Paylaş
Bunların birini de dış politika alanı oluşturuyor. Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliği, genel olarak Batı kurum ve kuruluşları, hatta NATO ile ilişkileri sorgulanıyor.
Türkiye böyle dönemlerden daha önce de geçti. Ancak her sınavı başarıyla atlattı ve sırtını Batı'ya dönmeme erdemini gösterebildi. Bu defa daha zor da olsa yine aynı sonuca ulaşması beklenir.
Türkiye ile ABD arasındaki müttefiklik ilişkilerinin altmış yılın üzerinde uzun ve köklü bir geçmişi vardır. Bu ilişkilerin sadece Türkiye'nin NATO üyesi olduğu 1952 yılından itibaren başladığını ve Türkiye'yi NATO'ya ABD'nin soktuğunu düşünmek hata olur.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde Sovyetler Birliği tarafından üzerinde oluşturulan, özellikle de Boğazlar üzerindeki egemenliğini zorlayan baskılar sonucu, Türkiye Batı camiasında yer almanın daha akılcı olduğu sonucuna varmış ve bu nedenle yüzünü NATO'ya dönmüştür.
ABD de Türkiye'ye olan ilgisini İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği ile kurduğu dostluğun savaş sonrasında bozulması ve bilhassa Almanya'nın bölünmesi üzerine artırmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye'nin dış politikasındaki "Batı'yla barışık" yönelimini ve bugüne dek inişleriyle çıkışlarıyla sürdürdüğü politikasını daha çok Batı ile Rusya arasındaki ilişkiler süreci çerçevesinde görmek gerekir. Böyle görülürse, bugün Türkiye'nin dış politikasındaki yeni arayışlar bağlamında sözü edilen alternatiflerin ne anlama geleceği de daha kolay anlaşılır.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler çeşitli dönemlerde kendi dinamiği içinde sorunlar ve sıkıntılar yaşadı. Bunların başında 60'lı ve 70'li yıllarda yaşanan Kıbrıs ile ilgili gelişmeler gelir. Birincisinin izi hafızalarda ünlü "Johnson mektubu" ile yer etmiştir. İkincisini hatırlayanların aklına ise 1975 yılındaki ABD ambargosu gelecektir.
2003 yılındaki ünlü "1 Mart tezkeresi" Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde önemli bir dönüm noktasıdır. Dostluk ve müttefiklik ilişkilerinin en temel dayanağı olan "güven" bu tarihten itibaren iki ülke arasında hızla yıpranmıştır. Türkiye ABD'nin güvenini 1 Mart tezkeresi TBMM'de, küçük bir oy farkıyla da olsa, kabul edilemediği için değil, sanki bu duruma hiç yol açılmayacakmış gibi bir inanış uyandırdığı için kaybetmiştir.
Bu olayın akabinde kuzey Irak'ta Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının ABD askerleri tarafından tutuklanarak başlarına çuval geçirilmesi ise karşılıklı güveni dibe vurdurmuştur. Türkiye bu davranışın 1 Mart tezkeresine bir misilleme olduğu inanışından hiç kurtulamamıştır.
Suriye sorunundaki görüş farklılıkları, Irak bağlamında yaşanan güven bunalımının düzeltilmeye çalışıldığı bir ortamda tüm çabaları yeniden yıktı. Suriye'de sadece hangi önceliklere göre hareket edileceği değil, kimlerle birlikte hareket edileceği konusu da iki ülke arasında derin bir uyumsuzluk oluşturdu.
Bu sayılanların tümü iki ülke arasında genel dış politika uygulamalarında yaşanabilen yaklaşım farklılıkları olarak yorumlanabilir. Böyle yorumlanınca, iyi bir eşgüdüm ve karşılıklı diyalogla ikili ilişkilerde silinmeyecek izler bırakması da engellenebilir.
Bugün durum farklı. Türkiye'de 15 Temmuz tarihinde yaşanan kabusun başlıca sorumlusu olarak görülen şahıs ABD'de yaşıyor. Türkiye onun iadesi için ABD'den talepte bulunuyor. ABD bu iade talebine suçluların iadesine ilişkin uluslararası ve ikili anlaşmalar çerçevesinde tamamen hukuki açıdan bakıyor.
Suçluların iadesi konusu zor bir konudur. Eğer her istenen kişinin iadesi kolaylıkla gerçekleştirilebilseydi, ABD şimdiye dek Edward Snowden ve İsveç'in aracılığıyla da Julian Assange'ın iadesi konusunda istediği sonucu elde edebilirdi. Ancak, edemiyor. Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iadesinin de kolay bir süreç olmayacağı buradan anlaşılabilir.
Asıl mesele ise Gülen'in Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin geleceği üzerinde oluşturduğu ipotek. ABD'nin Gülen'i vermemesi halinde 15 Temmuz darbe girişiminde parmağı olduğu inancı Türkiye'de iyice kuvvetlenecek.
Bazı basın ve yayın organları bu konuyu günlerdir işliyorlar. O kadar ki, bu yargıya çoktan varmış olanlar, ABD hakkında Gülen iade edilse dahi bu inançlarından vazgeçmeyecek kadar ileri düzeyde itham ve suçlamalarda bulunuyorlar.
Böyle bir anlayıştan hareket edilirse, ABD'nin Gülen'i iade etmemesi kadar etmesi de Türkiye'de kamuoyunda yaratılmaya çalışılan önyargıyı ortadan kaldırmaya yetmeyecek. Hatta, belki de Gülen'in iadesi ABD'nin "suçunu ikrar ettiği" şeklinde bile yorumlanabilecek.
Tehlikeli olan, "Gülen vak'ası"nın Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler ve bunun üzerinden Türkiye'nin genel dış politikası bakımından yapabileceği yansımalar.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin mevcut halinden daha da geriye gitmesine yol açabilecek gelişmeler sonunda Türkiye'nin dış politikasında gerçek bir eksen kaymasıyla karşılaşılırsa akla birbirinden kötü iki olasılık geliyor. Biri Rusya ile yakınlaşarak Avrasya'cı bir anlayışa yönelmek, diğeri Ortadoğu'da suni ittifaklar aracılığıyla islam alemi içinde bir arayış peşine düşmek.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bu maceracı düşüncelerin ikisi de Türkiye'nin güvenliğini büyük bir zaafiyete uğratacaktır. Türkiye'nin stratejik, güvenlik ve ekonomik açılardan izlemesi gereken dış politika ne Rusya'yı ne Ortadoğu'yu göz ardı etmesine yol açmalıdır. Batı'ya sırtını dönmesine ise asla yol açmamalıdır.
Bugün Türkiye'nin dış politikasının geleceğine ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı ve bu tartışmaların özellikle Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri ipoteğine alan bir şahıs üzerinden tanımlanmasına çalışıldığı bir dönemde siyasi otoritenin asıl ihtiyaç duyulan "erdemli eksen"inden şaşmaması umuluyor. Bunun başlangıcını ise Türkiye-ABD ilişkilerine "Gülen vak'ası"ndan bağımsız bir anlayışla bakabilmek oluşturuyor.
Paylaş