“Fırça mı atacak? Yoksa yumuşak bir tonla elini mi uzatacak?” Üyeler hararetle konuşurken, gözlerim kokteyle gönderilen birkaç çelenkten en önde duranına takıldı; İçişleri Bakanı Efkan Ala. Doğrusu geçmişte ekonomi bakanlarının, bürokratlarının çelenklerinin yerini içişleri bakanının çelenginin alması bana anlamlı geldi.
Başbakan iken TÜSİAD’a yönelik olarak sertliği de aşan eleştirilerde bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün TÜSİAD YİK toplantısındaki konuşmasına ince bir tondan başlayıp, giderek sert bir tona dönüp TÜSİAD’ı eleştirdi. İsim vermese de tek tek adreslediği gruplar oldu; örtülü olarak ‘ne yaptığınızı biliyoruz’ vurgulu suçlayıcı göndermeler oldu. Başbakan iken yapıcı tonda eleştirileri olan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’e “işine baksın” diyen Erdoğan, dün “sosyal ve siyasal konularda yapıcı eleştirilerinizi dinleriz” diyordu. Oysa bu sözlerden az önce, TÜSİAD üyesi Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer’in daha önce basına yaptığı bir açıklamada yer alan yapıcı yöndeki şu sözleri yerin dibine geçiriyordu; “Fakat tam olarak bir üst lige çıkması için, Başbakanımızın da tabiriyle bir restorasyon yapılmalı, cesur reform günlerine geri dönülmeli. Son 1.5 yılda seçim ortamından kaynaklanan kutuplaşmaların yoğunlaşması nedeni ile çıkan hadiseler, ülkemizin son yıllarda elde ettiği başarılara gölge düşürdü. Artık ülke olarak hep birlikte bu süre içindeki talihsizlikleri onarmaya ve yol almaya başlamalıyız”. Suzan Sabancı Dinçer, belki de Ak Parti iktidarı ile ilişkisini başından beri en ılımlı biçimde götüren iş kadınlarından biri. Onun bu sözlerini, “Bir bankamızın yönetim kurulu başkanı bir ifade kullanıyor. Neymiş, elde edilen başarılara gölge düşmüş. Türkiye’nin itibarı zedelenmiş, hukuk sistemi sorgulanmaya başlamış. Bu bankayı inceleme yaptırdım. Son 12 yılda mevduatları 8 kat aktifleri 6 kat büyümüş. Görünce ‘el insaf’ dedim. Kastedilen nedir? Kazancına kazanç katan, çıkıp rahatsızlık ifade ediyor. Bunda eski Türkiye’nin alışkanlıkları var.” diyordu.
Oysa ana hissedarının sözlerini beğenmeyip incelettiği banka, kimi sermayesiz ‘parti müteahhitleri’ gibi son 12 yılda ortaya çıkmadı. 1948’de kurulan banka, kendi sermaye gücü ile 2002 öncesinde de ilk 10’da yer alan bir banka idi.
Konuştuğum TÜSİAD kurullarında etkili bir üye, Erdoğan’ın dün ifade ettiği “Zaman yumruk zamanı değildir. Zaman tokalaşma zamanıdır” sözünü, “üslup ve içerik fazla değişmemiş, inandırıcı değil” diyordu.
TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer’in hukukun üstünlüğü talebi içeren konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı’nın “O banka batırılmaya çalışılmıyor; o banka batmış zaten” gibi hukuka sığmayan sözleriyle bezeli konuşmasının bitiminde üyelerce ayakta alkışlandı. Bunu sorduğum üye; “nezaketen” yanıtını verdi.
Geriye ne kaldı peki? Erdoğan, daha önce hainlikle suçladığı patronlar kulübüne dün ‘güler yüzle’ gelip, belli başlı tüm patronlara, isim vermeden yüzlerine karşı sert eleştiriler yapmış oldu. Böylece tokalaşma için, kadife eldivenden çıkanın yine hala yumruk olduğunu da göstermiş oldu.
Bu mümkün mü? Bir sözleşmeniz varsa kurumsal olarak evet, ancak o kuruluşların yaptığı iş itibariyle mümkün değil. İçeride kural ve kurumları kilitlenmiş ülke siyasetinin, dışarıdaki kural ve kurumlara da aynısını yapabileceği gibi yanılgısının eşiği bu aslında.
Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gün “Bunlar (Moody’s ve Fitch) tavırlarını böyle sürdürürlerse başbakana söylerim; ‘bunlarla da ilişkiyi kes, bize bunlar bir şey kazandırmış değil.’ Bunlarla gelmedik buraya” diyordu.
İlişkiyi kesmek ne demek? Birincisi, bir sözleşme ile kredi derecelendirmesi talep ettiğimiz kuruluşun (Fitch) sözleşmesini feshetmek demek. Yani artık para ödemezsiniz hepsi bu. İkincisi; Hazine, Merkez Bankası, BDDK gibi kamu otoriteleri ile bu kuruluşların yaptığı görüşmelerin kapısının kapanması. Her iki adımı da atsanız, bu kuruluşlar ülke hakkında değerlendirme yapmaya da, not yayınlamaya da devam ederler.
Peki, bu adımlarınız yarar mı, zarar mı getirir? Bunu, bu kuruluşların yaptığı işe bakarak karar verebilirsiniz.
Kredi değerlendirme kuruluşları, temel olarak basit anlatımla ‘parası olanlara’ dönük çalışan kurumlardır. Yani, mali yatırım yapmak isteyenler için yatırım yapılan şirket ya da ülkenin geri ödeme riskini ölçerler. Kredi gücünü raporlarlar. Borç alanın kızıp gürlemesi işe yaramaz. Ayrıca, borçlanmak isteyen şirket ya da ülkeler de, kredi notlarının belirlenmesi için bu kuruluşların kapısını da çalabiliyor. Çünkü kendilerine borç para vereceklerin karşısında çıkıp, geri ödeme riskinin ne kadar az olduğunu kanıtlama peşinde olmaları normal. Şirket ya da ülke olarak bu kuruluşlarla anlaşma yapanlar, daha ‘açık kapı’ politikası izlemiş oluyor, tereddütlü konuları kendi lehlerine çevirebiliyorlar. İşte bu nedenle; ilişki kesmek, kendini anlatma, daha ucuza borçlanma çabasındaki borçlunun zararına olacak bir iş.
Asıl tedirgin edici olan şu; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözlerine bir taraftan da, bir banka ile ilgili olarak BDDK’nın adım atması yönünde sözleri eşlik ediyordu. Görüştüğüm kredi dereceleme konusunda deneyimli bir uzman, politik nedenlerle bir ülkede bir bankanın batırılması söz konusu olursa bunun, o ülkenin not indirimi için çok güçlü bir neden oluşturacağını anlattı.
Peki, kredi derecelendirme kuruluşlarıyla ilişkiler nasıl?
Şimdi, mali sistem için giderek tehlikeli bir hal alan olgu; daha fazla kişiye çok daha hızlı ulaşan sosyal medya söylentileri ve trol hesaplar.
Dün dolar kuru 2.20’ye yaklaşırken, sosyal medyada ‘Fuat Avni’ mahlaslı hesapta yazılanlar, mali piyasada endişe yarattı. Nedeni; ‘10 bankanın BDDK tarafından izlemeye alınacağı’ iddiası. Küresel koşulların Türkiye’yi zorlayacağı bir arka planda, bankacılığın politik bir savaşın odağına çekilmesi çok tehlikeli. Sokaktaki yurttaşlar, sonuca bakar.
17 Aralık sonrasında hükümet, Gülen cemaati ile olan savaşı bankacılık sisteminde yer alan kuruluşlar üzerinden de yürütüyor. Buna karşı verilen yanıtların da yine bankacılık üzerinden olması, bankacılık sistemine hasar veriyor. Ben ‘10 banka’ iddiasına ihtimal vermiyorum. Ancak, etkisiz hale getirmek istediğiniz tarafa karşı kullanılan yöntemler, gün gelir karşı taraftan da misli ile kullanılırsa nihayetinde sistem zarar görüyor. Bugün olan da bu.
Hükümete yakın bir kaynak olduğu belli olan sosyal medya kullanıcısı ‘Gizli Arşiv’ adlı hesapta da, sürekli olarak cemaate yakın bankaya dair olumsuz satırlar yer alırken, yurttaşların parasını çekmesi için ‘mevduat garantisi sınırının düşürüleceği’ yazılmıştı.
Sosyal medyadaki mahlaslı ‘trol’ hesaplar, yazdıklarının gerçekleşmesi nedeniyle ciddiye de alınmaya başlanıyor, yarattıkları etki güçleniyor.
Politika arka plan öyle destekli ki; geride kalan 8 ay içinde Başbakan’dan partililere, gazetelerden sosyal medyada kimliği belli olmayacak biçimde haber yayan ‘trollere’, bir banka hakkında Bankacılık Yasası’nda çok açık biçimde suç olarak tanımlanan sözler, haberler ve söylentiler çıkarıldı. Bizatihi Başbakan, banka için “iyi bir konumda değil ve mal varlıklarını satmak suretiyle likiditelerini artırma gayreti içindeler. Şu anda bütün onlara rağmen sıkıntı devam ediyor ve bunu finans sektörü de gayet iyi biliyor” diyerek ilan etti. Bu sözler söylendiğinde, bu banka için bankacılık otoritesi BDDK’nın, durumu iyi olmayan bankalar için uyguladığı herhangi bir girişim ya da önlem yoktu. Belli ki durumunu kötüleştirmek için yapılan bir açıklama idi.
Bunlar yapılırken, başta vergi idaresi ve sosyal güvenlik kuruluşları, ilgili bankayla vergi ve prim tahsilatı yapmayı kestiler. Adeta çıkarılan söylentinin ‘kamu otoritelerince teyit edildiği’ gibi zımni bir algı yaratmaya çalışıldı.
Yanıt belli; yasa var ama hukuk yok. Hukukun üstünlüğü çöpe atılmış durumda. Bakanları hakkındaki yolsuzluk ve rüşvet soruşturması durdurulan, rafa kaldırılan bir ülkenin hukukundan bahsediyoruz. Siyasetçinin rant dağıttığı, görevlendirmeler yaptığı ahbap-çavuş kapitalizmine dönüşmüş ekonomide, kronik biçimde ve derinleşerek artıyor, bu cinayet gibi kazalar.
İş güvenliğine dair yasanın yürürlüğe girmesine karşın, giderek artan dozda iş kazası ve ölümlerin olması, bir süredir içinde yaşadığımız hukuksuz ortamın tescili. Yasalar var ama hukuksuzluk içinde sürüyor her şey. Güçler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün yerle bir edildiği, çoğunlukçu bir siyasal atmosferin bir sonucu bu; Anayasal güçleri sindirmiş bir siyasal iktidara yakın olanlar, kurumlar ve kuralları takmıyor. Böyle bir zeminde hareket eden ekonominin rantı katlama peşinde koşan girişimcileri de, iş güvenliğini, çalışma koşullarını, işçinin bedensel bütünlüğü ve yaşam hakkını hassasiyetle el üstünde tutmuyor.
Henüz altı ayı bitmemiş büyük kazanın olduğu madenin işletmecileri, yaptıkları açıklamalarda her şeyin normal olduğuna, bunun nasıl olduğunu anlayamadıklarına bizi ikna etmeye çalışmadılar mı? Yine benzer tablo ortaya çıkıyor.
AVM ve rezidans, rant tutkusu, kısa sürede rantı paraya çevirme tutkusu, her ne diyorsanız deyin; hukukun üstünlüğünün yerle bir olduğu bir ekonomide katlanarak büyüyorsa canların kurban edilmesi sıradanlaşıyor. Ülkeyi yönetenler, sorumluluklarını perdelemek için bunu normalleştiren açılar geliştiriyor.
İş cinayetine siyasal iradenin duruşu da, sorumluluğu perdelemeye dönük. Giderek bir cinayet haline dönüşen iş kazalarında ölenleri ‘şehit’ diye tanımlama adeti boy göstermeye başladı. Görevleri, düzenleme ve denetleme olan, icra gücünü elinde tutan yöneticiler, bakanlar, siyasetçiler; karşılaşılan cinayeti soruşturma, hesabını sorma pozisyonunda iken, ‘şehit’ edebiyatına girmeleri, sorumluluklarını perdelemekle eş değer. İlk söylenecek olan ‘cennete gittiler, rahatlayın’ mı olacak? Bunu en son söyleyecek olan yöneten siyasetçiler olmalıydı. Toplumun inançlarını kullanarak, ‘kadere boyun eğme’ telkininden başka bir şey değil.
Her iş kazasının ardından ‘sorumlusu varsa…’ diye başlanan cümlelerle yapılan açıklamalar, bir duruşun da ifadesi aslında; insan yaşamına verilen önemi de iyi bir biçimde gösteriyor. Sorumlusu olmayan kaza ya da cinayet mi olur?
Son 10 yıllık ekonomi tablosunda AVM ve rezidans patlamasıyla kendini gösteren ‘rant ekonomisi’ artık kitle halinde can almaya başladı. Büyük kentlerde dikilen devasa AVM ve rezidanslar, artık inşaatlarında can veren, bedensel bütünlüğünü kaybeden, çalışamaz hale gelen işçilerin sayıları ile anılacaktır.
Sıfır faiz eşiğindeki ECB’nin yeni bir faiz indirimi yaparken ilk hedefinin euroya değer kaybı sağlamak olduğu çok açık. ECB, piyasaya verdiği paranın faizini yüzde 0.10’dan yüzde o.05’e indirdi, bankalara uyguladığı mevduat faizini de yüzde -0.10’dan yüzde -0.20’ye indirdi. Yani negatif faizi derinleştirdi; kendisine mevduat olarak para yatıran bankalardan daha fazla faiz alacak.
Haziran ayında faizleri indiren ve ilk defa negatif faiz ilan eden ECB, bankalar kanalından özel kesime kullandırmak üzere ‘Hedefe dönük Uzun Vadeli Finansman Operasyonu’ (TLTRO) adlı yeni bir kredi tahsisi yapmış ve bu ay ile Aralık’ta iki ayrı ihale ile uygulamaya sokacak. Peki, neden bunları beklemeden yeni bir faiz indirimi yaptı? Basit ve çok açık bir nedeni var; piyasaya verdiği paranın faizini indirip, kendisine para yatırmaya gelenlerden de faiz almaya başlayan ECB, ortak para euronun değer kaybetmesini istiyor. ‘Bir taşla iki kuş vurmak’ istiyor; birincisi, ortak para euro değer kaybetme sürecine girerse Avrupalı şirketlere gelen siparişler artacak. Bunun canlandırıcı bir etkisi olacak. İkincisi de, deflasyon sarmalına girme sınırında olan fiyatlar, ortak paranın değer kaybı ile ithal malların pahalılaşması kanalından artmaya başlayacak. Çalışırsa bu da deflasyonist beklentileri kırmaya yönelik bir manevra olacak.
Avrupa’da bunu yakın zamanda deneyen Danimarka olmuştu; Danimarka Merkez Bankası Temmuz 2012-Nisan 2014 arasında uyguladı. Danimarka’nın temel amacı, ülkeye giren sermaye akımını caydırmak ve parasının değerlenmesini önlemekti. Bunda amaca ulaştı. Analistler, negatif faizin Danimarka’da perakende kredi faizlerine yansımadığını, hatta uygulama ile birlikte kredi hacminin de daralmaya başladığına dikkat çekiyorlar.
Belli ki; dünkü kararlar, paranın değer kaybetmesi odaklı bir Avrupa Merkez Bankası operasyonu oldu. Euronun değer kaybının sonuçlarının belli bir süre içinde piyasada yerleşmesinin de kredi talebini harekete geçirmesi, Haziran’da alınan ve finans dışı kesime kullandırılacak krediler için (TLTRO) uygun ortamın da oluşması hedefleniyor olmalı.
Avrupa Merkez Bankası’nın Haziran’da bahsedip ne zaman yapacağını açıklamadığı varlığa dayalı tahvil alımının da Ekim ayında başlayacağı bizatihi başkan Mario Draghi tarafından açıklandı. Bunun, deflasyon korkusu ile Avrupa’da varlık fiyatlarında ortaya çıkabilecek düşüşü kesmeye, en azından beklentileri iyimsere çevirmek için atılmış bir adım olduğu açık. Henüz ne kadar yapılacağı açıklanmayan alım programından Türkiye’ye gelecek kayda değer bir sermaye akımı olabileceğini sanmıyorum. Zira bankacılık ve reel kesimdeki likit kalma eğilimi hala güçlü.
Dünkü kararların, hedefe doğru uygulamaya konulan her bir aracın birbirini destekler bir zemin oluşturmasına dönük olduğu da anlaşılıyor. Bildiğimiz bu hali ile alınan bu kararlar; Avrupa’daki ihracatçılar için iyi bir haber iken, Türkiye’deki ihracatçılar için kötü haber. Zayıflayan euro, güçlenen dolar Türkiye’de, imalatçının maliyetini artırırken, hasılatını azaltacak.
Tamam, ‘kervan yolda düzülür’ bakışıyla hazırlayan da bunu ciddiyetle ele almıyor, ayrıca yeni hükümet de bir devam hükümeti; programın da çok farklı olması beklenemezdi. Bölük pörçük ‘kes-yapıştır’ bir programda dikkatimi çeken unsurları sıraladım;
1. Yeni program büyük ölçüde eskisinin güncellenmiş hali; yapılan icraatlar da, ekonomik figürler de 2011’den 2013’e çekilerek güncellenmiş.
2. Yeni programda, 2013’de yayımlanan 10. Kalkınma Planı’ndan eklemeler yer alıyor. Özellikle 10. Plan’da yer alan dönüşüm programları ‘reform’ niyetine sıralanmış. ‘Üretimde verimliliğin artırılması programı’ gibi 25 dönüşüm programı hükümet programı içine alınmış.
3. Programın bütünlüklü bir ekonomi felsefesi yok; bir tarafta tasarrufları artırma niyetinden bahsederken, diğer tarafta 5 yıllık vadede kamu kaynaklarıyla 250 milyar dolar, kamu-özel işbirliği ile yapılacak 100 milyar dolarla beraber 350 milyar dolar yatırım yapılacağı anlatılıyor. Tasarrufun nasıl olacağını anlatmayan, daha çok temenni düzeyinde ifade eden, ama nereye ne kadar harcayacağını bilen bir programın tutarlığı tartışılır.
4. Programda, son birkaç yılda eleştirilen ve soruşturulamayan skandallar konusunda neler tartışılmışsa, ne eksik kalmışsa birkaç paragraf yeni metne eklenmiş; bunlara dönük bir savunma söylemi olarak yer almış. Örneğin, “Ekonomide yakaladığımız istikrarlı büyüme ve güven ortamının devamı için ekonomide fırsat eşitliği ve adaleti sağlayarak hiç kimseye imtiyaz veya ayrıcalık tanımadık. Rekabeti iyi işleterek hiç kimse için korunaklı kolay para kazanma alanı oluşturmadık, kurallı bir piyasa ekonomisi anlayışını hâkim kıldık” cümleleri programın ekonomi ile ilgili ilk satırlarında yer alıyor. Kurumlar ve kuralların yerle bir olduğu bir süreçten sonra.
5. Ortaya çıkan bir yolsuzluk ve rüşvet skandalının şüphelilerinden politikacılara dönük dosyalar henüz Meclis’te bekletilirken “Yolsuzluklarla mücadelede güçlü bir irade gösterdik. Hiçbir yolsuzluğun üzerinin örtülmemesi, her türlü iddianın hassasiyetle incelenmesi, bu konulardaki yargı süreçlerinin sağlıklı olarak çalışabilmesi için yoğun bir gayret ortaya koyduk.” denilmiş.
6. Yabancı düşmanlığı ve komplocu bakış açısı hükümet çevresinde siyasal hamilik bulurken, güçler ayrılığı fiilen çalışmaz hale getirilmişken, ‘Türkiye’nin dışa açık yapısı ve dünya ile entegrasyonunu güçlendirici mahiyette düzenlemelerden’ bahsediliyor. Bunun katkısıyla hem yerli hem yabancı yatırımcı için cazip bir ortam haline geldiği, uluslararası sermaye girişinde büyük artışlar sağlandığı not ediliyor. Bu satırlar pek de doğru değil, Türkiye’ye gelen doğrudan yatırımların 2003-2013 arası dönemde ortalaması 10 milyar dolar, 61. Hükümetin kurulduğu yılı izleyen dönemdeki ortalaması da aynı, değişmedi. Türkiye’nin cari açığı ile orantılandığında, geriye gidiş demek; daha büyük cari açık, giderek görece daha düşük doğrudan yatırımla finanse ediliyor demek. Güçler ayrımının, hukukun üstünlüğünün kalmadığı, yabancı düşmanlığının körüklendiği bir ortamda önemli bir ekonomik zorluğun çözülmesi de güçleşiyor.
7. En ilginç olan program redaksiyonu şurada olmuş; 61. Hükümet programında, “küresel kriz IMF gibi uluslararası kuruluşlardan kaynak kullanmadan, kendi politikalarımız ve imkânlarımızla başarıyla yönettik. Tek bir bankamız batmadı, borç-faiz sarmalına görmedik, finansal piyasalarda çalkantılar yaşamadık” biçimindeki metnin, 62. Hükümet programında aynen ama ‘tek bir bankamız batmadı’ sözü çıkarılarak yenilenmesi epey ilginç.
Çünkü politikacılar, yoksullara yardımı yürüten bir sistemin koltuk değneğidir. Yoksullar, iş ve sosyal hizmetler için politikacılara ihtiyaç duyarlar. Yolsuz politikacılar ise seçimleri kazanmak için sandıkta oya, yoksulların ihtiyaçlarını aktarma işinde kullanılacak fonları akıtmak için de iş adamlarına. Yolsuz işadamları, kamu fonlarını ve ihaleleri kapmak için yolsuzluğa açık politikacılara, politikacılar kitleler halindeki yoksulların oylarına. Her bir grup bir diğerine göbekten bağlıdır ki bu bağımlılık statükonun devamını sağlar.
Bu satırları son yıllarda en beğendiğim iktisatçılar arasında olan Hindistan Merkez Bankası Başkanı Raghuram Rajan’ın bir konuşmasından aldım. Geçen ay bir toplantıda dile getirdi. Ama son 5 yıldır hep dile getiriyor.
Rajan, orta gelir tuzağındaki gelişen ülkeler için en büyük tehlikelerden birinin, ahbap-çavuş kapitalizminin (crony capitalizm) yarattığı zümreleşme olduğuna işaret ediyor. Bunun da ekonomik büyümeyi aşağı çektiğini. Bu tuzaktan uzaklaşmak için, demokrasiyi ve kurumları güçlendirmek gerekiyor. Özellikle yoksullara yönelik kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi gerekiyor. Bunun için anahtar mekanizma olarak da finansal kapsayıcılığı öneriyor.
Rajan, şiddetle şunu savunuyor; Hindistan’da her yurttaşa banka hesabı açılmalı. Devlet aracıları aradan çıkararak, yardım edeceği fonu bizatihi ihtiyaç sahibinin hesabına nakit olarak yatırmalı. Bunun nedeni ise yukarıdaki döngüyü kırmak; Hindistan’da devlet her yıl 45 milyar dolarlık yardım dağıtıyor; tabii ki ihalelerle. Siyasetçinin işaret ettiği işadamları hatırı sayılır ölçüde bundan nemalanıyor. Hiç şüphe yok ki siyasetçinin finansmanına da buradan fon akıyor.
Yoksulların, hakları olduğu halde kamu hizmetlerini satın alacak parası yok. İşte bu noktada, onların oyuna talip politikacılar devreye giriyor. Politikacılar bunu sağlayarak, yoksullar için yaşamı daha dayanılabilir hale getiriyor; gönüllerini de oylarını da kazanıyor.
Rajan devam ediyor; Seçmenlerin yaşam koşullarını iyileştirme arzusunda olan dürüst ve samimi olan politikacılar da var elbette. Ancak sistem yolsuzluğu hoşgörüyle karşılıyor; çünkü olasılıkla sokaktan gelen politikacılar bürokrasi çarkının yoksullar lehine döndürülmesinde diğerlerinden daha başarılı. Bu yüzden de sistem kendisini sürdürebiliyor. İdealist bakışla sistemi reformla değiştirme çabası, seçmen tarafından zor görülüyor. Dolayısıyla, idealist sistemle savaşırken, sokaktan gelenler sistemin patronajını yapıyor.
Rajan soruyor; iyi niyetli politik liderler ve hükümetler bunu denediler, bu kısır döngüyü kırma denemelerine devam ediyorlar. Ancak, sistemi ‘tamir’ yerine reformla değiştirme fikrinde olan daha fazla politikacı olmasını nasıl sağlarız? Yanıtı, kamu hizmetlerinin kalitesini iyileştirmek ya da kamunun bu hizmetlere bağımlılığını azaltmak yönünde olmalı; her iki yaklaşımı birlikte yürütmeli.
Peki, piyasaya verdiği paranın (fonlama) faizini değiştirmeyen Merkez Bankası neden tavan faizi indirme gereği duydu? Şundan; bankaların uyguladığı mevduat faizleri ile reel kesime kullandırdığı kredilerin faizleri, Merkez Bankası’nın gecelik vadede uyguladığı tavan faize duyarlı. Özellikle son dönemde Merkez Bankası’na yapılan baskının arka planında, ticari kredi faizlerinin aşağı getirilmesi arzusu var. İkinci bir neden de, başta bireysel kredi faizlerinin aşağı çekilmesi için gecelik faiz bandının daralması gerekiyor. Özellikle satılmamış konut stoku işaret edilerek, faizlerin düşürülmesi talebi dile getiriliyordu.
Pazartesi günü, ‘Başçı hangi faizi değiştirecek?’ diye sormuştum. Sonuçta, piyasaya yüzde 8.25’le yaklaşık 40 milyar para veren Merkez Bankası, son 20 gündür gecelik faizlerin yükselerek yüzde 9’lar seviyesinde oluşmasını sağlıyordu. Fonlama faizini düşürmesi döviz kurunu yukarı itecekti. Ancak bir taraftan da ‘faizi indir’ baskısı yapılıyordu. Başçı, kredi faizlerinin aşağı gelmesine kapı araladı. Yine ‘ne şiş yansın, ne de kebap’ duruşu sergilendi. Sürekli siyasetçilerden ‘faiz indirimi sopası yiyen’ Merkez Bankası, ‘topu’ bankaların sahasına yuvarlamış oldu.
Merkez Bankası’nın karar alıcı organı Para Politikası Kurulu (PPK) deyim yerindeyse her kesime anlatacak bir hikâyesi olan bir karar almış oldu; haftalık yüzde 8.25’i değiştirmeyip kur ve enflasyon endişesi olanları sakinleştirmeye, gecelik faizlerin tavanını aşağı çekerek de ‘faiz insin’ talebini dile getirenlerin gönlünü almaya çalıştı.
Peki, faizler böyle de, bu kararın açısı nasıl?
Birincisi, özel kesim talebinin ılımlı olduğunu yine tekrarlasa da, ihracatın büyümeye olumlu katkı yaptığını söylemiyor artık. En önemlisi; daha geçen ay ‘2014 yılında toplam talep koşullarının enflasyon baskılarını sınırlayacağını ve cari işlemler açığında belirgin bir iyileşme gözleneceğini’ söylerken, dünkü metinde bu yoktu. Soru şu; madem enflasyon ve cari denge konusundaki iyileşme konusunda tereddüt ortaya çıktı, neden kredi faizlerinin aşağı gelmesi için kapı aralandı?
İkincisi, Merkez Bankası gıda fiyatlarının enflasyonun düşüş hızını sınırlayan ‘temel faktör’ olduğunu söylemekten vazgeçmiş. İyi de yapmış. Gıda fiyatlarındaki yüksek seyrin enflasyondaki iyileşmeyi geciktirdiği not edilirken, kuraklık ve jeopolitik risklerin de enflasyon görünümü üzerindeki etkilerine işaret ediliyor.
Üçüncüsü, tavan faizin neden aşağı çekildiğini anlatmasa da sadece ‘mevcut duruşun daha simetrik bir faiz koridoru içinde sürdürülmesine’ karar verildiği ifade ediliyor. Buradan, eğer koşullar değişmezse gelecek ayki toplantıda da tavan faizin aşağı doğru çekilmesine devam edileceği fotoğrafı çıkar. Yani, görünüşte faizi Merkez Bankası değil, piyasa indirmiş olacak.
Dördüncüsü, enflasyonun gelecekteki görünümü ve buna karşı para politikasının duruşu hakkında hiçbir şey söylenmiyor. Belki de bu kadar yönsüz ve neyi ne için yaptığı bilinmeyen bir PPK metni ortaya konulmamıştı. Merkez Bankası neden faiz indirimi yapmayı kestiğini, neden koridoru yukarıdan daraltmaya başladığını anlatmıyor. Eğer faiz indirmeyi durduracak bir neden varsa kredi genişlemesine yok verecek bir tavan faiz indirimi çelişki değil midir? Öte yandan, Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizini uzun vadeli faizlerin bulunduğu çıtaya göre ayarlanacağına dair önceki söylem de havada kalmış durumda.