Yalçın Doğan

Gül’ün jesti ve fakat o kadar

26 Haziran 2009
“UÇAKTA özel sohbetimiz olmadı, zaten ben de beklemiyordum, Sayın Cumhurbaşkanı herkesin elini sıktığı gibi, benimle de tokalaştı, o kadar. Kaldı ki, ayrı bölümlerde uçtuk.”
Çankaya Köşkü’nden DTP Gurubu’na telefon ediliyor, bir DTP milletvekili Gül’ün Çin gezisine davet ediliyor. Geziye DTP Gurup Başkanvekili Selahattin Demirtaş katılıyor.
Dün Demirtaş’la Çin’den konuşuyorum. Uçakta özel sohbet olmadığını söyleyen Demirtaş devam ediyor:
“Bugüne kadar resmi davetlerde DTP yoktu, davet gelince, biz Gurup Başkanvekili düzeyinde temsile karar verdik ve ben katıldım.”
Ben, bu fırsatta Gül ile Demirtaş arasında özellikle Kürt sorununa dönük sohbet geçebileceğini düşünüyordum, ama yok.

HÂLÂ RANDEVU YOK

DTP’ye davet, aslında Gül’ün daha önceki açıklamalarıyla örtüşüyor. O açıklamalar söz düzeyinde kalıyor. Kürt sorunu için fırsat var, açılım için şimdi iyi zaman, gibi sözlerin gerisi gelmiyor. Gül ilk kez bir DTP milletvekilini gezisine davet ediyor ve iyi bir iş yapıyor. Davet aslında çok normal ve gecikmiş bir tavır. İyi bir jest, ama o kadar.
Buna karşılık, Tayyip Erdoğan, seçimin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen, DTP ile hâlâ görüşmüyor. Normal olmayan bu.
Başbakan DTP ile neden görüşmüyor?
1-Belki kendi iradesiyle karar vermiyor. Belki görüşmek istiyor ama, belki bir başka irade devreye girerek, görüşmeyi engelliyor.
2-Görüşmeyerek, Erdoğan kendisiyle çelişiyor. Oysa yeri geldiğinde, seçilmiş olmayı, milletin iradesinin her şeyin üstünde olduğunu canı gibi savunuyor.

MİLLİ İRADE

İşte, karşınızda, sizin gibi seçilmiş DTP’liler ve milletin iradesi.
Erdoğan ve AKP’liler millet iradesiyle seçiliyor, o iradeyi temsil ediyor. Ya DTP’lileri kim seçiyor? DTP’liler kimi temsil ediyor?
Bu açıdan, Erdoğan’ın DTP’yi dışlaması çifte standart.
Erdoğan’dan doğan boşluğu Gül dolduruyor. Ancak, o da bir nezaketi yerine getiriyor ve orada duruyor.
Dialog şart, dialog. Dışlamakla, küsmekle bir yere varılmıyor. Uygar olmanın gereği diyalogdan geçiyor.

Merhaba henüz yok, bol borç var

SİİRT’te 19 Mayıs töreni. DTP’li Belediye Başkanı Selim Sadak, Siirt Valisi Necati Şentürk’ün yanına gidiyor, bayramını kutluyor. Vali selamı başıyla lütfen karşılıyor.
Sadak dün bana:
“Vali Bey ile törenlerde put gibi yan yana duruyoruz, hiç merhabamız yok, bana selam vermiyor. Seçimden bu yana üç ay geçti, daha ne kutladı, ne aradı, ne sordu.”
Bana göre, ayıp ve üzücü.
Selim Sadak, Kürt sorunu ile ilgili deneylerden geçmiş biri, hapisane ise hapisane, teori ise teori, pratik ise pratik.
Sadak Siirt’e belediye başkanı seçiliyor ama, mutsuz ve çok şikayetçi. Dün uzun bir telefon sohbeti yapıyoruz. Ben ona başka şeyler sormaya hazırlanırken, Sadak:
“Belediye AKP’de idi, şimdi biz aldık, tam 86 trilyon borçla.”
Sadak arka arkaya sıralıyor: “Borçların bir bölümü çalışanlara, bir bölümü vergi, sigorta borcu, bir bölümü İller Bankası’na. Benim makam arabam bile yok. Arabayı filan geçtim, asıl vahim olan itfaiyenin durumu. Öyle ki, itfaiye bir yangında ancak beşinci kata kadar müdahale edecek güce sahip, daha üst katlara müdahale edecek teknik araç ve gereç yok.”
Tayyip Erdoğan, Meclis’e ilk kez Siirt milletvekili olarak giriyor. Şimdi Siirt’in yüzüne bile bakmıyor. Bunu hatırlatan Sadak:
“İlgili bakanlıklara ve devlet kuruluşlarına pek çok yazı yazdık, durumu anlattık, ama hiç kimseden tek bir cevap gelmedi.”
DTP’li bir belediye başkanı seçildiği için mi, Siirt’e bu ceza veriliyor?
Yazının Devamını Oku

Köprüler rahatladı çünkü yaşanan Edgeworth Paradoksu

25 Haziran 2009
HURRAAA, bu köprü tıkalı, haydi şimdi öteki köprüye.<br><br>Hurraaa, öteki köprü de tıkalı, şimdi tekrar ilk köprüye. İki köprü arasındaki bu macera biter mi, yoksa çözümü var mı? Ya da kendiliğinden bir çözüme mi kavuşuyor?

İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü depreme karşı dayanaklı hale getirilmek üzere, bakıma alınıyor. İki şeridi kapatılıyor. Normal ve gerekli bir işlem. Heyecana kapılmak yersiz.

Fatih Sultan Mehmet köprüsü trafiğe açılalı yirmi yılı geçiyor. Zaman zaman ufak tefek onarım yapılıyor. Ancak, şimdiki bakım daha temelde.

Trafiğe kapalı iki şerit, İstanbul’da Asya-Avrupa hattını tıkamaya çoktan yetiyor. İnanılmaz bir yoğunluk.

İstanbul’da günde altı yüz araba trafiğe çıkıyor, bu yol ve bu alt yapı ile bunun altından kalkmak zaten zor, bir de kapalı iki şerit, işler Arap saçına dönüyor. Kan, insanların beynine sıçrıyor.

Aslında mesele trafik ve günde trafiğe çıkan araba sayısı değil. Mesele, imar planları ve imarla elde edilen rant. İnsanlara saç, baş yolduran, kenti kilitleyen bu karmaşanın altında, hesapsız imar planları ve ondan kaynaklanan rant yatıyor.

TEORİDE YERİ VAR

Fatih Sultan Mehmet köprüsündeki bakımla birlikte ortaya çıkan trafik faciasının maliye teorisinde yeri var.

Adına, olayı bulan kişiden dolayı, Edgeworth Paradoksu deniyor.

Edgeworth bir maliyeci. Dolaylı vergilerle ilgili bir teori üzerinde çalışırken, ortaya bir tren örneği atıyor.

Trende iki mevkii var, birinci ve ikinci mevkii. Birinci mevkide fiyat artınca, insanlar ikinci mevki ile gidiyor. İkincide yer bulmak zorlaşıyor, bu sefer yeniden birinci mevki vagona dönüş başlıyor.

Fiyat önce bir dengesizlik yaratıyor, sonra o denge yeniden kuruluyor.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde onarım başlayınca, teorideki gibi, insanlar aşırı reaksiyon gösteriyor ve Boğaziçi Köprüsü’ne hücum ediyor.

İlk köprü onarım nedeniyle yoğun. Boğaziçi Köprüsü de, oraya hücum nedeniyle yoğun hale geliyor. Bir süre köprülerin ikisi de tıkanıyor. Ancak, hemen sonra Fatih Sultan Mehmet Köprüsü biraz rahatlıyor.

Ama, bakın sonra ne oluyor?

İKİSİ DE AZALDI

Boğaziçi Köprüsü’nde de tıkanma başlayınca, insanlar bu kez yeniden Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne yöneliyor. İnsanlar iki köprü arasında gidip geliyor.

Bir o köprüye, bir bu köprüye derken, trafikteki yoğunluk iki köprü arasında yine eskisi gibi dağılıyor. Yine eski dengesine geliyor. Kapalı şeritlere rağmen, insanlar hafif tertip rahatlıyor.

Ama, bu arada çok başka bir şey daha yaşanıyor.

İki köprüden de geçiş azalıyor.

İnsanlar köprüleri daha az kullanmaya başlıyor, ilk günkü feryatlar sona eriyor.

Vergilerde ve ekonominin başka alanlarında görülen bu talep düşüklüğüne, buradaki talep düşüklüğü, köprülerden daha az geçiş, anlamında, maliye teorisinde Edgeworth Paradoksu deniyor.

Şu anda İstanbul’daki köprülerde Edgeworth Paradoksu yaşanıyor.

Geçişler azalıyor, trafik rahatlıyor.

Haberler görüyor ve okuyorum, bilmem şeritlerden biri açılmış da, köprüler rahatlamış, filan. İlgisi yok.

Yaşanan Edgeworth Paradoksu. Rahatlık ondan.

Çok sayıda Deniz Feneri sorusu

DENİZ Feneri yolsuzluk iddiaları karşısında muhalefet Meclis’te boş durmuyor. Ama, iktidar boş duruyor.

Değişik partilerden milletvekilleri başbakana ya da başta İçişleri ve Adalet bakanları olmak üzere, bazı bakanlara soru önergeleri veriyor. Ancak sorulara yanıt ya hiç yok ya da suya sabuna dokunmadan geçiştiriliyor.

Son örneklerden biri, CHP İstanbul milletvekili Sacit Yıldız’ın önergesi. Yıldız 11 Eylül 2008’de Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle Deniz Feneri’ne ilişkin sorular yöneltiyor. Buna, aylar sonra Erdoğan değil, İçişleri Bakanı Beşir Atalay sözüm ona yanıt veriyor, ama işin özüne dönük tek satır yok.

Sacit Yıldız 20 Mart’ta Beşir Atalay’a yeniden soruyor, üç ay geçiyor, hálá yanıt yok.

Bizler de saf mıyız, neyiz, Deniz Feneri sorularına hálá yanıt bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku

AB’yi kendim için istiyorsam namerdim

24 Haziran 2009
SİZİN Meclis’te AB ile ilgili komisyon var mı? - Var, tabii.

Æ Komisyon başkanı kim?

- İktidardan değil, ana muhalefetten bir milletvekili.

Æ Neden iktidar partisinden değil?

- Çünkü, AB bir partinin değil, ülkenin projesi. Başkan iktidardan olursa, AB projesi sanki iktidarın projesi imiş gibi algılanıyor, oysa AB projesini kucaklamak için, iktidarıyla muhalefetiyle, herkese ihtiyaç var.

Çok çarpıcı. Küçük ve belki dolaylı ama, ilginç bir demokrasi dersi.

Bu sohbet CHP milletvekili ve AB Uyum Komisyonu üyesi Prof. Dr. Osman Coşkunoğlu ile en az altı, yedi AB ülkesinin milletvekili arasında geçiyor.

AB ülkelerinin tamamı AB’ye böyle yol alıyor. İktidar partisi tek kişilik show yapmıyor. Muhalefet AB reformlarını engellemeye çalışmıyor.

Demokrasi ise, al sana demokrasi. Demokrasi, mutlaka darbeye karşı göğsünü siper etmek gibi, dar bir çerçeveye oturmuyor. O da dahil olmak üzere, çok daha geniş kapsamlı. Demokrasiyi sadece darbe tartışmalarında anımsamak, demokratik perspektifi kısırlaştırıyor.

İşte, örnek AB.

SADECE BİR KEZ

Uzun bir aradan sonra Tayyip Erdoğan AB’yi hatırlıyor, önceki gün AB reformlarından söz ediyor.

AB reformları Mecliste kabul ediliyor. Mecliste AB Uyum Komisyonu var. İktidar ve muhalefet milletvekillerinden oluşuyor.

2007 seçimlerinden sonra AB Uyum Komisyonu, Ali Babacan döneminde bir kez, öğle yemeğinde buluşuyor, o yemekte de, AB konuşulmuyor.

AB aşkı dediğin böyle olur.

Şimdi Tayyip Erdoğan’ın AB aşkı depreşiyor. Neden? Bunun yanıtı, kendi söylediği AB paketinde var.

BİZDEN BİRİLERİ

Egemen Bağış AB’den sorumlu bakan olunca, Uyum Komisyonu iki kez toplanıyor. İlki tanışma, ikincisi geçen hafta, AB Genel Sekreterlik yasa tasarısı.

AB Genel Sekreterliği yeniden yapılanıyor. Genel Sekreterliğe dışarıdan eleman alma kuralı getiriliyor. Bilinen mantıkla, bizden birileri vaziyeti. Oysa, orası teknik bir yer. Üstelik yüzü sürekli AB’ye dönük. Bizden birilerinin kolay kıvırabileceği iş değil. Ama, kadrolaşma hırsı. AB, reform, demokrasi derken yine kadrolaşma.

Tasarının olumlu yanı, bir eksiği karşılıyor. AB ülkelerinde ofis açmak. Amaç, Türkiye’nin AB projesini tanıtmak, o ülkelerde AB işlerini kovalamak.

PARTİ KAPATMAK

Tayyip Erdoğan’ın altını çizdiği AB paketinde öne çıkan iki temel reform var.

1- Anayasa değişikliği. AKP dilinde, Anayasa değişikliğinin adı, demokrasi. Demokrasinin ana ölçüsü ise, parti kapatmayı zorlaştırmak. Parti kapatmayı zorlaştırma dışında, diğer maddeleri merak ediyorum.

2- Sendikal haklar, çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi. 12 Eylül askeri darbesinden bu yana çalışma yaşamı otokratik bir yapıda. Reform paketinde ikinci ana konu bu. Nedeni var.

AB bu yapının değişmesini zorluyor. O yapı değişmeden, çalışma faslı açılmıyor. Bu sözün Türkçesi, AB görüşmeleri tıkanıyor.

Tayyip Erdoğan, AB’yi gerçekten istiyorsa, bu istek darbe planlarına karşı, kendini koruma refleksi ile sınırlı değilse, en başta hukuk reformu yapmak zorunda. Gözaltına alma uygulamalarından kitap toplatmalara, yıllarca süren mahkemelerden ifade özgürlüğüne kadar çeşitli eksiklikleri gidermek koşuluyla.

Hatta, işe simgesel kararla başlamak mümkün. AB Uyum Komisyonu başına bir muhalefet milletvekilinin gelmesini sağlamak.

Erdoğan AB için Türk Halkını ve AB’yi ikna edebilir, tek koşulu var, "kendim için istiyorsam namerdim" diyecek ve ona göre bir paket hazırlayacak.

Yoksa, bürokratik bıkkınlıklar ve işine geldiği zaman AB demekle olmuyor.
Yazının Devamını Oku

Ne oldu da dokuzdan dörde düştü

23 Haziran 2009
SOFULAR Alaattin Camii ve Çevre Koruma Derneği, İlim Yayma Cemiyeti Konya Şubesi, Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Türkiye İlahiyat Tedrisatına Yardım Eden Dernekler Federasyonu. Bu dernekler, aziz milletimize yardım ve dayanışma konusunda ellerinden geleni yapıyor. Derneklerin isimleri bunun kanıtı.

Üç dernek ve bir federasyon CHP Konya milletvekili Atilla Kart’ın soru önergesi üzerine, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yanıtında yer alıyor.

Kart, Almanya’daki Deniz Feneri’nin Türkiye’de kimlere, ne kadar yardım ettiğine ilişkin iki soru önergesi veriyor. Biri geçen yıl, diğeri yeni.

ŞAHİN-ERGİN ÇELİŞKİSİ

Kart’ın sorusunu Aralık 2008’de, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin yanıtlıyor:

"Dokuz derneğe yardım edildiği anlaşılmıştır."

Derneklerin adı verilmiyor, yardım miktarı da, yanıtsız kalıyor. Ama, dokuz dernek.

Kart’ın aynı konudaki yeni sorusunu şimdiki Adalet Bakanı Sadullah Ergin yanıtlıyor:

"Sehven dokuz dernek denilmiştir. Almanya’daki Deniz Feneri Türkiye’de üç dernek ve bir federasyona yardım etmiştir."

Sehven, yani yanlışlıkla. Bakan Ergin yanlışı düzeltiyor, dokuz derneği, yukarıda aktardığım üç dernek ile bir federasyona indirgiyor.

Dokuz dernek nasıl oluyor da, dörde düşüyor? Nasıl bir yanlışlık yapılıyor? Dokuz, o tarihte yanlış ise şimdi dört, ne kadar doğru?

Atilla Kart da, aynı soruları soruyor ve bunların incelenmesi için savcılığa başvuruyor.

Ya yardım miktarı? Şahin gibi, Sadullah Ergin de bunu açıklamıyor.

MASAK BİLMECESİ

Hem Şahin’in, hem Ergin’in verdiği yanıtta dikkat çeken başka bir nokta var.

Deniz Feneri olayını savcılık dışında, bir de kısa adı MASAK olan, Mali Suçları Araştırma Kurulu inceliyor. Kart inceleme sonucunu soruyor.

Aralık 2008’de Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin:

"MASAK yapılan çalışmaları değerlendirmektedir."

Haziran 2009’da Adalet Bakanı Sadullah Ergin:

"MASAK inceleme aşamasındadır."

Bu nasıl inceleme? Aralıkta inceleme, aylar geçiyor, hálá inceleme. Kaç derneğe, ne kadar ve hangi amaçla yardım edildiğini bulmak, atla deve mi.

Atilla Kart, bakanların yanıtlarından tatmin olmuyor, delillerin karartılabileceği kaygısıyla, elindeki belgeleri savcılığa sunuyor.

Deniz Feneri belki de, bir dönemin feneri.

Tepelerdeki kanı: Belge gerçek

SİYASETTE etkili ve yetkili, yönetim iradesine sahip insanlarla sohbet ediyorum.

İlk konu, vazgeçilmez olarak, günlerdir tartışılan darbe planı belgesi.

O önemli kişilerden aldığım tek yanıt var, herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek kadar kesin:

"O belge gerçek."

Belge gerçek, ya kanıtı? Kanıtı yok. Belgenin gerçekliği sadece bir kanı. O insanlara ulaşan bilgilerden geriye kalan izlenim.

Aynı çevrelerden yine kesine yakın bir kanı (izlenim):

"Ama, bir sonuç çıkması zor."

İkide bir ortaya çıkan, yok darbe planı, yok andıç, yok bilmem ne belgesi ile laf uzuyor. Oysa, bunlara nokta koymanın temel yolu var.

1982 Anayasası’nın geçici maddesini kaldırarak, 12 Eylül darbecilerine yargılanma yolunu açmak.

Geçiyorum fiilen yargılamayı, o maddeyi kaldırarak, yargı yolunu açmak bile, belgeler, planlar, andıçlar dizisinde son perde yerine geçer.
Yazının Devamını Oku

Çarşıya değil, sokağa

20 Haziran 2009
BİNAYI işçiler basıyor. Türk-İş’e bağlı işçiler, Türk-İş’in bölge binasını basıyor. Türk-İş’e bağlı işçiler, Türk-İş’e kızgın. Oysa, şu sırada Türk-İş’e bağlı işçiler ile Türk-İş yönetimi arasında su sızması doğru değil. Çünkü, Türk-İş yönetimi hükümetle toplu pazarlık masasında.

Aileleriyle birlikte, toplam bir milyon insanın ekmek parası için.

Ekonomik krizin hafifletilmesine yardımcı olacak bir paket var. ÖTV ve KDV gibi vergileri düşürerek, tüketim mallarının satışı teşvik ediliyor. Alış veriş için, çarşıya çıkmak gerek.

İşçilerin öfkesi ve binayı basması bu yüzden. Paraları yok, hangi çarşı? O nedenle, baskın sırasında attıkları slogan, "çarşıya değil, sokağa". Çarşıya gidecek halimiz yok, sokağa çıkarız, gösterilere katılırız, anlamında.

YÜZDE 12 ve YÜZDE 3

Kamu kesiminde çalışan işçilerin büyük çoğunluğu Türk-İş üyesi. Hangi iktidar döneminde olursa olsun, toplu pazarlık zamanı geldiğinde, hükümet ile Türk-İş arasında bir gerilim mutlaka yaşanıyor. Şimdi olduğu gibi.

Hükümet şunu veriyor, Türk-İş onun üzerinde istiyor ve toplu pazarlık her seferinde gerilime uzanıyor.

Türk-İş kamu kesimi işçileri için yüzde 12 zam istiyor. Sadece bu hükümetin değil, bütün hükümetlerin "işçiye enflasyon üzerinde zam verdiğini" hatırlatan Türk-İş, bu hükümetin de bu yönde sözü olduğunu söylüyor.

Buna karşılık, hükümet yüzde 3 zam öneriyor. İlk yıl yüzde 3, ikinci yıl yine yüzde 3. Nedeni çok açık, ekonomik kriz.

Türk-İş ile hükümetin önerisi arasında dağlar kadar fark var. Bu yüzden iş giderek sertleşiyor.

İKİ İNDİRİM ÖRNEĞİ

Türk-İş yüzde 12 önerince, hükümet çok farklı bir gerekçe daha kullanıyor.

İskenderun ve Ereğli Demir Çelik fabrikalarında, zam bir yana, tersine, işçi ücretlerinde ciddi indirime gidiliyor.

İndirim, yine ekonomik kriz nedeniyle. İşten çıkarmaları önlemek amacıyla, işçiler dayanışma içinde, ücretlerinin azaltılmasına razı oluyor.

Hükümet şimdi bu formülü kullanıyor. Türk-İş’e, bu iki fabrikayı örnek gösteriyor. "Kriz var, bakın onlar indirime bile gittiler, siz hala yüzde 12 diyorsunuz" reçetesiyle.

Türk-İş, önünde bu örnek, hükümetle ücretine zam isteyen işçi arasında sıkışmış durumda. Hükümeti zorluyor, ama hükümet elindeki "ekonomik kriz" kozunu sonuna kadar kullanmaya niyetli.

Şimdiki Türk-İş Başkanı AKP desteğiyle göreve geliyor. Toplu pazarlık masasında o destek işe yaramıyor. En sıkışık durumda olan Türk-İş Başkanı.

Başkan ne çarşıya, ne sokağa çıkabiliyor. Çarşıya çıksa, işçiler ayaklanacak, "nereden buluyorsun parayı" diyerek. Sokağa çıksa, hükümet "hoop, ne oluyoruz" diyecek.

Toplu pazarlıkta pazarlık bir süre daha devam edecek.

27 yıldır darbe yasaları

KOLOMBİYA, Guetamala, Myanmar, Filipinler, Pakistan, Swaziland.

Kısa adı ILO, Uluslararası Çalışma Örgütü. Geçen hafta Cenevre’de ILO toplantısı.

Haritada zor bulabileceğiniz bu ülkelerle birlikte, ILO toplantısında Türkiye’nin de adı geçiyor.

Türkiye ve bu ülkeler temel sendikal hakları ihlal etmek, yasa ve uygulama düzeyinde uluslararası sözleşmelere uymamakla suçlanıyor.

Toplantıya DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi katılıyor. Geçen gün Çelebi ile konuşuyorum. O aktarıyor:

"ILO en sert uyarılarından birini yaptı. Türkiye işçi hakları alanında uluslararası ölçülerin çok uzağında. Hükümet, bunları düzelteceğine söz verdi, ama değiştirmek bir yana, sendikal baskılar arttı, işçilerin temel insan hakları ihlal edildi, artık olayın savunulur yanı kalmadı, Türkiye 27 yıldır kara listede ve her yıl daha ağır uyarılarla karşı karşıya".

Tıpkı, darbe sonrasındaki 1982 Anayasası gibi. İşçi yasaları da, yine darbe döneminin yasaları.

1982-2009, birbirinden farklı bunca iktidar gelip geçiyor, hepsi "demokrasi" lafını ağzından eksik etmiyor, ama darbe yasaları bir türlü değişmiyor.
Yazının Devamını Oku

Kıyılar ve Ataşehir el değiştiriyor

19 Haziran 2009
EĞER öneri yasalaşırsa;Türkiye’nin gözdesi kıyılar Kültür Bakanlığı ile Bayındırlık Bakanlığına, İstanbul’un parlamaya aday yıldızı Ataşehir, TOKİ’ye emanet. Kıyılarda ve Ataşehir’de imar yetkisi, imar planları, uygulamaları belediyelerden alınıyor.

Özelde Ataşehir, genelde Türkiye’nin bütün kıyı şeridi için, önemli bir karar. Önemli çünkü, belediyelerin yüz yıllık yetkisi bir kalemde siyasal iktidarın ve iktidara bağlı bir kurumun eline geçiyor.

Son gurup konuşmasında Deniz Baykal şunu söylüyor:

"Sahil bölgelerinde belediyelere ait olan imar yetkilerini, bir kanun teklifi ile Kültür Bakanlığına veriyorlar. Ne zaman? Seçimlerde sahil bölgeleri CHP’nin eline geçtikten sonra".

RECAİ BERBER


AKP Manisa milletvekili Recai Berber bir yasa önerisi hazırlıyor.

Berber, İSKİ Genel Müdür eski Yardımcısı. Şimdiki Çevre Bakanı Veysel Eroğlu İSKİ Genel Müdürü iken, onun yardımcısı.

Berber’in yasa önerisinde iki önemli nokta var. Biri kıyılarla ilgili.

Şimdiki uygulamaya göre, bir bölü 25 bin ölçekli imar planları Çevre ve Orman Bakanlığına ait. Bir bölü 500 bin büyükşehir, bir bölü bin ölçekli imar planlarını yapmak yetkisi ilçe belediyelerine ait.

Yasa önerisi, kıyılarda imar planı yetkisinin belediyelerden alınmasını öngörüyor.

Yetki, kıyılarda Kültür Bakanlığı talebi üzerine, Bayındırlık ve İskan Müdürlüklerine bırakılıyor.

Baykal
, önerinin, kıyılarda pek çok belediyenin CHP’ye geçmesi üzerine, hazırlandığını söylüyor. Belki öyle, belki değil. Ama, öneri ortada.

ATAŞEHİR

Merkez Bankası, Ziraat Bankası ve Vakıfbank genel müdürlükleri Ankara’dan İstanbul’a taşınıyor. Bu biliniyor. Taşınma yerleri Ataşehir. Bu da biliniyor.

Bilinmeyen, Berber’in yasa önerisinde yer alıyor.

Bu üç önemli merkezin Ataşehir’e taşınacak olması, çok açık, Ataşehir’i öne çıkartıyor. Ataşehir yıldız olmaya aday. Yasa önerisinde;

Ataşehir’de imar planı yapmaya, inşaat ve iskan ruhsatı vermeye TOKİ yetkili kılınıyor.

TOKİ, devletin bir kurumu. Siyasal iktidarlara bağlı bir merkez.

Ataşehir Belediyesi’nden imar yetkisi alınıyor. Tesadüf o ki, Ataşehir Belediyesini son seçimde CHP kazanıyor.

Kıyılarda ve Ataşehir’de imar planları demek, çok büyük şey demek. Yine gürültü kopartacak bir durum.

Şampiyonlara tekme, yumruk

MAÇIN son düdüğü ile birlikte, tribünlerden sahaya bir takım adamlar atlıyor. Şampiyon takımın oyuncularına, küfürle karışık, tekme ve yumruklar havada uçuşuyor.

Efes-Fenerbahçe basket maçı. Efes seri maçlarda önceki akşam Fenerbahçe karşısında dördüncü kez galip gelerek, şampiyon oluyor.

Saniyesi saniyesine, maç bittiği anda, sözüm ona Fener taraftarı, bir çapulcu gurubu oyun sahasını basıyor. Tam can pazarı. Efes’li basketçiler şampiyonluk sevincini yaşamaya fırsat bulamıyor. Efes’in suçu, şampiyon olmak.

O serseri gurubun bir bölümü de, koltukları kırmakla meşgul. Bunlar hiç bir kulübün taraftarı olamaz. Amaçları ne, ne akla hizmet, belli değil.

Kulüpler bu gibi olayları şiddetle kınamalı, bunların arasına tesadüfen bilinen bir taraftar karışmış ise, onu derhal kulüpten uzaklaştırmalı. Ve polise teslim etmeli.

Tarlalardan spor sahalarına kadar, şiddet her yere kol geziyor.
Yazının Devamını Oku

Ay şekerim, hepimiz demokratız vallahi

18 Haziran 2009
BİR rekora daha imza atıyor bugün Anayasa Mahkemesi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bir yasanın bir maddesinin iptali için 29 Haziran 2006’da Anayasa Mahkemesine dava açıyor. Tam üç yıl önce yapılan iptal başvurusunun, son anda yine bir şey çıkmazsa, Anayasa Mahkemesi tarafından bugün karara bağlanması bekleniyor. 29 Haziran 2006, bugün 18 Haziran 2009. Ne muhteşem hız, ne muhteşem adalet. Anayasa Mahkemesini bu hızından dolayı kutlamak gerek.

Bir kutlama daha gerek, iptale konu olan yasa maddesi.

GÜNLÜK’E KAPATMA

Görüşlerine katılır ya da katılmazsınız. Geçenlerde Günlük gazetesi mahkeme kararıyla bir ay süreyle kapatılıyor. Yayınlanan yorum ve fotoğraf nedeniyle.

Kapatmanın dayanağı Terörle Mücadele Yasası. Yasanın ilgili maddesi, "terör örgütünü suç işlemeye teşvik ve propagandasının yapılması durumunda, yayın on beş günden bir aya kadar durdurulur" diyor.

Günlük gazetesi de, bu maddeye dayanılarak, bir ay kapatılıyor. 29 Haziran 2006’da kabul edilen yasa gereğince.

Yasa kapatmaya izin veriyor. Hatta, daha fazlasına izin veriyor.

Şimdi üç yıl geriye gidiyoruz, belleklerimizi tazeliyoruz.

DELİ DUMRUL GİBİ

Terörle Mücadele Yasasının 7. maddesi var.

Terör örgütünün propagandasına, bir buçuk yıldan başlayan hapis cezası veriyor. Propaganda basın yoluyla işlenirse, suç yarı oranda artırılıyor. Şimdi sıkın durun, madde devam ediyor:

"... ayrıca basın ve yayın organlarının suça iştirak et-me-miş olan sahipleri ve yayın sorumluları hakkında bin günden on bin güne kadar adli para cezası verilir."

Sahip ya da yayın sorumlusu suça iştirak etmiyor, ama yine de bin gün ile on bin gün arasında para cezası alıyor. Tam Deli Dumrul vaziyeti. Köprüden geçene on akçe, geçmeyene yüz akçe ceza vaziyeti.

Günlük ceza ne kadar? En az yirmi lira, en çok yüz lira.

Bin gün ceza, bu durumda en az yirmi bin, eski parayla yirmi milyar lira. En çok yüz bin, eski parayla yüz milyar lira.

On bin gün ceza, en az iki yüz bin, eski parayla iki yüz milyar, en çok bir milyon, eski parayla bir trilyon lira.

Sahip ve yayın sorumlusu "suça iştirak et-me-miş", ama trilyonluk ceza ödüyor. En büyük suç, suça iştirak etmemek.

Ahmet Necdet Sezer bu maddenin iptalini istiyor. Anayasa Mahkemesi’nin bugün bu davaya bakması bekleniyor. Üç yıl sonra.

UÇAR MI KOŞAR MI

Böyle bir maddenin hangi demokrasiyle bağlantısı var? Böyle bir madde Meclisten nasıl geçiyor?

Yasayı 2006’da AKP çıkartıyor. Her fırsatta demokrasi nutukları atan bir iktidar, nasıl oluyor da, böyle bir Deli Dumrul yasası çıkartıyor? Nasıl oluyor da, hala gazete kapatmak, hala kitap yazanlar hakkında hapis cezaları isteniyor?

Liberal olarak geçinenler ile dinci basın ortak bir tanımda buluşuyor.

Demokrasi eşittir askerin etkinliğinin olmadığı bir rejim. Nokta.

Bu kadar mı? Tamam, asker etkin değil, çok başka örnekler de var ama, ya özetlediğim yasa maddesi ortada dururken, hangi demokrasi?

Hangi demokratik ülkede, "suça iştirak etmeyenlere ceza" veriliyor? Üstelik, suça katılmadıkları vurgusu yapılarak.

Bu demokrasi deve mi, kuş mu, uçar mı, koşar mı?

Ay şekerim, hepimiz demokratız vallahi. Ne de olsa ve madem ki, asker artık etkin değil, elbette ve icabında hepimiz demokratız. Tek ölçümüz bu.
Yazının Devamını Oku

Askerde uzun süren boşluk

17 Haziran 2009
ZAMANINI söylemiyorum, "bir süre önce", demekle yetiniyorum, zamanı söylersem, Genelkurmay Başkanı’nın kimliği ortaya çıkar. Ortada yine bugünkü gibi, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlandığı öne sürülen bir belge dolaşıyor, bir darbe planı değil ama, bir andıç.

Rastlantı, andıçın tam basında yayınlandığı gün, Genelkurmay Başkanı ile önceden belirlenmiş randevum var. Görüşme konusu farklı ancak, ben söze elbette andıçla giriyorum. Dönemin Genelkurmay Başkanı:

"Andıçı ben de bilmiyorum, böyle bir andıçın hazırlandığını ben de basından öğrendim. Emir verdim, adli soruşturma başladı."

Genelkurmay’da hazırlandığı öne sürülen belgeden Genelkurmay Başkanı’nın haberi yok. Olabilir mi? Evet, olabiliyor.   
ORADA FİRE VAR

Yaşadığım bu örneği Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u aklamak çabasıyla aktarmıyorum. Ne benim böyle bir görevim, ne Başbuğ’un buna ihtiyacı var.

Aktarmamın nedeni farklı. Anlattığım örnek ve bugünkü olay gösteriyor ki, Genelkurmay’da fire veren yerler var.

Belge doğru ya da yanlış, Genelkurmay o boşlukları doldurmak zorunda. Belli ki, o boşluk uzun süredir var.

Orgeneral Başbuğ bir değil, bir kaç kez vurguluyor, "Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiye bağlıdır, demokrasi dışına çıkmak isteyenler burada barınamaz" diyor, ama birileri hálá darbe planlarıyla meşgul.

Eğer belge doğru ise:

Silahlı Kuvvetlerde emir-komuta zincirinde kopukluğu gösteriyor ki, vahim.

Askeri istihbarat bu belgeyi nasıl atlıyor ki, o da vahim.

Birileri orduyu tuzağa düşürmek, yıpratmak istiyor ki, o da vahim. Bu saatten sonra, ne darbesi, adamın aklını kaçırmış olması gerek.

BELGE SAHTE İSE

Eğer belge sahte ise;

Ergenekon kapsamındaki bilgisayar kayıtları ve belgeler, hukuk açısından geçersiz hale geliyor.

Darbe belgesi Ergenekon kapsamında ortaya çıktığı için, Ergenekon’daki diğer kayıt ve belgelerin de, darbe planı gibi, sahte olma ihtimali ortaya çıkıyor. O kayıtların hangisi gerçek, hangisi sahte, bilinemez durumuna düşüyor. Hukuk bunları kanıt olarak nasıl kullanacak?

Her boyutuyla, darbe belgesinin doğruluğu ne kadar vahim ise yanlışlığı da o kadar vahim.

Hep birlikte ağır yaralıyız.

Erdoğan orduyu korudu

UZUN zaman sonra ilk kez, Başbakan Erdoğan bağırmadan, soğukkanlılığını koruyarak, kapsamı çok dikkatle çizilmiş bir konuşma yapıyor.

Orgeneral İlker Başbuğ ile darbe belgesi üzerine yaptığı görüşme sonrasında, düşüncelerini Meclis’te AKP Grubu’nda açıklıyor. Başbuğ ile görüşmesinin izdüşümünde ve o etkiyle.

Erdoğan, ses tonu, seçtiği sözcükler ve üslubuyla orduyu koruyor:

1-"Kurumların birbirine güveni tamdır" sözüyle, hükümet-ordu arasındaki güven tartışmasını noktalıyor.

2-Gerçek ya da sahte, bu gibi belgelerle, "kurumları birbirine düşürme" tehlikesine dikkat çekiyor, karşılıklı güveni bir kez daha vurguluyor.

3-Belge gerçekse, Genelkurmay açıklamasıyla aynı çizgiye geliyor, "yargı işleyecek" diyor.

4-Belgenin sahte olma olasılığına açık kapı bırakıyor.

5-Geçen hafta sonundaki konuşmasına göre, daha temkinli davranıyor.

6-Yandaş basın da parlayan "orduya hücuuum" baltalarını toprağa gömüyor.

Belli ki, ikili görüşmede mantık egemen. Birileri rahatsız olacak ama, Erdoğan-Başbuğ uyum içinde.

Erdoğan
’ın grubundaki duruşu, bu uyumun aynası.
Yazının Devamını Oku