Dönüp dolaşarak yapılan faiz tartışmasının ana muhatabı sanılan Merkez Bankası’nın aslında belirlediği, etkilediği faizler kısa vadeli faizlerdir. Oysa bir ekonomide yapılacak potansiyel yatırımları en çok etkileyen faizler, uzun vadeli faizlerdir. Bunu da en çok etkileyen ve belirleyen unsur makroekonomik politikadır. Yani siyasal iradenin birebir sorumlu olduğu ve Başbakan Erdoğan’ın hani o atıfta bulunduğu ‘millete hesabı verilecek olan’ ekonomi politikasının bizatihi kendisidir.
Ak Parti’nin ilk iktidara geldiği dönemde faizlerin gerileme ivmesi, Merkez Bankası’nın faizleri aşağı çekmesinden değil, özellikle siyasal risklerin azalması ve borç çevrilmesine ilişkin kaygıların önemli ölçüde azalmasından kaynaklanmıştı. Nitekim 2002-2006 dönemine bakılırsa kamu kesimi net borç stoku, 2002’de GSYH’nın yüzde 61.5’inden, 2006’da yüzde 34’üne geriledi. İşte ekonomi yönetimin ve Başbakan Erdoğan’ın haklı biçimde övündüğü ‘mali disiplinin’ meyvesi, uzun vadeli faizlerin düşmesi olmuştu. 2006 öncesi yüksek büyümenin sırrı da buydu; 2001’deki reformlar ve mali disiplinle kamu borç stokunun hızla aşağı çekilmesi uzun vadeli faizleri hızla düşürdü.
Kamu kesiminde mali disipline, sıkı para politikası da eklenince; aynı dönemde enflasyon yüzde 70’li seviyeden yüzde 10’lara geriledi. Hazine’nin borçlanma ihtiyacı azaldıkça, sıkı para politikasıyla enflasyonun düşeceği beklentisi yaygınlaştıkça uzun vadeli tahvil faizleri geriledi; çünkü o gün faizler yüksekti ama enflasyon gerileyince bu yüksek faiz kalmayacak beklentisi ile uzun vadeli borçlanma araçlarına talep arttı.
2006 sonrasında ki özellikle küresel kriz yılları 2008-2009 sonrasında, borç stoku küçülmeye devam etse de, hem faiz dışı harcamalar arttı, hem de Türkiye devasa ödemeler dengesi açığına ulaştı. Bunun anlamı şuydu; kaynakları yeterli olmayan bir ülke, kaynaklarının çok üzerinde tam gaz harcıyor ve büyüyordu. Böyle bir tabloda, enflasyon yüzde 7-8’in altına düşürülemedi. Çünkü Merkez Bankası da görece gevşek bir para politikası izledi. Ne hedeflerine uygun, ne de fiyat istikrarına yaklaşacak biçimde bir para politikası izlenmedi. Böylelikle 2006 sonrasında, küresel kriz yılları hariç Merkez Bankası hedeflerini tutturamadı.
‘Başçı dilemması’
İşte tam da bu yüzden, Merkez Bankası bir taraftan Başbakan Erdoğan’ı memnun edeceğini sandığı bir gevşek para politikası izlerken, önceki gün olduğu gibi hedefi tutturamadığı için de yerin dibine sokuluyordu. Buna bir isim vermek gerekseydi; ‘Başçı dilemması’ en uygun tanımlama olurdu.
Özellikle 2010 sonrasındaki para politikası, cari açığa genişleme kapısı açan yüksek bir kredi genişlemesini frenlemedi; bu da yüksek ekonomik büyüme getirdi. Ancak, yüksek cari açık veren makine 2011’de ‘teklemeye’ başladı. 2014’de tekrarladı.
Başbakan Erdoğan’ın Merkez Bankası için söylediği en son sözlerden sonra; Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın, görev süresi sonunda yeniden atanma umudu eminim yoktu, şimdi ise süresi doluncaya kadar o koltukta oturma umudu da, isteği de kalmamış olmalı. Otursa bile ülkeyi yöneten siyasal iradenin güveni yok, ‘çeki düzene girme’ talebinde bulunacağı kadar yoldan çıkmış görülüyor belli ki.
Başbakan Erdoğan’ın Merkez Bankası hakkında, faizlerin seviyesi hakkında kişisel fikrinin olmasından doğal ne olabilir? Bir adım daha ileri gidelim, faizlerin düşük olması yönünde arzusunu da ifade edebilir. Burada da sorun yok. Geçmişte de yaptı bunu. Ancak, önceki gün Köln seyahati dönüşünde Vatan gazetesi yazarı Hüseyin Yayman’a söylediği sözlerde çok önemli bir sorun var. O da, faiz politikasını beğenmediği Merkez Bankası’na, onun başkanına “Sen dalga mı geçiyorsun? Yükseltirken beş puan birden yükseltiyorsun, şimdi yarım puan indiriyorsun” ve “Başbakanı isem kanaatimi düşüncemi, söyleyeceğim. O da bu noktada kendisine çeki düzen vermesi lazım” sözlerini ifade etmesi.
Başbakan Erdoğan’ın bu çıkışı, tamamı kendi imzası ile atanan Merkez Bankası yönetimine güvensizlik ilanıdır. Öyle ki; “Merkez Bankası enflasyonun hep düşeceğini söylemiştir. Ama şu ana kadar enflasyon onların söylediği istikamette gerçekleşmemiştir. Durmadan revize etmektedir. Bu, bir gerçeği ortaya koymaktadır. Demek ki sizin faiz politikanız yanlış” diyerek, Merkez Bankası’nın iletişim damarını kesip atmıştır. Ekonominin en uç kanallarında yer alan birimlerin, Merkez Bankası’na olan güvenini çöpe atmıştır. Bu sözlerden sonra Merkez Bankası’nın ‘enflasyon düşecek, yılsonunda yüzde 5 olacak’ sözüne kim inanır? Yurttaşların gözünde küçük dürülen bankanın bastığı paraları taşıyoruz cebimizde.
Normal bir ülkede, ülkenin Başbakanı tarafından temelli ya da temelsiz bir nedenle enflasyonla mücadelesi başarısız bulunan bir merkez bankası yönetimi çantasını toplayıp çıkar. Bu açıklama ile bir güvensizlik ortaya koyulurken, şunun da kapısı açıldı; Merkez Bankası yönetiminin bundan sonra alacağı tüm kararlar, ‘politik çeki düzen’ çerçevesi içine sığıştırılmış oldu. Alınan her karar artık tartışmalı, söylenen her söz inandırıcı olmaktan uzak olacak.
Oysa ki Merkez Bankası, Başbakan’ın sürekli markajında olduğundan faizleri hep görece düşük tutmuş, bu nedenle enflasyon hedefini de çoğunlukla tutturamamıştır. İsteseydi, görece daha yüksek bir faizle enflasyon hedefini tutturabilirdi. Ancak, Merkez Bankası; ‘daha yüksek bir faiz büyümeyi yavaşlatır’ düşüncesiyle buna yanaşmadı. Yani Başbakan’ın arzu ettiği yolda ilerledi.
Başbakan’ın anlattığı konulardaki yaklaşımı ya iktisat biliminde olmayan bir neden sonuç ilişkisine inanıyor, ya da gerçeklikten uzak. Hiçbir bilimsel yanı yok. Ekonomide böyle bir neden-sonuç ilişkisi yok. Ekonomide enflasyonun parasal bir olgu olduğu kabul ediliyor. Yüksek faiz sonuçtur; nedeni enflasyondur.
Keşke biri anlatsa…
Soma’daki maden cinayetinde 301 madenciyi kaybettikten sonra, sorumlu arıyoruz, en başta madenin hem sahibi olarak, hem de denetleme yükümlülüğü olan devleti sorumlu tutuyoruz. Bu devlet aygıtını yöneten siyasal iktidarın sorumluluğu var. Tabii ki asıl sorumlu madeni işleten işletmeci şirket. Peki, bu bir ekonomik faaliyet ise o şirketten kömür alanın da, kredi verenin de, yani diğer paydaşların hiç sorumluluğu yok mu? Nihayetinde bizlerin?
301 cana mal olan ve göstere göstere geldiği anlaşılan ‘kazanın’ olduğu yerde yapılan iş, temelde ekonomik bir faaliyet. Bu faaliyetin de paydaşları var; işi veren devletten başlıyor, denetçilerinden, meslek örgütleri ve sendika, bu işletmeye bu ekonomik faaliyeti yürütmesi için mal ve hizmet veren tedarikçileri, finansörleri, çıkardığı kömürü satın alan müşterilerine, bizlere dek uzanıyor.
Şu soruları soralım kendimize; birey ya da şirket olarak herhangi biçimde tarafı olduğumuz bir ekonomik faaliyette, toplumsal bir sorumluluğumuz yok mu? Hizmet alırken ya da verirken, mal sattığımız ya da mal satın aldığımız şirketler bizi ilgilendirmez mi? Çocuk işçi çalıştıran, cinsiyet ayrımcılığı yapan, iş yeri güvenliği kurallarına uyulmayan yerlere, ‘ben işimi görürüm, gerisine karışmam’ mı diyeceğiz?
Neredeyse 10 yılı aşan bir süredir, gelişmiş olarak kendini tanımlayan ülkelerdeki şirketler, yasalar ve düzenlemelere uyumlu yürüttükleri iş yapma biçimlerine yeni bir unsuru eklediler. O da, toplumsal sorumluluk ilkelerini kurumsallaştırıp buna uymaya çalışmaları. Hatta bu konuda ne yaptıklarını her yıl raporluyorlar. Kurumsal sosyal sorumluluk; şirketlerin, çevre, eğitim, sağlık ve çalışma güvenliği konularında toplumsal duyarlılıklara bağlılığını, kendi ekonomik faaliyetleri sırasında çevreye ve toplum sağlığına zarar vermekten kaçınma, işe alma politikasında fırsat eşitliğine bağlılık gibi değerleri temsil ediyor.
Kurumsal sosyal sorumluluğun özü; çevreye ya da insan sağlığına, yaşamına, bedensel bütünlüğüne dönük olarak riskli işler yapan kesimlerin, kendiliğinden ve gönüllü olarak işlerini düzgün yapmalarına dayanıyor. Başkalarının, rakip şirketlerin buna uymaları da, paydaşların duruşu ile de ilgili.
Yakın bir örnek, kömür madenciliğinde dünya lideri olan Avustralya’dan. Avrupa’nın dev bankalarından biri, havzadan çıkan kömürlerin taşınması için denize uzanan liman projesine finansman sağlamaktan vazgeçti. Nedeni basit; bu liman, UNESCO dünya mirası listesi içindeki resifleri içine alan bir alanda planlanıyordu.
Soma’daki faciadan sonra, Türkiye’nin önde gelen şirketleri, odaları, iş adamları geride kalan madenci ailelerine maddi yardım yapacaklarını ilan ediyorlar. Hoş, kimi bunun nasıl yapılacağını da söylemiyor. Kimi bunu bir ‘halkla ilişkiler’ projesi olarak görüyor; bankalar gibi. Bugün, Somalı madenci ailelerine yardım ettiniz, çok iyi. Ama ya sonraki iş kazaları için ne yapıyorsunuz? Yardım ilan eden şirketlerin, iş adamlarının kaçı kurumsal sosyal sorumluluk ilkelerini yaşama geçiyor?
Merkez Bankası’nın dünkü Para Politikası Kurulu toplantısında, haftalık repo faizi yarım puanlık bir indirimle yüzde 10’dan yüzde 9.5’e düşürüldü. Diğer faizler ise; yüzde 8’lik taban, yüzde 12’lik tavan faizi değiştirilmedi. Yarım puanlık faiz indirimi, Merkez Bankası’ndan haftalık vadede para borçlanan bankaların maliyetini düşürecek.
Merkez Bankası, “son dönemde azalan belirsizlikler ve risk primi göstergelerindeki iyileşmeyi” göstererek faiz indirimine gittiğini açıklıyor, ancak piyasalardaki beklentileri yansıtan verim eğrisinin (vadelere göre faiz oranlarının) yatay çizgide olmasını işaret ederek, sıkı politikanın devam edeceğini söylüyor. Merkez Bankası’nın vurguladığı aslında, enflasyon beklentilerinin hala olumlu yöne dönmüş olmaması. “Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlar yakından izlenecek ve enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş sürdürülecektir” denmesi, ‘yüzde 10’luk faizin yüzde 9.50’ye düşürülmesini bırak, gecelik faizler yüzde 11 civarında devam edebilir’ mesajı içeriyor. Yine, piyasalara ve politikacılara ayrı ayrı mesaj kaygılı bir Merkez Bankası’nın geri döndüğüne tanık oluyoruz.
Bu hareketten ne mi çıkar? Merkez Bankası politik vitrindekileri rahatlatmak için ‘faiz indirdim’ diyor, ama muhtemelen gecelik faizler yüzde 11 seviyesinde seyretmeye devam edecek. Sermaye girişi olursa gecelik piyasa faizinin belki biraz daha aşağı gelmesini sağlamak için likidite ayarlaması yapacak.
Merkez Bankası Ocak sonundan bu yana yüzde 10’la para vermeye devam ederken, yüzde 12’ye yakın tuttuğu gecelik faizlerin, resmi faizlerle oynamadan Nisan başından itibaren kademeli olarak yüzde 11’e kadar düşmesini sağlamıştı.
Merkez Bankası’nın dünkü açıklamasında, enflasyonun ileriye dönük seyrine dair bir işaret yok. Olanı da, iç talebin zayıf olduğu, bunun da enflasyon üzerindeki baskıyı hafifleteceği, cari açıkta da belirgin bir iyileşme ortaya çıkaracağı not düşülmüş. Bu da bir nevi, bugünkü koşullar değişmeden kalırsa ‘arzu edilen’ bir dilek gibi duruyor.
Merkez Bankası sıkı duruşu neden terk edemez?
Birincisi, Merkez Bankası’nın faiz kararında önce, hafta başında Hazine’nin Mayıs ayı borçlanma programındaki 6 tahvil ihalesinin 3’ü yapıldı. Bu üç ihalede çok ilginç sinyaller ortaya çıktı. Şöyle bir tablo; bu iki ihalenin ikisi 2 ve 3 yıllık sabit faizli ihale, diğeri ise 10 yıllık TÜFE’ye endeksli tahvil ihalesi idi. Tahvil ihalesine dair katılım verileri gösteriyordu ki; mali piyasa oyuncularının tahvil alım iştahı ağırlıkla TÜFE’ye endeksli tahviller içindi. Bu eğilim, ileriye dönük olarak döviz kuru artışı ve buna bağlı enflasyon beklentisi ile açıklanabilir. Enflasyona endeksli tahvil alma iştahının fazla olması, faizlerin ilerleyen zaman içinde yükseleceği yönündeki beklentileri gösteriyor. Özetle, mali piyasa oyuncuları, sabit faiz riski almak istemiyor, enflasyondaki artış ve potansiyel kur artışı nedeniyle faizlerin yeniden yükselebileceğini düşünüyor. Yoksa TÜFE’ye endeksli tahvil ihalesine 39 milyar TL teklif gelmesi başka türlü açıklanamaz.
PPK’dan faiz değişikliği çıkmasını beklemiyorum.”
Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) Perşembe günü karar verecek. “Faiz indirecek mi?” sorusunun iki yanıtı var.
Birincisi, Merkez Bankası hali hazırda uyguladığı likidite politikası ile piyasadaki gecelik faizlerin gerilemesini sağladı. Banka, açtığı haftalık repolar yoluyla yüzde 10’la piyasanın likidite ihtiyacını karşılıyor. İlk başta bu likiditeyi sınırlı verdiği için, yetmeyen miktarı da gecelik vadede veriyor, böylece de gecelik faizlerin tavana yakın (yüzde 12) olmasını sağlıyordu. ‘İlave sıkılaşma’ diye tanımladığı şey buydu. İşte bu faiz oranının, son günlerde yüzde 11’e düşmesi sağlandı.
İkincisi, birinci yanıttan da anlaşılacağı üzere, Merkez Bankası bir adım daha faizi düşürmek istiyorsa yani piyasadaki gecelik faizlerin yüzde 10’a çekmek istediğinde hala yeri var. Piyasaya verdiği paranın maliyetini yani resmi haftalık fonlama faizini değiştirmesine ihtiyacı yok.
Özetle; Perşembeye, tabelada yazan faizlerde bir indirim yapılmasını beklemiyorum.
Peki, Merkez Bankası’nın bize verdiği ipuçları var mı? Evet, var: Birincisi, döviz kurundaki harekete bakın. Kur düştükçe, Merkez Bankası gecelik faizlerin yüzde 12’lere yakın yerden yüzde 11’e doğru düşmesini sağladı. Ancak Cuma günkü yükseliş, dün de devam etti. Bu faizi yüzde 11’den yüzde 10’a doğru aşağı çekme ivmesinde yavaşlama getirecektir.
Türkiye hiç değilse bu defa, açılacak yardım-bağış kampanyasını eli yüzü düzgün biçimde; nasıl, nerede, hangi koşullarda, kimlere ve nasıl dağıtılacağını içerecek biçimde şeffaf bir program haline getirsin. Benim önerim siyasetçiler karışmadan 20-30 yıla uzanan bir emeklilik fonu kurulsun.
ŞİMDİ, ölen madencilerin ailelerine ve yaralanan madencilere yardım zamanı. Kaybettiğimiz madencilere çoktan yardım için bağış ilan eden şirketler, oda ve kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı bile. Ama çoğu da bilinmeyen bir çerçevede çarçur olup gidebilecek muğlâklıkta. Çünkü ‘nasıl’ sorusuna yanıt vermiyor. “Madencilerin ailelerine 3 milyon” ya da “madencilerin çocuklarının eğitimine 1 milyon” gibi muğlâk bağışlar halkla ilişkiler kampanyasından öteye gidebilecek kapsamda mı? Yardım ilan edenler, ‘nasıl?’ sorusunun yanıtını vermiyor. Kamuoyu da sonrasını takip edemiyor.
KEYFE KALMASINTamam, bu toprakların insanı yardımseverdir. Sadece ülkede değil, küredeki doğal felaketlerin ve büyük kazaların kurbanlarına yardım elini uzatmıştır. Bu haftayla beraber, çokça yardım kampanyasının kapısı açılmış olacak. Zaten birçok kuruluş çoktan niyetlerini ilan etmeye başladılar. Yalnız sorun şu; halkın ve kurumların yardımseverliğine karşın, toplanan yardımların nasıl ve nerede, hangi koşullarda, kimlere, nasıl dağıtılacağı ya da tahsis edileceği baştan ilan edilmez. Yani bir yardım-bağış yönetimi, sonrası için de bir denetim süreci ilkeleri ilan edilmez. Çoğunlukla da devlet çatısı altında olduğundan, yönetenlerin keyfine kalır. Ayrıca, yardım yapacağını ilan edenlerin yükümlülüklerini yerine getirmediği, bunun bir halkla ilişkiler manevrası olarak kötüye kullanıldığı da yakın örneklerden malumumuz.
SİVİL İNİSİYATİFYardımlar böyle ‘al at çuvala’ tarzı toplandığı için, ‘yardımların doğru yere gideceği, yaraya merhem olacağı’ hissiyatı eksik kalıyor. İşte bu yüzden, potansiyelinden daha düşük kaldığı da açık. Türkiye hiç değilse bu defa, yaşamını kaybeden madenciler için açılacak yardım-bağış kampanyasını eli-yüzü düzgün biçimde; nasıl, nerede, hangi koşullarda, kimlere ve nasıl dağıtılacağını içerecek biçimde bir program haline getirsin. Bir de, siyasetçilerin elini hiç bulaştırmasın, sivil bir inisiyatif olarak becersin. Benim önerim şu; ölen madencilerin birinci derece yakınları içerecek biçimde devletin bağlayacağı maaşın ötesinde, bir emeklilik fonu kurulsun, ölenlerin ailelerine bu fondan belli bir miktar peşin ödeme yapılsın, emekli olmuşlar gibi hemen aylık maaş ödenmeye başlansın, çocuklarının eğitim masrafları da karşılansın. Tüm yardımlar da bu fon havuzuna aksın.
Hiç şüphem yok; Soma’daki katliam gibi iş cinayetinin ardından ‘maden ocaklarındaki iş güvenliği’ konulu birçok konuşma yapılacak. ‘Önlem alıyoruz’ denilecek, belki gerçekten de tavizsiz adımlar atılacak, yeni düzenlemeler yapılacak. Ama yarın başka bir alanda başka bir facia ile karşılaşacağız. Neden mi?
Çünkü sorun, tek tek belli alanlarda önlem alınmamış olmasında değil, daha kötü; sorun yapısal ve ülkenin kurumlarında. O kurumların başında da hesap sorma-hesap verme yani hesap verebilirlik geliyor. O kurumların temelini de hukuk düzeni oluşturuyor.
Demokratik toplumların çok temel bir kuralı var; seçilmişler için hesap verme, seçenler için hesap sorma. Sistem şöyle çalışıyor; her daim ve her aşamada devlet bütçesinden başlayarak, sokağa uzanan bir denetim ve hesap verebilirlik süreci işliyor.
Temel hedef de şu; yanlış olabilecek işlerin, olumsuz olayların akış içinde, süreçler içinde ve zararın en az olabileceği bir aşamada önünü alabilmek, daha büyük bir yanlıştan, felaketten yolun başında sıyrılmak. Hesap verebilirlik, seçilerek gelen ve nihayetinde halka hizmet mekanizması olması gereken devleti yönetme ‘ehliyeti’ verilen ve fiilen yöneten siyasal partilere engel değil, tüm toplum için işletilen bir denetim süreci aslında. Birey-devlet ilişkisini düzenleyen anayasalarda yer alması da bu yüzden.
Ak Parti hükümetinin ‘hesap verebilirlik’ anlayışı şöyle; ‘sandıkta çoğunluk oyunu almışsam, ne yaparsam yaparım, hata ise hata, doğru ise doğru, kimse önüme çıkmasın, nihayetinde 4 yıl sonra sandıkta halk karar verir’.
İşte Soma’daki iş kazası denemeyecek ölçüdeki büyük felaketin, cinayetin ardında yatan temel nedenlerin başında da bu anlayış geliyor. Hesap sorma, hesap verebilirliğin yerle bir edildiği bir ülkede, önünde sonunda karşılaşılabilecek bir sonuç olarak. Mevcut siyasal anlayışın görüntü alanında, seçmen çoğunluğunun belirlediği siyasal iktidar ne isterse yapar, hukuk sistemi ‘milli iradeye taş koyamaz’ bakışı egemen.
Hesap verebilirliği çerçeveleyen normlar ne mi? Basit; hukuk. Anayasanızdan başlayıp, yasalara, tüzüklere uzanan ve temelde her aşamada denetimi içeren süreçleri içeriyor.
Kimi bankalar, Soma'da ölen madencilerin 'bankalarına olan kredi borçlarını sileceklerini' açıklamaya başladılar sırayla...
Bu satıları yazarken banka sayısı 7'yi bulmuştu.
Önce şunu not edeyim; asgari ücret seviyesinde olan banka müşterileri çoğunlukla hayat sigortası eşliğinde bu kredileri kullanıyorlar. Yani başlarına birşey gelirse bu poliçelerden borç tahsil ediliyor. Bankaların 'kaybı' olmuyor.
300'ü aşkın madenci yaşamını yitirmiş görünüyor. Sayı artabilir de. diyelim ki 300.
Bankaların bu elim facia üzerinden 'iyi birşey yapıyormuş' havasına girmesi, 'ölen işçilerin kredi borçlarını siliyoruz, Somalı yurttaşların kredi borçlarını da erteliyoruz' açıklaması dikkatimi çekti.
İyi niyetli de olsa nihai olarak 'fırsatçı' bir görünüm var. Üzüm yemekse oradaki şubeleri kanalıyla borçlulara ulaşıp bu bilgiyi vermeleri o kadar kolay ki. Yok 'iyilik yapıyoruz' ambalajı ise çok fena bir halkla ilişkiler fırsatçılığı bu.
Böyle bir karar alınıp, davul-zurna ilan ediliyorsa, yapılan 'iyilikten' daha yüksek bir 'reklam eşdeğeri' düşünülmüş olmalı.
İyilik yapmaksa basit bir yol var; ölen madencilerin eşleri ve çocukları için bir fon havuzu oluşturursunuz, bunu Türkiye Bankalar Birliği çatısı ile ilan edersiniz. Epey de işe yarar.