Yalçın Doğan

İnsanın sırları 4 bin 500 kilometrede dökülüyor

3 Mayıs 2009
Büyük koşu on beş gün önce, İtalya’nın güneyinde Bari’de başlıyor. Değişik ülkelerden 68 koşucu. Hedef Norveç’in kuzeyinde, Avrupa’nın en kuzeyindeki Nordkap. Transavrupa koşusu, toplam 4 bin 500 kilometre. Ormanlar içinden geçiyor, ormanları görmüyor. Deniz kenarlarından geçiyor, denizleri görmüyor. Dağlardan geçiyor, dağları görmüyor. Ana yollardan geçiyor, ana yolları görmüyor.
O koşuyor ve koşuyor ve koşuyor. Onun gibi 67 kişi daha koşuyor ve koşuyor ve koşuyor.
Koşarken aklı başka yerde. İpod’una yüklediği müzik onu alıp başka dünyalara götürüyor. Ormanları, dağları, denizleri bir anda hep birlikte görüyor ya da bir anda hepsi hayalden ibaret.
Kalbi emme basma tulumba gibi. Beyni araba pompası gibi. Kan bir anda hızla kalbe ve beyne doluyor, bir anda boşalıyor gibi. Kasları geriliyor, vücudundaki tüm hücreler yanıyor.
Fark etmiyor, o koşuyor ve koşuyor ve koşuyor. Onun gibi 67 kişi daha.
Transavrupa koşusu. Avrupa’yı koşarak geçmek. Bazen batıdan doğuya, Lizbon’dan Moskova’ya, bazen bugünkü gibi güneyden kuzeye.
On beş gün önce, 19 Nisan, İtalya’nın güneyinde Bari’de bayram gibi bir gün. Müthiş kalabalık, bandolar çalıyor, 72 milletin bayrağı göndere çekiliyor, çoluk çocuk herkes sokakta.
Bari’de 19 Nisan’da büyük koşu başlıyor. Değişik ülkelerden 68 koşucuya işaret veriliyor.
Hedef Norveç’in kuzeyinde, Avrupa’nın en kuzeyindeki Nordkap. Bari’den koşa koşa Nordkap’a ulaşmak. Toplam 4 bin 500 kilometre.

EN GÜNEYDEN BUZULLAR ÜLKESİNE

Bari, Avrupa’nın en güney noktalarından biri. Nordkap ise daha çekici. Avrupa’nın en kuzeyindeki ikinci kent. Turistler için daha cazip. Her yıl 14 Mayıs ile 30 Haziran arasında güneş hiç batmıyor. Sürekli gündüz. Önünde Kuzey Kutbu. Yaz-kış doğanın insanı çıldırttığı yerlerden biri. Kışın buzullar ülkesi. Yazın denizin kıpırtısız ülkesi. Ama, hep ıssızlığın egemenliği. İnsanın sadece kendini dinlediği bir hayal alemi. Derin bir boşluk. “Ben nereden geldim, nereye gidiyorum” hesabında, yüklü faturaların ödendiği kare kare film şeridi.
Bari’den başlayan 4 bin 500 kilometrelik koşuda 64 etap var. Her bir etap en az bir maraton mesafesi kadar. Yani, her gün en az 42 kilometre koşmak. Her gün.
En uzun etap 11. etap, üç gün önce, 84 kilometre. Bugün sanıyorum 15. etap koşuluyor. Koşunun 21 Haziran’da Nordkap’ta sona ermesi öngörülüyor.
Her gün etap birincileri, ardından o güne kadar toplamdaki ilk üç koşucunun adı kayıtlara geçiyor. Bugüne kadar, ilk ikisi Alman, üçüncüsü Japon, ilk üç sırayı paylaşıyor.
Koşucular İtalya’da Po Ovası’ndan geçerken yıldırımlar ve şimşekler eşliğinde, yağmur altında koşuyor. İtalya’nın kuzeyi o gün farklı, onları yakıcı bir güneş karşılıyor. Ama, onlar hep koşuyor.
Böyle bir koşuya dayanmak nasıl mümkün?
Ortak bir hekim grubu oluşturuluyor. Ortak, yani farklı ülkelerin hekimleri.
Her koşucuya mobil bir tomograf takılıyor. Koşucularda kan basıncını, kas gücünü, hücrelerdeki değişimi, yağ erimesini, kalp ve beyindeki gelgitleri saniye saniye ölçen tomograf. Her bir koşucudan 600 fotoğraf elde edilecek. Vücut, bir bütün olarak zaman zaman iflas edecek noktaya geliyor. Makineler stop. Ne gam, koşmaya devam.

BUNA DAYANMAK NASIL MÜMKÜN

İpod’taki müzik işte onun için. Koşucu vücudun iflasını, onca kas acısına rağmen, neredeyse duymuyor.
Müziğin ötesinde çok daha farklı bir etken var. Ruh durumu, bir tür fikri takip. “Ben bu koşuyu mutlaka bitireceğim” hırsı. Koşuculara hakim olan manevi güç.
4 bin 500 kilometre koşmak. Hesaplıyorlar, 19 Nisan’dan 21 Haziran’a kadar, toplam 4 milyon adım.
Bir tarihte elden düşmeyen bir kitap var. “İnsan, Bu Meçhul”. İnsanı fizik ve moral açıdan didik didik eden bir kitap.
O meçhuldeki sırlar, en zor fiziki koşullarda şimdi tomografta.
68 koşucunun 68’i de, eminim koşuyu bitirecek. Ne de olsa, insan, bu meçhul.
Yazının Devamını Oku

Yine aynı netameli beşinci kat

2 Mayıs 2009
OTELE asılan pankartın ömrü beş dakika bile sürmüyor. Beş dakika sonra pankart makasla kesiliyor. Pankarttaki cümle, pek çok mitingde ve dün atılan sloganla aynı:<br><br>"Katiller bulunsun, hesap sorulsun." İşçiler 1 Mayıs 1977’nin katillerinden söz ediyor. Katiller otuz yıldır bulunmuyor, otuz yıldır hesap sorulmuyor. Sadece 1 Mayıs 1977’nin değil, pek çok cinayetin katilleri hala aramızda.

DİSK o sloganı dün bir pankarta dönüştürüyor ve Taksim’deki bir otele yukardan aşağıya asıyor. Aaa, o da ne?

Çok değil, asıldıktan beş dakika sonra, birileri pankartı makasla kesiyor.

510 VE 511 NO’LU ODALAR


1 Mayıs 1977 katliamında Taksim’de toplanan insanlara bu otelin beşinci katından ateş ediliyor. Otelin 510 ve 511 numaralı odalarından.

O gün, o odalarda kimlerin kaldığı bugün hálá sır. Bu bilinmezlik müthiş bir şey. Katliamın belki de, püf noktası.

Dün akıl almaz bir rastlantı. Dün yine aynı netameli beşinci kat.

Dünkü pankart yine beşinci katta birileri tarafından kesiliyor.

Taksim’de kutlama denildiğinde, Tayyip Erdoğan şunu söylüyor:

"Provokasyon olabilir."

Al sana provokasyon. Asıldıktan beş dakika sonra, pankartın kesilmesi, buz gibi provokasyon. Gerçi, daha sonra aynı pankart en üst katta yeniden açılıyor.

Ama, kim ya da kimler kestiyse, haydi bulun şunları, boyunuzu görelim.

Bir başka gariplik, Taksim’e giden sendikalarla ilgili.

Türk-İş hükümetle uyumlu, Taksim’e girmesinde sorun yok. Kazasız, belasız Taksim’e giriyor.

Hak-İş hükümetle uyumlu. Taksim’e girmesinde sorun yok. Kazasız, belasız Taksim’e giriyor.

DİSK hükümete muhalif. Taksim’e girmesinde sorun var. Yine de, nihayet Taksim’e giriyor.

Demek Taksim’e gitmek mümkünmüş. Demek, Taksim yasağı anlamsız bir direnme imiş. Demek Taksim siyasal iktidarların fobisi imiş.

Bununla birlikte, DİSK yürüyüşe başladığı andan itibaren, yan sokaklardan onlara katılmak isteyenlere polis yine basınçlı su ve biber gazı kullanıyor. Yine çatışma, yine cop, yine panzer, ama vurgulamak gerek, öte yanda da, taşlı, sopalı saldırılar.

Diktatörlüklerin asıl, demokrasinin istisna olduğu Güney Amerika ülkelerinde bile görülmeyen görüntüler dün yine İstanbul’da. Geçen yılki gibi olmasa bile.

İstanbul, başka yerde yok.

Bir başka ülkede bir yılda zor yaşanabilecek olaylar, Türkiye’de bir haftada gelip geçiyor. Türkiye güne yeni bir skandal, yeni bir çatışmayla uyanıyor. Başka bir çekişme, başka bir faciayla yatıyor.

Ve bu ülke yönetiliyor,öyle mi?

Yönetilmediği Tayyip Erdoğan’ın üç yıl, iki yıl ve geçen yılki fotoğraflarıyla bugünkü fotoğrafının karşılaştırılmasından belli. İki, üç yılda on yıl yaşlanmış gibi.

Hani yazarlara dava yoktu

YAKLAŞIK bir ay kadar önce, yanılmıyorsam, Çetin Altan için düzenlenen törende Tayyip Erdoğan kürsüde övünüyor:

"Yazarlara ve kitaplara artık dava açılmıyor."

Erdoğan
bu sözüyle, az zamanda büyük işler başarmış iktidarı döneminde ulaştığı demokratik aşamayı vurguluyor.

Ceza yasasının özgürlüklere ket vuran maddeleri Özal döneminde kaldırılıyor. Yazarlar ve gazeteciler belli ölçüde rahata kavuşuyor, ama kaldırılan maddeler daha sonra başka maddelerle, yine düşünce ve ifade özgürlüğünü engellemeye devam ediyor.

Tayyip Erdoğan, "hayır, o dönem geride kaldı" diyor. Benim ülkeme demokrasi geliyor, müjdeye bakın siz. Ama, her zaman olduğu gibi, sevinç yine kursakta kalıyor.

Milliyet’ten arkadaşım Nedim Şener, Hrant Dink cinayetini araştıran bir kitap yazıyor. Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları başlığı ile.

Cinayet işlendiği sırada Trabzon Emniyet Müdürü olan Ramazan Akyürek ile İstihbarat Dairesinde müdür olan Ali Fuat Yılmazer kitabın yazarı Nedim Şener’i savcılığa şikayet ediyor.

Şikayet üzerine, Nedim Şener hakkında 17 yıla kadar hapis istemiyle dava açılıyor.

Onca cinayetlere istenen cezalara bakıldığında, Nedim için istenen ceza, baklava çalan çocuklara verilen ceza gibi.

Sonuçta bu bir kitap. Ama, dava terör suçlarına bakan ağır ceza mahkemesinde görülecek.

Daha bir ay önce, Tayyip Erdoğan’ın övünmesini hatırlıyorum, kulakları çınlasın.
Yazının Devamını Oku

Bugün yabancılar da yürüyor

1 Mayıs 2009
SEKSENİN üzerinde yabancı sendikacı. İngiltere, Amerika, Hollanda, Fransa, Belçika, Filistin, Japonya, Hindistan, Yunanistan’dan geliyor. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak üzere.

Sendikacılarla birlikte, Avrupa’daki bazı sosyal demokrat partilerin temsilcileri de İstanbul’da. Yine 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için.

Kendilerine hükümetin Taksim için izin vermediği söyleniyor.

DİSK Başkanı Süleyman Çelebi izin verilmemesine rağmen, Taksim’de ısrarlı:

"Valilik bize 1.500 kişiyle katılabileceğimizi söyledi, hayır, biz Pangaltı’da toplanıp Taksim’e hep birlikte yürüyeceğiz."

ATMOSFER FARKLI

Taksim’e bugün yürümeye kararlı kitle arasında, DİSK’in yanı sıra, yetmişe yakın sivil toplum örgütü var. Hepsi Pangaltı’da buluşacak.

Süleyman Çelebi Taksim yasağını yabancı sendikacılara anlatıyor, kendi kararıyla birlikte. Yabancılar ne yapacak? Onlar hep bir ağızdan:

"Biz de, sizinle birlikte yürüyeceğiz."

Dolayısıyla, farklı bir atmosfer var bugün Pangaltı’dan itibaren.

Hükümetle başta DİSK, sivil toplum örgütleri arasındaki bu kutuplaşma beni ürkütüyor. Süleyman Çelebi’ye dün bu ısrarını soruyorum. Çelebi:

"Şiddetin, terörün panzehiri toplumsal reflekstir. Biz işçi örgütü olarak, bu refleksi göstermezsek, şiddetin sonu gelmez. Ülke, üç-beş çeteciye teslim olur. Buraya gelen yabancı sendikacılar da aynı görüşte. Bizimle birlikte yürümek için, hiç tereddüt göstermediler."

Polisin bu yürüyüşü engelleyeceği kesin. Yürüyenlerle polis arasında çatışmaya varabilecek gerginlik çıkabilir. Provokasyon lafları da var. Bunu hatırlattığımda, Çelebi:

"Provokasyonu önlemek güvenlik güçlerinin görevi. Bizimle kim, neden çatışacak? Bizim elimizde sadece çiçek var."

Bugün 1 Mayıs, bugün bayram ve yıllar sonra ilk kez bayram. Ama, kaygılıyım. Ama, rahatsızım.

Öte yandan, hükümetin yasak dışında farklı bir tutum alamayışı tam acizlik. "1500, 2 bin kişi gelsin, çelenk koysun" diyor. Onlar için güvenlik önlemi alacak olan yönetim, daha geniş bir kitle için de, pekálá alabilir.

Alsın ve Taksim fobisi bitsin artık.

Emniyetin üç bin el bombası

GENELKURMAY Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un basın toplantısında bir önemli nokta da el bombaları:

"1988 yılında 3 bin 300 el bombası üretilmiş. 3 bin tanesi Emniyet Genel Müdürlüğü’ne verilmiş, 300’ü TSK envanterine girmiş. Bizim kayıtlarımıza göre, eksiğimiz görünmüyor".

Sağda, solda yapılan kazılarda el bombaları bulunuyor. Başbuğ, bizim eksiğimiz yok, diyor. Şimdi gözler Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çevriliyor.

Ergenekon, Beykoz’da bir evde bulunan el bombalarıyla başlıyor. Bombalar bu süreçte önem kazanıyor. Ankara ve İstanbul’da yapılan kazılarda el bombaları bulunuyor.

Şimdi açıklama sırası Emniyet Genel Müdürlüğü’nde.

3 bin el bombası arasında kayıp var mı?

Her konuyu önceden bilen yandaş medya herhalde şimdi de, Emniyet Genel Müdürlüğü ya da İçişleri Bakanlığı’ndan önce bu soruların yanıtlarını verir.

Av tüfeğiyle darbe

GENELKURMAY Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un açıklamalarından bir başka cümle:

"45 av tüfeği bulunmuş".

Av tüfeklerinin bulunması yandaş medyada büyük yankı yaratıyor. Madem av tüfeği bulunuyor, işte size darbe hazırlığı. Oysa:

Türkiye’de yaklaşık beş ile yedi milyon arasında av tüfeği var. Ruhsatlı ve ruhsatsız. Hatta, kısa namlulu av tüfekleri neredeyse cepte taşınacak.

Aynı seri numaralı mı ararsınız, ruhsatsız mı, ne isterseniz, hele kırsal alanda her evde bir av tüfeği var.

Darbe hazırlığı var, yok, o mahkemede belli olacak. Ama, av tüfekleri üzerinden darbeyi keşfetmek, en hafifinden cehalet. Çünkü, her yer av tüfeği dolu.

Başbuğ, sanıyorum bunu nazik bir dille vurgulamaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

’Yarın biz Taksim’deyiz’

30 Nisan 2009
HARİTA ve alan büyüklüğü rakamları yatıyor Çankaya Köşkü’nde masaya. İşçi sendikalarının liderleri önceki gün Abdullah Gül’e çıkıyor. Konu, 1 Mayıs Bayramı’nın Taksim alanında kutlanmasıyla ilgili.

Sendika liderleri hazırlıklı. Şehir plancılarının yaptıkları harita ve hesapları anlatıyorlar Gül’e.

İstanbul Çağlayan Meydanı 15 bin 410 metrekare. İstanbul Kadıköy Meydanı 14 bin 290 metrekare. İstanbul Taksim Meydanı 58 bin 440 metrekare.

Bu rakamlardan sonra DİSK Başkanı Süleyman Çelebi söz alıyor:

"Bu kadar geniş ve rahat bir alanda güvenliği sağlamak daha kolay."

Bu cümle akla 1 Mayıs 1977 faciasını getiriyor.

1 MAYIS 77

1977’de beş yüz bin kişi Taksim’de buluşuyor.

Kutlama, konuşma, her şey yerinde iken, aniden Sular İdaresinden ve alandaki otelden halkın üzerine ateş edilmeye başlanıyor. Panzerler alanda insanların arasına girerken, bir yokuşu tıkayan kamyon nedeniyle, insanlar kaçacak yer bulamıyor. Ateş, panzer ve kamyon arasında sıkışan insanlar tam can pazarında. Bilanço vahim. 34 kişi ölüyor, 136 kişi yaralanıyor.

Olayla ilgili dönemin Başbakanı Demirel’e verilen MİT Raporu daha vahim:

"Kontrgerillanın darbe hazırlığı."

DİSK Başkanı Çelebi önceki gün Çankaya’da Gül’e bu bilgileri kısaca özetliyor ve ekliyor:

"Bu katliamın failleriyle mücadele etmek gerekirken, bu ülkenin iktidarları bizimle inatlaşıyor. O katillerin hiçbiri bulunamadı."

Katliam nedeniyle, 470 kişi gözaltına alınıyor. Ama, kimse suçlu bulunmuyor.

GÜL YAN ÇİZDİ

Bunları dinleyen Gül, sendika liderlerine, "bu bilgiler bizlere verildi" diyor ve soruyor:

"Ben Dışişleri Bakanı iken, zaman zaman tam tıkandı derken, diplomatlar hep çözüm buldu, şimdi sizin çözümünüz ne?"

Sendikacılar, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istediklerini, ancak buna izin verilmediğini söylüyor. Gül:

"Siz haklısınız, ben yürütme organı değilim, ülkeyi temsil eden Cumhurbaşkanıyım, ama ilgililerle bunu görüşeceğim."

İlgili dediği, Tayyip Erdoğan.

Sendikacıları Çankaya’da kabul etmek iş değil. Önemli bir işlevi yerine getiriyor gibi rol oynayan Gül, dün yan çiziyor:

"Emniyetin bilgileri var, sendikacıların kontrol edemeyeceği şeyler var."

Gül
ne yapıyor? Dostlar alışverişte görsün. Yani, Taksim’e izin yok.

Ardından Erdoğan’ın sözleri geliyor: "Taksim miting alanı değil, provokasyon olabilir."

Bunun üzerine dün DİSK Başkanı Çelebi’yi arıyorum. Çelebi kararlı:

"Biz Taksim’e gideceğiz."

Neden bu ısrar? Çelebi:

"Cumhurbaşkanına da anlattım, 2009 yılı 1 Mayıs’ın yüzüncü yılı, bunu en iyi şekilde kutlamak istiyoruz."

Geçen yıl Taksim yine büyük sorun. İşçiler daha yola çıkmadan, polis DİSK merkezine giriyor, gaz bombası atıyor ve 1 Mayıs işçilere yine zehir oluyor.

Dünyanın her yerinde barış içinde kutlanan 1 Mayıs, bizde yine gerilime gebe görünüyor. İşçiler Taksim’e gitmek isteyecek, yönetim izin vermeyecek, şu anda durum öyle.

Yarına bırakmadan, bunu bugün çözmek gerek.

Otuz yıl, yetti artık

DÜNKÜ basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ bilinen bir gerçeği açık olarak hatırlattı:

"Türkiye bir terör ülkesi."

İstanbul’da iki gün önce çatışma, dün Ankara’da iki suikast girişimi.

Ondan çok daha önemli, dokuz asker Lice’de şehit düşüyor. Terörle yaşayan Güneydoğu’da bu yıl şiddet artıyor. 90’ları andıran bir terör tırmanışı. Ülke cenaze törenleriyle kan ağlıyor.

Birkaç gün hep birlikte ayaklanıyoruz. Cenaze törenlerinin ardından terörle mücadele nutukları atılıyor, Güneydoğu’ya ekonomik paketler açılıyor. Bunları bir sonraki cenaze törenine kadar unutuyoruz. Tam otuz yıldır olduğu gibi.

Otuz yıldır gelip geçen siyasal iktidarlar hep günü kurtarmaya çalışıyor. Ne zaman temel çözümler üzerinde düşünülecek, hálá belli değil.

Başbuğ’un en önemli sözü

GENELKURMAY Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ açık ve net konuşuyor. Aynı görevde bulunan geçmiş komutanların bazılarında görülen bu özellik, Başbuğ’da öne çıkıyor.

Söylediklerine katılmak ya da karşı çıkmak ayrı. Ancak, ne söylerse söylesin, açıklamaları net.

Başbuğ aslında pek çok konuda önemli açıklamalar yapıyor. Bana göre, en net, en açık ve hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak en önemli sözü şu:

"Türk Silahlı Kuvvetleri’nde darbeyle ilişkisi olabilecek hiç kimse barınamaz. Biz, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne saygılıyız."

Ergenekon günlerinde tam yerine oturan, herkesin duymak istediği bir söz.
Yazının Devamını Oku

O çocukları dağa biz itiyoruz

29 Nisan 2009
422 çocuk hakkında dava açılıyor. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma iddiasıyla. Çocukların 107’si Diyarbakır’da. Bu davada yirmi çocuk mahkum oluyor. Ortalama beş-yedi yıl arasında hapis. 413 çocuk hakkında dava açılıyor. Silahlı örgüt üyeliği iddiasıyla. Çocukların 268’i Diyarbakır’da. Bu davada otuz dört çocuk mahkum oluyor. Toplam 129 yıl hapis. Ortalama dört yıl hapis.

724 çocuk hakkında dava açılıyor. Terörle mücadele kanunu kapsamında. Çocukların 319’u Diyarbakır’da. Yüz yirmi çocuk mahkum oluyor. Seksen sekizi Diyarbakır’da. Hapis cezaları dört aydan başlıyor, altı yıla kadar uzanıyor.

FİDAN GİBİ

Başbakan Hakkari’de meydanda konuşuyor. Yıllar önce. Seçim filan değil, yöre halkıyla iyi ilişkiler kurmak, kaynaşmak adına.

Ben meydanın arkasındaki sokaklarda dolaşıyorum, asıl nabız orada tutuluyor. Kahvelerden birine giriyorum. Başbakan meydanda, kim bilir bir Başbakan Hakkari’ye kaç yılda bir geliyor, buna rağmen halk kahvelerde, umurunda değil.

Dönemin Başbakanının sözlerini aktarıyorum, ne düşündüklerini almak üzere. Biri, pervasız:

"Abi, burada her evden bir çocuk, fidan gibi bir PKK’lı yetişiyor".

Çocuklar ve mahkumiyetle ilgili son verilere baktığım zaman, aklıma yeniden unutamadığım bu, fidan gibi, cümlesi geliyor.

Tamam, o çocuklar suç işlemiş olabilir. Ama, daha 13, 14 yaşında silahlı örgüt üyeliği ya da suç işlemek için örgüt kurma gibi, o çocukları başından büyük suçlamalarla karşı karşıya bırakmak, onları, fidan gibi PKK’lı yapmıyor mu?

2006’DA 15-18 YAŞ

Sözde reform yasaları. Ayrıca, hangi akla hizmet, bilmek güç.

15-18 yaşındaki çocukların yetişkinler gibi yargılanmasının önünü açmak için, Mecliste tartışma var.

Eğer, böyle olursa, o çocukların PKK’ya katılması önlenmiş olurmuş.

Sen taş atan çocuğu öldüresiye döv, PKK da bunun güzelce propagandasını yapmaktan geri kalmasın, adı büyük yasalarla küçük çocuklara büyük cezalar yağdır, sonra PKK’ya katılımları nasıl önlerim, diye düşün.

PKK çocuklar üzerinden oyun oynuyor. Buna tekme, tokat, hapis, toplamında ille de ceza vererek karşı çıkmak, PKK’nın ekmeğine yağ sürüyor.

Hala anlamıyor musunuz?

TRT’de Suriye aşkı

KAPALI görüşmelerde Ankara’da Obama önemli bir söz söylüyor:

"Biz Suriye ile ilişkilerimizi ikili götüreceğiz, arada kimse olmayacak".

Türkçe’si, Suriye’den yola çıkarak, bizim Orta Doğu ile ilişkilerimizde, size ihtiyacımız yok, diyor. Bizimkiler soğuk duşa girmiş gibi.

Dün sabah TRT 2’nin haberlerinde bir Suriye aşkı, bir Suriye aşkı, siz deyin, bu aşk ömre bedel, ben diyeyim, bir şarkısın sen.

Şenlikli ve alacalı görüntüler eşliğinde, olgun ve dolgun spikerin nağmeleri arasında, Suriye ile biz meğer etle tırnak gibiymişiz de, hiç birimizin haberi yok. Varsa Suriye, yoksa Suriye.

Bu arada da, "bizim Suriye ile ilişkilerimizden İsrail rahatsız" gibi, durup dururken, onlara da taş. Ama, asıl taş herhalde Amerika’ya.

Böyle bir haber, belli ki, hükümet ve Dışişleri kaynaklı. Hükümeti anlıyorum, o dış politikada kayıp ya Dışişleri, bunun önünü arkasını hiç mi düşünmüyor?

Bir anlaşmazlık da vergi bağımsızlığı

IMF ile gelgitlerin haddi hesabı yok. Adamlar Türkiye’nin zikzaklarından bıkmış durumda.

Çözüme kavuşmayan üç, beş temel sorun var. Bunlardan biri de, vergi denetiminde bağımsızlık.

IMF, vergi denetimlerinin siyasal iktidardan bağımsız hale gelmesi için, bir model öneriyor. AKP buna karşı çıkıyor.

Öyle ya, kendisine rakip ya da hasım gördüğü kişi ve kurumları vergi denetimi yoluyla hizaya getirmeye çalışıyor. Vergi denetimini, kendi iktidarı için elinde silah olarak tutmak istiyor. IMF de, bunun olmazlığını söylüyor.

Kaldı ki, bütçe delik deşik. Mali disiplin nanay. Bunları zapt-ı rapt altına almak için AKP’nin epey kemer sıkması gerek. Bu da, işine gelmiyor. Yine de, muhtemelen Mayıs sonunda anlaşma olabilir.

Anlaşma bu saatten sonra IMF’nin derdi değil. Krizle birlikte IMF’ye başvuran ülke sayısı her geçen gün artıyor. Türkiye özel değil.

Şimdi "anlaşalım" diyen daha çok Türkiye.
Yazının Devamını Oku

’Ortak Acı 1915’

28 Nisan 2009
ERMENİLERİ kaldırın, yerine Kürtleri yazın, tarih sanki aynı biçimde akıyor. Değerli yazar ve araştırmacı Taha Akyol’un son kitabı "Ortak Acı 1915, Türkler ve Ermeniler" başlığını taşıyor. Başlığından da anlaşılabileceği gibi, acı ortak. Tek başına bu başlık, kitabın tarafsızlığına dönük mesaj verirken, bundan çok daha önemli olan tarihsel gerçeği vurguluyor.

Şarkıdaki gibi, "masum değiliz hiçbirimiz". Ne biz, ne Ermeniler.

Ancak, dünya daha çok bizi suçluyor. Son örnek, Obama. Neden? Akyol’un kitabından çıkan iki öz:

1-Ermeniler daha fazla gürültü çıkarıyor. Kendi işledikleri suçu örtbas etmeye çalışıyor.

2-Dünya bizi daha az dinliyor, gürültüyü daha çok benimsiyor. Çünkü, yüz yıl önce Osmanlı’yı parçalamak için Ermenileri kullanan Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bugün hálá onların sırtından siyaset yapıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’ni bugün de, rahat bırakmıyorlar. Onların elinde Ermeniler yerine şimdi Kürtler var.

İSYANLAR

Ermeniler ve dünya, tarihi bize tek yanlı sunma çabasında. Pek çok Ermeni ve Türk araştırmacı ve siyasetçi gibi. Taha Akyol bu hataya düşmüyor.

1915 acılarla dolu. Biz binlerce Ermeni’nin hayatına kastederken, Ermeniler de, Gümüşhane, Van, Elazığ, Muş, Bitlis, Adana, İzmir, Samsun, Adapazarı, İzmit, Ankara, Bursa, Diyarbakır, Trabzon, Erzurum isyanlarıyla binlerce Müslüman’ın hayatına kastediyor. Neden?

"Ermeniler Yunan ayaklanmasını model alıyor" (A.g.k., s.131). Devlet kurmak için. Sorunu 1878 Berlin Kongresi’ne taşıyarak önce uluslararası hale getiriyor, ardından reform talebinde bulunuyor.

Günümüzdeki Kürtler gibi. Şimdi de isyanlar, şimdi de Kürtlerin reform talepleri.

"Ermenilere Berlin Anlaşmasıyla reform sözü veriliyor, ama bu bir türlü uygulanmıyor". (A.g.k., s.141).

Kürtlere verilen sözler ve verilen sözlerin uygulanmayışı gibi.

İŞTE SİZE KİTAP

Ermenilere soykırım uyguladığı iddia edilen İttihat Terakki’den pek çok Ermeni milletvekili ve bakan var.

Sanattan mutfağa kadar yaşam alışkanlıkları bizde ve onlarda benzer. İç içe hayatlar. Ayrıca, pek çok Ermeni, Osmanlı’nın siyasal yaşamında kilit yerlere geliyor. Osmanlı yönetimine ve kültürüne ciddi katkıda bulunuyor.

Bugün Kürtler için ne söyleniyorsa, yüz otuz yıl önce Ermeniler için aynı şeyler söyleniyor. Müthiş benzerlik, paralel tarih.

Ermeni ilişkileri güncel. Kürt sorunu gibi. Akyol’un kitabı, çarpıcı ayrıntılarla Ermeni sorununu anlatıyor. Ermeni sorununu öğrenirken, insan ister istemez Kürt sorununu düşünüyor. Verilen bilgiler merakı tahrik ediyor.

Akyol’un kitabın sonuna eklediği Türk-Ermeni ilişkileri kronolojisi 13 Nisan 1878’de başlıyor 10 Eylül 2008’e kadar geliyor. Gün gün verilen bu kronoloji bile, ilişkilerin niteliğini gözler önüne sermeye yetiyor.

Sıradan tepkiler yerine, önce tarihi öğrenmek, sonra günümüzü anlamak istiyorsanız, işte size Taha Akyol’un kitabı.

Sıradan tepkiler yerine, karar almak durumundaysanız, Başbakan, bakan ve bürokrat olarak, işte size Taha Akyol’un kitabı.

Kolaysa Washington Büyükelçisi’ni çekin

KANADALI bakanlar Ermenilerin düzenlediği 24 Nisan gününe katılıyor. Buna çok kızan Ankara, Kanada’daki Türk Büyükelçisi’ni geri çağırıyor. Bu bir protesto.

Diplomaside büyükelçi geri çağırmak protesto biçimlerinden biri. Etkili de olabilir. Ancak, benzer durumlarda benzer tavrı göstermek koşuluyla.

Obama, üstelik bakanlardan çok daha etkin konumda bir başkan, 24 Nisan’da Türkiye’de iktidarıyla muhalefetiyle herkesi ayağa kaldıran sözler söylüyor. Soykırım demeden, soykırım diyor.

Haydi, kolaysa çeksenize Washington Büyükelçisi’ni de geri. Kanada tepkisi o zaman anlam kazanır, bunun politik tutum olduğunu herkes anlar.

"Madem öyle, işte böyle" diyerek, benzer kabadayılığı Amerika’ya da göstersenize.

Amerika’ya kabadayılık mı, çaktırmadan koltuk elden gider de, kimse ne olduğunu anlamaz.
Yazının Devamını Oku

Bağcıkla, kapıyla, camla kendi dünyalarına yolculuk

26 Nisan 2009
Mandela, Gandhi ve Castro. Aralarında hiçbir benzerlik yok. Ama hepsi, haklı ya da haksız tutuklama ve gözaltı sonucu, çevreye karşı güvensizlik tohumlarıyla malul düşüyor. Bir bağcık, diğeri cam, öbürü kapı... Tarih yapan bu insanlar çok sıradan, çok basit nesneler üzerinden, kendi özgürlüklerine yolculuk yapıyor. Nelson Mandela önce bağcıklı bir ayakkabı istiyor. Ayakkabıya bağcıkları kendi takıyor.
Mahatma Gandhi kapıları açıyor ve kapıyor, kapı açmak ve kapatmak onun için önemli.
Fidel Castro cam ve porselen eşyaları seviyor. Önce cam bardakla su içmek istiyor ve hep öyle içiyor.
Mandela, ömrü siyasal mücadelelerle geçmiş, Güney Afrika’nın ölümsüz lideri. Ülkesinde ilk siyahi avukat ve ilk siyahi cumhurbaşkanı. Irkçılığa karşı mücadelenin simgesi.
Mahatma Gandhi “Bu Gece Özgürlük” şarkısıyla, üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu karşısında ülkesini bağımsızlığa kavuşturan lider. Pasifizmin ve sabrın simgesi.
Fidel Castro, Gandhi’nin tam tersi, sosyalist devrimle devlet başkanlığına tırmanan tarihin gördüğü en eylemci kimliklerden biri.
Tarihin kaydettiği bu üç lider arasında siyasal olarak, eylem türü olarak, günlük yaşama biçimi olarak hiç paralellik yok.
Buna karşılık üç benzerlik var. İlki; üçü de kendi ülkesinde yeni bir başlangıca imza atıyor. Üçü de kendi cephesinde “Bağımsızlık Savaşı” veriyor.
İkincisi; üçü de en çok özgürlük üzerinde konuşuyor, özgürlük felsefesi üzerinde kafa yoruyor.
Üçüncüsü; üçü de hapis yatıyor. Üçü de, hapis yıllarının getirdiği yasakları aşma özlemiyle yaşıyor. Bu özlemleri, dışarı çıktıktan sonra bile özel hayatlarında hapisteki yasağı aşma tutkusuna dönüşüyor.

KAPI, BAĞCIK VE CAMIN SIRRI

Hapishanede ayakkabı bağcığı taşımak yasak. Bağcıkları alıyorlar. Oysa ne Mandela’nın, ne dünyadaki ne de Türkiye’deki tutuklu ve gözaltındakilerin hayatlarında bağcık yok. Bağcıkla ne yapılacağını hayatta hiçbir zaman düşünmemişler. Ama hapishanede bağcık alındığı için, Mandela hapisten çıkınca önce bağcıklı ayakkabı istiyor.
Dünyadaki ve Türkiye’deki tutuklular hayatlarında hiç yeri olmayan bağcık üzerinde düşünüyor. Bağcık özgürlük yerine geçiyor.
Tutukluların hapiste kapı açmak ve kapı kapatmak gibi bir özgürlükleri yok. Kapılar onların üstüne ya kapatılıyor ya da onlara açılıyor. Kapı açmak ve kapatmak, başkalarının iradesine bağlı.
Gandhi hapisten çıktıktan sonra kapıları açıyor, kapıları kapatıyor. Bunu keyifle yapıyor.
Dünyadaki ve Türkiye’deki diğer tutuklular, diğer gözaltındakiler gibi. Kapı açmak ve kapatmak özgürlük yerine geçiyor.
Hapishanede cam eşya yok. Porselen zaten hiç yok. Cam eşyanın hiçbir insanın olağan hayatında anlamlı bir yeri yok. Kullanılan bir eşya işte. Ama, hapiste yasak. Castro o nedenle kullanması gerektiğinde, mutlaka plastik bardak yerine, cam bardağı tercih ediyor.
Dünyadaki ve Türkiye’deki diğer tutuklular ve gözaltındakiler gibi. Camdan eşya kullanmak hapiste başkasının iradesine bağlı. Cam eşya kullanmak özgürlük yerine geçiyor.

HAKSIZ TUTUKLAMA VE GÖZALTI

Tarih yapan insanlar günlük yaşamlarında çok sıradan, çok basit nesneler üzerinden, kendi özgürlüklerine sadece kendi dünyalarında her gün bir kez daha yolculuk yapıyor.
Mandela da, Gandi de, Castro da, dünyadaki ve Türkiye’deki tutuklular ve gözaltındakiler gibi, hapiste sürekli olarak kendileriyle hesaplaşıyor.
Kimi, ünlü İtalyan devrimci gibi, hapishaneden mektuplar yazarak, kendini tazeliyor, gelecek kuşaklara vazgeçilmez tezler bırakıyor. Kimi, Alkatraz Kuşçusu gibi, yepyeni bir merakla çok farklı dünyalara yelken açıyor.
Ama, hepsi Kant’vari bir üslupla, “insanı insan yapan eğitimdir, eğitimi insandan çek, geriye çok fazla bir şey kalmaz” felsefesine sadık kalıyor.
Ve ama hepsi, haklı ya da haksız tutuklama ve gözaltı sonucu, çevreye karşı güvensizlik tohumlarıyla malul düşüyor.
Yazının Devamını Oku

Ermeniler gelirken Kürtler gidiyor

25 Nisan 2009
O çocuk olmayacağı varsa, PKK’lı oluyor. Özel harekatçı polisin tekme attığı, dipçik vurduğu çocuk. Her tekme, her dipçik, her küfür, olmayacağı varsa, onları PKK’lı yapıyor. "TC’ye" öfke tohumları böyle ekiliyor.

Terörle mücadele edenler, şu çelişkiye bakar mısınız, terörist tohumları ekiyor. Yeteri kadar başka tohumlarla beslenen o çocuklar, bu tür vahşetle, daha o yaşta, iyiden iyiye bileniyor.

O polisler hiç mi ideolojik ve psikolojik eğitimden geçmiyor? Onlara sadece, vur-kır mı, öğretiliyor? Eğitimden geçiyorsa, o eğitim onları, çocuklar dahil olmak üzere, Kürtlere karşı bu kadar öfkeli mi yetiştiriyor?

Çocuğa atılan tekme Türkiye’nin her yerinde yankılanıyor.

SUSMA HAKKI

Geçen hafta çoğumuz Ergenekon’la meşgul. O sırada birileri Kürtlerin partisi, DTP ile meşgul. İki genel başkan yardımcısı, MYK üyeleri, il başkanları dahil, 51 DTP yöneticisi tutuklanıyor.

Gözaltında hepsi susma hakkını kullanıyor, kendilerini sorgulayan savcıya:

"Bize DTP ile soru soracaksınız, sorun, cevap verelim, başka bir şey bilmiyoruz."

Onların, başka şey dedikleri, DTP içinde yuvalanmış PKK ile ilgili iddialar. Polise ve savcılık iddiasına göre:

"İçeri alınanlar DTP içinde olup, ama DTP siyasetine dışardan yön verenler."

Aralarında daha önceden on, on beş yıl hapis yatanlar var. Sen, ben bilmiyor olabiliriz ama, kendi ocaklarında çoğu baba isimler.

DTP genel merkezi ve milletvekilleri, Mecliste oturma dahil, çeşitli protesto eylemlerine geçiyor.

HAZİN PROTESTO

Protesto sonunda 23 Nisan’a kadar uzanıyor.

DTP Genel Merkezi kararıyla, hiçbir DTP’li belediye başkanı 23 Nisan törenlerine katılmıyor. Cizre Belediye Başkanı hariç.

Bu çok hazin protesto. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, üstelik Kürtlerin de yer aldığı ilk Meclis’in kuruluş kutlamasına Kürtler katılmıyor. Bu protesto ile DTP ne yapmak istiyor?

23 Nisan sizin bayramınız, bizim değil mi demek istiyor? Şimdiye kadar birlikte yaşamaktan söz eden DTP, bu protesto ile farklı bir siyasete mi kayıyor? 23 Nisanı protesto, Kürtler için artık farklı bir başlangıç mı?

Çünkü Kürtler, kitle halinde ulusal bir bayramı ilk kez protesto ediyor.

Bu sıradan ve geçiştirilecek olay değil. 51 DTP’linin tutuklanmasına itirazı çok aşan bir eylem.

Osmanlı’dan bugüne dış müdahalelere sürekli açık, kendi içinde birbirinin gözünü oymaya ayarlı, her an patlamaya hazır bir ulus, özellikle bugün müthiş bir çelişkiyi yaşıyor.

Bir zamanlar kendi yurttaşı, Ermeniler. Şimdi onların kurduğu devletle barışma adımları atıyor.

Kendi yurttaşı, Kürtler. Onlarla fena halde ve uzun süredir çatışıyor. Kim ne kadar farkında bilmiyorum, ama çatışma ivme kazanıyor, ilk kez bu ölçüde nitelik değiştiriyor.

Ankara kısır ve hiçbir işe yaramayan günlük siyaset içinde debelenmeye devam ediyor.

AKP’ye hukuk muhtırası

TÜRKİYE Barolar Birliği Başkanı ve 53 ilin baro başkanı ve hepsi hukukçu olan 13 profesör ve doçent ilan veriyor.

Dünkü Hürriyet’te "Hukuk Devleti İçin Kamuoyuna Duyuru" başlığı ile yayınlanan ilan, tam elli maddede;

1 -Nasıl günler yaşamakta olduğumuzu anlatıyor.

2 -Hukukun pek çok konuda nasıl çiğnendiğini, siyasete hiç bulaşmadan, salt hukuk kavramları içinde kalarak, herkese anlatıyor.

Son aylarda yaşadığımız olayların çoğu, ilana göre, hukuk dışı. Baro başkanları ve hukuk hocaları sözü eveleyip gevelemeden, AKP’ye müthiş bir uyarıda bulunuyor. Halen görev yapan savcı ve yargıçlara görevlerini bir kez daha hatırlatıyor.

Demokrasi çerçevesinde, hukuk içinde kalarak, bir siyasal iktidar ve uygulayıcılar ancak bu ölçüde açık, ayrıntılı ve doğrudan uyarılabilir.

İlanı okuduğunuzda, hukukun yerini inanılmaz bir keyfiliğin yer aldığı bir kez daha gözler önüne seriliyor.

Üç gün önce işsizlik ilanı, üç gün sonra hukuk ilanı. İşler bu ülkede tatsız gidiyor.
Yazının Devamını Oku