Akıllı asistanlar, yapay zekâ ve robotlar... İnsan karakterini taklit eden, insan davranışları sergilemeye çalışan teknolojiler çoğu zaman kadınsılıkla özdeşleşiyor. Alexa, Siri, Cortana ve dahasının varsayılan ayarlarında kadın sesi var. Kablosuz hoparlörümüzün içindeki bir kadın sesi, telefon bankacılığının ucundaki de... Peki, gelişmiş teknoloji arayüzlerinde çokça rağbet gördükleri halde kadınlar neden halen bilim-teknoloji ve mühendislik sahalarında yeterince fark edilmiyor?
Kadınların bilim-teknoloji odaklı mesleklere erkekler kadar ilgi duymadıkları yönünde yaygın bir kanı hâkim. Dünyadaki tüm toplumlarda karşılık bulan bu yanlış anlayış; erkeklerin rasyonel ve mantık odaklı, kadınların duygusal ve yaratım odaklı düşünce yapısıyla açıklanıyor. Ama tabii ki bu teori moda, tasarım ve reklamcılık gibi yaratım odaklı işlere neden erkeklerin hâkim olduğunu açıklamaya yeterli gelmiyor. Cinsiyet kalıplarının meslek seçimleri üzerine etkisini inceleyen Houston Üniversitesi ile Washington Üniversitesi’nden akademisyenler bir süre önce önemli bir rapor yayımladılar. 2.200 çocukla birlikte yapılan deney ve çalışmalar, basmakalıp inançların meslek seçimlerini daha çocuk yaşta etkilediğini ortaya koydu.
Bilgisayar bilimleri ve mühendislik özelinde gerçekleştirilen araştırma, önce çocukların bu meslekler konusundaki inançlarını ölçmüş. Anket sırasında çocuklara “Kızlar bilgisayar bilimlerine oğlanlardan daha az ilgi duyar. Buna katılıyor musunuz?” sorusu soruluyor. Çocukların yüzde 51’i kızların bilgisayar bilimlerine daha az ilgi duyduğu fikrine katılırken mühendislik mesleğine dair bu oran yüzde 63’e yükseliyor.
FİKİRLER BİRE BİR ÖRTÜŞÜYOR
Buna kıyasla, kızların bilgisayar bilimlerine oğlanlardan daha fazla ilgi duyduğuna inanan çocukların oranı yüzde 14’te kalırken, mühendislik için bu oran yüzde 10’a düşüyor.
“Houston, bir sorunumuz var!” Hafızalara yer eden bu cümle, öngörülmemiş ve aniden tehlike arz eden durumlar için sıkça kullanılır... Cümleyi ilk sarf eden, 1970’te Apollo 13 görevi sırasında uzay mekiğinde bir patlama sesi duyan NASA astronotu Jack Swigert olmuştu. Tarih kayıtlarına geçen olay popüler kültüre mal oldu. Tom Hanks’in başrol oynadığı ‘Apollo 13’ filmi dahil onlarca filmde duyuldu, hatta 2016’da adına bir belgesel film bile çekildi.
Bilimkurgu sahnelerinin hayatımıza serpildiği zamanlardayız. Geçen pazartesi, NASA Görev Komuta Merkezi yani Houston, yörüngeden aynı minvalde bir mesaj aldı. Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) astronotları ve kozmonotları, hayati bir tehlike nedeniyle alarma geçmişti. Tahliye kapsüllerine girerek her an Dünya’ya dönmek üzere hazır bulunuyorlardı. Tam olarak filmlerde gördüğümüz sahnelerden... ISS’nin karşısında aniden devasa bir atık bulutu belirmişti. Futbol sahası büyüklüğündeki uzay istasyonu kıvrak bir manevrayla döndürülemezse irili ufaklı 1.500 parçadan oluşan uzay atıkları istasyonu mermi gibi delip geçebilirdi...
Aynı günün erken saatlerinde Rusya’nın uzay araştırmaları merkezi Roscosmos ve Rus ordusunun uzay komuta biriminde hareketli anlar yaşanıyordu. Yörüngede gerçekleşen bir tatbikat başarıyla tamamlanmıştı. Devre dışı bırakılan Kosmos-1408 adlı uydu, kinetik bir anti-uydu silahıyla vurulmuş ve paramparça edilmişti. İçinde ABD’li astronotların yanı sıra çeşitli ülkelerden biliminsanları ve Rus kozmonotların da bulunduğu ISS’yi ölümcül tehlikeye sürükleyen uzay atığının kaynağı anlaşıldı. NASA Başkanı Bill Nelson “Rusya’nın sadece Amerikan ve diğer ülke astronotlarını değil, kendi kozmonotlarını da tehlikeye atması düşünülemez” sözleriyle tatbikatı eleştirdi ve kınadı. Açıklama yapan Rusya ise iddiaları yalanlayarak yörüngeye dağılan parçacıkların uzay aktiviteleri için tehdit oluşturmadığını söyledi. Ayrıca vurdukları uydunun ISS’nin yörüngesinden uzakta olduğunu ifade etti.
Uluslararası düzeyde tepki çeken olay tarihte ilk değil... Yakın zaman önce Hindistan yine kendisine ait bir uyduyu patlatmış ve eleştirilmişti. 2007 yılında anti-uydu silahı denemesi yapan Çin, yörüngede büyük bir kirliliğe yol açmıştı. Hatta ISS, birkaç hafta önce Çin’in patlattığı uydunun atıklarıyla karşılaşmış ve benzer bir manevra yapmak durumunda kalmıştı. Neyse ki ISS bir kez daha sıyrık almadan yoluna devam etmeyi başardı. Ancak yörüngede kalan atıklar, uzay çalışmaları için tehdit oluşturmayı sürdürüyor. Üstelik yalnızca bilimsel araştırmaları değil, yeni başlayan uzay turizmini de etkiliyor. NASA ile ortaklaşa büyük bir uzay istasyonu ve ‘uzay oteli’ inşa etmeyi planlayan Axiom Space, hadise üzerine yetkilileri duyarlılığa çağırdı. SpaceX ile NASA’ya hizmet veren Elon Musk’ın konuya sessiz kalmasıysa dikkat çekti.
Uzay atıklarının yörünge faaliyetleri adına oluşturduğu tehlike uzun süredir gündemde. Mayısta konuya kapsamlı biçimde değinmiştim. O vakitlerde Çin’in yanlışlıkla Dünya’ya düşen roketi gündemdeydi. Uzay atıklarına çoğunlukla devre dışı kalan ve birbiriyle çarpışan uydular sebep oluyor. Şimdiyse anti-uydu silahları ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı.
Günümüz teknolojisinde uydular her zamankinden önemli. Güncel bir araştırmaya göre olası bir toplu uydu blokajının sadece ABD’ye maliyeti günlük 1 milyar dolar civarında. GPS uydularını hedef alarak bireysel ve toplu ulaşımları, ticari sevkıyatı, hatta askeri operasyonları sabote etmek mümkün. Yalnızca birkaç iletişim uydusunu düşürerek milyonlarca insanın irtibatını kesintiye uğratmak olası. Uydular giderek ülkelerin yumuşak karnı haline gelirken anti-uydu silahları da yeni güç gösterisi araçlarına dönüşüyor.
SAATTE 27.000 KM HIZ
Yoksa siz hâlâ elektrikli araç kullanmaya başlamadınız mı? Birden şaşırmış olabilirsiniz. Evet, bu soruyu duymak için biraz erken olduğu doğru. Ancak yine de fazla beklemeyeceğiz. Dünyanın hızla elektrikli araçlara (EV) yönelmesinin ardında ekolojiden ekonomiye pek çok etken var. Küresel ısınmanın başlıca sebepleri arasında gösterilen fosil yakıtların terk edilmesi bunlardan biri... 2030’lu yıllarda başta ABD ve İngiltere gibi büyük ekonomiler benzinli araçları tedavülden kaldırıp karbon izi düşük elektrikli araçlara yönelecek. Elektrik devrimi denilen bu büyük dönüşümün ayak sesleriyse şimdiden duyulmaya başladı. Geçen haftalarda araç kiralama şirketi Hertz tarafından elektrikli araç üreticisi Tesla’ya 100 bin araçlık sipariş verileceği öğrenildi. Sipariş henüz resmileşmedi ancak haber, EV dünyasında heyecan yaratmaya yetti.
GÖZLER E-BİSİKLETTE
Elektrikli araç denince akla önce otomobiller gelir. Devrim niteliğinde bir dönüşüm söz konusu olduğundaysa yalnızca teknolojinin değil, alışkanlıkların toptan değişmesi beklenir. Öyle de oluyor. Araştırma kuruluşu Deloitte’in verilerine göre bilinçli tüketicilerin yeni gözdesi, elektrikli bisiklet. 2020 itibariyle ABD’de yarım milyona yakın elektrikli bisiklet satılmış. Satılan elektrikli otomobil adediyse 231 bin civarında.
Sokaklarda sıkça görmeye başladığımız e-scooter’lar şimdiden fuzuli araç kullanımını azaltarak karbon salımına dolaylı yoldan etki etmeye başladı. Pandemi koşullarında toplu taşımadan ziyade bireysel ulaşıma yönelen pek çok insan da elektrikli araçları tercih öncelikleri arasına alıyor. Dünya çapında 11 milyon civarında e-bisiklet var. Önümüzdeki 10 yılda bu rakamın 150 milyona ulaşması bekleniyor.
BÜYÜK SORUN KAPIDA
Karbon üretmeyen elektrikli araçlar ekolojik yönden olumlu bir imaja sahip ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Martı markasıyla yaygınlaşan kiralık e-scooter’lar şimdiden İstanbul gibi metropollerin görüntü kirliliğine fark edilir bir katman ekledi.
Elektrikli araç pilleri kimyasallar ve ağır metaller içeriyor.
Twitch, oyun oynarken canlı yayın yapanların bağış yoluyla gelir elde ettiği bir ortam... Geçen hafta çalıntı kartlarla elde edilen kara paraların bağış süsüyle aktarıldığı ve daha sonra aktaranlar ve yayıncılar arasında bölüşüldüğü ortaya çıktı. #temiztwitch etiketiyle Twitter’da trend olan olayın yankıları sürüyor... Bit paraların kullanıldığı hadise, kripto piyasaların kirli parayla olan ilişkisini gündeme getirdi.
Bitcoin, 2008’de paranın gerçekliğini doğrulamak için bir bankaya ve de hükümete ihtiyaç olmaması idealiyle Satoshi Nakamoto mahlaslı, kimliği saklı kişi veya grup tarafından icat edildi. Dolaşıma girdiği 2009’dan bugüne değeri 66 bin katına çıkan Bitcoin’in varoluş amacı aslında yatırım aracı olmak değil, dijital para birimi olmaktı. Bugünlere kolay geldiği söylenemez...
Paypal’ın kurucularından, eski CEO’su Bill Harris gibi isimler, Bitcoin’in insanlık tarihinin en büyük sahtekârlıklarından biri olduğunu, balonun er ya da geç patlayacağını iddia ediyor. Elon Musk gibi spekülatörlerse gelecekte kripto paraların piyasaya hâkim olmasını kaçınılmaz olarak nitelendiriyor.
BİTCOİN ÖNCE DE VARDI
Her durumda Bitcoin’den fazlasıyla faydalanan bir grup var: Siber suçlular. Aslında siber suçlulara Bitcoin’in gerçek sahipleri diyebiliriz... Çünkü telefon uygulamanızda Bitcoin alıp satmaya başlamadan çok önceleri, internetin karanlık tarafında Bitcoin ile derin ticaretler yapılıyordu... Bitcoin’in çalışma prensibini hatırlayalım: Tüm kripto paralara örnek olan Bitcoin, merkeziyetten muaf ve dijital ortamda aktarıldıkça var oluyor. Bu yapıya blok zinciri (blockchain) deniyor. Blockchain teknolojisinde veri her zaman belirli bir sıralama yaklaşımıyla kayıt altına alınıyor. Değiştirilemez olmasının nedeni bu. Basit bir örnekle açıklayalım: Beş tane karton etiketiniz ve uzun bir ipiniz olduğunu düşünün. Etiketlerden birinin üzerine adınızı yazarak imzalıyorsunuz ve bu etiketi ipe geçiriyorsunuz. Sonra bir arkadaşınız da aynısını yapıyor ve etiketini aynı ipe geçiriyor. Bu işlemi beş arkadaşınızın hepsi tekrarlıyor. Artık elinizde belirli bir sırayla ilerleyen, her birinin üstünde bir kişinin adı ve imzası olan etiketlerin düğümlendiği bir ipiniz var. Blockchain kayıt sisteminde isimlerimiz veriyi, etiketler blok adı verilen yapıları, ipse zamanın akışını temsil eder. Yüksek işlem hacimli bilgisayarlar bu sıralamayı kontrol ederek işlemlerin tekil olduğunu kanıtlar. Bunun karşılığında da sistemden küçük bir ödül alır. Buna da madencilik denir.
John Lennon ünlü ‘Imagine’ şarkısında sınırlara gerek olmayan bir gelecek hayal etmişti. Ütopik olduğunu elbette kendisi de biliyordu ancak hayalinin dijital dünyada bir gün gerçek olacağını acaba düşünmüş müydü? Dünyanın ilk internet ülkesi... Gezegen üzerinde hiçbir toprak bütünlüğü yok ancak vatandaşları dünyanın dört bir yanında memnuniyetle ağırlanıyor. Üstelik bu ülke, alım gücü ve refah seviyesi bakımından en ön sıralarda bulunuyor ve nüfusu her geçen gün daha da artıyor.
ALIM GÜCÜ YÜKSEK
İşlerini yanında taşıyan, freelance (bağımsız) çalışan ve sürekli seyahat halinde olmaktan hoşlanan insanlara dijital göçebe deniyor. Sayıları giderek çoğalan dijital göçebeler, ülkemize yabancı bir topluluk değil. Hatta Türkiye, kendi içinde dijital göçebeliği ilk deneyimleyen ülkelerden... Son yıllarda başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde yaşam kalitesinin azalmaya başlaması, sahil bölgelerine ve doğaya yakın kentlere akın başlatmıştı. Halen süren bu göç hali, pandeminin de etkisiyle ivme kazanmıştı. Türkiye’nin coğrafyası ve iklim çeşitliliği büyük şehirlerden kaçışı kolaylaştırıyor. Dünyadaysa dijital göçebeler dönemsel olarak farklı ülkelerde yaşamayı tercih ediyorlar. Kimileri iklim kuşağını takip edip yazın serin, kışın tropik yerlerde yaşıyor, kimileriyse çalıştıkları projelere bağlı seyahat ediyor. Dünya üzerinde dijital göçebelerin sayısı 35 milyondan fazla. Kanada’nın nüfusuna eşdeğer bu rakam, birçok Avrupa ülkesindekinden daha büyük bir popülasyonu ifade ediyor.
Vatandaşlıkları haricinde hiçbir ülkeyle yerleşik bağı bulunmayan bu geniş topluluğun ortak özelliği, hepsinin çalışan insanlar olması. Aralarında girişimciler, finansçılar, yaratıcı işlerle uğraşanlar, influencer’lar, sanatçılar, broker’lar ve büyük oranda bilişim sektörü çalışanları var. Haliyle alım gücü ve refah seviyesi yüksek bir profil...
Yeni teknolojiye odaklanan etkinlik ve medya şirketi TNW’nun verilerine göre dijital göçebelerin ticari alışverişler dahil yıllık harcamaları 787 milyar dolar civarında. Bu rakam, refah seviyesi en yüksek 50 ülke arasında yer bulmalarını sağlıyor. Hal böyle olunca, dijital göçebeler turist çekmeye çabalayan ülkelerin ilgi alanına giriyor. Barbados, Bermuda, Kosta Rika gibi egzotik yerlerin yanı sıra Doğu Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı dijital göçebelere cazip olanaklar sunuyor. Bunlar arasında vize ve çoklu giriş-çıkış kolaylığı, gelir vergisi muafiyeti, devlet destekli konut gibi önemli imkânlar var.
Pekalâ, 35 milyonluk nüfusuna rağmen işsizlik oranı sıfır olan bu dijital milletin gerçek bir ülkesi olsa nasıl olurdu? İşte bu sorunun cevabını da yine dijital göçebelerden oluşan ve sayıları 1000’den fazla olan bir topluluk veriyor: Plumia. Dünyanın ilk internet ülkesi olan Plumia, gerçek vatandaşlık haklarına sahip olmayı ve diğer ülkeler tarafından tanınmayı hedefleyen dijital bir kolektif.
TÜM GÖÇEBELERE AÇIK
Gözlerinizi kapatıp derin bir nefes alın ve kendinize sorun: Bir daha asla hatırlamak istemediğim ne var? Aklınıza hemen bir şey gelmediyse iyisiniz... Ancak bir ya da birkaç olay hatırlıyorsanız, bilinçaltınız bu olayların etkileriyle halen meşgul demektir.
Geçmişte olduğu halde algılarımızı etkilemeye devam eden olaylar, yani travmalar, yaşadığımız gerçekliği şekillendiren başlıca unsurlar arasında. Travmaların izleri, benzer bir olay yeniden yaşandığında ona nasıl tepki vereceğimizi belirliyor.
Peki ya geçmişteki anıları değiştirebilseydik... Yeni bir çalışma, gelecekte bunun mümkün olabileceğine dair bulgular ortaya koyuyor. The Independent’ın haberine göre Cambridge Üniversitesi’nden araştırmacılar, insanların anılarının değiştirilebileceğine, hatta unutturulabileceğine işaret eden bir protein keşfettiler. Bu gelişme, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) sendromundan mustarip olanlar için ümit verici.
Bilindiği üzere hafıza uzun ve kısa süreli olmak üzere ikiye ayrılıyor. Son araştırmalar, bağırsak ve kalbin de barındırdıkları nöron hücreleri vasıtasıyla ikinci ve üçüncü beyin işlevi gördüğünü gösteriyor. Bu organların, benliğin duygular ve sezgiler gibi zihin ötesi alanlarını idare ettiği düşünülüyor. Uzun süreli hafızaysa gerçeklik bazlı ve içgüdüsel bazlı olarak ikiye ayrılıyor. İlki olayları, yerleri ve kişileri; ikincisi duyguları ve kabiliyetleri hatırlıyor. Keşfedilen protein sayesinde içgüdüsel bazlı anıların değiştirebileceğini düşünen biliminsanları bu sayede TSSB hastalarına yardımcı olabilmeyi umuyor.
Söz konusu protein, belirli nöronları birbirine bağlayan bir mafsal görevi görüyor. Bu mafsal, iki nöron arasındaki bağlantının gücünü belirleyen reseptörlere destek oluyor. Araştırmacılar, proteini baskılayarak nöronlar arasında oluşan bağlantıyı zayıflatmayı umuyor... Böylece anlık bir olayın geçmişteki travmaya ulaşacak yolunun kesilebileceği düşünülüyor. Hemen akla “Ya hafıza kaybına yol açarsa” sorusu geliyor. Araştırmacılar bu ihtimali yüzeysel düzeyde farelerde test etmeyi başarmışlar. Hayvanların yemek almak için ‘tıklattığı’ bir düzenek hazırlanarak her tıklamada küçük bir elektrik şoku verilmiş. Elektrik şoku, fareler için korku duygusuyla ilişkilenmiş. Her şoktan sonra proteini baskılayan ‘proponalol’ maddesi uygulanan farelerin korkuya kapılmadıkları gözlenmiş. Üstelik hayvanların hafıza kaybı yaşamadıkları da kayda geçmiş.
KİŞİLİĞİMİZ GELİŞİYOR
Araştırmanın başındaki Dr. Amy Milton, hayvanlarla benzerlik taşımasına rağmen insan beyninin çok daha karmaşık yapıda olduğunu hatırlatarak ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ (Sil Baştan) filmindeki gibi anıların toptan silinmesinin mümkün olmayacağını belirtiyor: “Ama zamanla hayvanların anılarını modifiye edebileceğimiz faktörleri belirlemeyi ve bunu insanlara yorumlamayı umuyoruz.”
Önceki haftanın büyük kesinti hadisesinin yankıları halen sürüyor... Facebook, Instagram ve WhatsApp’ın 6 saat ulaşılamaz hale geldiği ‘network’ arızasının fazla gündeme gelmeyen ilginç bir yönü, beraberinde ulaşılamaz hale getirdiği diğer mecralar. Dünyanın dört yanında sürekli kullanılan bu platformlara erişimin kesilmesiyle meraka kapılan milyonlarca insan, durumu araştırmak için belli başlı sitelere yüklenmişti. Aralarında Reddit, Is it Down, hatta Twitter’ın yer aldığı pek çok platforma ani trafik yüklenmesi gerçekleşmiş; kimi sitelerin yavaşlamasına, kimilerinin de çöküntü yaşamasına neden olmuştu.
Yakın zamanda yaşanan bu olay, internetin ‘kesintisiz’ bir kaynak olmadığını hatırlatırken alternatif arayışlarını da gündeme getirdi. Büyük sunucuların çökmesi ve kapsamlı şebeke arızaları, teknolojinin doğası gereği öngörülebilir durumlar. Ancak doğal afetler, toplumsal olaylar, engellemeler, hatta büyük festivaller bile internetin ‘dengesini’ bozabiliyor. Böyle durumlarda iletişimin devam edebilmesi için ortaya çıkan sivil girişimlerden biri ‘Mesh’ ağları... ‘Mesh’in sözlükteki kelime karşılıkları arasında birbirine geçmek, iç içe geçmiş sistem ifadeleri sıralanıyor.
Aktivist bir tavırla kurulan Mycelium Mesh Project, internetin engellendiği ortamların iletişim alternatiflerinden... Mycelium, internet dışı protokolleri kullanan, metin tabanlı bir mesaj sistemi kurguluyor, ABD’nin şehir bölgelerine yerleştirecekleri bağlantı nod’larıyla (Nod, bağlantı noktası anlamına geliyor) sistemi hayata geçirmeyi planlıyor. Terk edilmiş bina, köprü, park gibi yerlere monte edilen güneş enerjili modemlerle aktarıcı nod’lar oluşturuluyor. Nod’lar herhangi bir toplumsal olay veya doğal afetle ilgili kesinti durumunda anlık olarak da yerleştirilebiliyor. Mycelium kolektifi, Atlanta’da kurdukları 20 kilometre genişliğindeki ilk ağın test sürümünde istenen başarıya ulaşmış.
New York kökenli NYC Mesh’se intranet vasıtasıyla daha gelişmiş bir network alternatifi kurguluyor. ‘Dahili internet’ olarak bilinen, kurumsal yapılarda kullanılan intranet, ağ arayüzüyle bilgiye erişim sağlar. NYC Mesh, şehir bölgelerine yerleştirilen nod’lar aracılığıyla bağımsız intranetler kuruyor. Bölgesel bir kesinti durumunda insanların kendi aralarındaki internete bağlanması amaçlanıyor. NYC Mesh, şehre yerleştirilen bağımsız nod’ları ‘süpernod’ denilen sunuculara bağlayarak internete ulaştırabiliyor.
Aktivist bir tavırla kurulan bu girişimler internetin engellendiği bölgelerde iletişim için bir alternatif sunuyor.
Günümüzde emekleme adımları atan yeni bağlantı modellerinin 10 yıl içinde gelişip alternatif ağlar yaratabileceğini öngörmek mümkün. Büyük resme bakınca sosyal yaşamın dinamiklerini belirleyen iletişim ve ekonominin merkezilikten uzaklaşmaya başladığını görüyoruz. Şimdilerde yatırım imkânlarıyla heyecanlandıran dijital coin’ler gelecekte parayı küresel ölçekte bağımsızlaştıran teknoloji olarak anılacak. Mesh ağları gibi veri iletişiminin, hatta internetin merkezi yapıdan ayrışmaya başladığı bir gerçekliğe ilerliyoruz. Kendi interneti, kendi dijital parası ve doğal kaynaklarıyla yaşayan dünya vatandaşları, acaba geleceğin toplulukları arasında var olabilir mi?
STARLİNK’E ‘ASTRO SÖMÜRGECİLİK’ İTHAMI
Bir şirketin en kara günü nasıl olur? İşletme fakültelerinde örnek gösterilecek olsa, Facebook’un pazartesi günü yaşadıklarına rakip olabilecek bir emsal kolay bulunmazdı. Düşünün, bir süredir internete sızan gizli dokümanlarla şirketin güvensiz yapısını ifşa eden kişi, kimliğini açıklayarak daha ileri demeçler vermeye başlıyor. Birkaç saat içinde büyük bir network arızası baş gösteriyor ve milyarca insanın kullandığı Facebook, Instagram, WhatsApp ve Oculus ulaşılmaz hale geliyor. Üstelik bunların hepsi, sosyal medyada tekel oluşturduğu iddialarıyla şirketi Instagram ve WhatsApp’ı satmaya zorlayan Federal Ticaret Komisyonu’na itiraz dilekçesi sunulduğu gün gerçekleşiyor.
Facebook’un sosyal medyada tekel yaratıp yaratmadığı halen bir tartışma konusu. Ancak sosyal yaşamımızı yönlendiren unsurları olduğu bir gerçek. Facebook’un yönetim politikaları ve algoritma stratejileri her gün kullandığımız, işlerimizi, hayatımızı yönettiğimiz
ana mecraların bizlere nasıl bir dünya yarattığını belirliyor. Dokümanları internete sızdıran muhbir Frances Haugen, mayısa kadar Facebook’un ürün müdürlüğünü yapan isim. Geçmişte Pinterest, Yelp, Google gibi teknoloji devlerinin bünyesinde aynı görevi icra etmiş, sosyal medyayı çok iyi tanıyor. Kendisini alarma geçiren durumu “Birçok sosyal ağ gördüm fakat Facebook’taki durum daha önce karşılaştığım her şeyden çok daha kötü boyuttaydı” şeklinde ifade ediyor.
Okuyacaklarınız doğrultusunda Facebook’u ‘kötü niyetli bir şirket’ olarak yaftalamak adaletsizlik olur. Çünkü Instagram ve WhatsApp ile birlikte Facebook’un insanlığa her yönden iletişim özgürlüğü ve fırsat eşitliği sunan serbest teknoloji araçlarından biri olduğunu kabul ediyoruz. Platformları kullanmaya elbette devam edeceğiz. Madalyonun diğer yüzündeyse kârlılığı her şeyin önüne koyarak amacından sapan bir yapının ‘istemeden de olsa’ insanlığa nasıl zarar verebileceği gerçeği yatıyor. Facebook’un durumunu, sermaye düzeninin küresel ölçekte nasıl çarpıklaştığı yönünden okumakta fayda var. Bir noktada iğneyi Facebook’a, çuvaldızı kendimize batırmayı düşünebiliriz. Aynı güne denk gelen büyük kesintiyse kalıcı alternatifler düşünmeye başlamamızı söyleyen bir işaret belki de. Acaba sosyal medyada etrafımızı ‘yanlış bilgilerle’ çeviren illüzyon perdesini aralamanın vakti mi geliyor?
‘NEFRET DUYGUSU ETKİLEŞİMİ ARTTIRIYOR’
ABD’nin en köklü ve etkili haber programı olan 60 Minutes’a konuk olup sızdırdığı belgelerin gerçekliğini doğrulayan Haugen, sosyal medya devinin yol açtığı toplumsal vahameti anlattı. Teknoloji blogu Gizmodo’nun röportajı analiz ederek 9 başlık altında topladığı korkutucu gerçekler arasından en çarpıcı olanları paylaşıyorum.
*