İş burada bitmiyor; beklentiler 1 dolar=1 euro seviyesine kadar gerilemesi yönünde. Hatta daha keskin bakanlar, euronun doğduğu pariteye yani 0.90 seviyesine gerileyeceğini bile ileri sürüyor.
İşin doğrusu, hem reel ekonomi açısından, hem hane halkı açısından, hem finansal sistemin sağlığı açısından, hem de faiz farklılıkları açısından euronun değer kaybetmesi için her türlü koşul hazır. Asıl önemlisi, politik olarak da zemin oluşuyor.
Mayıs ayında 1.40 seviyesinde iken Eylül başında 1.30’a, şimdilerde de 1.20’ye doğru bir eğilim gösteren euroya dair olumsuz bakış, geçen hafta Washington’da yapılan IMF toplantıları sırasında belirginleşen ‘yeniden küresel ekonomik yavaşlama’ beklentisinin genel bir mutabakat halini almasıyla güçlendi.
Avrupa’da 18 ülkenin ulusal paralarını terk ederek şemsiyesi altına girdiği ortak para Euro, birkaç nedenden dolayı hızla değer kaybetmeye başladı.
Birincisi, Avrupa’da hızla yayılan deflasyon korkusu; Euro Bölgesi’nde tüketici fiyatları yıllık binde 3’lük artış oranına kadar geriledi. Çekirdek enflasyon da binde 7’de. Bu oranlar 2009’daki sert kriz rüzgârından sonra görülen fiyat düşüşü bir tarafa bırakılırsa finansal krizi sırasında 2010’da da görülmüştü. Yani, Avrupa yeniden durgunluk ve deflasyon dalgasına girmeye çok yakın. Haziran ayı sonrasında Almanya’ya dair verilerin de ekonomik yavaşlama sinyali vermesi, daha karamsar bir tablo yarattı.
İkincisi, deflasyon riskine karşı Avrupa Merkez Bankası ECB’nin aldığı önlemler bizatihi euronun değer kaybını hedefliyordu. ECB’nin Haziran’da açıkladığı adımlarla ABD ve Avrupa arasındaki faiz farkı açılmaya başladı. ECB, bankaların kendi nezdinde tuttuğu mevduata verdiği faizi negatife çekti; böylece kendisinde para tutan bankalar üste faiz ödemek (yıllık yüzde 0.20) zorundalar artık. ECB ayrıca, şirketleri hedefleyen repo işlemleri ile bankaların ihraç ettiği menkul kıymetleştirilmiş alacakları içeren tahvil alımı programı ilan etti. Avrupa’nın en sorunlu ülkelerinin 10 yıllık faizi, ABD’nin 10 yıllık faizinin altına düştü. Bu da doları daha cazip kılıyor. Ayrıca, bu önlemlerin ekonomiyi canlandırma yönünde pek de işe yaramadığı, gelecekte de işe yaramayacağı yönündeki kanı güçlenmeye başladı.
Üçüncüsü, ECB’nin yürüttüğü para politikasının ana rayı bankacılık sistemi üzerinde. Bankacılık sistemi sağlıklı bir yapıda olsaydı, para politikası önlemleri şirketlere ve bireylere hızla aktaran, işleyen bir mekanizma olacaktı. Oysa mali sistem bilanço küçültmeye çalışıyor. Bankacılık sisteminde sermaye kaybı var. ECB, bankacılık sistemine yeni bir kapsamlı değerlendirme yapıyor. Sonuçları da 26 Ekim’de açıklayacak. Bu sonuçlara göre, hangi bankaya ne kadar sermaye konulacağı, nasıl yapılacağı banka hissedarlarından istenecek. Bu konuda da, bankacılık sistemini düze çıkaracak pek başarılı bir sonuç sağlanması bekleniyor.
Dördüncüsü, ABD’deki faiz artırım sürecine dair sinyallerin güçlenmesi, FED’in piyasaya sürdüğü bol likiditenin çekilme planlarının fazlaca tartışılır hale gelmesi etkili oluyor. ABD’nin hem ekonomik büyümesi güçlü, hem de finansal sistemi sağlıklı. Bir de faiz artırımı yaklaşınca doları güçlü, karşısındaki paraları da zayıflatıyor.
Bu sözleri, Nobelli iktisatçı Paul Krugman, bir diğer iktisatçı Rudiger Dornbusch’un Meksika krizi üzerine söyleşisinden aktarıyor.
Son 15 gündeki veri ve haber akışı gösteriyor ki; küresel ekonomide belirgin oyuncu olan ülkelerin, ekonomilerin hikâyelerindeki ayrışma belirginleşiyor. İşte bu yüzden, 2008-2009 krizi patlak verdiğinde her ekonomin ve ülkenin ortak sorunu olan konular ve öncelikler, aradan geçen 6 yıl sonra şimdi farklılaşıyor.
İyi bir büyüme ivmesi yakalayan ve temel hedef olarak istihdamı ve işsizliği öne geçiren ABD, her ne kadar işgücüne katılım oranında gerileme yaşasa da işsizlik oranını 2008 seviyesine çekti. Bunu, rehavete kapılmadan sürdürülebilir kılmak istiyor. ABD’de Merkez Bankası artık uzunca süre sıfıra yakın tuttuğu faizleri yükseltmek ve 4 trilyon dolarlık parayı piyasadan çekme peşinde olacak. Bu da gelişen ülkeler için ‘baş ağrısı’ yaratacak.
Avrupa, finansal krizi bir türlü atlatamadı; bankacılık sistemi sorunlu. Sermaye konulması gerekiyor. 2008-2014 arası dönemde iki kez girdiği resesyona yeniden girme, hatta deflasyon tehlikesi ile karşı karşıya. 2011 sonrası bol para basmak, büyük bir felaketten kurtardı belki ama paraya talep de yok. Kredi talebi yok. Çünkü borç ve bilanço küçültme eğilimi devam ediyor. Çünkü bankalar sermaye kaybetti. Deflasyon tehlikesi, küresel kriz sonrası gayet iyi bir büyüme sağlayan Almanya gibi lokomotif ülkeyi de vurabilir. Nitekim sanayi üretimi ve ihracatta sert düşüşler görülmeye başlandı.
Japonya, küresel kriz sonrası yaşanan deprem de etkiledi. Son iki yıldır iktidarda olan Shinzo Abe hükümeti devasa parasal genişlemenin destekçisi oldu. Ancak bütçe gelirlerini artırmak için konulan satış vergisi ekonomide dalgalanmaya yol açtı. Parasal genişlemenin işe yarayıp yaramadığı tartışılıyor. Tehlikeleri de. Görünüm karışık.
Bir farklılaşan hikâye de Çin’de. Küresel krize kadarki son 20 yılda yüzde 9-10’luk büyüme ivmesi sağlayan Çin, kriz sonrasında da devasa bir kredi büyümesi sağladı. Konut fiyatları şişti. Bunu finanse eden ve kredilerin önemli bir bölümünü oluşturan gölge bankacılık, potansiyel bir büyük bir çöküşü içinde barındırır halde. İşte bu sorunu çözmek için, geçtiğimiz yıl tam bu aylarda Çin’in reformlara girişme kararı aldı. Bu reformlar hayata geçtikçe ekonomik büyümeyi yavaşlatacağı tahmin ediliyordu. Aradan bir yıl geçti, Ağustos ayındaki sanayi üretimin yıllık yüzde 7’nin altına düştüğü görülüyordu. Giderek daha fazla veri Çin’in yavaşlayacağını gösteriyor.
İki hafta öncesinden başlayarak, büyük yatırım bankalarının Çin ekonomisine dair büyüme tahminlerini düşürmeye başlamaları, geçen hafta da IMF tahmininin 2015’de yüzde 7.1’e düşürülmesi, bu yöndeki genel mutabakatın mührü oldu.
Ancak bir sorun var; Babacan birincil önceliği enflasyona verdiklerini vurguladıktan sonra, verdiği enflasyon tahminleri bu önceliği sağlayacak seviyede değildi. OVP’de tahmin edilen yılsonu enflasyon oranları, 2014 için yüzde 9.4, 2015 için yüzde 6.3, 2016’da ise yüzde 5 olarak öngörülüyor. Yani, öncelik verilen bir yılda enflasyon hedefi iki yıl sonra tutacakmış. Yani enflasyonda değişen bir şey yok.
İkinci nokta da şurada; mevcut mali sıkılığın devam edeceği söyleniyor. Oysaki Türkiye’nin OVP’de telaffuz edilen enflasyon, tasarruf ve cari denge hedefinin sürdürülebilir kulvarda tutmak için bugünkünden daha fazla faiz dışı fazla gerekiyor. Peki, OVP’de ne var? Görünürde faiz dışı fazla 2014’deki GSYH’nın yüzde 1.5’lik gerçekleşmeden 2015’de yüzde 1.7’ye artırmayı öngörüyor. Bu da, 2013’deki yüzde 2’lik faiz dışı fazla sağlandığı dikkate alınırsa kayda değer bir sıkılaşma değil. Faiz dışı harcamalar yaklaşık GSYH’nın yüzde 1.1’i kadar azaltılmış, ama gelirlerin de 0.8 puan yakın azalacağı da öngörülmüş.
Geçen yıl OVP’nin birincil önceliği cari açığı aşağı çekmeye çalışan ve tasarrufları artırmanın hedeflendiği bir çerçevede idi. Oysa yüzde 4 büyüme öngörerek yani harcayarak tasarrufları artırmak olanaklı görünmüyordu. Nitekim 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturması sonrası ortaya çıkan Anayasal güçler krizi ile kur ve faiz artışı ekonomiyi yavaşlattı. Yatırımlar geriledi, cari açık geriledi, tasarruflar yükseldi. Yani tasarruf hedefi tuttu; krizle.
Sonuç şu; alınan bir önlemler dizisi ile 2014’de cari açık azaltılmış, tasarruflar artırılmış değildi, şimdi de bu sürecin getirdiği tedirginliğe ve IMF gibi kuruluşlardan gelen maliye politikasında sıkılaşma sağlayın uyarılarıyla politika rötuşu yapılıyor fotoğrafı veriliyor. Yapıldığı söylenen sıkılaşma 2013 gerçekleşmesinin bile altında.
OVP’de geçen yıl yüzde 5 planlarken, bu yıl 2015’de ekonominin yüzde 4 büyüme sağlayacağı varsayımı yer alıyor. Bunun da, 2014 gerçekleşmesinin yüzde 1.9 artış yönünde tahmin edilen tüketimin 2015’de yüzde 3.8 artış göstermesi, 2014’de yüzde 2.1 küçülme gösterecek özel kesim yatırımlarının da 2015’de yüzde 6’lık bir artış göstermesiyle olacağı varsayılmış. Sahi 2014’de tüketim ve yatırımları düşük kılan nedenlerin hangisi ortadan kalktı ki, 2015’de tüketimin hızı ikiye, yatırımların hızı da dörde katlanacak?
Açıklanan OVP’de, geçen yıl 2015 ve 2016 için tahmin edilen toplam milli gelir sayılarının da ortalama 83 milyar dolar aşağı çekildiği görülüyor. Örneğin 2016 GSYH tahmini 996 milyar dolardan 907 milyar dolara çekildi. Kişi başı milli gelir sayıları da, ortalamada 1000’er dolar aşağı çekildi. Dolar bazındaki tahminlerde kullanılan dolar kuru tahminlerinin de oldukça iyimser olması, milli gelir tahminlerinin dolar bazındaki tahminlerini de iyimser kılıyor. Örneğin 2015 için 2.28, 2016 için 2.37’lik dolar kuru tahminleri sadece OVP büyüklüklerine güzel vitrin olmasını sağlıyor.
Sonuçta, bugünden gelecek için çok daha belirginleşen tablo şu; Türkiye’nin, hükümetin hedeflediği ama bunun için pek de bir şey yapmadığı 2023 hedeflerinden uzaklaştığı kesinleşirken, orta gelir tuzağına da hoş geldin diyor.
Ancak bu son hamlenin olası sonucu; sermayesini kaybeden bankaların, aktiflerindeki batık kredileri Avrupa Merkez Bankası’nın kucağına bırakmaları olabilir.
Avrupa’da bankaların bilançosundaki kredilerden menkul değere dönüştürülmüş ya da teminatlı hale getirilmiş olanları, Avrupa Merkez Bankası satın alma yolu ile kendi bilançosuna aktarmış olacak.
Öyle ki; BBB notunun altındaki ülkelerdeki bankaların bilançosunda yer alan ve menkul kıymet haline dönüştürülmüş kredilerin de bu alımın konusu olacağı dünkü basın toplantısında söylendi. Bunun anlamı; Yunanistan ve Güney Kıbrıs gibi ülkelerin bankaları, bilançolarındaki batık kredileri ‘paketleyip’ nihai olarak Avrupa Merkez Bankası’na devredebilecek, batığı Avrupa Merkez Bankası’na bırakma olanağına kavuşacaklar. Daha önce bu ülkelerin tahvilleri teminata kabul edilmemişti.
1 trilyon euroya kadar, iki tür VDMK satın alınacak; biri Ekim ortasında teminatlı banka tahvilleri (covered bonds) alımı başlayacak, diğeri ise son çeyrek içinde varlığa dayalı tahviller. İki yıl boyunca sürecek.
Teminatlı banka tahvilleri, bankaların bilançosunda yer alan ve bizatihi borçlusu banka olan tahviller. Geri ödenmeme durumunda yükümlüsü banka. Ancak, varlığa dayalı tahvillerde; krediler, menkul kıymetleştirme denilen bir süreçle özel bir yatırım aracına devrediliyor. Yani kredi bankanın bilançosunda yer alsa da varlığa dayalı menkul değerin geri ödenmesinde bankanın sorumluluğu olmuyor.
Son dönemde şirketlere dönük repo finansmanına girişen Avrupa Merkez Bankası, işte şimdi VDMK alımlarıyla bilançoları hasar gören ve parasal aktarım mekanizmasını çalıştıramayan bankacılık kesimine nefes vermeye çalışıyor.
Amaç bu da, ya potansiyel sonuç ne olacak? Şirketler, dolayısıyla bankalar bu kredileri döndürebiliyor olsaydı bunlara ihtiyaç kalmayacaktı. Avrupa Merkez Bankası muhtemelen vadesinde geri ödemesi olmayacak bir yatırım aracına, yani bu VDMK’ları satın alarak bilançosuna potansiyel bir batık yerleştiriyor.
İşte bu yüzden, Almanya ve Fransa şiddetle karşı çıkıyor. Eski Alman Merkez Bankası (Bundesbank) Başkanı Axel Weber, Avrupa Merkez Bankası’nın batık kredileri bünyesinde toplayan bir bankaya dönüşmeye başladığını söylüyor. Daha önce de Almanlar karşı çıkmışlardı ancak, bu defa biraz daha şiddetli bir itiraz olduğu görülüyor; Alman IFO Enstititüsü’nin Başkanı Hans-Werner Sinn, ECB’nin bu alım programının görev tanımının dışında olduğunu, Alman hükümetinin buna karşı harekete geçmeye çağırıyor.
İki seçim arifesinde dokunulmayan kamunun kontrolündeki mal ve hizmet fiyatları, ithalata dayalı olduklarından kur artışının yeniden harekete geçmesi nedeniyle kaçınılmaz hale geldi. Ekim 2012’den bu yana dokunulmayan doğal gaz ve elektrik fiyatlarına yüzde 9’luk bir artış yapılacağı dün Enerji Bakanı tarafından açıklandı.
Ocak 2010’dan bu yana dolar kurundaki artış yüzde 50, tüketiciye sunulan doğal gazın nihai fiyat artışı da Ağustos TÜFE verisine göre yüzde 51. Elektrikte ise yüzde 34. Türkiye’nin ithal ettiği doğal gaz sözleşmelerinde de, uluslararası fiyatlarda da orta vade içinde içerideki fiyatlara etki edecek kayda değer bir değişiklik olmadı.
2011 ortasında başlayan kur artışı yaklaşık yüzde 30’u bulduktan sonra, ilki Ekim ayında, devamı da 6 ay sonra olmak üzere iki kademede, elektriğe yüzde 22, doğal gaza yüzde 32 zam yapılmış oldu. Yine altı ay sonrasında Ekim 2012’de yüzde 9.8’lik artış yapıldı.
Elektrik üretimin de yarıdan fazlası doğal gazla yapılıyor. Kuraklık nedeniyle hidroelektrik üretiminde 6 puana yakın kayıp da ortaya çıkmış. Doğal gaz tüketiciye ithalat sözleşmelerindeki fiyatın daha altından (subvansiyonlu) bir fiyatla sunulduğundan, gecikmeli fiyat artışı da yapıldığından, belli bir miktar birikmiş zarar finanse ediliyor, yük olarak taşınıyor.
Son iki yıldır hem doğal gaza hem de elektriğe zam yapılmadı. Bu süredeki dolar kurundaki artış yüzde 27’yi buldu. Bu farka, yüzde 9’luk bir doğal gaz ve elektrik zammıyla karşılık verileceği anlaşılıyor.
Şimdi filmi geriye sarın; bu yılbaşında da, bundan birkaç gün önce de, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin hem kur konusundaki, hem de faizler konusundaki sözlerini hatırlayın. Bir taraftan kura seviye biçen, bir taraftan da kuru yukarı itecek faiz gibi önemli bir parametrenin aşağı çekilmesi çabası gösteren Ekonomi Bakanı; faturanın da sahiplerinden aynı zamanda.
Tasarruf açığı olan ülkenin devasa döviz açığı varsa makul bir ekonomi politikası izleme çabası da varsa orada hiçbir ekonomi kurmayı kuru ateşlemek için ne çaba gösterir, ne de faiz indirme uğraşına girişir. Sonucu baştan belli bir gelişme bu; bizim gibi döviz açığı olan ülkeler döviz kuru artışından ‘sopa yer’, faizden değil.
Euro ve doların eşit ağırlıklandırıldığı döviz kuru sepeti son bir ayda yüzde 1’e yakın artış gösterdi. Dolar euroya karşı da değer kazandığı için, doların TL’ye karşı değer artışı daha yüksek oldu; yüzde 3. Temmuz sonundan itibaren bakılırsa iki ayda yüzde 7’ye yaklaşan bir dolar kuru artışı söz konusu.
Ödemeler dengesinde Temmuz ayından itibaren gözlenen bir gelişme de, ülkemize gelen döviz akışında bir yavaşlama olması. Buna, ABD’deki faiz artışının ve basılan dolarların geri çekilmesi konusundaki sisin dağılması ve bu gelişmelerin tersine düşük faiz uygulayan Merkez Bankası tablosu da eklenince, sepet döviz kurunda hafiften, ama paritenin de etkisiyle dolarda daha belirgin bir artış ortaya çıkmaya başladı.
Elde TL tutmanın (örneğin mevduat) getirisinin aylık yüzde 1’in altında olduğu bir ortamda, kurdaki birkaç aylık kararlı yükseliş olması ve aylık yüzde 2-3’ün civarında olması, döviz borçlusu kesimleri döviz almaya yöneltiyor. Varlık dolarizasyonunun ‘uyuzunu kaşıyor’.
Yılbaşında, tüm gözlerin Türkiye gibi gelişen ülkelere çevrilmesi, hatta oluşturulan ‘Kırılgan Beşli’ kategorisinde ‘en kırılgan’ payesi verilen Türkiye’nin ekonomi otoriterlerinin daha dikkatli ve temkinli bir politika izlemesi beklenirken, politik baskının gölgesinde hızla faiz gevşeten Merkez Bankası’nın karşılaşacağı tablo bundan farklı olamazdı. En fazla üç-beş aylık bir zaman kazanılabilecekti; nitekim de öyle oluyor.
Peki, kur artarken, sonunda faizi değiştirmeme kararı alan Merkez Bankası’nın yeni planı ne olabilir?
Birincisi, gecelik faizleri sıkılaştırıp tavan faiz olan yüzde 11.25’e doğru yaklaştırması. Bunu son bir haftadır yapıyor; gecelik faizler yüzde 10’lara yaklaştırıldı.
İkincisi, Merkez Bankası piyasaya döviz likiditesi girmesini sağlayarak, likidite kaynaklı kur baskısını azaltmak isteyebilir; bunun için iki yol var. Biri, bankalara döviz deposu borç verme faizini aşağı çekebilir. Nitekim birkaç hafta önce Erdem Başçı “bunu 1 puan aşağı çekebiliriz” demişti. Diğeri de, zorunlu karşılıklarda katsayı (ROK) değişikliği yaparak, kendisine döviz yatıran bankalara döviz geri dönüşü sağlayabilir. Ancak sorunun döviz likiditesinden çok bozulan beklentilerle ilgili olduğunu, hele ki son jeopolitik gelişmeleri de hesaba katarak bakmak gerekiyor.
Üçüncüsü döviz satış ihalelerinde satış miktarlarının artırılması gündeme gelebilir.
Ancak neyin kaçtığını anlamak, nereye doğru gittiğimizin de işareti aslında. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı bu yılın başında eline geçen fırsatı öyle bir harcadı ki; şimdi o kaçan fırsatı geriye çevirmek artık mümkün değil. Nasıl mı?
Ocak ayında sert faiz artışı yapan Başçı, geçmişteki yalpalamasını bir tarafa atarak ‘tamam artık Merkez Bankası, siyasetin gölgesinden uzaklaşıyor ve çok kararlı’ diye önemli bir kredi kazanmıştı. Şöyle bir fırsat vardı; bu kararlılığını en az 8-10 ay koruyabilseydi gerileyen ve kontrol altındaki döviz kuru eşliğinde enflasyona yansıma bir süre sonra bitecek, bugün Başçı’nın bize çok şikayet ettiği gıda fiyatlarında da baz etkisi kaynaklı önemli bir düşüş olacak ve enflasyon yüzde 6’lı bir yerlere gerilerken, uzun vadeli faizler de bununla uyumlu biçimde gerileyecekti.
Bu durumda Başçı’nın ayağına gelen önemli fırsat da Merkez Bankası’nın faizlerini yarımşar puan yarımşar puan hızla aşağı çekmek olacaktı. Hem enflasyon, hem de beklentiler, hem de uzun vadeli faizler düşmüş olacaktı.
Yok, hayır; Başçı para politikasının yolunu, Ankara’nın siyaset dehlizlerinde kaybetti. Nisan ve Mayıs’taki döviz kuru gevşemesinin ardından hemen faiz indirdi; bir de Başbakan’ın bunu beğenmeyip ‘kendine çeki düzen versin’ diyerek uluorta ‘fırçası’ ile devamında faiz indirimlerini hızlandırdı. Özellikle kur üzerinde çok etkili olan gecelik faizi hızla aşağı çekti. Mayıs sonrasında, kur yatay seyrederken dahi faizi aşağı çekmeye devam etti. Oysaki Ocak ayındaki kur şokunu sert faiz artışıyla durduran Merkez Bankası, izleyen birkaç ayda ‘bozulan fiyatlama davranışından’ bahsetmeye başlamıştı. Bu, döviz kuruyla alışverişi olmayan kesimlerde, girdi maliyetlerinde doğrudan döviz kuruna duyarlılığı olmayan sektörlerde sanki varmış gibi hızlanan fiyatlama eğilimi demekti. İzleyen aylarda, bu eğilimin izleri devam etti. Ancak, hızla faiz düşüren Merkez Bankası beklentileri yönetmek için bunu bırakıp kamuoyunu sadece gıda fiyatlarına yöneltti. Muhtemelen, ‘Avrupa’daki güçlenen deflasyonist eğilimden parasal bir genişleme kararı çıkar, elimiz rahatlar’ gibi ‘fırsatçı bir hedge fon yöneticisi’ düşüncesi egemen oldu.
Temmuz başından itibaren, bu gevşek para politikasının enflasyonu bırakın hedefe, Merkez Bankası’nın tahminlerine bile yaklaştırmayacağı yönünde bozulan beklentiler, uluslararası konjonktürdeki gelişen piyasalara dair olumsuz seyrin yeniden ısınmaya başlaması, içeride de bir banka üzerinden yürütülen ve bankacılığa zarar veren ‘linç’ uzun vadeli faizleri yüzde 9’un üzerinde tuttu. Buna karşın, Merkez Bankası, ‘kredi faizlerini nasıl gevşetiriz?’ düşüncesiyle gerek faiz koridorunun tavanında indirim, gerekse zorunlu karşılıklara faiz verme egzersizlerini dile getirme yönünde hareket etti. Son dönemde de döviz kuru sepeti yükselerek Nisan ayı başındaki yere geri döndü.
Döviz kurunun (doların pariteden dolayı daha yüksek olmak üzere) yeniden Nisan başına dönmesi, hani o Merkez Bankası’nın Şubat-Mart aylarında bahsettiği ‘fiyatlama davranışındaki bozulma’ eğilimine yeniden yakıt olmak üzere.
Ocak’taki sıkı duruşu Nisan’da bırakan, 3-5 ay daha sürdüremeyen Erdem Başçı, şimdi giderek daha güçlü biçimde kuru yukarı iten ivmeye gecelik faizleri yükselterek karşılık veriyor. Sorun şurada: Döviz kuru beklentileri bozuldu. ‘Her düşüş alım fırsatı’ biçimdeki bir bakış yaygınlaşıyor. En azından şu bakış ve eğilim reel kesime yerleşiyor; 2002-2010 arasında tanık olunan ‘kur çıkar ama bir süre sonra düşer’ bakışı, 2010-2014 döneminde ‘kur çıkar, aşırı yükseldiği yerden geriler, bir süre yatay seyreder, sonra yeniden yükselir’ haline dönüşüyor. Bu açının değişmesi, reel kesimdeki fiyatlama davranışına da yansıyor. Sıkı bir duruşu sebatla koruyamayan Merkez Bankası’nın bu eğilimleri ve değişen bakış açısını taktik sıkılaşma ile önlemesi giderek zorlaşıyor.
Kalan görev süresi boyunca enflasyon hedefini tutturması belirsiz olan Başçı’nın, sonunda ‘sığınacağı nihai limanın’ yeniden konvansiyonel merkez bankacılığının araçları olacağı kesin.
Biri, ABD Merkez Bankası’nın karar alıcı kurul (FOMC) toplantısı idi. Toplantıdan gelen açıklamada, tahvil alımlarının Ekim ayında biteceği kesinleşti. Peki ya ‘tahvil alımlarının bitiminden kayda değer bir süre sonra’ olarak tanımlanan faiz artırımına geçiş ne zaman başlayacaktı? Açıklamadaki muğlâklık değişmedi, sürdü. Peki, neden böyle yapıyorlar?
Tek bir açıklaması var; FED sona yaklaşsa da hala tahvil alıp piyasaya para sürüyor. Yani, piyasa oyuncularından tahvil satın alıyor, onların da eline geçen parayı yatırımlara yöneltmesini, tüketim harcamalarında kullanılmasını arzu ediyor. Dolayısıyla gelecek ay sona erdirecek olsa da, bunu perdeleyecek, ilgiyi başka yöne çekecek ilave bir iletişim unsurunu kamuoyunun önüne sürmek istemiyor. Ekim ayı geldiğinde, tahvil alımları sona erdiğinde, muhtemelen en uzun olasılıkla 6 aylık bir süre yüzde 0.25’lik faiz olduğu yerde tutulacak.
Bunların ötesinde FED’den şöyle bir sürpriz geldi; FED kurul üyelerinin üç ayda bir yaptıkları, ‘faizlerin ne zaman, ne düzeyde olacağına’ dair tahminlerini içeren tablolarda ilginç bir durum vardı. O da, 2015 için öngörülen faizlerin ortanca değeri yükselmişti. Haziran’daki görüşlerine göre 2015 sonu için hesaplanan ortanca faiz değeri yüzde 1.125 iken, Eylül’de yüzde 1.375’e yükselmişti.
Analistler, FED üyelerinin ‘hangi tarihte faiz nerede olur?’ sorusuna verdikleri yanıtlardan; 2015’de FED’in faiz oranını yüzde 0.25’den yüzde 1.25’e çekeceğini, 2016’da yüzde 2.75’e çekeceğini hesaplıyorlar. 2017’de ise yüzde 3.75’e getirileceğini öngörüyorlar.
Faizler belirtilen yıllarda orada olur mu, daha yüksek mi olur kestirmek zor. Ancak çok açık biçimde FED’in tüm yaptığı şu; tüm bu faiz tahminleri yayımlaması, ılımlı ve herkeste ‘hemen artırmayacakmış’ havasını veren bir iletişimle, faizlerin yükselişine dair oldukça temkinli ve kademeli bir tablo oluşturmaya çalışıyor. Sadece ABD’nin değil, küresel çapta da ‘faiz artıyor’ paniğine kontrollü bir fren koyuyor.
Avrupa’da para talebi yok
Avrupa’da ise hedefe dönük parasal genişlemenin ilk denemesinde hiç de öyle bir ‘bayram havası’ ortaya çıkmadı. Reel kesim şirketlerine kredi kullandırama amaçlı uzun vadeli repo ihalesinde beklenen katılım sağlanamadı. Repo ihalesinde 82.6 milyar euro kullandırıldı. Oysa beklentiler 174 milyar euro yönündeydi. Reuters’ın haberine göre; 82.6 milyar euronun yüzde 28’ini İtalyan bankaları almış. El Mundo’nun haberine göre ise yüzde 18’i İspanyol bankalarınca borçlanılmış.
Avrupa Merkez Bankası’nın 2012’deki yüzde 1 faizli 3 yılık 1 trilyon euroluk reposunu (LTRO) alan bankaların önemli bir bölümü bu borçlarını erken ödeyerek kapatmıştı. Geride sadece 372 milyar euro kaldı. Şimdi özel kesime hedeflenen repo ihalesi ile toplamda 400 milyar euro verilecek. Bu durumda nette sadece 28 milyar euroluk bir parasal enjeksiyon olacak. Özeti şu; ECB’nin reel kesime ‘canlandırma’ için piyasaya sürdüğü özel fonlara talep az geldiği gibi, gelenin yarısı da durgunluk içinde olan ve finansman sıkıntısı çeken İtalyan ve İspanyollara gitmiş. Kimi bankaların da 2012’de yüzde 1’le aldıkları repoları geri ödemek amacıyla bu fonlara talep gösterdiği haber veriliyor. Bu repo ihaleleri, Aralık ayında ve 2015 içinde de tekrarlanacak.