Yalçın Doğan

Fuarda Türkiye’nin simgesi cami

24 Nisan 2009
BU fotoğraf geçen hafta Bakü’de çekiliyor, Azerbaycan’ın başkentinde.<br><br>Bakü’de 16-18 Nisan tarihleri arasında Azerbaycan Uluslararası Turizm Fuarı açılıyor. Pek çok ülkenin katıldığı fuara, Türkiye de katılıyor. Fuara giden bir arkadaşım Türkiye standını görünce şaşırıyor, şimdi benim ve sizin şaşırdığınız gibi. Fotoğrafını çekiyor ve bana gönderiyor.

Bir turizm fuarında Türkiye’nin simgesi cami./images/100/0x0/55eb18c5f018fbb8f8aad2c4

Türkiye’nin turizm alanında sergileyeceği bir şeyi kalmıyor, Türkiye tanıtımına cami ve minareyle çıkıyor. Altı yılda geldiğimiz noktanın fotoğrafı.

Ergenekon’du, NATO’ydu, işsizlikti derken, adamlar belledikleri yolda gidiyor.

Bakü’den Erdoğan’a veto mu?

AZERBAYCAN Devlet Başkanı İlham Aliyev çok öfkeli:

"Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini nasıl düzenlediğine bakacağız, bize rağmen bir gelişme olursa, bunu onların yanına bırakmayız."

Ağır bir tehdit. Özellikle enerji alanında kapsamlı bir tehdit.

Bu söz 15 Nisan tarihli Azerbaycan gazetesinden alıntı. Habere göre, Aliyev bu sözü, Azerbaycan Güvenlik Konseyi’nde (onların MGK’sı) söylüyor.

Bizimkiler Ermenistan’la ilişkilerin normale dönmesi için yol haritası çizerken, Azeriler çok başka ruh halinde. Türkiye’nin verdiği güvencelere rağmen.

Aynı gazetede bir başka çarpıcı haber var. 13 Nisan’da Aliyev Moskova’ya gidiyor ve Rus Devlet Başkanı Medvedev ile görüşüyor, Rusya’yı stratejik ortağı ilan ediyor. Olay Türkiye, Amerika ve AB’yi şok ediyor.

Haberin devamındaki bir iddia bizim için daha ilginç. Buna göre, Medvedev ile Aliyev görüşmesine Tayyip Erdoğan’ın da katılabileceği bildiriliyor. (AzerNEWS, 15 Nisan 2009, birinci sayfa).

Ama katılmıyor. Yoksa, katılması mı istenmiyor? Resmi açıklamaya muhtaç bir durum.
Yazının Devamını Oku

Hayatlarımız çalınmasın, itiraz buna

23 Nisan 2009
GÖZALTI ve tutuklu sayısı bu hızla giderse, spor salonuna taşınacak Ergenekon yargılaması. Sanık çok, yer dar. Bu durumda mahkemeler spor salonlarında kuruluyor. Kitaplarda okuduğum, filmlerde gördüğüm Güney Amerika ülkeleri gibi. Tanık olduğum, Türkiye’deki sıkıyönetim dönemleri gibi.

Spor salonlarında ya da geniş alanlardaki mahkemeler bana fena halde dokunuyor. Fonda ağır bir müzik eşliğinde, demokrasi dışı rejimleri akla getiriyor.

Yayıldıkça yayılan Ergenekon oraya kadar gider mi, bilinmez.

190’DA 94 TUTUKLU

Birinci, onikinci dalga derken aramalar, gözaltılar, tutuklamalarla toplum derinden sarsılıyor.

Bir bilanço çıkarmak gerekiyor. Ergenekon bilançosu. Hangi tarihte, kaç kişi gözaltına alınıyor, kaçı tutuklanıyor, bugün yargılama süreci ne durumda, hukukun işlerliği açısından bir durum tespiti yapmak gerekiyor.

Birinci ve ikinci iddianameden, birden onikiye kadar gözaltı dalgalarını dikkate alarak, bir bilanço çıkartıyorum. Bir, iki kişi eksik ya da fazla olabilir. Eksik ya da fazla genel tabloyu değiştirmiyor.

Bugüne kadar Ergenekon çerçevesinde toplam 190 kişi gözaltına alınıyor. Bunların 94’ü halen tutuklu.

Bazı şüpheliler iki, üç gün gözaltı sonrasında serbest bırakılıyor, bazıları tutuklandıktan sonra tahliye ediliyor.

İLK İDDİANAME

Birinci iddianamede 86 sanık var, 49’u tutuklu, 38 kişi tutuksuz. İki kişi başka suçtan tutuklu ve Ergenekon kapsamında. Bir kişi hakkında yakalama emri var. Sayılar ötesinde, hukuk açısından asıl vurucu durum şu.

İlk gözaltı 16 Haziran 2007’de. İlk yargılama 20 Ekim 2008’de. Bu insanlar yargıç karşısına ancak bir buçuk yıl sonra çıkabiliyor.

Dokuz oturum süren iddianamenin okunmasına 27 Ekim 2008’de başlanıyor.

İlk sanık sorgusu 12 Kasım 2008’de başlıyor.

Halen sekseninci oturum. Tutukluların sorgusu yeni bitiyor. Tutuksuz 38 kişi sorgulamanın başlamasını bekliyor.

16 Haziran 2007’den bugün 23 Nisan 2009’a. İki yıldan iki ay eksik.

İKİNCİ İDDİANAME

İkinci iddianame kapsamında gözaltılar 1 Temmuz 2008’de başlıyor.

19’u tutuklu 56 şüpheliyi kapsayan bu iddianamenin ilk duruşması 20 Temmuz 2009’da başlayacak. Gözaltına alındıktan bir yıl sonra.

İnsanlar ancak bir yıl sonra yargıç karşısına çıkacak.

Onlar şüpheli, suçlu olup olmadıkları belli değil.

Bundan sonraki dalgaların iddianameleri henüz yok. Üç, belki dördüncü iddianame olabilecek.

Ergenekon’da darbeciler var, yok, onu yargı belirleyecek.

Kamu oyu vicdanını yaralayan birkaç temel konu var.

1-Hukuk geç işliyor. Tutukluluk süresi cezaya dönüşüyor.

2-Gözaltına alma ve arama biçimi, el konulan maddelerin niteliği, usul hukuku açısından çok tartışmalı ve AİHM kararlarına aykırı.

3-Gözaltına alınan, evleri aranan insanlar üzerinden,
dikkat et, bir gün sana da gelir, gibi demokrasi dışı kitle ruhu yaratılıyor. Topluma korku dalgası yayılıyor.

Bu ürkütücü salgın, Bakanlar Kurulu’na kadar yansıyor.

HUKUK VE HUKUK

Darbe girişiminde bulunanların ceza görmesine kimse karşı değil.

Tam tersine, darbeler nedeniyle insanlar çok acı çekiyor. Bunların filmleri hala çevriliyor, romanları hala yazılıyor. İdamlar, işkenceler, toplu yargılamalar, sorgusuz sualsiz götürülmeler darbe günlerine ait.

Darbeler hayatlarımızı çalıyor. Ama onlar dikta rejimleri.

Şimdiki itiraz, demokrasi içinde hayatlarımız çalınmasın. Herkes hukukun üstünlüğü diye, bunun için bas bas bağırıyor.

Tarihlere bakıldığında, Ergenekon davası şimdiden iki yılı dolduruyor. Üç, dört yıl sürebilir.

Üç, dört yıl Ergenekon’la yatıp Ergenekon’la kalkan bir toplum normal ve demokratik bir toplumu geride bırakıyor demektir.
Yazının Devamını Oku

Makineler yalan söylemez

22 Nisan 2009
ADANA’ya teşvik var, ama Gaziantep’e yok. O zaman, makineler bir anda hooop, doğru Adana’ya.<br><br>Kütahya’ya teşvik var, ama Denizli’ye yok. O zaman, makineler bir anda hooop doğru Kütahya’ya. Birbirine komşu olan iller arasında teşvik var-teşvik yok manzumesini uzatmak gereksiz. Çok örnek var. O örneklerden çıkan bir sonuç var.

Özellikle tekstil sektörü teşvik verilmiş olan illere kaçıyor.

Kaçıyor ama, gerçek değişmiyor. Sefalet devam ediyor. Üretim yine sınırlı. Çünkü, eğer varsa, kimse parasını harcamak istemiyor. Yani, tüketim de sınırlı.

DÜNKÜ İLAN

DİSK/Tekstil İşçileri Sendikası Genel Yönetim Kurulu’nun dünkü Hürriyet’te bir ilanı yayınlıyor. İlan sanayideki durumumuzu gözler önüne seriyor. Ama, aynı zamanda öneriler de getiriyor.

İlanın sonunda yer alan nottaki son cümle dikkatimi çekiyor:

"Makineler Yalan Söylemez, Sayın Başbakana ilgililer tarafından doğrular cesaretle söylenmelidir."

Başbakanlara, bakanlara yöneticilerin, bürokratların gerçeği farklı gösterdikleri yeni değil. Osmanlı’dan beri bu böyle bizim memlekette.

Şimdi de, öyle mi, diyerek, yine de dün küçük bir araştırma yapıyorum. Ve gerçeğin değişmediğini görüyorum.

Makineler yalan söylemez, ama Başbakan’a yaranmak isteyen yöneticiler, bürokratlar ve hatta ve belki bazı valiler bile yalan söyleyebilir.

Konu hele de, işsizlik ise, ekonomik kriz ise. Bunun bir adım ilerisi var, garip gelecek ama, inanmak güç ama:

Hatta ve dahi, Başbakana gerçeği farklı gösteren bakanlar bile olabilir, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bununla birlikte, gerçeği farklı gösterme balonu sönüyor. Dünkü ilan bunun aynası.

SADECE YÜZDE ALTISI AÇIK

2001 krizinde IMF öneriyor:

"Ekmekten biçmekten vazgeçin, dikişten, nakıştan vazgeçin."

Tarımdan ve tekstilden vazgeçin, anlamında.

Bugünkü krizde aynı IMF geçmişi unutuyor:

"Tarıma ve tekstile yüklenin."

Neden? Çünkü, tarım ve tekstil yoğun emek sektörler. İşsizliğin azalmasına yardım edebilecek alanlar.

Hele de, tekstilde. İki bin liradan on beş makine ile, toplam elli bin liralık yatırımla kırk işçiyi istihdam etmek mümkün.

Türkiye’de sanayi, dünyadaki krizden en çok etkilenen üçüncü ülke. Krizin odağı Amerika’da bile sanayi bu kadar etkilenmiyor.

Ve dünkü ilanda yer almayan bilgiyi sendika başkanı Rıdvan Budak veriyor:

"Yüz tekstil fabrikasından 94’ü kapalı. Açık olanlar da, yüzde 60 kapasite ile çalışıyor."

Yok canım, heyecan ve telaşa gerek yok. Ne de olsa, kriz bize teğet geçiyor.

Yusuf Ziya’dan Haberal’a sürpriz

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Ergenekon’dan tutuklu Başkent Üniversitesi Rektörü Mehmet Haberal’ı arıyor.

Haberal’a geçmiş olsun, diyor. Ayrıca, istediği zaman kendisini arayabileceğini iletiyor. Beklenmedik bir jest, bir nezaket.

YÖK Başkanı AKP’ye yakın. AKP ise Ergenekon’a uzak. YÖK Başkanı bu kadar mesafeyi kat ederken, hangi cesaretle bu nezaketi gösteriyor?

Bir süre önce, Mehmet Haberal YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın babasını tedavi ediyor, Başkent Hastanesi’nde.

Yusuf Ziya
her türlü riski göze alıyor ve böyle günde Haberal’a vefasını gösteriyor.

Peki, Yusuf Ziya gözaltına alınan ya da tutuklanan diğer rektörlere, eski ya da halen rektör olanlara, aynı ilgiyi neden gösteremiyor? Onları da araması için mutlaka özel bir neden mi gerekiyor?

O kadar uzun boylu değil. Haberal’ı neden aradın, diye hesap soran olursa, yanıtı basit, babasının tedavisi.

Diğerlerini ararsa ve bunun nedeni sorulursa, ne diyecek?

Sevgili Başbakanımızı kandırdılar

YAZIKLAR olsun, bu Amerika, Almanya, İngiltere ve Fransa’ya.

Tayyip Erdoğan, NATO Genel Sekreterliği için dünya alem önünde Rasmussen’e fena çakıyor, "biz onu istemiyoruz" diye erkekçe feryat ediyor. Helal olsun.

Ama, ardından Erdoğan bir anda uslu çocuk oluyor. Çünkü, Rasmussen, ROJ TV konusunda Erdoğan’a söz veriyor, ayrıca Türkiye’ye istediği bir NATO Genel Sekreter Yardımcılığı verilmesi karara bağlanıyor. Erdoğan, Rasmussen vetosunu geri çekiyor.

Aaaa, ne oluyor.

1- Rasmussen ROJ TV’de geri adım atmıyor.

2- Fransa, Almanya ve İngiltere "NATO’da Genel Sekreter Yardımcılıkları dolu, yeni bir yardımcılık için para yok" diyor. Amerika da, ancak yüzde on beş para verebilirim diyor.

Sevgili Başbakanımızı iki kez kandırıyorlar, anlı şanlı dış politikamız ve Erdoğan’ın muhteşem çıkışları bir kez daha yerlerde sürünüyor.
Yazının Devamını Oku

Fikri Sabit Soyer haydi Abbas vakit tamam

21 Nisan 2009
LEFKOŞA’da muhalefet mitinglerden birinde bir slogan, Tayyip Erdoğan çek elini Kıbrıs’tan. Ana muhalefet Ulusal Birlik Partisi (UBP) Derviş Eroğlu liderliğinde seçimleri silip süpürüyor. Sonuç, UBP’nin otuzbeş yıldır elde ettiği en büyük zafer. 1976’da 30 milletvekili çıkartan UBP, şimdi 26 milletvekili ile tek başına iktidara geliyor.

Kıbrıs’ta sanki geleceğin Türkiyesi yaşanıyor. Geride kalan altı yılda Kıbrıs, Türkiye’nin kopyası gibi. Kıbrıs’ta seçim sonuçları çok uzun süredir ilk kez, bu kadar anlamlı.

BİZ BİZE BENZERİZ

İktidardaki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ve lideri Ferdi Sabit Soyer ağır bir yenilgiye uğruyor. Seçim sonuçlarını Türkiye ile karşılaştırmanın tam zamanı. Herkes için benzerlikler çok.

UBP beş yıldır ana muhalefet. UBP ana muhalefetin ne olduğunu dünya aleme kanıtlıyor. Başta, bizdeki ebedi ve ezeli ana muhalefet CHP’ye örnek olmak üzere.

Başbakan Soyer birisinden öğreniyor olmalı, kendisine muhalefet eden medyayı vergi cezalarıya sindirmeye kalkıyor. Mitinglerde o nedenle, "Tayyip Erdoğan çek elini Kıbrıs’tan" sloganları dolaşıyor.

Muhalefetin kullandığı kozlardan biri, "Soyer’in Tayyip Erdoğan’ın sözünden dışarı çıkmadığı" iddiası. Dediğim dedikte ısrar eden Ferdi Sabit Soyer’e sonunda halk "Fikri Sabit Soyer" adını takıyor.

İddiaya göre, Erdoğan öneriyor, Soyer uyguluyor örneğin, memur maaşlarına zam yapmıyor, artı ek vergiler getiriyor.

Soyer iktidara gelirken, "beş yılda AB’deyiz" diyor. Sonra AB filan unutuluyor. Bu bana pek yabancı değil, bir yerlerden anımsıyorum.

Ve AKP, Soyer’in iktidarda kalmasını çok arzu ediyor.

Kıbrıs Halkı bunların hepsine tokadı patlatıyor.

Manzara ve umumi vaziyette, biz bize hem benziyoruz, ama şimdilik hem benzemiyoruz.

YA ERGENEKON

İktidarın yenilgisinde temel bir neden daha var: Ergenekon.

Seçimden on gün önce, Ferdi Sabit Soyer belki en büyük siyasi hatalarından birini işliyor.

Rauf Denktaş ve Derviş Eroğlu hakkında Ergenekon kapsamında soruşturma açılmasını istiyor.

Zaten çatlamış olan vazo bu adımla kırılıyor. Dün sabah iki saate yakın Kıbrıs’lı dostlarımla konuşuyorum. Aldığım izlenim:

Ergenekon Türkiye’de belki var, birileri iktidarı meşru olmayan yollarla devirmek istemiş olabilir, fakat herkesi buraya sokmaya kalkınca, halkın Ergenekon’a inancı kalmıyor. Seçim sonucu bunun kanıtı.

Ferdi Sabit Soyer
şimdi pişman, ama Cahit Sıtkı’nın şiirindeki gibi, "Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun, işte oldu akşam. (...) Yaşamak istiyorum gençliğimi baştan."

Güneş bu kez Kıbrıs’tan doğuyor. Her sefer Türkiye’den Kıbrıs’a doğacak değil ya.

O kanal olacakları biliyor

Fethullaçıların kanalı alt yazı geçiyor:

"Mehmet Haberal tutuklandı."

Bu haber o anda çok dikkat çekici. Nedenini, adliyede Haberal’ın yakınları ile birlikte durumu izleyen, eski bakan Yaşar Okuyan anlatıyor:

"Adliyede kafeteryada hep birlikte bekliyoruz. Bir kaç TV kanalı açık. Baktık, Fethullahçıların kanalı alt yazı geçiyor, Haberal tutuklandı, diye. Oysa, biz oradayız. Hemen avukatlarla bağlantı kuruldu. O anda tutuklama yok, avukatlar, Haberal şu anda sorguda, dedi. Aradan yarım saat geçti, Haberal’ın tutuklandığı açıklandı. Çok garip, o kanal, daha tutuklama olmadan, tutuklama haberi verdi."

Günümüzde habercilik çağ atlıyor. Kimlerin tutuklanacağını, kimlerin evinin aranacağını, kimlerin başına nelerin geleceğini bazı kanallar ve köşe yazıları önceden haber veriyor. Orada söylenenler sonra aynen çıkıyor.

Yandaş kanallar ve gazeteler, günümüzün yazılacağı basın tarihi için muhteşem örneklerle dolu. Her biri ibretlik.
Yazının Devamını Oku

Para bu kez futbol sahasında at oynatıyor

19 Nisan 2009
Roman Abramoviç Chelsea’yi 140 milyon Pound’a satın alıyor. Altı yılda takımı için tam 900 milyon dolar harcıyor. Chelsea şimdi yarı finalde. Galip geldiği ilk maçtan sonra, aşkın ve işçinin takımı Liverpool’u 4-4’lük skorla saf dışı bırakıyor.

Okyanusun öte tarafı, Amerika bu şarkıyla mitingler düzenliyor. Okyanusun bu tarafında, bu şarkıya Avrupa’da kimsenin tahmin etmediği bir grup sahip çıkıyor. İlk sahip çıkan onlar.
İngilizler’in ünlü futbol takımı, Liverpool. Aşkın ve işçinin takımı.
Louis Armstrong Amerika’da köleliğe karşı çıkan bir şarkı besteliyor. Milyonlar “When The Saints Go Marching In” şarkısını haykırırken, Liverpool taraftarları, aynı şarkıda tek bir sözcüğü değiştiriyor: “When The Reds Go Marching In”.
Aynı müzikle “Reds” şarkısını söylüyorlar. Reds, kırmızılar iki anlamda. Kırmızı-beyaz kendi formaları, ama kırmızı aynı zamanda Sovyet Devriminden sonra işçi sınıfının rengi.
Liverpool şarkılara zaten şerbetli. “You Will Never Walk Alone”, Hiçbir Zaman Yalnız Yürümeyeceksin, onların efsanevi şarkısı.
Onlar, yani işçiler, hiçbir zaman yalnız yürümeyecek. Hep birlikte ve aşkla birlikte. Aşk olmadan birlikte yürümek yok, futbol hiç yok.
Geçen salı akşamı Liverpool-Chelsea 4-4’lük maçı izlerken, alıp başımı gidiyorum. Liverpool’a ve Londra’ya Chelsea’ye.
Liverpool acıların ve efsanelerin takımı. İki büyük acıları var. İlki, 1985 Heysel Faciası. Juventus’la Avrupa Kupa finalini oynadıkları maçta, iki takımın taraftarları arasında çıkan kavgada 39 kişi ölüyor. İngilizler altı yıl Avrupa kupalarından eleniyor.
İkincisi İngiltere’de. Nottingham Forest’le oynanacak maç için, 24 bin taraftar Hillsborough’a gidiyor. 24 bin taraftardan 96’sı geri dönmüyor. 96 taraftar maçta çıkan olaylarda hayatını kaybediyor.
Hırslı, cerbezeli ve kavgacı bir ruh. 96 kişi için anıt dikiliyor. O anıta konulan çiçekler yirmi yıldır her gün yenileniyor. Orada hiç sönmeyen bir ateş yanıyor.
Efsanevi teknik direktörleri Bill Shankly takımı dördüncü ligden alıyor, önce birinci lig, ardından Avrupa şampiyonlukları. Yan ortalar revaçta iken, Shankly takımına orta saha futbolu oynatıyor. Hep kollektif futbol. Takımın sosyal ruhuna uygun. Ne de olsa, aşk ve işçiler.

EMEKLİLER İŞÇİLERE KARŞI

Salı gecesi bir Liverpool, bir Chelsea gol atarken, alıp başımı Londra’ya gidiyorum.
Rus oligark, dünya zenginler listesinde yer alanlardan Roman Abramoviç özel helikopteri ile Londra üzerinde uçuyor.
Abramoviç, Avrupa sosyetesinde farklı bir statü edinmek peşinde. İngiltere’den bir futbol takımını satın almak istiyor.
İlk pazarlık iyi gitmiyor. Tottenham Hotspur’u satın almayı başaramıyor. Pazarlıktan yeni çıkıyor, helikopterde bunun ezikliği içinde.
Aşağıya bakıyor, Londra’nın göbeğinde yemyeşil bir saha. Helikopter anında rota değiştiriyor ve sahaya iniyor. O saha Chelsea’ye ait.
Chelsea’nin lakabı “Emekliler”. Aynı zamanda “Maviler”. Amblemi önce mavi renk üzerinde emeklileri temsil eden bir portre. 50’li yıllardan sonra kulübün mavi-beyaz rengine denk düşen, bu kez yine mavi ama elinde değnek tutan aslan olarak değiştiriliyor.
Abramoviç Chelsea’yi 2003 yılında 140 milyon Pound’a satın alıyor.
Para var, sosyetede ün kapma merakı var. Kesenin ağzını açıyor. Altı yılda takımı için tam 900 milyon dolar harcıyor. Teknik direktör Jose Mourinho’ya rekor para ödüyor, tek ricası var, Rus Shevchenko’yu oynatması. Mourinho Rus futbolcuyu pek oynatmıyor, Abramoviç de, teknik direktörlüğe önce Brezilya’yı dünya şampiyonu yapan Scolari’yi, şimdi de Hiddink’i getiriyor.
Onca paraya rağmen, Chelsea henüz, Roman Abramoviç’in yanıp tutuştuğu Avrupa şampiyonluğunu yakalamış değil.
Şimdi yine yarı finalde. 3-1 galip geldiği ilk maçtan sonra, aşkın ve işçinin öfkeli takımını 4-4’lük skorla saf dışı bırakıyor.
Salı gecesi Liverpool elenince, hüzünleniyorum. Aşk yeniliyor. İşçiler yeniliyor. Galip gelen yine para.
Evrensel kural bu kez futbol sahasında at oynatıyor.
Yazının Devamını Oku

Tayyip Bey evinize geldiniz, ev darmadağınık...

18 Nisan 2009
KAPIYI kilitliyor ve evden çıkıyorsunuz. Evde kimse yok.Akşama eve döndüğünüzde, kapı yine kilitli, açıyorsunuz, ama evde her şey ortalığa önce dökülmüş, sonra toplanmış gibi. Evde taşlar yerinden oynamış.

Kitaplar, CD’ler, dolaplar, mutfak eşyası elden geçmiş, yatak odası ve banyoya girilmiş, çıkılmış. Yerler kirlenmiş.

O küflü manzara sizi ürpertiyor. Hatta, ilk anda korkuyorsunuz, "acaba evde birileri mi var" kaygısıyla.

Hayır, kimse yok. Ama belli, eve birileri girmiş. Akla ilk gelen ne olabilir? Hırsızlık.

Evde sağı, solu kurcalıyorsunuz, etrafa bakıyorsunuz, evde eksik yok. E, o zaman ne?

Hayatınızın bütün mahremiyetine girilmiş, özel hiçbir şey kalmamış.

Kendinizi bir anda, birilerinin karşısında çıplak hissediyorsunuz.

KONUT DOKUNULMAZLIĞI

Tayyip Erdoğan,

Siz, sabah kapısını kilitleyip ayrıldığınız evinize akşam döndüğünüzde, böyle bir manzara ile karşılaşırsanız, ne düşünürsünüz?

"Ben ne yaptım, bunu kim yaptı, neden yaptı" soruları arasında, ne hissedersiniz?

1-Sade bir vatandaş olarak ne düşünür ve hissedersiniz?

2-Ülkenin yönetiminden sorumlu Başbakan olarak ne yaparsınız, sade vatandaşlara ne tavsiye edersiniz?

Bu olaylar birebir yaşanıyor. Ergenekon günlerinde.

Evi aramaya, herhangi bir kişiyi emniyete götürmeye gelen polis, evde kimseyi bulamadığı zaman, kapıyı açtırıyor, içeri giriyor ve arama yapıyor.

Tayyip Erdoğan, siz bu davranışı onaylıyor musunuz?

Ben, konut dokunulmazlığı diyeceğim, Anayasanın şu maddesine aykırı, diyeceğim, siz, arama için mahkeme kararı var, diyeceksiniz.

Yine de, onaylıyor musunuz?

MİTİNGLER

Gözaltına alınan kişilere yöneltilen sorular arasında, en fazla garibine gidenlerden biri de, "Cumhuriyet mitinglerine katıldın mı" sorusu.

Tayyip Erdoğan, size üç soru:

1-Sizi önce sade vatandaş yerine koyuyorum. Meşru, açık, ülkenin TV’lerinden canlı olarak yayınlanan bir mitinge katıldığınız için, sizi sorguya çekseler ne düşünürsünüz? Bundan sonra bir daha hiçbir mitinge katılmamak için yemin mi edersiniz, yoksa bundan böyle her mitinge canla başla katılmak için daha mı hırsa kapılırsınız?

2-Şimdi size Başbakan olarak soruyorum. Yönetmek iddiasında olduğunuz bu ülkede, insanların meşru ve açık mitinglere katılmaları ne zamandan beri suç?

3-Sizin düzenlediğiniz açık ve meşru parti mitinglerine katılanlara, günün birinde, benzer sorular sorsalar, ne yaparsınız?

Bu sorular size sıradan demokrasi testi. Hukuk fakültesi filan değil, orta okul üçüncü sınıf testi, neymiş bakalım şu demokrasi anlayışınız, görelim.

Ergenekonu’u savunuyorsunuz, "şimdi demokrasi testi zamanı değil", diyebilirsiniz.

Yalanyolu TV

ERGENEKON maceralarını, gözaltı ve tutuklamaları her kanal, her gazete yayınlıyor.

Bazıları her türlü yalan ve dolanla, her türlü saldırıyla, kendi meşrebine uygun biçimde.

İçlerinde bir kanal var ki, mensup olduğu cemaatin sözcüsü olarak, özellikle Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine ve Türkan Saylan’a her türlü karayı çalıyor. Sadece belli iddialara dayanıyor.

Hesap başka. ÇYDD en başta o cemaatin hesaplarını bozuyor. Onların karşısına çağdaş eğitimle çıktığı için, cemaatlerin hedefi oluyor.

Yalanyolu TV yayınları ibretlik. Orada program yapan eski Maocular, şimdi liberal geçinen eski solcular bundan rahatsız olmuyor mu?
Yazının Devamını Oku

'Saate bakmak bile özgürlükmüş’

17 Nisan 2009
Cumhuriyet mitinglerine katıldın mı? Örgütlü mü katıldın, yalnız mı katıldın?

Sen ne iş yaparsın?

Ahmet kim, Mehmet kim?

Batı Çalışma Gurubu’nu biliyor musun?

Ergenekon nedir?

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile PKK arasında bağ var mı?

Bu derneğe yurtdışından gelen paraları kim, nerede kullanıyor?

Sonra dönüp dolaşıp, yine isimleri soruyorlar. Dinlenen telefonlarda adı geçen insanları.

Gözaltında sorulan bu sorular onu fena halde yoruyor. O herhangi bir vatandaş. Suçu ÇYDD için çalışmak, çocukların daha iyi bir eğitime kavuşması için çaba göstermek.

Sorguda ona sorulan isimler yakınları ve arkadaşları. Herkesin olduğu gibi.

TEK YANLIŞ

Ya diğer sorular?

Onu en fazla, ÇYDD ile PKK arasında bağ var mı, sorusu üzüyor.

Kendi halinde bir insanın, sivil bir toplum örgütünde çalışması günümüz Türkiye’sinde nelere mal oluyor, diye düşünmekten kendini alamıyor.

Gözaltılara ve bu sorularla karşılaşan insanlar, bundan sonra herhangi bir sivil toplum örgütünde görev alırlar mı? Yoksa, tersine görev almak için daha mı çok bileylenir insanlar?

Polis sorgusundan sonra hücresine getiriyorlar. Kafası bu sorularla dolu. Hücrede yalnız.

Demir parmaklıklar arkasında, loş ve taş bir hücrede hayat muhasebesi başlıyor. "Ben ne yaptım, ben ne yaptım da, şimdi buradayım."

Oysa, kendisini sorguladığı anlamda, yanlış bir şey yok hayatında.

Tek yanlış, günümüz Türkiye’sinde sade bir vatandaş olarak yaşamak.

Her zaman, her yerde insanın başına her şeyin gelebileceği bir ülkede yaşamak. Hukukun kitaplarda yer aldığı bir ülkede yaşamak.

ZAMAN VE ZAMAN

Günde iki öğünle idare edilen gözaltında polis kötü davranmıyor.

Kitap okumak mümkün mü? İstenirse, Emniyet’te kitap bölümü var. Ama, loş ışıkta ve o ruh halinde kitap okunabilir mi, o ayrı bir soru.

Ancak, bomboş bir zaman. Zaman mı? Zaman, bir yerlerde okuyor, Kafka, Heidegger, Proust, Tarık Buğra, Ahmet Hamdi Tanpınar. Zamanla hesaplaşmak.

Saat kaç, hangi gün? Zamana neden bu kadar takıyor? Çünkü, gözaltında zaman kayboluyor.

Çünkü, saatini alıyorlar. Nedeni belli değil.

Sorguda, onların aradıkları, elle tutulur hiçbir şey yok. Serbest bırakıyorlar.

Dışarı çıkınca, önce saatine bakıyor, acı acı gülümsüyor:

"Saate bakmak bile özgürlükmüş."

Darbeler ve Ergenekon’a bakış

HER Ergenekon dalgasında aynı tartışma patlıyor.

Gözaltına alınma biçimi, alınanların kimlikleri usul hukuku açısından, sivil toplum açısından, temel hak ve özgürlükler açısından eleştirilince, kıyamet kopuyor. "Vay, sen darbecileri mi savunuyorsun" vaveylası kopuyor.

Ben ve yakın çevremde onlarca insan, yüz kere, bin kere, milyon kere darbeye karşı.

Ben askeri darbelerin ne olduğu çok iyi biliyorum. 12 Mart’ın acısını yaşıyorum. 12 Eylül’ü gazeteci olarak Ankara’da çok yakından izliyorum. Yaşadıklarım kitap olacak. Demokrasi özlemine derslerle dolu.

Ama, hukukun üstünlüğü ve uygulama biçimi açısından Ergenekon adıyla şu yaşadıklarımızı sonuna kadar eleştiriyorum. Bu davada darbe heveslileri var, yok, onu bilemem, varsa cezalarını çekmeleri gerek.

Hukuk bir gün sana da lazım olur, kuralı gereği, her türlü işlemin insan hakları ve hukuk çerçevesinde olması gerek. Bizlerin görevi bunu savunmak.

Bu görevi yerine getirirken, "önce söyle bakalım, darbeci misin, değil misin" sorusu, karanlığa kurşun sıkmak. Çok ayıp ve utanç verici.

Sen AKP’yi sonuna kadar savunabilirsin, savun. Kime ne. Ama, AKP koltuğunda kendine açtığın yeri korumak için bu kadar çırpınma. Yakışmıyor.
Yazının Devamını Oku

12’nci dalgada sörf yapanlar

16 Nisan 2009
ANİDEN kayboluyor. Ne zaman bir Ergenekon dalgası gelse, hazret toz oluyor. Bu onun 12. kayboluşu, eski ve sevdiğim deyimle, gaybubeti.

Kaç gündür özlüyorum, öfkeli bakışlarını, mangalda kül bırakmayan sözlerini arıyorum, ama yok. Ergenekon’da dalga yükseliyor, Tayyip Erdoğan’da dalga duruluyor ve kayboluyor.

Ergenekon dalgalarını medya açısından topladığımızda, ortaya çıkan fotoğraf, sanıyorum, AKP’ye keyif veriyor.

Önce Kanal Biz, patronu Tuncay Özkan. Ardından ART, patronu Mustafa Özbek. Son olarak Kanal B, patronu Prof. Dr. Mehmet Haberal. Anılan kanalların ortak yanı, AKP’ye muhalefet. Anılan patronların ortak yanı, Ergenekon sanığı.

Tesadüfe bakın.

DÖRT SORU

Bir başka tesadüf AKP’nin oy deposuyla bağlantılı.

1-AKP’ye en çok kim oy veriyor? Eğitim düzeyi düşük olanlar.

2-Eğitim düzeyi düşük olanlar arasında en çok kimler var? Kadınlar.

3-Göz altına alınan Tijen Mergen hangi kurumun başında? Baba Beni Okula Gönder kampanyasının başında.

4-O kampanyanın amacı ne? Özellikle kızların eğitime kavuşması.

Demek ki, Baba Beni Okula Gönder, kampanyası en çok AKP’yi tehdit ediyor. Kızlar, geleceğin kadınları ne kadar eğitimsiz kalırsa, AKP o kadar kazançlı. Ne kadar okullu olurlarsa, AKP o kadar zararlı.

Tesadüfe bakın.

ÇYDD’Yİ ÇÖKERTMEK

Ergenekon’da 12. dalga eğitim dalgası.

Bu dalga rektörler ve öğretim üyelerinin yanı sıra, Baba Beni Okula Gönder, kampanyası ile Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) çarpıyor.

ÇYDD eğitim alanında en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. Farklı bir bakışla, ÇYDD:

-Fethullahçıların alanına giriyor. Işık Okulları ile rekabet ediyor.

-Taze dimağların cemaat okulları elinde körelmesine izin vermiyor.

-Çağdaş eğitim vererek Fethullahçıların önünü kesmeye uğraşıyor.

ÇYDD şimdi darbeci olmakla, terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. ÇYDD yurt çapında çökertilmek isteniyor.

Tesadüfe bakın.

TELEFONLAR

Gözaltına alınanların telefonları büyük olasılıkla bir süredir dinleniyor. Gözaltına alınanlara telefonlarda adı geçenlere yönelik, "o kim, bu kim" sorularının arkasında, dinlenen telefonlar yatıyor.

Telefon dinleme hayatımızın parçası. Bir ara, insanlar telefonlarda konuşurken, dikkatli olmaya özen gösteriyor. "Ne olur, ne olmaz" kaygısıyla.

Şimdi makaralar boşalıyor, doktor ne yerse yesin dedi, hesabı, kimsenin dinlemeyi iplediği yok. Çünkü, dikkat bir şey ifade etmiyor.

Bir eğitim derneğinde çocukların okuması için çırpınan, sivil toplum hareketine sosyal amaçla katılan kadınlara, terör örgütü üyesi, muamelesi çekmek, eski deyimle, her türlü izahtan vareste, yani açıklama dışı.

Aramaya geldiğinde, polisin elindeki kağıtta, Ergenekon Terör Üyesi yazıyor. Üye mi, değil mi, daha hukuken kanıtlanmış değil, ama öyle yazıyor.

Tesadüfe bakın.

AKP’den 2.5 puan daha gitti

BİZE teğet geçen ekonomik kriz rekor üstüne rekor kırıyor. Üretimde düşüş, milli gelirde azalma, her sektörde gerileme ve en acı fatura:

3 milyon 650 bin kişi işsiz. Geçen yıla göre, işsizler ordusuna bir milyon kişi daha katılıyor. İşsizlik oranı yüzde 15.5.

CHP milletvekili İlhan Kesici’nin deyimiyle, küçük kıyamet. İşi olan bir kişinin işini kaybetmesi. Bir iktidarı en çok yıpratan olgu.

Yüzde 15.5 genel işsizlik oranı. Kentlerde aynı oran daha yüksek, yüzde 17.2. Kentlerde yaşayan her altı kişiden biri işsiz. Genç nüfusta ise, iyice yüksek, 27.9. Genç, kentli ve işsiz. Pimi çekilmiş bomba gibi.

Korkutan rakamların öteki boyutu AKP’nin ödeyeceği siyasal fatura.

Son işsizlik oranı ile AKP’nin yerel seçimde aldığı oy oranı istatistik yöntemle harmanlandığında, AKP 2.5 puan daha kaybediyor, yüzde 36.5’a düşüyor.

Bu teorik bir hesap. Ama, işsizlik teorik değil.
Yazının Devamını Oku