İnsanlığın dijital dönüşümünde hiçbiri onun kadar hızlı kabul görüp günlük hayata adapte olmamıştı: QR kod. Her restoranda karşımıza çıkan, havaalanlarında elimizin iyice alıştığı, hatta AVM’ye bile onunla girdiğimiz şu küçük, siyah beyaz bezeli kare kodlar. Hayatımızın öyle çabuk vazgeçilmezi haline geldi ki şimdi gündem konusu olmasını bile yadırgayabilirsiniz. Öyleyse QR kod hakkında pek bilinmeyen gerçeklerin farkına varmanın tam sırası! The New York Times’ın yayımladığı bir analiz sürekli izlenen tüketim davranışlarımıza QR kod marifetiyle yeni bir katman daha eklendiğini gösteriyor.
Pandemi sürecinde temastan sakınmak hayati önem kazanınca, QR kodlar bir anda tüm restoranlarda belirdi. Bu kodlar yalnızca menüyü göstermekle kalmıyor; yiyecek fotoğrafları ve pek çok ayrıntıya yer verilebiliyor. Ekstra ürünler, indirimler gibi harcamayı arttıracak cazip seçenekler sunulabiliyor. Üstelik Cheqout gibi sistemler sayesinde siparişi ve ödemeyi yapmak mümkün. Bu sayede işletmelerin yüzde 30 ile 50 oranında kâra geçebileceği The New York Times’ın analizinde vurgulanıyor.
NE ZAMAN, NE YEDİNİZ...
İşletmelerin yola QR’la devam etmek için çok sebebi, tüketiciler içinse madalyonun diğer yüzünde bilgi mahremiyeti var. Gazetenin görüş aldığı Amerikan Sivil Hakları Birliği üyesi Jay Stanley “Bir yerde oturup yemek yemek normalde çevrimdışı aktiviteyken bir anda çevrimiçi reklamcılık imparatorluğunun parçası haline geldi” diyor.
QR kod tıpkı barkodlar gibi karakter bazlı veriyi sembolik işarete dönüştüren bir sistem. Genellikle URL bilgisi içeriyor. Telefonunuzdaki okuyucu sizi QR kodun içerdiği URL’ye yani internet sayfasına yönlendiriyor. Normalde herhangi bir internet sitesine girmekten bir farkı yok. Mesele şu ki, QR kodla yönlendiğinizde o sırada fiziki olarak hangi lokasyonda bulunduğunuz belli. Üstelik tüketim tercihinizle ilgili bilgileri menünün yer aldığı internet sitesiyle paylaşmak üzeresiniz. Bir de ödeme yaparsanız, kredi kartı hareketlerinizi de verilere eklemiş olursunuz. Bu verilerin ‘değer kazanması’ için elbette restoran tarafından toplanıyor ve klasifiye ediliyor olması gerekli. Ancak restoran kendi sayfası yerine hazır bir sistemi kullanıyorsa, veriler çok daha büyük bir havuza dahil oluyor demektir. Günün hangi saatlerinde yemek yediğiniz, yemek seçimleriniz, ne sıklıkla restorana gittiğiniz vb. bilgileri toplamak mümkün. Veriler çokça biriktiğinde beslenme tercihleriniz, sosyal alışkanlıklarınız hatta sağlık ve maddi durumunuza dair tahminlerde bulunmak bile mümkün olabilir. Tek noktadaki restoranlar için veriler ‘müdavim kaydı’ tutmaya yararken zincir restoranlarda seçenekler çoğalabiliyor. Bünyesinde pek çok marka bulunduran bir holdingin, zincir restorandan topladığı verileri kendi data havuzu içinde paylaşıma sokması mümkün. Ne mi olur? Bir sonraki siparişinizde sevebileceğiniz seçenekler sunulur.
QR kodla elde edilen verilerin Google’ın her gün topladıklarından pek farkı yok. Mesele, dışarıda yemek yemek gibi özünde çevrimdışı olan bir eylemin artık veri pazarına giriyor olması.
Bu ay uzay turizmi resmen başladı. Bu gelişmenin ilham verici yeniliklerinden biri de uzay limanı. Sırada uzay otelleri var.
Ne çok duyduk bu lafı; “Büyüyünce astronot olucam!” Bir kuşağın çocukluk hayaliydi büyüyünce astronot olmak. 1969’da Ay’a ayak basılalı beri, astronotluk ‘gözde bir meslek’ haline geldi diyemeyiz elbette. Ancak insanlığın en yüksek sosyolojik mertebesini temsil ettiği kesin. Önceki hafta dünyanın ilk ticari uzay seyahatini gerçekleştiren İngiliz işadamı Sir Richard Branson çocukluğunda bu hayali paylaşanlardan biriydi. Virgin Galactic’in başarılı uzay macerasından dönüşte herkese anlattı. Branson’ın seyahati uzay turizminin ilk adımı olarak tarihe geçti. Bir sonraki hafta yani 20 Temmuz’da Amazon’un sahibi Jeff Bezos kendi roketiyle uzayın sınırındaki ilk uçuşunu gerçekleştirdi. Yanında seyahate para ödeyen bir yolcu da vardı. Rakip iki özel firmanın faaliyetlerine başlaması ve ücret ödeyen bir müşterinin bulunmasıyla birlikte Dünya gezegeninde resmi olarak uzay turizmi başlamış oldu.
Sir Richard Branson, kendi parasıyla uzaya giden ilk insan olarak tarihe geçti.
JUSTİN BİEBER DA SIRADA
Emoticon, ‘emotion icon’ yani ‘duygu ikon’ kelimelerinden türetilmiş. Emoji ise Japonca ‘e’ (resim) ve ‘moji’ (karakter) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. İkisinin de başındaki ‘emo’ yani ‘duygu’ ifadesi çok şey anlatıyor. Kelimelerden fazlasını söyleyen, yokluğunda gözlerimizin aradığı bu minik sembollerle ilişkimiz aslında insanlık tarihi kadar eski... Dijital çağdaysa kısıtlı alanlarda geniş ifadelere ihtiyaçla emoticon’lar ve emojiler doğuyor.
Sevdiğim internet hikâyelerinden biridir... İlk emoticon’un ihtiyaçtan ötürü bir profesör tarafından icat edilmesi bana oldum olası komik gelir :-) Profesörün kendi makalesinden aktarıyorum: Yıl 1982, Carnegie Mellon Üniversitesi. E-postanın ilk yılları… Bilgisayar Bilimleri Fakültesi’nden Dr. Scott Fahlman akademik yazışmalar arasında gidip gelen eğlencelik mesajların yarattığı karışıklığa çözüm getirmek ister. Üstelik kimileri bu mesajları ciddiye alıp polemiğe bile düşmektedir. Sonunda aklına o dâhiyane fikir gelir. Mizahi e-postaların konu başlığına :-) ciddi olanlara :-( eklenmesini önerir. Gerisi malum… Emoticon’lar hızla yayılır ve güneş gözlüklerinden B-) Abraham Lincoln’e =):-)= kadar yüzlercesi interneti sarar.
MANGALARDAN İLHAM ALDI
Akıllı telefonlarla popüler olan emojilerin doğuşuysa bir tasarım hikâyesi... iPhone ve Android’lere gelmeden çok önce, 1999’dan beri Japonya’da kullanılıyor. Emojiler ilk olarak Japon telekom devi NTT DoCoMo tarafından sipariş edilmiş. Zamanın mobil internet ağındaki 250 karakterlik mesajlara daha fazla ifade sığdırabilmek amacıyla… Henüz 25 yaşındaki genç tasarımcı Shigetaka Kurita, 5 haftada 176 sembolden oluşan ilk emoji setini tamamlamış. Emojilerin Japon icadı olması tesadüf değil. Çin kökenli Kanji alfabesi, sembolik ve resimsel ifadeye dayalıdır. Ancak Kurita’ya Tokyo sokaklarında sık rastladığı piktogramlar (trafik lambasındaki insan figürü gibi) ve duyguların grafiklerle ifade edildiği, bizdeki mizah dergilerine benzeyen ‘manga’lar ilham vermiş.
Emojilerin kökeni, tarihi duvar resimleriyle başlayan sembolizme kadar uzanıyor. Sembol, geniş ve derin bir kavramın görsel ifadesidir. İlintili semboller bir arada dil oluşturmaya başlar. Emojiler de bugün milyarlarca insanın konuştuğu ortak bir dil haline geldi. Gelecekte iyice yaygınlaşıp farklı mecralarda bile yer bulacak. Örneğin Z Kuşağı’yla yakın bir iletişim kurmak istiyorsanız emoji diline hâkim ve yeterince yaratıcı olmalısınız. Bizim sonradan öğrendiğimiz bu dilin Z’ler için ‘anadil’ olduğu bir gerçek... Emojileri dozunda ve yerinde kullanmak önemli. Ne aşırısı ne de aşağısı... Her cümleye komik emoji eklemek yapay gelebiliyor; tek tük eklenen standart emojilerse ilgisiz bir hava yaratabiliyor. Hep aynı emojilere ‘yapışmak’ hiç ‘cool’ değil. Z Kuşağı emojilerle neredeyse şiir yazabiliyor ancak her emojinin aynı çağrışımı yapmadığı bir gerçek. Kişinin karakterini düşünüp çıkarım yapmak en kolayı.
SİYAH KALP DE NEDİR?
Bir de gizemli emojiler var. Örneğin siyah kalp ne anlama geliyor? Hiç kullanmadığım için bilmiyorum. Sadece rock’çı arkadaşlarım kullandığında anlıyorum. Mavi, yeşil ve beyaz kalplerin temiz sevgi ve ‘arkadaşlık sınırı’ manası malum. Ancak kırmızı kalp de her zaman ‘aşk’ anlamına gelmiyor. Kırmızı kalp emojisi, yaratıcısı Shigetaka Kurita’nın en sevdiğiymiş. Emoji anlayışı bazen kültürden kültüre farklılık gösteriyor. Örneğin Japon kültüründe ‘kaka’ sevimli bir şeydir. Kurita, bu emojiye ilk sette yer vermek istemiş fakat onay alamamış. Emoticon sayılabilecek ‘asşlkjsşlskdjsadf’ gülme efektinin Türkiye’ye has oluşu da yine kültürel bir fark. Yabancıların Türklerle ilk yazışmalarında asla anlam veremediği bu harf çorbası bizim için çok şey ifade ediyor :D
Önceki cuma günü bilgi işlem tarihinde bir dönüm noktası gerçekleşti. Kayıtlara geçen en büyük organize bilgisayar korsanlığı, sayıları 26 bini bulan şirketleri ve çok sayıda ülkeyi etkiledi. ABD menşeli Kaseya yazılım firmasının ağına sızan REvil (ransom evil / fidye şeytanı) adlı hacker örgütü sisteme bir fidye yazılımı yerleştirdi. Kaseya’nın sistemini kullanan dünya çapında binlerce şirket doğrudan veya dolaylı yoldan etkilendi. Kimileri hizmetlerini yavaşlatmak durumunda kalırken tamamen kapanma noktasına gelenler oldu. Firmalar maddi kayıp ve müşteri mağduriyetleri yaşadı. Yeni Zelanda’nın eğitim sistemi ve İsveç’in ulusal demiryollarıyla mağaza zincirlerinde büyük aksamalar gerçekleşti. Mayıs ayında ABD merkezli Colonial Pipeline adlı boru hattı şirketini hedef alan fidye yazılımı saldırısı benzin istasyonlarının kapanmasına neden olmuş, ülkede yakıt kıtlığı baş gösterince kısa süreli kaos yaşanmıştı. Aynı anda birkaç ülkeye sirayet eden yeni REvil saldırısıysa fidye virüslerinin pandemi düzeyinde etki yaratabileceğinin kanıtı.
Boru hatlarını hedef alan saldırı, benzin istasyonlarının kapanmasına neden olmuş, ülkede yakıt kıtlığı baş gösterince kısa süreli kaos yaşanmıştı.
Fidye yazılımları bilgisayar korsanlığının vardığı son nokta. Yakın geçmişe kadar virüs dendiğinde çöken bilgisayarlar, silinen bellekler veya çalınan bilgiler akla gelirdi. Virüs atakları bir bakıma mikro terör saldırıları niteliğindeydi. Fidye yazılımlarıysa bilgisayarlara ve içindeki verilere hiçbir zarar vermiyor. Tıpkı rehinelerini korumak zorunda olan haydutlar gibi! Sistemi kilitleyip istenen fidye ödenmediği müddetçe kullanılamaz hale getiriyor. Ekranda korsanların hazırladığı fidye mesajıyla şifre kutusu görünüyor. Fidyeler kaynağı takip edilemediği için kripto paralarla ödeniyor. Sistemi yeniden açan şifre ‘dark web’ üzerinden iletiliyor ve iletişim yalnızca buradan sağlanıyor.
Bu, korsanlık ‘mesleğine’ yeni bir boyut getiren bir yöntem. Meselenin çapı artık siber suçlulardan ibaret değil. Kara ticaret uluslararası ölçekte güç gösterisi haline geliyor. Güvenlik uzmanları şimdilerde tüm CEO’lara fidye yazılımlarına karşı hazırlıklı olmalarını öneriyor. Mayıstaki boru hattı saldırısını gerçekleştiren DarkSide grubu ve REvil fidye yazılımlarını herkese açık bir ‘hizmet’ olarak sunuyor. İngilizcede ‘Ransomware-as-a-Service’ deniyor. Yani imkânı olanlar fidye yazılımı araçlarını kiralayarak emellerine ulaşabiliyor. Rakiplerini tökezletmek ya da gözdağı vermek isteyenler, karşı tarafı anlaşmaya zorlayanlar, kaynakları sabote etmeyi amaçlayanlar ve daha nicesi...
‘KARŞILIK VERİLECEK’
Kimi organizasyonların çok farklı motivasyonları da oluyor. Örneğin DarkSide elde ettiği fidye gelirlerinin büyük bölümünü hayır ve eğitim kurumlarına bağışlıyor. Bir nevi Robin Hood’luk! DarkSide boru hattı saldırısından sonra yaşanan mağduriyetle ilgili dark web’deki blog’ları üzerinden özür mesajı yayımlamıştı.
Birkaç hafta öncesine kadar Bitcoin yatırımcıları yeni ‘altına hücum’ çağının zevkini tadıyordu. İşler birden tersine döndü. Dünyanın kripto paralar hakkında öğreneceği daha çok şey var. Yaşamın dinamiklerini dönüştürmeye muktedir kripto paralar, parayla ilişkimizi yenileyebilecek nitelikler sergiliyor. Öyle ki neo-kolonizasyon adı verilen yeni bir ekonomik sömürgecilik türüne bile alan açabiliyor. Anlatacağım hikâye bağımsız içerik mecrası Vice’ın teknoloji odaklı Mother-board kanalından...
Hikâye, Pasifik Okyanusu’ndaki ada cumhuriyeti Vanuatu’da başlıyor. Vanuatu, fırtınalar ve tayfunların eksik olmadığı bir iklim kuşağında... Sürekli insani yardıma muhtaç hale gelen 300 bin nüfuslu ülkenin ekonomisi doğal olarak fazlasıyla kırılgan. Birleşik Krallık menşeli yardım kuruluşu Oxfam, Avustralyalı bir akıllı uygulamayla ortak iştirakle Vanuatu’nun ekonomisine kripto para odaklı dijital çözüm getirmeye niyetleniyor. İhtiyaç sahibi insanlara blok zincir teknolojisiyle maddi yardım ulaştırmak isteniyor. Oxfam’ın sitesinde bir ifade var: “Kriz zamanlarında yemek, barınma ve diğer acil ihtiyaçları geleneksel biçimde gidermeye çalışmak her zaman en verimli yöntem olmayabilir. İhtiyacı olanlara doğrudan para dağıtmak lojistik olarak çok daha kolay, ucuz ve hızlıdır.” Tam bu noktada da blok zincir teknolojisinin altı çiziliyor.
ŞEFFAFLIK ADINA İDEAL AMA...
Kripto parayla yardım yöntemi ‘kupon’ sistemiyle çalışıyor. Banka kartı biçimindeki kripto para yüklü kuponlar ihtiyacı olanlara dağıtılıyor. Yoksul bölgelerde yaşayan çoğu insanın banka hesabı bile bulunmadığı düşünüldüğünde pratik bir düşünce... Bununla birlikte parayı kimin, ne kadar ve ne zaman harcadığı, ne satın aldığı gibi tüm ayrıntılar kayıtlı hale geliyor. Şeffaflık adına ideal görünse de uzmanlara göre bu tip bir ekonomiye geçiş kişisel bilgilerin mahremiyeti adına tam bir kâbus senaryosu.
Oxfam’ın çözüm önerisine farklı açılardan karşı çıkanlar da var. Blok zincir teknolojisinde uzmanlaşan akademisyen Pete Howson “Felaketin sona erdiğine karar veren yardım kuruluşundaki bir kişiden başkası değil” diyor ve ekliyor: “İnsanlar kendi ekonomik hükümranlığını yitiriyor.” Oxfam’ın projesi sadece bir örnek. Asıl konu uluslararası yardım kuruluşları arasında yayılan kripto trendi... Vice’a göre hükümetlerden bağımsız çalışan organizasyonlar ve yardım kuruluşları dolar yerine Bitcoin dağıtmanın daha verimli ve şeffaf olduğunu belirtiyor. Ancak teknoloji beraberinde sürekli gözetim, politik baskı, yerel ekonomik iradenin temelini sarsma ve yardımı alanların kaynak kullanımlarını kontrol olanağı yaratıyor. Eleştirenler işte bu fenomene ‘kripto sömürgeciliği’ adını veriyor. Gelişmekte olan birçok ülkede yer aldığını iddia ediyorlar.
TOPRAKLAR PARSELLENİYOR!
Kimileri bunun yakın gelecekte ifşa edilecek çarpıcı bilgiler için bir ön hazırlık olduğunu düşünüyor. Kimileri “Uzaylıların gelişi yakındır” diyor, kimileriyse ABD-Çin-Rusya arasında hazırlıkları yapılan ‘Uydu Savaşları’ ve uzay savunma sistemleri için bir zemin hazırlandığını öne sürüyor. Hepsi olası... Gökyüzündeki fenomenal olayları son olarak gündeme getiren, mart ayındaki Pentagon açıklamasıydı. ABD askeri hava sahasında kaydedilen UFO görüntüleri resmi makamlarca ilk kez paylaşılmıştı. Daha sonra Pentagon, geçen cuma günü istihbarat kayıtlarıyla birlikte kapsamlı bir rapor yayımlayacaklarını ve tüm vakaları açıklayacaklarını bildirdi. Bu yazı baskıya girdiğinde hâlâ açıklanmamıştı. Pentagon’un merakla beklenen açıklaması UFO gözlemcileri için önemli iki tarihin arasına denk geliyor: Dünya UFO Günü 24 Haziran’da ve 2 Temmuz’da kutlanıyor. İlki, havacı Kenneth Arnold’un ABD’nin ilk kapsamlı UFO raporu olarak bilinen tanıklığını yayımladığı tarihe, ikincisi de birkaç gün sonra gerçekleşen ve ünlü Roswell olayı olarak bilinen, aynı isimli bölgeye bir UFO’nun çakıldığı rivayet edilen tarihe denk geliyor (1947).
24 Haziran ve 2 Temmuz günleri Dünya UFO Günü olarak kutlanıyor.
HEPSİ ‘UZAYLI İŞİ’
Pentagon’un açıklamasında UFO’ların (yeni tabiriyle UAP’ların) uzaylılarla, yani Dünya dışı akıllı varlıklarla bağlantısına dair ifadeler yer alması beklenmiyordu. Tanımlanamayan Uçan Cisimler olarak bilinen UFO’lara artık UAP (Unidentified Aerial Phenomena / Tanımlanamayan Hava Fenomeni) denmesinin nedeni, gökyüzündeki sıradışı olayların uçan objelerle sınırlı olmaması. Işık huzmeleri, gökte beliren sembolik formlar, Dünya dışından gelen sinyaller gibi ‘uzaylı işi’ olduğu düşünülebilecek her şey bu kapsama giriyor.
NBC New York’un haberine göre araştırmacı, gazeteci, yazar Leslie Kean, UFO’lar konusunu uzun yıllardır inceleyen, hükümetlere bildiklerini ve bilmediklerini açıklamaları için baskı yapan etkili bir isim. Kean’a göre sır gibi saklanan bilgilerin sonunda resmi olarak açıklanması önemli bir kilometre taşı. ABD, askeri tatbikatlarının yapıldığı hava sahasında tanımlayamadığı uçan cisimlerin varlığını ve kendi teknolojisi olmadığını kabul edecek... Düşünün, ‘Süper Güç’ ABD’nin donanma gemilerinin tepesinde çok daha ileri teknolojiye sahip cisimler uçuşuyor. Ne oldukları bile anlaşılamıyor... Cisimlerin Rusya ve Çin ile bağlantısı her zaman akla gelen ihtimallerden. Bu iki ülkenin Pentagon raporuna nasıl tepki vereceği de merak konusu. Kean “Şayet bu cisimlerin Rus veya Çin veya Amerikan malı olmadığı yüzde yüz anlaşılacak olursa bu büyük bir olay olur. O andan itibaren ‘yeni bir dünya’dayız demektir.” sözleriyle raporun önemini ifade ediyor.
UAP’ler, ABD başkanlarının da gündem maddeleri arasında yer alıyor. Hillary Clinton, seçim yarışı sırasında Beyaz Saray’a girerlerse tüm UFO olaylarını ifşa edecekleri vaadinde bulunmuştu. Eski ABD Başkanı Obama, yakın zaman önce katıldığı bir TV programında Beyaz Saray’a adım attığı gün UFO’ları ve uzaylıları sorduğunu anlatmıştı ve açıklanamayan olayların varlığını doğrulamıştı. Eski Başkan Trump’ınsa konuya özel ilgisi olduğu biliniyor. Hatta iddialara göre Trump uzaylıların varlığını açıklayacak raddeye gelmiş fakat ‘kitlesel histeri’ yaratmaması için kararından vazgeçirilmiş... BBC’nin haberine göre bu iddiayı ortaya atan isim İsrail Savunma Bakanlığı’ndan Haim Eshed. Uzay İdaresi’nin eski başkanı Eshed “ABD hükümetiyle uzaylılar arasında bir anlaşma var” iddiasında bulunuyor ve ekliyor: “Burada deneyler yapmak için bizimle kontrat imzaladılar.”
Eskiden şehir efsanelerinin hüküm sürdüğü günlerde pek meşhur bir tanesi vardı: 25’inci kare. Rivayete göre sinema filmlerindeki gizli karelere yerleştirilmiş içecek reklamını algılayan bilinçaltı film arasında hemen koşup içeceği satın alma güdüsüne kapılıyordu. İçecek hikâyesi efsane olabilir ancak 25’inci kare tekniği halen sinema sanatında kullanılıyor. Şimdiyse bilinçaltının çok daha derinliklerine inen bir pazarlama yöntemiyle karşı karşıyayız: Rüyaya yerleştirme.
Geçen hafta Science Magazine’de yayımlanan bir makale, uyku bilimi uzmanı 40 akademisyenin ortak imzasını taşıyan bir bildiriyi konu alıyordu. “Rüya yerleştirme reklamcılığı basit bir şaka değil, bilakis gerçek sonuçları olabilecek kaygan bir zemindir” ifadesinin yer aldığı bildiride “Rüyalarımız kurumsal reklamverenler için yeni bir oyun alanına dönüşemez” cümlesi dikkat çekiyor. Makaleyi Harvard Medikal, Montreal Üniversitesi ve MIT öğretim üyeleri kaleme almış ve farklı ülkelerden akademisyenler imza vermiş.
BİLİNÇALTINA İZİNSİZ GİRİŞ
Reklamcılıkta ‘ürün yerleştirme’ tabir edilen yöntemin rüya karşılığı olan teknik son yıllarda büyük kurumsal şirketlerin radarına girmiş. Son örneği Coors adlı Amerikan bira markasının reklam kampanyası. Yılın en büyük spor olayı Super Bowl döneminde dolaşıma giren kampanya, gönüllü tüketicileri hedefliyor. Tanıtım videosunda markanın rüya araştırmasına katılan bir grup denek, içeriğinde şelaleler, serin dağ yamaçları ve bira kutuları olan görüntüler izleyip ortam sesleri eşliğinde rüyaya yatıyor. Aralarından beşi rüyasında birayı gördüğünü anlatıyor. Kampanya tanıtımını izleyenler gönüllü katılıma çağrılıyor ve arkadaşlarıyla paylaşmaları karşılığında hediye bira paketi sunuluyor.
Biliminsanlarının hedef gösterdiği bu kampanya esasında etik olarak sakıncalı değil. Katılımcılar bile isteye rüyalarında bira görmek için imajları ve sesleri kullanıyorlar. Gelgelelim biliminsanları bu örneğin gelecekte bilinçaltına izinsiz girmek isteyebilecek pazarlamacılara emsal teşkil edebileceği konusunda uyarıyorlar. Terminolojide ‘Targeted Dream Incubation’ (Hedeflenmiş Rüya Kuluçkası) olarak geçen yöntemle ilgilenenler arasında Microsoft, Sony, Burger King gibi markalar yer alıyor. Xbox ve PlayStation, rüya yerleştirme tekniğini reklamdan ziyade oyun deneyimini zenginleştirmek için araştırıyor. Burger King ise Cadılar Bayramı için ‘Kâbus Burger’ adlı, rüyalarla ilintili bir kampanya hazırlamış. Makaleyi kaleme alan akademisyenlerden MIT doktora öğrencisi Adam Haar, son iki yılda Microsoft ve iki havayolu şirketinden teklif almış. Oyun projesine katkıda bulunan akademisyen, reklam tekliflerini etik bulmadığı için geri çevirmiş. Günümüzdeki rüya yerleştirme projeleri aktif katılım gerektirdiği için etik anlamda sorun yaratmıyor. Ancak akıllı hoparlörlerin herkesin hayatına girdiği bir gelecekte teknolojinin pasif ve irade dışı bir reklam mecrasına dönüşme ihtimalinden bahsediliyor.
Farz edin ki internetten uykuyu kolaylaştıracak müzikler dinliyorsunuz, araya bilinçaltına işleyecek reklam mesajları serpiştiriliyor. Akıllı hoparlörlerin nefes alış verişi dinleyerek uykunun derin fazlarını tespit etmesi de bir olasılık. Uyarıda bulunan biliminsanlarının maksadı bugün için kaygı yaratmak değil. Ancak henüz yolun başındayken denetlemelerin gündeme getirilmesini ve benlik algımızı şekillendiren rüyalarımızın korunması gerektiğini hatırlatıyorlar.
Geçmiş uykuda yazılıyor
Hayatınızda bir değişiklik ister misiniz? Instagram’da ‘beğenileri gizle’ seçeneğini aktive edin ve dünyaya farklı gözlerle bakmaya başlayın! Instagram aylardır birçok ülkede milyonlarca kullanıcıyla test ettiği beğenileri gizleme seçeneğini geçen hafta itibariyle tüm dünyaya sundu. Basit bir seçeneğin böyle kapsamlı bir deneme sürecine tabi tutulması ilginç gelebilir. Kullanıp alıştıkça ‘bir şeylerin’ farklı gelmeye başlayacağına emin olabilirsiniz... İşin aslı, kalp bırakıp geçtiğimiz, arada bir göz ucuyla, bazen de dönüp dönüp baktığımız o beğeni rakamları aslında hiç de masum değil. Hatta bilincimize bir bilgisayar virüsü gibi yerleştikleri söylenebilir. Beğeniler, zamanla modern insanın moralini etkileyen bir ‘mikro onaylanma sistemine’ dönüştü. Öte yanda, influencer’lar ve markaların yer aldığı milyar dolarlık bir sektörün başarı metriği haline geldi. Gelin Instagram’ın ‘beğenileri gizleme’ hikâyesinin ardında yatanları yakından inceleyelim.
Bağımlılık yarattı
2010’da kullanıma açılan Instagram, beğeni mekanizmasını hayatımıza yerleştiren bir uygulama. Beğeniler yaşantımıza öyle nüfuz etti ki, bugün artık insanların akıl sağlığına tesiri üzerine ciddi araştırmalar yapılıyor. Henüz olumsuz etkilerini kanıtlayan yeterli bilimsel bulgu olmasa da ‘beğenilerin’ sosyal medya deneyimini baskıladığı bir gerçek. Instagram’ın yöneticisi Adam Mosseri, beğeni özelliğini ‘insanların daha iyi hissetmesi’ için değiştirdiklerini ifade ediyor. Instagram Kanada, Brezilya, Japonya gibi ülkelerde beğenileri tamamen gizlemeyi bile denemişti. Sonunda tercihi kullanıcılara bırakmaya karar verdiler. Peki Instagram, ‘kilit’ özelliklerinden birini değiştirmeyi neden göze aldı? Temelde araç ve amacın yer değiştirmesi sorunsalı yatıyor. İnsanların kayda değer anlarını paylaşabilecekleri, seslerini duyurup iş yapabilecekleri platform, giderek çoğunlukla beğeni toplamak için gönderi paylaşılan bir alana dönüştü. Bot’lar, takipçi çiftlikleri türedi. Nihayetinde bir bağımlılık ve dengesizlik ortaya çıktı. Ciddiye alınması gereken bir konu olarak akademik çevrelerde yankı buldu. Endişeler büyüyünce hukuki ve yasal yaptırımlar gündeme geldi. Bireysel ölçekte ise bağımlılıkların insanları mutsuz ettiği ve nihayetinde ortamı terk etme arzusu yarattığı bir gerçek. “İnsanlara daha fazla kontrol sunmak istedik” diyen Mosseri, herkesin beğenilerden ‘biraz nefes almak’ isteyebileceğini ifade ediyor.
Beğenilerin etkisi beynin onaylanma ve ödül mekanizmasıyla ilişkili. Dopamin tesiri yapan beğenilerin yolculuğu Facebook’un meşhur başparmağıyla başlamıştı. Instagram’ın kalp sembolüyle duygusal benliğimize ulaştı. Beğenmeyi hızlandıran parmak hareketi de kolayca elimize yerleşti. Instagram akışında neredeyse her gördüğünüzü beğendiğiniz anlar yaşamışsınızdır. Özellikle tanıdığınız insanlar onayladığınız, hoşunuza giden veya imrendiğiniz hallerde görüntüleniyorsa…
Beğenilerin insanı kolayca esir alan onaylanma ihtiyacıyla ilgisi biliniyor. Egoya da temas ediyor. Misal, gerçek hayatta bir başköşeye kurulup geleni gideni alkışladığınızı veya burun kıvırdığınızı düşünün. Kendinizi otorite gibi görmeye başlarsınız... İşte her beğeni minik bir ego gıdıklamasıyla içimize işlemeyi başarıyor.
Gözleri dönüyor
Madalyonun diğer yüzünde âleme kendini göstermek var. Onaylanma ihtiyacımızın belirdiği, otorite koltuğundan inip sahneye çıktığımız an... Duygusal benliğin iyice karıştığı yer tam da burası. Wired dergisindeki bir makale ‘Fake Famous’ (Sahte Ünlü) adlı ilginç bir belgeselden bahsediyor. Nick Bilton adlı gazeteci, influencer olmaya özenen üç gencin beğenilerini yapay yoldan (takipçi satın alarak) yükseltmiş. Gençler bunu bildikleri halde artan beğenilerin büyüsüne kapılıyor ve daha fazlası için adeta gözleri dönüyor. Sonunda üçü de gerçek arkadaşları ve aileleri tarafından tanınmaz hale geliyorlar.