2013 yılında yap-işlet-devret (YİD) esasına dayanan devasa kamu projelerinde, ihaleyi alanların kredi borçlarına sonradan devlet garantisi ya da Ankara’da üretilen hafifletilmiş yeni tabirle ‘borç üstlenimi’ getirileceği bilinseydi acaba kaç girişimci daha bu ihalelere katılmayı isterdi? Daha iyi fiyat olabilir miydi? Muhtemelen evet. Ya da şöyle bakalım; ihaleyi alanlar, bu garantilerin geleceğini bilerek yüksek fiyat vermiş, rakiplerini eleyebilmiş olabilir mi?
Hem bir taraftan hasılat garantisi verilen, diğer taraftan da kamunun borçlanma garantisi verildiği anlaşılan devlet ihalelerinden bahsediyorum. Çok açık ki; ihaleye giren kimi şirketlere belli projeler için örtülü biçimde ‘biz size sonradan destek çıkarız’ denilmiş.
Ya da yurttaşlar açısından bakalım; vergi mükelleflerinin nam ve hesabına çeşitli kamu garantisi verilmesi, yükümlülük altına girilmesi var. Bunun da ne kadar olduğu bilinmiyor hem de. Fazlası, bütçe hakkının ‘paspas’ edilmesi var. Sahi, kamunun ya da nihai olarak vergi mükelleflerinin üstleneceği mali yükümlülükler için Meclis onayı var mı? Yanıt belli; yok.
Şubat 2013’de yapılan yasa değişikliği ile ‘yap-işlet-devret’ projelerinde kamu kesiminin borç üstlenmesine kapı açılmıştı. Bu kapının anahtarı da, Bakanlar Kurulu’nun çıkaracağı yönetmelikti. İşte geçen hafta bu yönetmelik yayımlandı.
Yapılan şu; 1 Aralık 2012-1 Ocak 2014 arası dönemde yapılan kamu ihalelerinde ortaya çıkacak özel müteahhit firmaların borçları devlet tarafından üstlenilebilecek. Bu, işi üstlenen özel kesime kredi verenlere açık bir kamu garantisi demek; ama vergi verenlerin haberi olmadan.
Ne mi getiriyor? Özel kesime ihale edilen kamu projelerinde, ihaleyi alan şirketler işi yürütmekte tıkandığında, tesisleri kamu devralacak, bununla beraber müteahhit şirketlerin borçlarını da devralabilecek. Yani, işi becermeyen müteahhitler ‘al anahtarı’ derken borçları da kamunun eline tutuşturacak.
İşin kamu cebini ilgilendiren kötü tarafı; hangi şirkete ne kadar garanti verildiği, ne kadarlık bir büyüklüğün sözleşmesi yapıldığını bilemeyecek olmamız. Çünkü Bakanlar Kurulu borç üstlenim kararı alındığında, bu Resmi Gazete’de yayımlanmayacak.
17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının şüphelilerinden Reza Zarrab, bu gidişle herkesten alacaklı çıkacak. Hangi konuda mı? Türkiye’nin cari açığının kayda değer bir bölümünü kapayarak Türkiye’ye büyük bir iyilik yaptığını savunuyor da ondan. O denli politik destek ve cesaret bulmuş ki; herkese ders verir tarzıyla, bu gidişle alacaklı çıkması işten bile değil.
Zarrab, Sabah gazetesine verdiği mülakatta, “İllegal yollardan elde edilmiş para, kara para olur. Benim yaptığım tüm ticaret, bankalar üzerinden yapılmıştır. Devletin tüm kurumlarının denetimine açık yapılmıştır. 200 ton altın ihraç edip Türkiye’ye 25 milyar TL gelir sağladım. Cari açığın yüzde 15’ini ben kapattım” biçiminde ‘ders’ veriyordu.
İki temel argümanı var; biri, ne iş yaparsanız yapın milyar dolarları bankalar üzerinden geçirirseniz bunun yasal ve meşru bir iş olacağını iddia ediyor. Gerçek öyle değil; banka üzerinden para transferi yapabiliyor olmak yapılan ticareti aklamaz. Aranan koşul; ne iş yaparak bu transferi, bu kazançları sağladığınız üzerinedir. Hangi üretim, hangi ticari iş yapılmıştır ki bu kadar yüksek bir para hareketi yapılmıştır? Ayrıca, ihraç edilen altınlarla 25 milyar TL’lik bir gelir sağlanıyorsa Zarrab’ın 2012’de Türkiye gelir vergisi rekortmeni olması beklenirdi, öyle değil mi? Altın madeni işletirsiniz, çıkan altın cevherini nihai olarak rafineride uluslararası standartta külçeye döküp ihraç ediyor olurdunuz, anlaşılabilir bir ticari faaliyet olurdu. Ancak biliyoruz ki; Türkiye’den ihraç edilen altınlar, yine yurtdışından ithal edilen altınlardır. Kayıt dışı getirilenler var mıdır? Bunun da yürütülen soruşturmaların konusu olması muhtemeldir.
İkinci argümanı, 200 ton altın ihraç ederek Türkiye’nin cari açığının yüzde 15’ini kapattığını iddia ediyor. Akla şu geliyor; bu ihraç edilen altınlar ‘patates toplar gibi’ topraktan çıkarılıp mı ihraç edildi? Tabii ki hayır; gerçek şu ki ithal edilen altınlarla yapıldı.
Normal koşullarda Türkiye, iç talep ve kuyumculuk ürünleri ihracatı için her yıl ortalama 200 tona yakın altın ithal ediyor. Yani Türkiye, nette ithalatçı bir ülke. Zarrab’ın bahsettiği ihracat için gereken altınlar, Türkiye’nin enerji ithalatından İran’a olan borcundan biriken paralarla yapılan altın ithalatı ile sağlandı. Yani basit haliyle; giden altınlar için İran ihracat bedeli ödemedi, zira bunun karşılığı daha önce Türkiye’ye sattığı enerji bedellerinden oluşan mevduat hesabında birikmişti. Özetle, Zarrab’ın Türkiye’ye yaptığı bir iyilik yok. Tersine İran’a yaptığı bir iyilik var; alacağın fiziksel olarak İran’a taşınması işinde. Türkiye’nin ödemeler dengesine de ne olumlu ne de olumsuz bir etkisi yok.
Hatırlatalım, enerji-altın ilişkisinin çalışması şöyle olmuştu; 2011-2013 Temmuz ayı arası dönemde İran, uygulanan uluslararası ambargo nedeniyle, Türkiye’ye sattığı gaz ve petrolün bedelini uluslararası para transfer sistemleri ile alamaz duruma gelince, bu bedelleri Türkiye üzerinden fiziksel altın ihracatı yolu ile kendi ülkesine taşıdı. Halk Bankası’nda mevduat hesabında biriken bedeller, İran’ın Türkiye içinde yetkilendirdiği kişiler ve kurumlar aracılığı ile bu hesaptaki paralar kullanılarak önce Türkiye’ye külçe altın ithal ediyor, sonra da bu altınlar İran’a gönderiliyordu. 2011’de Türkiye’nin hızla artan altın ithalatı ile hazırlığı yapılan transfer, 2012’de 13 milyar dolara ulaşan ihracat ile fiziksel biçimde yapıldı. Nihai olarak da, Türkiye’nin ithal ettiği enerji bedeli altınla ödenmiş oluyordu. ABD’nin 2013 Temmuz ayında yürürlüğe soktuğu kısıtlama kararı ile İran’a altın sevkiyatı da yasaklandı.
Konuştuğum üyeler iki temel eksende yer alıyor; birinci eksende yer alanlar, Cumhurbaşkanı'nın bir taraftan iş kesimine, yaşanan olumsuzluklara karşı moralini bozmamasını söyleyip, TÜSİAD'ın AB değerlerine sahip çıkmasını övgüye değer bulmasını, Ankara siyasetinde dünkü toplantının iz bırakan tarafı olduğunu söylüyordu.
İkinci eksende yer alanlar, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle konuşmasında gayet ortadan gittiğini, fazla 'köşeli' konuşmadığını düşünüyorlardı. Hatta yakın zamanda yönetim kurulu üyeliği yapan bir üye, 'tam Orta Doğu ülkesi gibi bir mesaj aldım; 'inşallah, maaşallah' diyordu.
Benim dikkatimi çeken CHP'nin bu toplantıya üst düzey katılımıyla oldukça önem vermesiydi. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu yanında ekonomi kurmayları Faik Öztrak ve Umut Oran vardı.
Ya peki hükümetin ekonomi kurmayları? Hiçbir ekonomi Bakanı yoktu. Bakan yardımcılarını da göremedim. Ya bürokratlar? Hayır onları da. Başbakan'ından kızdığı ve hainlikle suçladığı TÜSİAD'ın toplantısının, hükümet çevresi tarafından boykot edildiği çok açıktı.
Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TÜSİAD'ın Avrupa değerlerine sahip çıkmasını övdü. TÜSİAD üyeleri arasında en hoşa giden de bu övgü oldu. Bir anlamda, Başbakan Erdoğan'ın yıktığını, Cumhurbaşkanı Gül onarıyordu.
TÜSİAD yönetimi tam kadro gelirken; Mustafa Koç, Bülent Eczacıbaşı, Haluk Dinçer, Arzuhan Doğan Yalçındağ da hazır bulunanlar arasındaydı.
TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz'ın konuşmasında şöyle bir mesaj vardı Ankara'ya; o da, ekonomi ile ilgili konuları tartışmak sonuçta siyaseti ilgilendiriyordu, iş dünyası olarak kutuplaşan ve giderek sertleşen siyasetin, bir mutabakat zeminine çekilmesi gereği vardı.
“Madem gündemde memnuniyet anketi vardı, soru şuydu; TÜİK kendi içinde de bu tür eğilim, memnuniyet anketleri yapıyor muydu?”
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanı Birol Aydemir, her yıl İstanbul’da ekonomi basını ile bir araya geliyor. Aydemir, ‘İl Düzeyinde Yaşam Memnuniyeti’ verilerinin yayımlanmasının ertesinde, dün yardımcıları ile birlikte İstanbul’da bu toplantıyı yaptı. İstatistikler, veriler üzerine değişiklikleri ve ayrıntıları anlattı. Özellikle Avrupa Birliği standartlarına uyum konusuna önem verdiklerini söyledi. Aydemir, Türkiye’de veri kalitesinin iyileşmesi için kamu kesiminin tahakkuk esaslı muhasebeye geçmesi gerektiğini söylüyor.
İşgücü, istihdam ve işsizlik serileri yenileniyor; işsizlik tanımında son üç ay yerine, son 4 hafta esas alınacak. Yani daha ayrıntılı ve hareketli bir seri üzerinden istihdam ve işsizlik verileri ölçülecek. Ayrıca, milli gelir hesaplarının 2012 bazlı olarak hesaplanacak yeni bir seri üzerinde çalıştıkları anlatıldı. Tabii aynı zamanda da alt kalemlerde mevsimsellikten arındırılmış serileri açıklamalarının da zaman alacağı söylendi.
Madem gündemde memnuniyet anketi vardı; sohbet sırasında, şunu sordum “TÜİK kendi içinde de bu tür eğilim, memnuniyet anketleri yapıyor mu?” Öyle ya, mum dibine ışık veriyor muydu? Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısını, eğilimlerini, değişimlerini ölçen kurumda durum neydi?
Evet, TÜİK içinde de bir memnuniyet anketi yapılıyormuş. Hem de 3 yıldır. Birol Aydemir çok iddialı biçimde, “geldiğimden beri 3 yıldır yapıyoruz. Hiçbir kamu kurumunda buna cesaret eden yoktur. Yapan varsa hemen bırakırım.”
Peki, TÜİK çalışanlarının ‘memnuniyet’ sonuçları nasıldı? Başkan Aydemir fazla ayrıntıya girmek istemedi. Ancak şunu öğrendim; TÜİK çalışanlarının, atamaların liyakate uygun olup olmadığı sorulduğunda verdikleri yanıtlarda, yüzde 30’unun liyakate uygun biçimde atama yapıldığına, geriye kalan büyük bir çoğunluğun da liyakate uygun atama yapılmadığına inandıkları ortaya çıkıyormuş.
Aydemir, bu tür memnuniyet anketlerinin sorunlarla yüzleşmek açısından önemli olduğunu anlattı. Anketin sonuçlarına göre kurumsal yönetişimi geliştirmeye çalıştıklarını söylüyor. ‘Peki, Ankara’daki merkez mi yoksa bölgeler mi daha mutlu?’ diye sorduğumda, görece merkezdeki personelin daha az mutlu olduğunu, çünkü neredeyse ulaştırma servisi olmayan nadir kurumlardan biri olduklarını anlatıyor.
Kamu hizmeti veren kurumların, TÜİK’in açtığı bu yoldan ilerlemeleri ne kadar güzel olur. Kim bilir bunu yürütmek için altyapı desteğini de yine TÜİK’den alırlar belki de.
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, “Gerekirse kademeli olarak bunu yüzde 10’a kadar çekebiliriz” derken, gecelik faizlerin 2 puan inmesini sağlayacak likidite ayarlamasına başladığı ortaya çıktı. Başçı bir yandan piyasalara sıkı duruş sinyali verirken, diğer taraftan verilere göre Erdoğan’ın isteğini hemen yerine getirdi.
Başbakan Erdoğan geçen Cuma Merkez Bankası’nın olağanüstü toplanıp faizi indirmesini istedi, Merkez Bankası da ilave olarak uyguladığı parasal sıkılaştırmayı Pazartesi’den itibaren azaltarak, likidite ayarlamasıyla gecelik faizlerin 2 puana yakın düşmesini sağladı. Pazartesi Kayseri’de konuşan Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, “Faiz indirimi için Para Politikası Kurulu’nun toplanmasına gerek yok, gerekirse kademeli olarak bunu yüzde 10’a kadar çekebiliriz, burada hareket alanımız var” demişti.
İLERİDE BEKLENİYORDU
Piyasalarda bunun ileri bir zamanlama ile olabileceği düşünülürken, Merkez Bankası’nın çoktan harekete geçtiği ortaya çıktı. Başçı bu sözleri söylerken, Merkez Bankası’nın gecelik faizlerin 2 puan inmesini sağlayacak likidite ayarlamasına başladığı ortaya çıktı. Merkez Bankası piyasanın ihtiyacı olan TL likiditesinin yüzde 90’lık bölümünü, yüzde 10’luk sabit faizle haftalık repo yolu ile veriyordu. Bankalar, ihtiyaçları olan likiditenin bu büyük bölümünü haftalık repo ile aldıktan sonra geriye kalan miktarı ise gecelik vadede yüzde 11.50-12.00 aralığında yine Merkez Bankası’ndan borçlanıyorlardı. Borsa İstanbul’da kurulu bankalararası repo piyasasında, gecelik faizler de ortalama yüzde 11.70’in altına düşmüyordu.