Yalçın Doğan

80 sonrasının en büyük mitingi

27 Mart 2009
ON gündür konuşma yapamıyor. On gündür halk anlatıyor ve anlatıyor, Murat Karayalçın’ın konuşmasına fırsat yok, çünkü tezahürat başlıyor.

"Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek" türküsündeki melodiye denk gelen bir tezahürat:

"29 Mart’ta Gökçek gidecek/ Karayalçın başkanlığa gelecek/ Ankaralı artık huzur bulacak".

Ankara’da yarış kıran kırana. Anketlerde Murat Karayalçın, Melih Gökçek ve Mansur Yavaş birbirlerinin nefesini duyuyor. Her nefes, Melih Gökçek’i biraz daha zor durumda bırakıyor. Bazı anketlerde Gökçek, bazılarında Karayalçın önde görünüyor.

Örneğin, son bir anket var, Karayalçın iki puan farkla önde.

KAYBETME TELAŞI


Seçime iki gün kala, anket savaşı hızlanıyor. Belden aşağı vurmalarla birlikte.

Bir kaç gün önce Ankara’da bir rezillik yaşanıyor. "Gökçek Gidecek, Sol Gelecek" pankartları.

CHP’nin ve Karayalçın’ın böyle bir pankartı yok. Bu pankartları kim yaptırıyor? Tahmin etmek zor değil. Belden aşağı vurmanın kralı var, kendi partisinden insanlara bile vuran biri. Kendisinden her şey beklenen biri.

Karayalçın İl Seçim Kuruluna şikayet ediyor.

Dün sabah benzer bir zırva. "Zam ve susuzluğa hazır mısınız", "DEHAP’la Ankara’ya hazır mısınız" pankartları.

Gökçek’in kaybetme telaşı.

300 BİN EK SEÇMEN

Telaşında haklı. Çünkü:

1-Karayalçın’ın geçen hafta sonu Tandoğan alanındaki mitingi, 1980 sonrasının en büyük mitingi.

2-Ankara’nın, yüzde yüz AKP’li mahallelerinde çözülme var, Karayalçın lehine. Karayalçın’ın konuşmaya fırsat bulamadığı yerler buralar.

3-2004 yerel seçimlerinde Ankara’da 560 bin seçmen sandığa gitmiyor. Karayalçın şimdi bu seçmeni harekete geçiriyor. Onların hepsi mutlaka ona oy verecek değil, ama Karayalçın, "560 bin seçmenin 300 bini bana oy verecek" diyor. Bu da, toplam oy oranını yüzde 8 etkiliyor.

AKP, Ankara ya da İstanbul’dan birini kaybederse, Türkiye genelinde aldığı oy oranı ne olursa olsun, 29 Mart akşamı biz bir başka şeyi konuşuyor olacağız. Erken seçimi.

İstanbul ve Ankara o nedenle, belediye başkan seçimi ötesinde önemli.

Bizim silahlar PKK’ya

TARİHTEN bir örnek. Yaşayanın ağzından.

Mesud Barzani ile Celal Talabani her sefer söz veriyor, her sefer biz, "bu işin artık sonuna geliyoruz" diye derin bir nefes alıyoruz. PKK’dan desteğini çekmek için, ikisi de söz veriyor.

Abdullah Gül, Talabani ile yeniden sarmaş dolaş. Barzani Viyana’da, tuh yazık oluyor, onunla görüşemiyor. Oysa, görüşmüş olsa, ondan da aynı sözü alacağına hiç kuşku yok.

Şimdi biraz tarih dersi. Değerli araştırmacı Hulusi Turgut’un önemli bir kitabı var, Barzani Olayı. Gün yüzüne çıkmamış tutanaklar, mektuplar, görüşmeler içeren bu kitap, Barzani ve Talabani, genel olarak Kürt konusunda başvuru kitaplarından biri. 90’ların Devlet Bakanı Cavit Çağlar anlatıyor:

"Mesud Barzani’yi davet ettik, Başbakan Demirel’le görüştü. Kendisine para ve silah verdik, rahatladı. Kuzey Irak politikasında Türkiye ile ortak hareket etme sözü verdi". (Hulusi Turgut, Barzani Olayı, s.511).

Kuzey Irak politikası, PKK’yı bitirmek anlamında. Çağlar devam ediyor:

"Celal Talabani’yi de davet ettik. Para istedi, para verdik, silah istedi, silah verdik. Daha sonra öğrendik ki, bizden aldığı silahları PKK’ya vermiş. Bu kalleşliği tespit edince, onun üzerini çizdik". (Aynı kitapta, s.511).

Bugün devletin tepesinde oturanlar, eminim ki, devlet arşivindeki bu dosyaları okuyor. Buna rağmen, umut saçan sözler söylüyor.

İşte, huzurunuzda tarihten bir umut ve hayal kırıklığı. Umutla davet ediyoruz, sonuçta bizim silahlar PKK’ya gidiyor.

İtirazı duyuyor gibiyim, 90’lı yıllar ayrı, şimdi ayrı. Daha geriye gidelim, hiç fark yok. Zaman geçiyor, onlar aynı yerde.

Biz de, aynı yerdeyiz. Umutla sarılıp, hüsranla ricat.
Yazının Devamını Oku

Gül, beyaz bayrak çekti

26 Mart 2009
ANKARA’dan gizli bir telgraf geliyor. Merkezi Viyana’da bulunan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’ndaki (AGİT) büyükelçi Yalım Eralp’e. Yıl 2000, o sırada Başbakan Bülent Ecevit.

AGİT’e o tarihte 54 ülke üye. AGİT insan hakları, azınlık hakları ve etnik haklar üzerinde titizlikle duran uluslararası bir örgüt. O yıllarda, Türkiye’de Kürtlere baskı yapıldığı, Kürtçe yayınlara sansür uygulandığı yolunda Ankara’ya görüş bildiriyor.

Dışişleri Bakanlığı, Büyükelçi Eralp’e şu gizli telgrafı çekiyor:

"Türkiye’de Kürtçe basılan gazete, dergi ve kitapları AGİT üyelerine anlatın ve tanıtın."

Eralp
tam tanıtmak için AGİT’teki ülkelerden randevu alacak, Başbakan Ecevit TV’lerde konuşma yapıyor:

"Kürtçe diye bir dil yoktur."

SEÇİM VE KORKU


Tarihimiz bu gibi tutarsızlıklarla çok zengindir, verdikleri talimatın tersine davranan liderlerimiz eksik değildir ve nihayet söylediği lafı, "söylemedim" diyerek, beyaz bayrak çeken büyüklerimiz pek çoktur.

Son örnek, Abdullah Gül.

Biri hariç, uçakta bulunan bütün gazeteciler, Gül’ün "Kürdistan" dediğinde ısrar ediyor. Hatta, en yakını, kankası, Gül yüzünden Tayyip Erdoğan’la arası açılan biri bile, Kürdistan sözcüğünü kullandığını yazıyor.

Söylüyor söylemiyor, gerçek değişmiyor. Kuzey Irak Kürt Bölgesi. Ve evet, orası Kürdistan.

Gül hem söylüyor, hem sonradan "ben oynamıyorum" diyerek, oyun bozanlık yapıyor. Söylediğinden vazgeçiyor. Neden?

Büyük olasılıkla, ucu AKP’ye, seçime dokunur, diye.

İkinci olasılık, kendi söylediğinden, kendi korkmuş olabilir.

ÇOK ÖRNEK VAR

Sözüm ona, devlet adamı ciddiyeti. Biri taze, biri geçmişten iki örnek.

Taze örnek, son Bağdat gezisinde. Gül, "söylemediğim" dediği bölgenin Başbakanı Neçirvan Barzani görüşüyor. Neçirvan Barzani nerenin Başbakanı? Kürdistan’ın. Meclisiyle, polisiyle, askeriyle, kendi parasıyla yıllardır faaliyet gösteren Kürdistan’ın.

Burada ayrıca bir başka durum var. Aziz büyüklerimiz Türkiye’deki Kürt Partisi DTP ile görüşmüyor, ama gidiyor, elin Kürtleri ile görüşüyor. Neresinden tutacaksınız?

Geçmişteki örnek, yine iç gıdıklatıyor. 2004, Gül Dışişleri Bakanı. Barzani ve Talabani’nin Türkiye’ye gelmeleri söz konusu. Gül açıklıyor:

"Biz aşiret liderlerini muhatap almayız."

Sonra ikisiyle de, can ciğer kuzu sarması sahneler.

Bu gibi tutarsızlıklar ilk değil. Geçmişte ne cumhurbaşkanları ve ne başbakanlar biliyorum, şakır şakır söylediklerini ertesi gün yalanlıyorlar.

Kendi söylediklerinden kendileri korktukları için. Ya da eskiden olduğu gibi, söyledikleri sözlere askerden ağır cevap geldiği için.

Bu gibi kritik durumlarda, bir kez de, sözlerinin arkasında dursalar, o zaman daha çok saygı görecekler. Bırakın devletin tepesinde oturmayı, sıradan iki kişi arasında söylenen sözün arkasında durmasını bilmeyenlere bile yüz çevriliyor.

1965 Dışişleri Raporu

YABANCI büyükelçiler Ankara’da "Güneydoğu patlayabilir, birikim var" diyor.

Yıl 1965. Bunun üzerine Dışişleri üç kişiyi Güneydoğu’ya gönderiyor, inceleme ve rapor için.

Daha sonra üçü de büyükelçi olacak üç Dışişleri memuru yazdıkları raporda:

"Yirmi yıl içinde Güneydoğu’da büyük olaylar çıkabilir."

PKK’nın ilk eylemi 1984 Eruh. Müthiş bir öngörü.

O rapor ne oluyor? Raporda Kürt ve Kürtçe sözcükleri geçtiği için, rapor acele rafa kaldırılıyor, "aman kimse görmesin" diye, naftaline yatırılıyor.

Bugünlere bu ve benzeri raporlara, görüşlere sırt çevirerek geliyoruz. Her sırt çevirme, sorunu biraz daha kangrene çeviriyor, içinden daha da çıkılmaz hale dönüşüyor.

Beşiktaş’ta İsmail Ünal

HERKES kendi oturduğu bölgenin belediye başkanı ile ilgili. Ben İstanbul Beşiktaş ilçesinde oturuyorum, kullanacağım oy Beşiktaş için.

Beşiktaş’ta şimdiki belediye başkanı İsmail Ünal 2004’te yüzde 45 oy alıyor ve seçiliyor. Burada AKP ve DSP var. DSP, eski başkan Ayfer Atay’ı, AKP eski ANAP’lı Sibel Çarmıklı’yı aday gösteriyor.

DSP, CHP’nin oylarını bölemiyor. Beşiktaş’ta sosyal demokrat oylar yine İsmail Ünal’da toplanıyor. AKP’nin kazanması ise, rüya bile değil.

Beşiktaş yine "İsmail Ünal" diyor.
Yazının Devamını Oku

Erbil buluşması Paris’in tekrarı

25 Mart 2009
KONFERANS hafif hafif yatıyor. Herkes umut saçmaya devam ediyor ama, sular başka türlü akmaya başlıyor. Saçılan umudun tersine. Tarih dünyanın çeşitli yerlerinde düzenlenen Kürt konferanslarıyla dolu. Kürtlerle ilgili kitaplardan birini açın, konferanstan insanın başı dönüyor. Her dönemde, her konferans umutla dolu. Nisanda Kuzey Irak’ta Erbil’de düzenlenecek son konferans gibi.

Abdullah Gül’den Celal Talabani’ye, Hillary Clinton’a kadar, söz sahibi olanlar Erbil’deki Ulusal Kürt Konferansına umut bağlıyor. PKK’nın silah bırakması açısından.

Erbil’deki konferansa önce bütün Kürt partilerin katılacağı söyleniyor. Ve hatta PKK buna dahil.

İLK ÇEKİLEN DTP

Konferans duyurusu ve ona dönük yorumlar sonrasında farklı bir süreç başlıyor.

Daha önce katılacağı söylenen DTP, "ben konferansa katılmıyorum" diyor. Bu açıklama hálá geçerli. Konferans günü de geçerli mi, belli değil. Ama, DTP yan çiziyor.

Açıkça öyle söylemiyor ama, katılmama nedeni, PKK’nın konferans dışı bırakılması. DTP Başkanı Ahmet Türk’ün gerekçesi garip:

"Kürtlerin katılmadığı bir konferansa biz katılmayız."

Konferans Kürtlerle dolu ve sadece Kürtler var. Kürtler nasıl katılmıyor? Doğru, katılmayan, katılması istenmeyen Kürtler var, PKK.

Bunun Türkçe’si şu. PKK katılmıyorsa, DTP hiç katılmıyor. Durum bu.

MÜMKÜN DEĞİL

Konferans gündeme geldiğinde, dağdan inme, dolayısıyla silah bırakma mesajları veren PKK, son günlerde, "konferans bizi bağlamaz" diyor.

Bunun da Türkçesi var:

1- Diyelim ki, konferans PKK’ya silah bırakma çağrısında bulunacak. PKK bu çağrıya uymayacak.

2- PKK uymazsa ve Celal Talabani söylediklerinde samimi ise, PKK’nın tasfiye yöntemi değişecek. Talabani ve Barzani karşı karşıya gelecek. Bu da, mümkün değil.

Sonuç olarak, günlerdir Cumhurbaşkanı düzeyine kadar dile getirilen konferans yatacak. Yine toplanacak ama, istenen sonuç zor.

PKK MASAYI İSTİYOR

İşlerin ters gitmesinde, PKK’nın masaya oturmak istemesi var. Başta oturacak gibi gösterilen PKK, sonra dışlanıyor. Dışlanınca, konferansı sabote ediyor. Yıllar önce Paris’te olduğu gibi.

O sırada Kürtlerin partisi HADEP. Fransa’da yine bir Kürt konferansı var. Başta herkes davetli. PKK bakıyor ki, kendisini çağıran yok, HADEP’in katılmasına izin vermiyor.

Erbil, tarihin acı bir tekrarı.

O acı tekrarı, bir başka acı tekrar izliyor. Hangi akla hizmet bilinmez, özellikle Abdullah Gül’ün umut saçan yorumları, ne yazık ki yine tekrardan ibaret.

Gırtlağına kadar seçim demagojisi

İŞVERENLER bir işçi sendikasını toplantıya çağırıyor. Toplu sözleşme gereği, arada verilmesi gereken sendikal zammın ertelenmesi için.

"Üretim düştü, çünkü satışlar düştü. Fabrikalar kapanıyor. Hiç olmazsa, işten çıkarmaları azaltmak için, ara zammı erteleyelim."

Makul bir gerekçe.

Diyelim ki, işverenler ve işçi sendikaları kasıtlı davranıyor, ayrıca neden öyle olsun ki, hele de işverenlerin büyük bölümü 2002 seçimlerinde AKP’den yana oy kullanıyor.

Merkez Bankası da mı kasıtlı?

Kapanan iş yerleri, artan işsizlik, karşılıksız çıkan çekler, protesto edilen senetler Merkez Bankası’nın resmi kayıtlarında var. Kaldı ki, resmi kayıtlara gitmeye gerek yok:

1- Sokakta gördüğünüz herhangi bir iş adamına halini sorun, varsa fabrikası, onu sorun, alacağınız yanıt çok belli. Felaket.

2- İster IMF, ister OECD, uluslararası ekonomik kuruluşlar Türkiye’ye aynı uyarıda bulunuyor. Kriz ve kriz ve kapanan fabrikalar.

Bunu görmek istemeyen bir kişi var Türkiye’de: Tayyip Erdoğan. Önceki gün Bolu mitinginde incileri yine demet demet:

"İşini bilmeyen iş yerini kapatır, anlattıkları gibi bir şey yok ortada."

Erdoğan
gördüğünü ve bildiğini söylemiyor, tek çaresi seçim demagojisi. Sırıtan demagoji işsiz kalan işçiyi, fabrikası kapanan iş adamını çıldırtıyor.

Seçimden sonra gizleyeceği bir şey kalmayacak. IMF’nin de katkısıyla, almak zorunda kalacağı önlemler, kapanan fabrikaları yeniden açabilmek ve yenilerin kapanmasını önleme uğraşına dönük olacak.

Şimdi seçim zamanı, şimdi demagoji zamanı.
Yazının Devamını Oku

Abdullah Gül ’biz’ parantezinde

24 Mart 2009
BİR bildiğimiz yüzde 47 var. AKP’nin 2007 Temmuz’unda aldığı oy oranı.<br><br>Bir de, bilmediğimiz yüzde 47 var. Bu bilmediğimiz yüzde 47 tam ibretlik hikaye. Hikaye içinde hikaye. Bir zamanlar Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın aynı zamanda ve yine bir zamanlar Üniversitelerarası Kurul Başkanı. YÖK’ün başına AKP yanlısı malum Yusuf Ziya atanıyor. Yusuf Ziya, yine malum, hızlı başlıyor. Bilim adamından çok, militan ruhla.

Prof. Akaydın onun uygulamalarına karşı net tavır alıyor. Kaçak güreşmeden. Bunlar geçen yıl.

GÜL’ÜN SEÇİMİ

O sırada Akdeniz Üniversitesi’nde Akaydın’ın rektörlük süresi sona eriyor. Üniversitede seçim var.

Akaydın yüzde 47 oy alıyor. Tesadüfün böylesi. Tayyip Erdoğan’ın aldığı oy oranı. Üniversitedeki seçimde en yüksek oy.

Hikayede heyecan bundan sonra başlıyor.

Seçim sonuçları YÖK’e gidiyor. YÖK’te sıralama yapılıyor. Sıralamada Prof. Mustafa Akaydın da, ister istemez rektör adayları arasında, Abdullah Gül’e sunuluyor. Atamayı o yapacak. Tercih onun. Abdullah Gül ne yapıyor?

AKP’nin aldığı yüzde 47 oy sonucu Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Gül, sürpriz yapmıyor, kendisinden bekleneni yapıyor, yüzde 47 oy alan Akaydın’ı yeniden rektör atamıyor.

Bunlar yüzde 47 üzerinden hep kahramanlık destanları yazıyor. Ama, işlerine gelmeyince, yüzde 47 nafile. Lafını bile etmeden, kolayca sırtlarını çeviriyor.

’BİZ’ VE AH O ’BİZ’

Hikaye şimdi biraz daha heyecan kazanıyor.

Prof. Mustafa Akaydın şu anda CHP Antalya Büyükşehir Belediye Başkan adayı. Erdoğan Antalya mitinginde, Prof. Akaydın’a sataşıyor:

"Bu hoca üniversiteyi bile yönetemedi, biz de onu rektör yapmadık."

Ne, ne, ne? "Biz yapmadık" öyle mi? "Biz".

Siz kimsiniz? İki yüksek şahsiyet. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan.

Yasaya göre, rektörleri atama yetkisi Cumhurbaşkanına ait. Erdoğan, "biz" derken, asıl Gül’ü kastediyor. Kağıt üzerinde kendisinin rektör atamalarıyla ilgisi yok. Buna rağmen, "biz".

Tarafsızlığı üzerine yemin etmiş olan Gül, şimdi biz parantezinde, AKP ruh ve imanıyla, Erdoğan’la kol kola.

Erdoğan
’ın bu sözüyle, en çok açığa düşen Gül. Gel gör ki, ağzını açamıyor. Ne de olsa, karşısında kendisi o koltuğa oturtan irade var.

Yüzde 47 ile "biz" arasında kayak yapan ülkede ibretlik hikayelere bir yenisi ekleniyor.

Militan vali

1930’lu, 40’lı yıllar. CHP’nin tek parti iktidarı. Valiler aynı zamanda CHP il başkanı gibi. Demokrasiyle uzak-yakın ilişkisi olmayan, baskıcı bir rejim.

Aradan 70 küsur yıl geçiyor, AKP iktidarında valiler, 30’lu, 40’lı yıllardaki gibi. Hele, Aydın Valisi Mustafa Malay tam militan, Deniz Baykal ile siyasal polemiğe girecek kadar, arkasını güçlü hissediyor. Vali Bey:

"Kendi partisi veya halk, Sayın Baykal’ı APS ile gönderecektir."

Vay canına, CHP’nin tek parti dönemini andıran militan bir vali.

Vali Bey bir parti liderini hedef alıyor. Kendisinde, boyunu aşan siyasi tavır alma cesareti nereden buluyor?

Tayyip Abisinden. Tayyip Abisi, bu gözü pek Vali Beyi seçim zamanı nasıl olsa unutmaz ve uygun bir mekan ve sırada milletvekili adayı gösterir. O artık Vali Bey ile Tayyip Abisi arasında.

Ya halk? Devletin valisi olması gereken, bu gibi valilere nasıl güvenecek?

Elif Şafak (Aşk) parmak ısırtıyor

1240’lı yıllar Konya. 2008 Boston (Amerika). Konya’da Mevlana dönemi. Boston’da sıradan bir aile ve yaşamı.

Elif Şafak’ın son romanı Aşk Konya ile Boston arasında gidip geliyor. Aradaki 800 yıllık zaman farkı ve mesafe, romanda müthiş bir bilgi birikimiyle örülüyor, olaylarla ustalıkla işleniyor.

Elif Şafak son yılların en iyi romancılarından biri. Dil zenginliği ve Türkçeyi kullanışı insana parmak ısırtıyor. Aşk’ta bir bölümden diğerine geçerken, aklınız, yeni bilgilerin heyecanıyla okuduğunuz bölümde, ama anlatılanların peşinde, merakla okuyacağız yeni bölümde. Roman, işte bu.

Ayrıca ve daha önemlisi, not edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken pek çok yer var. İster istemez, kendi hayatınıza göndermeler. Örneğin:

"Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım, diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an, her nefeste yenilenmeli". (Elif Şafak, Aşk, s.400).

Nefes nefese okuduğum Aşk’ı bitirdiğimde heyecana kapılıyorum. "Her an, her nefeste yenilenmek" için.
Yazının Devamını Oku

First Lady kırmızıyı bir Kübalıya borçlu

22 Mart 2009
Barack Obama başkanlık töreninde yemin ediyor. Amerika Obama ile birlikte, yeni dönem için umut gözyaşları dökerken, töreni atölyesinden izleyen Narciso Rodriguez elbisesi için ağlıyor. Ne de olsa, First Lady’nin modacısı. Balerin resimleri. Gol atan futbolcu resimleri. Finali göğüsleyen sprinter resimleri. Zirveye tırmanan dağcı resimleri. Eğlencede, kutlama resimleri.

Resimlerin ortak noktası hareket ve gerilim. Birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz hareketler, Rodriguez’in aklını zorluyor. Yaratıcılığını körüklüyor.

Modacı Narciso Rodriguez günün bir bölümünü atölyesinin duvarlarındaki resimleri süzmekle geçiriyor. Ama, şu anda değil, şu anda o TV’ye kilitli ve çok heyecanlı.

TV’de yeni başkan Obama’nın yemin törenini izliyor. Pek çok Amerikalı gibi, Rodriguez’in de gözlerinden yaşlar boşanıyor. Sadece Obama’nın seçilmesinden duyduğu heyecan değil. Onun çok başka, özel bir nedeni daha var.

Narciso Rodriguez 1961’de Küba’lı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geliyor. Babası Havana’da sıradan bir işçi. Kendi yaşamından memnun, ama oğlu için kaygılı. Onun hukuk okumasını istiyor. Amerika’da.

Bir yolunu bulup, aile kendini Amerika’ya atıyor.

Üniversite öncesinde Rodriguez sağda, solda çalışmaya başlıyor. Bir iş, sonra bir başka iş, derken yeni bir iş. Sonuncusu, bir moda evinde.

O modayı, moda onu çok tutuyor. Hukuk okumaktan vazgeçiyor. Bir yandan moda evinde çalışırken, bir yandan da moda üzerine eğitim alıyor.

Okulu bitirdikten sonra, mesleğin inceliklerini keşfetmeye başlıyor. Her keşif, ona bir sonraki adımı hazırlıyor. Daha büyük bir moda evinde çalışmak.

Basamakları hızla tırmanıyor. İsteğine ulaşıyor, o dünya çapında ünlü bir markada model çizmeye başlıyor. Özellikle kadın modelleri.

Babası mutsuz. Babanın rüyası, oğlunu avukat görmek, ama oğlan, ne idüğü belirsiz modacı olmuş çıkmış, babaya göre, işe yaramaz bir meslek. Hele de, günün birinde oğlan Küba’yı görmek istediğini söylediğinde, babanın tepesi iyice atıyor. Ailede gerilim.

Rodriguez babasının kaprislere aldırmıyor. Yolunda emin adımlarla ilerliyor. Yanında çalıştığı dünya markası ona yetmiyor, New York gibi, gayya kuyusu bir yerde kendi moda evini açıyor.

Çizdiği modeller kısa süre içinde kapış kapış. Durum moda dergilerinin dikkatinden kaçmıyor. Dergiler sıraya giriyor, onunla röportaj için.

ÖNCE ZİRVE SONRA FELAKET

2004’te o artık zirvede. Yılın modacısı seçiliyor. O da ne, 2005’te zirvede yine o var. İkinci kez yılın modacısı.

Zirve, ister istemez ona yeni kapılar açıyor. Çevresi genişliyor. Carolyn Bessette isimli genç ve güzel bir kadınla tanışıyor. Hayatındaki en iyi arkadaşıyla. Bessette daha sonra, Başkan Kennedy’nin küçük oğlu John Kennedy Jr. ile evleniyor. Ne yazık ki, John ve Carolyn bir uçak kazasında can veriyor. Rodriguez’i ömür boyu ve hala ağlatan acı.

İki yıl üstüste zirvede, buna rağmen, 2007 onun için tam felaket. İş yaptığı İtalyan moda evi iflas ediyor. İflastan Rodriguez de payını alıyor. Hesabı, kitabı şaşıyor, ekonomik olarak çökmenin eşiğine geliyor.

Geçen yılın başında imdadına Michelle Obama yetişiyor. Başkan Barack Obama’nın eşi.

O sırada Obama başkanlık kampanyasına henüz başlamak üzere. Rodriguez özel bir davette Obama çifti ile tanışıyor. Michelle Obama Rodriguez’i moda dergilerinden tanıyor. Obama çifti ve Rodriguez birbirlerine çabuk ısınıyor. Ve Michelle’in önerisi:

"Bana yeni elbiseler diker misin?"

Rodriguez seçimin sonucunu bir yıl önce elbette bilmiyor, ama sevinçten de uçuyor. Ne çizmeli, ne çizmeli, nasıl olmalı, diye geceler boyu kafa patlatıyor. Tamam, hareket ve gerilim olmalı, sembol olmalı. Duvarlardaki hareketli resimler o nedenle. Desenlerine ışık tutsun diye.

Barack Obama başkanlık töreninde yemin ederken, Michelle Obama’da bir elbise. Siyah fon, geçmişi simgeliyor. Kırmızı ateş gibi desen ise yeni dönemde parlayacak yıldızı.

Amerika Obama ile birlikte, yeni dönem için umut göz yaşları dökerken, Rodriguez atölyesinde çizdiği elbisesi için ağlıyor. Ne de olsa, First Lady’nin modacısı.

Bununla birlikte, Rodriguez üzgün. Çünkü, First Lady tek bir modacıya bağlı kalmak istemiyor. Elbiseleri taşıyan kendisi olduğu için, kendi stilini yaratmak amacında.

Modacılar arasında şimdi hızlı bir rekabet var.
Yazının Devamını Oku

Özel kurslarda ’bizden diplomatlar’

21 Mart 2009
"BUNLAR monşer" ya, devletin diplomatları, büyükelçileri, işte Tayyip Erdoğan onları sevmiyor. Onlarla çalışmak istemiyor. Çünkü, onlar "bizden değil". O zaman, "bizden" birilerini yetiştirmek gerek.

Başbakanlıkta "bizden" bir müsteşar yardımcısı var. Öyle böyle değil, sıkı olarak "bizden biri".

Onun eşgüdümünde bir süredir şimdiye kadar hiç bilinmeyen, duyulmayan bir uygulamaya geçiliyor.

MESLEK EĞİTİMİ

Dışişlerine girmek, kural olarak, sınavla.

Sınavı kazananlara, yine kural olarak, bakanlık bünyesinde kurslar düzenleniyor. Yaklaşık altı aylık kurslar. Mesleğin incelikleri, ayrıntıları, ilkeleri diplomat adaylarına bu kurslarda anlatılıyor. Ayrıca, siyaset bilim, hukuk, sosyoloji vs., zaten üniversitelerde okunmuş olan dersler yeniden gözden geçiriliyor. Bu kez dış politika açısından. Meslek için eğitim.

Şu ayrıntı önemli:

Bu özel kurslara, sadece Dışişlerine girme sınavı kazanmış olanlar katılıyor.

Hayır, artık değil.

ÖZEL ADAMLAR

Bu özel meslek içi eğitim kurslarına, bir süredir Başbakanlıktan gönderilen on-on beş genç de katılıyor.

Sınava girmedikleri, dolayısıyla bir sınav kazanmadıkları halde, Dışişleri Bakanlığı’nda meslek içi eğitim kurslarına bu arkadaşlar da katılıyor.

Şimdilik diplomat adayı olarak, yarın öbür gün diplomat muhtemelen olarak.

Tayyip Erdoğan dış ilişkileri, dış politikayı zaten kendi özel adamlarıyla yürütüyor. Dışişleri, kendisine ve onun ekibine otel ve uçak rezervasyonları yapmak, pratik sorunları çözmek ve konuyla ilgili notlar hazırlamak için var.

Şimdi bizden diplomatlar yetiştirme devri başlıyor.

ÜÇ KURUM

Üç kurum var ya da var-dı.

Ordu, Maliye, Dışişleri. Her alanda alabildiğine kadrolaşan AKP, kadrolaşmada en çok bu üç kurumda zorlanıyor.

Ordu mümkün değil. AKP’nin iştahının en çok kabardığı kurum ordu, ama geçiniz. Erdoğan, artık aklından bile geçirmese iyi olacak.

Maliye belli ölçüde düşmüş görünüyor.

Dışişleri’nde ise, AKP gözdesi diplomatlar yok değil. Hem bakanlıkta önemli görevlerde, hem yurtdışında. Sayıları yine de, çok az. Zaten kurslara dışardan adam göndermek, bunun sonucu.

AKP kadrolaşmasında günümüzde acil görev, bizden diplomatlar yetiştirmek.

YSK Başkanı: Geri adım yok

Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın dün arıyor, TC kimlik numarası olmadan seçimde oy kullanmanın mümkün olmadığına ilişkin kuralı yeniden vurguluyor.

İlginç hatırlatmalar sıralıyor:

"Bu kuralı getiren yasa 22 Mart 2008’de çıktı. Yani, yasayı çıkartan partiler, bu kuralı biliyor.

26 Kasım 2008’de seçmen kütüklerinin askıya çıkartılmasıyla ilgili basın açıklaması yaptım, orada söyledim.

Ayrıca, TRT’nin bütün ana haber bültenlerinden sonra, iki aydır bu konu tekrarlanıyor".

Muammer Aydın daha sonra bir ayrıntı aktarıyor:

"1 Ocak 2009’da genelge yayınladık, TC numarası zorunludur, diyerek. Ve bu genelgeyi ilgili devlet kurumlarına ve bütün partilere gönderdik, hepsini uyardık".

O da yetmiyor:

"Bazı bakanlara özel sohbetlerde hatırlattık ve sorun doğacağını söyledik, ama bütün bunlara rağmen bizi kimse dinlemedi ve yasayı uyguladığımız için, herkes şimdi bize yükleniyor".

Muammer Aydın
’ın bana yaptığı açıklama aynen böyle. Çok haklı.

Bugünkü karmaşanın sorumlusu yasaya evet diyen partiler ve AKP iktidarı. Zamanında gerekli adımları atmıyorlar, sonra YSK’nın kapısına dayanıyorlar. Ne kadar ciddi yönetildiğimizin son örneği.

Ama, aynı zamanda hepimizin, ortak vurdumduymazlığı. Hep birlikte, aziz Türk Milletiyiz, ne de olsa.

Aydın çok önemli bir ekleme yapıyor:

"Kimlik numarasında geri adım filan yok. Sadece nüfus cüzdanı yerine, nüfus kaydı olabilir, diyoruz".

Durumumuz budur.
Yazının Devamını Oku

Düzgün seçim çölde vaha gibi

20 Mart 2009
BİR seçimde bir milyon seçmen eksiliyor. İki yıl sonra yapılan seçimde, seçmen sayısı aniden altı milyon artıyor. Çünkü, seçmen kütükleri yanlış.

Türkiye seçim yapmaktan aciz. Seçmen sayısıyla, kütüğüyle, sandığı ile, artık nesi varsa, hepsiyle, her seçimde mutlaka bir sorun çıkıyor.

Bu seçimdeki son numara, vatandaşlık numarası.

Türkiye 60 yıldır çok partili hayata geçmekle övünüyor. Demokrasiye geçmekten kıvanç duyuyor. 60 yıldır şu kadar seçim yapıyor ama, düzgün bir seçim yapmaktan hala aciz.

Oysa, boş nutuklarla övündüğümüz demokrasinin gerçekleşmesi düzgün bir seçimden geçiyor. Ancak, o düzgün seçim bir türlü gelmiyor.

E-devlete geçiyor, düzgün seçime geçemiyor.

YİNE ÇÖZÜLMEDİ

Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) aklına son anda, seçim yasasındaki bir madde geliyor ve "vatandaşlık numaralı nüfus cüzdanı olmazsa, oy kullanamazsın" diyor.

Herkesle birlikte, Cumhurbaşkanı da ayağa kalkıyor. Dünkü gazetelerde haberler aynı:

"YSK esnedi, kriz çözüldü".

Hiç ilgisi yok. Ne YSK esniyor, ne kriz çözülüyor. Kriz olduğu yerde duruyor, esneme olmadığı gibi, güçlük yerinde sayıyor.

TEK FARK

Son durumda YSK şunu söylüyor:

1-Vatandaşlık numarası yine olacak.

2-Ama, nüfus cüzdanında değil de, vatandaşlık numarası taşıyan nüfus kayıt örneğinde olacak.
(Esneme dedikleri bu).

3-Ya da vatandaşlık numarası bulunan sürücü belgesi, pasaport gibi herhangi bir kimlik belgesi gösterilebilecek.
(Bu da kriz çözme faslında).

4-Bu kez nüfus kayıt belgesi için, nüfus dairelerine hücum olacak.

Eski karara göre, tek fark, nüfus cüzdanı. Oysa, sorun vatandaşlık numarasında kilitli. Cüzdanda ya da kayıt örneğinde değil.

Bunları bilmeyecek olan bir kaç milyon seçmen mutlaka çıkacak. Bu nedenle sandıklarda mutlaka hır çıkacak.

Daha fenası, bu nedenle oy kullanamayanlar olacak.

Ve biz yine demokrasimizle övünmeye devam edeceğiz.

Üç partinin sıralaması 43, 26, 15

ADİL Gür başkanlığında A&G Araştırma’nın son verilerine göre, seçime bir hafta kala durum şöyle:

AKP yüzde 42-43, CHP yüzde 25-26, MHP 14-15.

2007 Temmuz seçimlerine göre, AKP dört, beş puan düşüyor, CHP dört, beş puan yükseliyor, MHP yerinde sayıyor gibi görünüyor.

DTP’nin oyları özellikle Güneydoğu’da artıyor. Muhtemelen yüzde yedi, sekiz gibi. Saadet Partisi ile DP’nin oyları çok düşük. Ancak, her iki parti de çeşitli yerlerde seçilme olasılığı yüksek adaylara sahip. Alacakları oy oranı yüksek olmayabilir, ama kazanacakları belediye sayısı, aldıkları oy oranının üstünde çıkabilir.

Oranlar üç büyük partinin üçü için de, başarısızlık. Ama, başarısızlık daha çok muhalefet için geçerli.

Kaldı ki, orandan çok, fiilen alınan oy miktarı önemli. Şu kadar milyon oy, gibi. Karşılaştırmayı alınan oy rakamı üzerinden yapmak daha sağlıklı.

Örneğin, AKP son seçimde 16 milyon 368 bin oy alıyor. Bu rakamın üstüne çıkarsa başarı, çıkmazsa başarısız olacak. 15 milyon alabilir, ama katılım düşük olursa, oy oranı yüzde 50 çıkabilir. Ya da 18 milyon oy alabilir, ama katılım yüksekse, oran yüzde 40’a düşebilir.

Seçimden sonra, her partinin bu hesaplarla kendini seçim galibi ilan edeceğini şimdiden söylemek mümkün.
Yazının Devamını Oku

Medya sehpaları çoktan kurdu

19 Mart 2009
ERGENEKON davası iki yerde görülüyor.1- Normal mahkemesinde. 2- Medyada.

Her gün, yakası açılmamış haberler, notlar, el yazmaları, adına belge denilen bilgiler medyada sular seller gibi. O belgeler(!) üzerinden patlatılan yorumların haddi hesabı yok. Geldiğimiz noktada, medyaya göre, durumun tek cümleyle özeti şu:

Birilerinin darbe planı yaptığı buz gibi ortada.

Darbeyle suçlanan kişilerin medyada söz hakkı yok. Kimi içerde, kimi hakkındaki suçlama karşısında medyaya konuşmak istemiyor. Konuşursa, başına daha başka nelerin geleceği belli değil.

Ergenekon’un başından beri, medya mahkeme kuruyor. İktidar yağdanlıkları tuttukları köşelerde ne olacağını önceden haber veriyor. Kim tutuklanacak, dava nasıl devam edecek gibi ayrıntılar. Tutuklama yoksa, piyasaya yeni isimler sürüyorlar.

Burası hukuk devleti. Anayasaya, yasalara, geleneklere göre hukuk devleti. Hukukun her gün çiğnendiği bir hukuk devleti.

BALBAY’IN GÜNLÜKLERİ


Son fırtına Cumhuriyet’ten Mustafa Balbay’a ait olduğu ileri sürülen ve medyada yayınlanan günlükleri.

Varsa, o günlükler dava dosyasında var. Soruşturmayı yürüten savcılarda ve mahkemede var. Belki bir de, emniyette olabilir.

Avukatlarda yok. Çünkü, mahkeme kararı var, "belgeler avukatlara verilmeyecek" diye. O zaman soru şu:

Günlükler medyaya nasıl sızıyor? Sızdıran kim ya da kimler?

Hukukun yerlerde süründüğü bu karmaşada, aklı başında girişimin sahibi Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin. Medyaya nasıl sızdığını tesbit için, müfettişlere görev veriyor.

MEDYA ETİĞİ

Mehmet Ali Şahin’den devamını umuyorum. Sızdıranı bulmasını ve o kişinin cezalandırılmasını bekliyorum. Sıradan vatandaş olarak bekliyorum.

Şu bilinmiyor. Balbay’ın günlükleri iddianamede var mı, yok mu, belli değil. Varsa bile, o günlükler bu suçun kanıtı mı, değil mi, o da belli değil. Bu mahkemede belli olacak.

Buna rağmen, mahkemeyi çoktan kuran medyaya göre, "günlükler ortada, darbe girişimleri de orada anlatılıyor."

Ergenekon’da adı geçen bazı kişiler suç işlemiş olabilir. Ama, onu henüz bilmiyoruz. Çünkü, dava devam ediyor.

Yok canım, neden bilmiyoruz, medya, sehpaları çoktan kuruyor bile.

Merak ediyorum, sehpa kuran o "gazetecilerin" başına benzer bir olay gelse, medya etiği üzerine hangi ahkamı keserler acaba?

80 milyon kişide numara var

SON numaramız, vatandaşlık numaramız.

YSK ilgili yasaya dayanarak, "seçimde oy kullanırken nüfus cüzdanlarında vatandaşlık numarasını" zorunlu kılıyor. Öyle mi olur, yoksa kural ertelenir mi, ayrı. YSK açıklamayı seçime çeyrek kala yapıyor. Tam talihsizlik.

Dün devletin ilgili birimini arıyorum. Verilen bilgi şu:

"Bugüne kadar 80 milyon kişi vatandaşlık numarası aldı."

Nüfusumuz 70 milyon ama toplamda kimlik numarası alan 80 milyon kişi. Almış, aramızdan ayrılmış. Günümüzdeki durum e-devlete hiç yakışmıyor:

"Kaç kişide, hele de kaç seçmende numara var, onu tam bilmiyoruz."

Medyaya yansıyan, 3.5 milyon kişide numara yok, lafı tahminden ibaret.

Seçime on gün kala bu numaradan vazgeçmek gerek.
Yazının Devamını Oku