu yıl aynı süre içinde 85 kırmızı kart. Kırmızılar yüzde 68 artıyor.

Silah kullanma, suç işleme ve benzeri olaylar artarken, kırmızı kartlardaki artış bileşik kaplar tezini bir kez daha doğruluyor.
Yazının Devamını Oku

Hiçbir başarı onun kırık kalbini onaramıyor

12 Nisan 2009
Kahraman savaş pilotu, büyük bir direnişçi, başarılı bir diplomat ve ödüle doymaz bir edebiyat dâhisi. Romain Gary Litvanya’da, hırslı bir annenin kucağında başladığı hayatına Fransa’da tek bir kurşunla son veriyor. Ardında bir not var: Kalbim çok kırık. Peki ya onun kalbini kırdıkları? En başta da dünya güzeli tiyatro oyuncusu Jean Seberg.

Tek bir kurşun skandalı temizliyor. Hayatına kendi eliyle son veriyor.
70’li yıllarda Fransa’nın gözbebeği. Ödülden ödüle, şandan şöhrete koşuyor. Çevresindeki pek çok kadınla birlikte.
Fransız romancı Romain Gary, Litvanya’da doğuyor. Yahudi asıllı annesi, oğlunun hayatı için büyük idealler peşinde, tuttuğunu kopartan biri. Oğluna “Sen büyük bir keman virtüözü olacaksın” diyor, yetinmiyor, “Sen büyük bir yazar olacaksın” diyor, yetinmiyor, “Sen büyük bir ressam olacaksın, diplomat olacaksın” diyor. Her gün değişen, hedefleri her gün büyüten bir anne.
Babası bilinmiyor, rivayete göre Litvanya’da ünlü bir oyuncu. Gary de bilmiyor babasını. Annesinin itmesiyle, genç yaşta soluğu Fransa’da alıyor.
Paris’te hukuk okuyor, dışişlerine giriyor, annesine sözünü tutuyor, diplomat oluyor. Savaş patladığında pilot brövesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katılıyor. Sürgünde, Londra’daki “Özgür Fransa” cephesinde yer alıyor.
Savaştan sonra ilk romanı yayınlanıyor. Çılgın annesini anlattığı, hafif biyografik roman. “La Promesse de l’Aube”, Erken Söz Vermek, bir annenin çocuğunu nasıl yönlendirebileceğini anlatan emsalsiz örneklerle dolu.
Tıpkı annesinin dediği gibi, aynı zamanda diplomat olarak değişik ülkelerde görev alıyor. Değişik ülke, Gary için, değişik kadınlar anlamında.
İlk romanı ile Fransa’da şöhretin kapısını aralıyor. Üstüne üstlük diplomat. Şık ve zarif. Dönemin İngiliz yazarı Lesley Blanch ile ilk düğün.
Gittiği ülkelerde roman yazmayı sürdürüyor. Ömrü boyunca otuz romana imza atıyor. Fransa dışında iken, yazdığı romanlar ona Fransa’nın en büyük edebiyat ödülü, Prix Goncourt ödülünü getiriyor.
1959’da Paris’e döndüğünde arkasında sayısız mutlu geceler, sayısız mutsuz sabahlar var. Karısı Blanch çoktan geride. Boşanıyorlar, çünkü Paris’te yeni aşkıyla tanışıyor.
Dönemin ünlü aktrisi Jean Seberg. O sırada Seberg’in Jean Paul Belmondo ile çevirdiği “Nefes Nefese” filmi seyirci rekorları kırıyor. Biri sinemada, diğeri romanda rekor kırarken, iki rekortmen nefes nefese nikah masasına oturuyor.
Bir oğulları oluyor. Oğlan bugün 45’inde, Barcelona’da bir kitapçı dükkanı ile kafe işleterek hayatını kazanıyor.
Gary roman yazıyor, senaryo yazıyor, öykü yazıyor, deneme yazıyor. “Önünde Henüz Hayatın Var” romanı, 1970’lerde birbuçuk milyon satıyor. Gary rekorun tadını bir daha alıyor.

DAĞILMIŞ SAÇLAR KOPMUŞ JARTİYER

Rekor tadı, yeni kadınlar tadı. Geceleri eve pek uğramıyor. Jean Seberg de arada bir kaybolmaya başlıyor. Sabah eve döndüğünde, içki, sigara, çatlak ses tonu ile dağılmış saçlar, kopmuş jartiyer, geceyi nasıl geçirdiğini yeteri kadar anlatıyor.
Yatakta birbirini çoktan unutan karı kocayı tiyatro seti bir araya getiriyor. Kocasının yazdığı oyunda, başrol karısında.
Prova sırasında sahneye bir anda Gary çıkıyor, karısının yanında. Karısı da, onun kararını herkes gibi, o anda öğreniyor:
“Biz ayrılıyoruz”.
Gary yazmayı sürdürüyor. Ancak, çok garip bir şey oluyor. Yazdığı bir romana Emil Ajar imzasını atıyor. Kendi imzasını değil. Bir yakınını Emil Ajar olmaya ikna ediyor.
Ve roman Goncourt ödülünü, en büyük ödülü kazanıyor. Geleneğe göre, bir edebiyatçı iki kez o ödülü alamıyor. Gary hırslı, ama elden gelen bir şey yok. O zaman, roman bir başka imza ile.
Kim bu Emil Ajar? Edebiyat dünyası ıssız sokaklarda Ajar’ı ararken, Gary’nin ayak izlerine rastlıyor. Tam skandal. Kazanılan ödüllerin geri alınmasına kadar gidebilecek bir skandal.
İzlerin iyice yaklaştığı bir gün. Yine bir prova. İzler tiyatro kapısını araladığında, tek bir silah sesi, tek bir kurşun. Gary hayatına son veriyor.
Kurşuna hazırlıklı. Geride bir not bırakıyor: “Kalbim çok kırık, başka sebep aramaya gerek yok”.
Geçenlerde Romain Gary’nin ilk kitabı “Erken Söz Vermek” romanını okurken, bu muhteşem ve karmaşık hayata tanıklık ediyorum.
Romain Gary o kadar çok, o kadar çok Romain Gary’yi yaşıyor ki, artık Romain Gary’yi taşıyamıyor.
Yazının Devamını Oku

Şemdinli’den Ergenekon’a Madde 138

11 Nisan 2009
"Biz sizi Zafer Üskül olarak bilirdik, siz meğer Mehmet Üskül’müşsünüz." Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Zafer Üskül. Anlı, şanlı eski solcu. Hayat bu, şimdi AKP milletvekili.

Nüfus kağıdına göre, tam adı Mehmet Zafer Üskül. Ama, herkes onu Zafer Üskül olarak biliyor. Hele de, solcu döneminden.

AKP milletvekili olarak, anlı şanlı değişiyor, iktidar rotasında ilerliyor. Eskiden yapmayacağı ve söylemeyeceği şeyleri şimdi yapıyor ve söylüyor. Ya da tersi.

CHP İzmir milletvekili Ahmet Ersin aynı komisyonda üye. Önceki gün, çıkan tartışma sırasında Ahmet Ersin, Üskül’e dönüyor:

"Biz sizi Zafer Üskül olarak bilirdik, siz meğer Mehmet Üskül’müşsünüz".

Ersin
, aynı kişide değişen kimliği vurguluyor.

ÖNERİ VE RET

Espri bir yana, esprinin kaynağı insan hakları adına yazık bir mantığı sergiliyor.

Konu, iddianame ve sorgulama ve yargılama süreciyle bağlantılı Ergenekon.

Haftalar ve aylar geçiyor, bir bütün olarak yıllara yayılmaya doğru ilerleyen gözaltı, ifade, sorgulama, iddianame hazırlamayla ilgili itirazlar artıyor. İtirazlardan biri de, iki gün önce Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nda.

CHP’li Ersin bir öneride bulunuyor:

"Ergenekon’da gözaltından yargılamaya kadar uzanan sürecin çok uzamış olması insan haklarına aykırıdır. Biz, komisyon olarak açıklama yapalım".

Komisyon Başkanı eski solcu, AKP milletvekili Zafer Üskül anında karşı çıkıyor:

"Olmaz, bu bizim komisyonun işi değil, açıklama yaparsak, yargıya müdahale etmiş oluruz. Bu Anayasa’nın 138 maddesine aykırı."

AİHM’YE BAŞVURU

Doğru değil. Anayasa’nın 138. maddesi yargılama aşamasını kapsıyor. Soruşturma aşamasını değil.

Zaten açıklama konusu da, yargılama süreci ile ilgili değil, soruşturma ve iddianame süresinin makul süreyi çoktan aşmış olmasıyla ilgili. 138. maddeyle uzak-yakın bağlantısı yok.

Hatta, bu sürenin uzaması üzerine, Ergenekon’da tutuklu bazı insanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyor. Uluslararası hukuk adamları anılan başvuruları destekliyor.

Yani, insan hakları açısından vurgulanması gereken bir durum var.

ÇİFTE STANDART

Kaldı ki, benzer bir başka olay var. Şemdinli var.

İki yıl önce Şemdinli olayları patladığında, Meclis İnsan Hakları Komisyonu üzerine gidiyor. O sırada soruşturma sürüyor. Ama, komisyon rapor hazırlıyor, açıklama yapıyor. Kimsenin aklına ne yargıya müdahale geliyor, ne de Anayasa madde 138. Özellikle, AKP’lilerin aklına hiç gelmiyor.

Çünkü, Şemdinli’de açıklama yapmak siyasi olarak, AKP’nin işine geliyor.

Çünkü Ergenekon’da açıklama yapmamak AKP’nin işine geliyor.

Süreç aynı. Aşama aynı. Ama, Şemdinli’de yargıya müdahale yok, Ergenekon’da var, gibi bir çifte standart. Tipik AKP usulü mantık.

Eh, Zafer Üskül Bey de modaya uygun davranıyor, Ahmet Ersin’in dediği gibi, Mehmet Üskül Bey oluyor.

Vatan sağ olsun.
Yazının Devamını Oku

Yeni Parti geliyor: 10 Aralık

10 Nisan 2009
"Kopyasından korkuyoruz, oysa laikliğe asıl tehlike Saadet Partisi’nden geliyor, ama biz bu partiyi parlatmakla meşgulüz." Kopyası, yani AKP.

10 Aralık Hareketi seçim sonuçlarının farklı biçimde ele alındığı bir toplantı düzenliyor. Bilgi Üniversitesi’nden iki bilim adamının araştırmasını KONDA’dan Bekir Ağırdır’ın ayrıntılı bilgi aktarımı izliyor.

Ondan önce, 10 Aralık Hareketi’nin sözcüsü Prof. Dr. Burhan Şenatalar açıklıyor:

"Seçim sonuçları göstermiştir ki, sadece solda değil, Türkiye için yeni bir partiye ihtiyaç vardır. 10 Aralık Hareketi partileşmede kararlıdır."

Birkaç yıldır faaliyetini sürdüren 10 Aralık Hareketi farklı kesimlerin katkısıyla partileşmeyi hızlandırıyor. Daha yol var ama, parti kararı kesin.

CHP VE DSP

Seçim sonuçları, solda yeni bir parti ihtiyacını açıkça gösteriyor.

DSP’yi geçiyorum. Var mı, yok mu, zaten belli değil. Şimdi de, kendi derdinde. Paralar suyunu çekmeye başlıyor, cılız bir genel başkan, DSP bir süre sonra, sizlere ömür. Al sana tabela partisi.

CHP’nin durumu seçimde belli. 957 ilçenin 432’sinde CHP yüzde 10’luk barajın altında, varlık gösteremiyor. Daha ayrıntılı olarak:

CHP’nin 104 ilçede oyu sıfır, 251 ilçede yüzde 0.1 ile 4.9 arasında, 77 ilçede yüzde 5 ile 9 arasında.

Seçmene soruluyor, muhalefetin eksiği nedir, diye. Cevap:

Yüzde 45, liderler başarısız, yüzde 40, fikirleri yanlış, yüzde 39, halka uzak, diyor.

Bir adım ötesi, CHP seçmeninin yüzde 50’si, yani yarısı, oy verdiği partinin, yani CHP’nin liderini başarısız buluyor.

İki adım ötesi, halkın yüzde 23’ü, yeni bir partiye ihtiyaç var, diyor. Bu görüş, 22 Temmuz seçimine göre, ikiye katlanmış bulunuyor.

Bütün objektif göstergeler, solda yeni bir partiyi bas bas bağırıyor.

AKP VE SP

Öte yanda ise, rekabet farklı bir kızışma halinde.

2007’de AKP ile SP aynı tabanda çember çeviriyor. 2009’da ise, AKP ile SP farklılaşma adımları atıyor.

AKP merkeze yakınlaşıyor, SP laiklikten uzaklaşıyor. KONDA’dan Ağırdır’ın tespiti ile, "bu anlamda çekinilmesi gereken AKP değil, SP".

Ancak, bunun AKP aleyhine ciddi bir sonucu var.

SP’nin bu tutumu ve MHP’nin milliyetçi gazıyla, AKP daha şoven ve daha antilaik çizgiye kayabilir.

Partilerin seçimden sonra yaptıkları değerlendirmeler hayal kırıklığı. Herkes kendine yontma peşinde. Tribüne oynuyorlar. Ama, gerçek değişmiyor.

Gelinen nokta, yeni partiyi daha zorunlu kılıyor.

Türkiye ateşle oynuyor

ANKARA’ya düşen kriptolar aynı vurguda:

İlham Aliyev’in tutumunda değişiklik yok. Ermeni işgali bitmeden, Türk-Ermeni sınırının açılmasına şiddetle karşı.

Konuyla ilgili resmi açıklamaların çoğu palavra. Gerçek, o kriptolarda, yazışmalarda. Türkiye ile Ermenistan arasındaki gerginlik elbette sürmesin. Ama, bu Türk-Azeri ilişkileri pahasına değil. Kaldı ki:

Türkiye’ye Ermenistan’dan gelen enerji hattı mı var?

Ermenistan üzerinden çok mu Türk TIR’ı geçiyor?

Ermenistan’da çok mu Türk işçisi var?

Türkiye’nin Ermenistan’da, Ermenistan’ın Türkiye’de çok mu yatırımı var?

Nedir o zaman? Kapı açılırsa, Amerika, soykırım, demeyecek. Tamam, demeyecek, Amerika bize doğalgaz hattı döşeyecek mi?

Hayır, ama AKP kendisini iktidarda daha sağlam hissedecek. Zorda kaldığı an, abisine koşacak.
Yazının Devamını Oku

’Menderes kardeş neden ayran içiyor’

9 Nisan 2009
BİR gazetenin Antalya baskısında yayınlanıyor. "Menderes kardeş neden ayran içiyor" başlığı ile. Eski deyimle, o meş’um (uğursuz) ilan şöyle:<br><br>"Menderes Türel iyi içicidir. Antalyalı bilir, bir oturuşta bir büyük rakı içer, bana mısın, demez. Hayatı her anlamıyla dolu dolu yaşayan, ehli keyif bir insandır.

Ama şimdi bakıyoruz, AKP’li dostlarıyla sofradayken ayran içiyor. Menderes Türel neden ayran içiyor?Çünkü, bu ayran dünyanın en karlı ayranıdır. Bu ayranı içen köşeyi döner.Bu ayranın arkasında beş yılda bu kenti 1 milyar lira (eski parayla bir katrilyon veya 600 milyon dolar) borca sokan sorumsuz, plansız ve vizyonsuz bir yönetim var.Bu ayranın arkasında rantkartların, ihalelerin, kirli paraların, esnafı yok edecek hatalı projelerin organize teşkilatı var.Mesele ayran meselesi değil. İki yüzlülük ve sahtekarlık meselesi."İlan daha sonra Antalya’da belediye başkanlığını kazanırsa, CHP adayının ne yapacağını anlatıyor.

MUSTAFA AKAYDIN

Seçimden önce yayınlanan bu ilan kimin? Tahminde zorlanırsınız. Koca bir profesörün, aydın bir bilimadamının.

Prof. Dr. Mustafa Akaydın.CHP’den Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen, seçildiği için, pek çoğumuzu sevindiren Mustafa Akaydın’a ait. Rakibi AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel için, "Hoca" bu ilanı veriyor.

Yazının Devamını Oku

Obama’yı alkışlıyorsun ama var mısın, yok musun

8 Nisan 2009
ABD Başkanı Roosevelt 1930’larda dünya ekonomik bunalımını aşmak için, "New Deal" (Yeni Düzen) adını verdiği bir politikayla yola çıkıyor. Ekonomide yeniden yapılanma. New Deal, aynı zamanda Amerikan ekonomik yardımlarının başlangıcı. Ülkelerle yardım üzerinden bağlantı kuruyor. Daha sonraki yıllarda bu politika, geri kalmış ülkelerde "Amerika’nın sömürü stratejisi" olarak çok eleştiriliyor.

ABD Başkanı Kennedy 1960’larda "New Frontiers" (Yeni Ufuklar) adını verdiği bir politikayla yola çıkıyor. Soğuk savaşı bitirmek, barışçı bir dünya yaratmak amacıyla. Barış için yola çıkan Kennedy, Küba’da yerleşmiş Sovyet füzelerini görünce, neredeyse savaşın eşiğine geliyor. Domuzlar Körfezi çıkarması bu eşiğin az kalsın aşılacağı an.

HANGİ DEĞİŞİM

ABD Başkanı Obama iktidara şimdi değişim ve İslam’la barış felsefesiyle geliyor. Türkiye’ye, dünyaya mesaj vermek için geldiğini söylerken, bu iki kavramın altını çiziyor.

Obama bu iddiasında hayal kırıklığı yaşamaması kendi iradesine bağlı değil. Tam tersine, karşıdakilere bağlı. Onların değişimi nasıl ve ne kadar algılayıp, uygulayabileceklerine bağlı.

"Artık hepimiz değişmeliyiz" sözlerini Meclis’te herkes alkışlıyor. Değişimi alkışlayanlar örneğin:

- DTP, PKK’yı hálá terör örgütü olarak görecek mi? Çünkü, Obama değişimi vurgularken, PKK’yı terör örgütü olarak görüyor. DTP’nin değişimi, PKK’yı terör örgütü olarak görmekten geçiyor.

- AKP, Heybeliada Ruhban Okulunu açacak mı? Çünkü, Obama değişimi vurgularken, Heybeliada’da okulun açılmasını istiyor. AKP’nin değişimi, bu okulu açmaktan geçiyor.

- MHP, Türkiye’nin Ermenilerle barışmasını içine sindirecek mi? Çünkü, Obama değişimi vurgularken, tarihle hesaplaşmamız gerektiğini söylüyor. MHP’nin değişimi, Ermenilerle görüşmeye itirazından vazgeçmesinden geçiyor.

- CHP, AB’ye koyduğu çekinceleri gözden geçirecek mi? Çünkü, Obama Türkiye’nin AB üyeliğini vurguluyor. CHP’nin değişimi, AB çekincelerini kaldırmaktan geçiyor.

Alkışlamak iyi, ama neyi alkışladığını bilmek kaydıyla. TV’deki yarışma programı gibi, var mısın, yok musun?

BİZ VE ONLAR

Devamında kişisel değişimler. Örneğin, Tayyip Erdoğan.

Attığı nutuklarda tam tersini söyleyen, ama uygulamasında "biz ve onlar" ayrımının doruğuna ulaşan ve bu ayrımla insanları bölen Tayyip Erdoğan değişecek mi? Obama’yı alkışlıyor, ama bu ayrımdan vazgeçecek mi?

Aynı şey Abdullah Gül için de geçerli. Attığı imzalarla ve perde arkasındaki uygulamasıyla benzer ayrımcılığı, kişisel ve siyasal olarak, Gül sürekli yapıyor. Obama’yı alkışlıyor ama, bu ayrımdan vazgeçecek mi?

Obama, Baykal’la görüşmesinde, "basın özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz" diyor. Tayyip Erdoğan basının bir bölümünü düşman ilan ediyor, yok etmek için çırpınıyor. Obama’yı alkışlıyor ama, bundan sonra basın özgürlüğüne saygı gösterecek, onların eleştirilerine tahammül edecek mi?

Bunları alt alta yazınca, yine Obama’ya kulak vermek gerekiyor: "Değişim zor ama, artık değişmeliyiz."

Neyi alkışladığını iyi bilmek gerek.

Darbe psikolojisi

TÜRKİYE’de söz sahibi, etkin ilk otuz kişiden biriyle sohbet ediyorum. AKP’li bir politikacıyla. Şunu aktarıyor:

"Ergenekon adı daha ortada yoktu ama, darbe söylentilerinin yaygınlaştığı dönemdi. İnsan bu söylentilerden çok etkileniyor. Darbeye pek ihtimal vermemekle birlikte, ya olursa, gibi bir düşünceden insan kendini kolayca kurtaramıyor. İktidardasınız ve başınıza ne geleceği belli değil. Bir süre bu duyguyla yaşadık."

Dışardan bakınca yabancı. İşin içinde olunca, fotoğraf farklı. Darbe ihtimalinin bize çok uzak durduğu bir dönemde, iktidar sahipleri bu duyguyla yaşıyor.

Obama’nın üç dosyası

BİRİ basına yansıyor, diğer ikisi pek yansımıyor.

Türkiye’ye gelirken Obama’nın çantasında üç dosya var. Çözmek istediği üç konu.

Türk-Ermeni ilişkilerini normale dönüştürmek, Kıbrıs’ta çözüm, Amerikan askerleri Irak’tan çekileceği zaman, Türkiye’nin yardımı.

Ermeni konusu basın toplantısında açıklık kazanıyor. Kıbrıs ve Irak’tan çekilme sanki hiç konuşulmamış gibi. Ayrıntıları yok. Oysa, "İslam’la savaşmam" gibi ulvi mesajların dışında, pratikte Türkiye’den beklentisi bunlar.

Sempatik kişiliği artı ABD Başkanlığının verdiği güçle, bizimkilerle görüşürken vücut dilini sık kullanıyor, onların hoşuna gidecek sözler söylüyor. Bizimkilerin yağı eriyor.

Obama geziden beklediği siyasal sonuçlara ulaşıyor. Pratik bunu gösterecek.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’nın Hugo Chavez’i var: Tayyip Erdoğan

7 Nisan 2009
"Benim adaylığımı destekler misiniz?" NATO Genel Sekreterliği için üç aday var. Polonyalı, Bulgar ve Danimarkalı Rasmussen. Adaylık sürecinde Polonyalı ve Bulgar, her NATO ülkesini ve bu arada Türkiye’ye bu soruyu yöneltiyor, destek arıyor.

Rasmussen ise, her NATO ülkesine soruyor, ama Türkiye’ye sormuyor.

Türkiye’nin karşı çıkacağını biliyor, destek arayarak, suyu önceden boşuna kaynatmak istemiyor.

"Nasıl olsa birileri Türkiye’yi ikna eder düşüncesiyle, sonuçtan emin. Haklı çıkıyor, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, Rasmussen’e karşı, ama adam şakır şakır Genel Sekreter seçiliyor.

FRANSA DA ÖYLE

Genel Sekreterlik seçimi dışında, NATO’da Türkiye’nin bileği ikinci kez bükülüyor. Ayrıntısı hasır altında kalan olay.

Fransa’nın NATO askeri kanadına dönüşü.

Bu dönüş de, Genel Sekreterlik seçimi gibi, oy birliği gerektiriyor. Her ülkenin veto hakkı var.

Fransa’nın askeri kanada dönüşü öncesinde, Türkiye rezerv koyuyor. Tıpkı, Rasmussen’e koyduğu rezerv gibi. Rezerv şu:

"İttifak, Fransa’nın askeri kanadına dönüşünün, Konseyin karar alması kaydıyla, memnuniyetle karşılar."

NATO Konseyi karar alıyor, Fransa’nın dönmesine karar veriyor. Türkiye’nin rezervi bir de, orada düşüyor.

Erdoğan’ın bileği ikinci kez bükülüyor.

Karşı çıktığı Rasmussen Genel Sekreter, rezerv koyduğu Fransa askeri kanatta.

Fransa Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Ama, Türkiye onun askeri kanada dönüşünü koz olarak kullanamıyor. Pazarlıkta aciz kalıyor.

BAŞTA HAKLI

Aslında, Gül ve Erdoğan, Rasmussen’e karşı çıkmakta haklı.

NATO, son yıllarda özellikle Müslüman ülkelerde istikrar ve güvenlik sağlıyor.

Ama, Rasmussen’in Müslüman dünya ile bağları kopuk. Başbakan iken, onu Afganistan’a sokmuyorlar. Erdoğan’ın yöntemi hatalı.

1-Erdoğan, NATO ile Türkiye arasında sorun çıkabileceğini söylüyor. Doğru olan, NATO ile Türkiye değil, NATO ile Müslüman dünya arasında sorun çıkabileceğini vurgulamak.

2-Baskılar sonucu Rasmussen’i kabul ederek, acele ediyor oysa Genel Sekreterliğin 31 Temmuz’a kadar süresi var.

3-"Aldım" dediği ödünler fasa fiso. İlkini iki gün sonra görüyoruz. Sözüm ona, Rasmussen, Hz. Muhammed karikatürlerinden dolayı özür dileyecek. Ama, dün Medeniyetler İttifakı konuşmasında özür filan dilemiyor.

4-Türkiye’nin NATO Genel Sekreter Yardımcılığı, Afganistan’da komutanlık gibi ödünler, olsa da olur, olmasa da, elma şekeri gibi.

Acı gerçeği Alman Başbakanı Merkel dile getiriyor:

"Rasmussen’de hepimiz kararlıyız."

Tayyip Erdoğan’a, sen boşuna konuşuyorsun, anlamında.

Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki tavrı ve sözlerini dünya artık gülümseyerek izliyor. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez gibi.

Chavez de, olmadık sözler söylüyor, gerçi herkes onu konuşuyor, ama sonradan söylediği hiçbir şey gerçekleşmiyor. Chavez’i gülümseyerek izleyen herkes aynı düşüncede birleşiyor:

"Nasıl olsa yola gelecek."

Şarkıdaki gibi, üzgünüm Leyla.

Evet, aynen böyle söyledi

MEDENİYETLER İttifakı toplantısı. Dün İstanbul’da. Kürsüde Tayyip Erdoğan:

"Biz ve onlar anlayışını artık terk etmeliyiz. Beni, bize dönüştürmeliyiz. Ben, tahammülsüzlüğü, tahammülsüzlük çatışmayı yaratır. Hoşgörü ve tolerans sağlamak zorundayız."

Aaa, bu söylemi Tayyip Erdoğan mı söylüyor? Bırakın siyasal muhaliflerini, kendisini eleştiren kim olursa olsun, yanına bile yaklaşamıyor. İster kendi partisinden biri ki, artık kimse ona cesaret edemiyor, ister bir işadamı, ister bir gazeteci, sadece idam fermanı eksik. Toleransın T si yok. Üstelik sadece biz ve onlar anlayışı egemen.

Ancak, dün kürsüde tam bir batılı gibi.

Medeniyetler İttifakı, demek yararlı bir şey.
Yazının Devamını Oku