Uğur Gürses

Yenilenebilir enerji 2030’da talebin yarısını karşılayabilecek

19 Kasım 2014
2018’e doğru Türkiye’nin elektrik üretiminde yerli kaynaklara dayalı enerji üretim stratejisi, yerli kaynakların payını yüzde 27’den yüzde 35’e getirmek olarak tanımlanmış durumda. Dönüşüm Programı’na göre, yerli kömürle yapılan elektrik üretiminde 2013’den 2018’e yüzde 78’lik bir artış öngörülüyor. 2012’de kabaca 56 milyon ton yerli kömürle 34 Tkw/saat elektrik üretildiği hesaba katılırsa; 2018’de 58 Tkw/saat’lik üretime çıkmak için 95 milyon ton kömür çıkarılması gerekecek. Cari koşullardaki iş güvenliği sorunu iki katına çıkan kömür üretimi ile can kaybı potansiyelini de aynı oranda büyütürken, karbon emisyonu da patlayacak, çevre sorunu da gündeme gelecek.

Peki, Türkiye yenilenebilir enerjiye (güneş, rüzgâr ve hidrolik) önem verse ‘yerli’ kaynak sorununa, nihai olarak da yılda kabaca 50 milyar dolara patlayan enerji ithalatını düşürebilse iyi olmaz mı? Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF Türkiye), tam da bunu söylüyor; hazırladıkları raporu paylaşan WWF Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Bayar, Türkiye’nin 2030 yılında enerji talebinin yarısını yenilenebilir kaynaklardan karşılayabileceğine dikkat çekiyor.

WWF’nin Avrupa İklim Vakfı’nın (ECF) maddi desteği ve Bloomberg New Energy Finance (BNEF) işbirliğiyle dün yayımlanan “Türkiye’nin Yenilenebilir Gücü; Türkiye için Alternatif Elektrik Enerjisi Arz Senaryoları” başlıklı raporunda, yenilenebilir enerjiye öncelik veren bir elektrik enerjisi politikasının maliyetinin, kömüre dayalı bir politikadan daha yüksek olmadığı, ayrıca sera gazı emisyonlarındaki artışın durdurulmasına ve dış ticaret açığının azaltılmasına yardımcı olacağı savunuluyor.

Raporda, elektrik piyasası ve sektörün güncel durumu, hükümet politikaları ve mevcut proje stoku parametreleri üzerine inşa edilen Mevcut Politikalar Senaryosu’nun (MPS), diğer senaryolara göre daha düşük sermaye maliyeti gerektirdiği, yeni kurulu güç inşasının daha fazla olması nedeniyle Yenilenebilir Enerji Senaryosu’nun (YES) kısa vadede daha maliyetli göründüğü vurgulanıyor. Bu yüksek maliyete rağmen, YES’teki düşük yakıt maliyetlerinin 2014-2030 döneminde iki senaryo arasındaki toplam maliyet farkını ortadan kaldırdığı anlatılıyor. Raporun öngörüsü; YES’deki yakıt harcamalarının MPS’ye göre toplam 18 milyar ABD Doları daha düşük olacağı yönünde.

Peki karbon emisyonu ne olacak?
Rapor, mevcut durumda Türkiye’nin elektrik enerjisi üretiminden kaynaklanan yıllık sera gazı emisyonunun 110 milyon ton Co2 (mtCo2) eşdeğeri seviyesinde bulunduğunu, Mevcut Politikalar Senaryosu çerçevesinde, kömür kullanımındaki artış sonucu 2030 yılına gelindiğinde elektrik üretimi kaynaklı emisyonların neredeyse ikiye katlanıp, 200 milyon tonu aşacağını öngörüyor.

Oysa Türkiye Yenilenebilir Enerji Senaryosu’nu tercih ederse emisyonların önümüzdeki 5 yıl boyunca bir nebze yükseleceği, ancak sonrasında 120 milyon ton mtCo2 eşdeğeri seviyesinde sabitleneceği hesaplanmış. Aradaki fark, mevcut yıllık toplam emisyonlarının beşte birine denk geliyor.

Bu bulguya maliyet analizi ile birlikte bakıldığında, Türkiye’nin elektrik üretiminden kaynaklanan sera gazı emisyonlarını önümüzdeki 5 yıl içerisinde sabitleyebileceği ortaya çıkıyor. Bunun için, Türkiye yenilenebilir kaynaklara yönelirse mevcut kömür odaklı politikaların maliyetinden daha fazlasına katlanması gerekmiyor; 2014-2030 döneminde her iki senaryonun toplam maliyeti neredeyse aynı çıktığına işaret ediliyor.

WWF Türkiye raporundaki belli başlı öneriler şöyle;

Yazının Devamını Oku

G20 liderleri ‘Yolsuzluk Planı’nı Türkiye’de konuşacak

17 Kasım 2014
G20 2015’in ev sahibi ülkesi Türkiye; G20 liderler zirvesi gelecek yıl 15-16 Kasım’da Antalya’da yapılacak.

Tabii her ev sahibi ülkenin o yılki toplantıya önerdiği öncelikler bulunuyor. O yılın ana teması bu öncelikler üzerinden yürüyor. Ama diğer taraftan da önceki G20 zirvelerinde alınan kararlar ve sürmekte olan çalışmalar da ana gündemin temel bir parçası.
2010’da Kanada Toronto’da yapılan G20 toplantısında kurulan Anti-Yolsuzluk Çalışma Grubu’nun yeni eylem planı, Brisbane toplantısı sonrasında yayımlandı. Ayrıntılı ‘eylem uygulama planı’ ise yayımlanmadı. Dün açıklanan 2015-2016 Yolsuzluk Eylem Planı, son bir yılını patlayan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında ayak sürüyen, kapatmaya çalışan, sorumlularını da kurtarmaya çalışan ülkemizde yapılacak toplantıda gözden geçirilecek.
Son çeyrek yüzyılda yapılan yolsuzlukların yüzde 86’sının paravan-tabela şirketleri kanalıyla olduğu, para aklama, vergi kaçırma, rüşvet ve yolsuzluk, terör finansmanı gibi yasa dışı işlerin gelişen ülkelere yılda 1 trilyon dolar kaybettirdiği hesaplanıyor. İşte G20 Brisbane toplantısında en ‘etli-butlu’ önlem ise bu tabela şirketlerine geliyor.


2015-2016 Anti-Yolsuzluk Eylem Planı


Planın ilk maddesi de bununla ilgili; artık ‘paravan tabela şirketlerinin’ yaptıkları işlemlerde ‘ana lehdar’ olan kişi ve kuruluşların şeffaf hale getirilmesi ve saklanmasının önlenmesi öncelikli eylemlerin başında geliyor. Önceki hafta Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) yayımladığı belgelere göre, Lüksemburg’da gerçekleştirilen çeşitli türden işlemlerle vergi kaçırıldığı açıkça ortaya çıkmıştı. Dünyanın dev şirketlerinin de, Lüksemburg’da hükümetin de bilgisi dahilinde sağlanan örtülü kolaylıklarla, efektif vergi oranını yüzde 29’dan yüzde 1’in altına çekerek vergi kaçırdıkları ortaya çıkmıştı. Yayımlanan belgelerde, bunun da tümüyle Lüksemburg’da kurulan paravan ‘tabela şirketleri’ aracılığıyla olduğu görülüyordu. Özellikle şirket alım, satım, birleşme ve gayrimenkul alımlarında kullanılan bu ‘olanaklardan’, Türk şirketlerini satın almak için de kullanıldığı da dikkat çekiyordu.

Yazının Devamını Oku

Rica-minnet iş güvenliği ile hırslı kömür üretimi

14 Kasım 2014
İş kazaları ve çalışan güvenliği için Başbakan Davutoğlu’nun önceki gün açıkladığı önlem ajandası, ‘düğmeye basarak’ iyi yönetişim sağlanacağını düşünenleri heyecanlandırmış olabilir. Ancak bu ajandada iş kazalarına ‘sıfır toleransla’ yaklaşma iradesi yok.

Örneğin önlem ajandasının içindeki iki madde, hukukun üstünlüğü konusundaki ahlaki çöküntüyü apaçık ortaya seriyor; birincisi, iş kazalarını önlemek için, işyerinde çalışma güvenliğine dikkat gösteren işverenlerin prim ödemelerinin azaltılması. İkincisi de işyerinde kaza olan işverenlerin ihalelere katılımının iki yıl boyunca yasaklanması.

Soru şu; Türkiye’de meri yasalar iş kazalarına karşı yeterince caydırıcı, koruyucu değil mi? Şurası açık; yasaların kime uygulanacağı konusunda uygulamada ‘de facto’ bir durum var. Belli ki; hukukun üstünlüğünün işlemediği bir kesim var. Örneğin iktidardaki siyasetçilerle ahbap-çavuş ilişkisinde olup maden işletenler, kuralların kendilerine uygulanmayacağını, kurumların da kendilerine ‘esneklik’ göstereceklerini düşünüyor olmalı.
Güçler ayrımı işlemiyor. Hukukun üstünlüğü, seçmen çoğunluğunun hukuksal üstünlüğüne dönüşmüş durumda. Bu koşullarda, hükümet mealen diyor ki yasalara uyanlara ikramiye var; üç yıl içinde iş kazası olmayan çok tehlikeli iş yerlerinde işsizlik sigortası priminde işveren payı 1 puan düşecek.
İktidarı döneminde defalarca ‘kolaylık’, ‘barış’ adı altında vergi ve prim afları yapan hükümet, son ‘af’ gündeme geldiğinde, vergisini zamanında ve tam ödeyene prim verme, diğer kolaylıkları sağlama fikrini de ilan etmişti.

Yasaları uygulama konusunda kararlılık göstermek yerine, yasalara uyanlara prim getirmek hukukun üstünlüğünün rafta olduğunun da güzel bir kanıtı değil midir?

İşverenin, ölümlü iş kazasında kusurlu bulunursa iki yıl kamu ihalelerinden men edilmesi ise kara mizah örneği. İş kazasında ölümlerin, ihaleye girme konusundaki ‘hassasiyete’ kurban edilmesi anlaşılır gibi değil. Hem kusurun belirlenmesi yıllar süren yargılamalarla olacak, hem de sadece 2 yıl uzak kalacak. Sahi bunun ‘tolerans ayarı’ fazlaca kaçmamış mı?

Önlemler içinde sayılan ‘rödovans sistemindeki değişiklik; kamunun rödovansla verdiği işin bütünüyle bir başka taşerona devredilemeyeceğini içerecekmiş. Burada soru şu; bu önlemler içinde işin muhatabı ve paydaşı olan işçi örgütlerine neden bir atıf yok? Yasa var uygulanmıyor; işçi var sendikası yok. Ücretini üç ay alamayan işçiden, aksaklıkları ‘telefon açıp bildirmesi’ isteniyor.

Asıl konu şurada; işçilerin can ve bedensel bütünlüğünü riske atan devasa üretim baskısında ‘insan’ nerede? Başbakan Davutoğlu’nun geçen hafta açıkladığı dönüşüm programları içinde yer alan Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim Programı Eylem Planı’nda, yerli kaynaklarla üretilen birincil enerjinin payının yüzde 27’den yüzde 35’e getirilmesi hedefleniyordu. 2013’de 32 milyar kw/saat olarak gerçekleşen yerli kömür kaynaklı elektrik enerjisi üretiminin 2018 yılında 57 milyar kw/saat’e çıkarılması hedeflenmişti. Bu, artışın ithal kömürle değil, yerli kömür üretimiyle iki katına çıkması demek.

Yazının Devamını Oku

Bakkal hesabının üzerinden kalkan şal

9 Kasım 2014
Perşembe günü Başbakan Davutoğlu tarafından açıklanan 9 dönüşüm programının tanıtımında 2018 için milli gelir hedefinin 1.3 trilyon dolar olduğu ilan edildi.

Doğrusu bu rakamdaki tuhaflığı biraz matematik aşinalığı olanlar fark edebilirdi. Çünkü daha 25 gün öncesinde açıklanan Orta Vadeli Programda 2017 yılı için milli gelir hedefini 971 milyar dolar olarak açıklayan hükümet, bu defa bir yıl sonrasına dair milli geliri bunun yüzde 33 üzerinde telaffuz ediyordu.


Dönüşüm programlarının da 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı’ndan ‘kes yapıştır’ olduğu, 400’ü aşkın maddede belirtilen eylem planlarının da ‘çözüm arama niyet beyanı’ niteliğinde olduğunu yazmıştım. Anlaşılıyor ki; 2018 milli gelir tahmini de ‘kes-yapıştıra’ kurban gitmiş.


Cuma günü Bütçe Komisyonu’nda konuşan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, soru üzerine 1.3 trilyon dolarlık 2018 yılı GSYH’sının bir hatadan kaynaklandığını anlatmış üyelere. Meğerse 1.3 trilyon hesabı yanlış kur girilmesinden kaynaklanmış. Gelin bunun egzersizini beraber yapalım.


2013 yılı Haziran ayında açıklanan 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda 2018 yılı için verilen GSYH hedefi 2 trilyon 535 milyar TL idi. Dolar olarak da 1 trilyon 286 milyar dolar konulmuştu. O tarihte, 2018 için varsayılan dolar kurunun da 1.9722 olduğu görülüyordu. Planın açıklandığı sıralarda dolar kuru 1.85 seviyesindeydi. Öyle ki; Türkiye 2013’den 2018’e dek her yıl ortalama yüzde 5.8 cari açık vermeye devam edecekti de döviz kuru arta arta 5 yılda birikimli olarak sadece yüzde 7 artacaktı. Hem de enflasyonun birikimli yüzde 60 artış öngörüldüğü bir tabloda.


Yazının Devamını Oku

Matematiği kadar inandırıcı temenni paketi

7 Kasım 2014
Hükümetin 2013’de 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde belirlediği 25 ‘dönüşüm programının’ dokuzu, dün Başbakan Davutoğlu tarafından ‘paket’ olarak açıklandı.

Buna reform demek mümkün değil. Neden mi? Örneğin “enerji verimliliği için ben bir vergi farklılığı için bir çalışma yapacağım” diyorsunuz, bunu da gelecek yılın Aralık ayına yapıp bitireceğinizi ‘eylem planı’ olarak sunuyorsunuz. Bu bir reform değil; zira nasıl bir sonuç, nihai politika geliştireceğinizi bugünden bilmiyorsunuz. Bu sadece bir niyet deklarasyonu. İyi de, siz bunu zaten 10. Kalkınma Planı’nda ilan etmiştiniz, son hükümet programında da yer almıştı. Sonuç şu; ekonomide birçok alanda iyileştirme niyetiniz olduğunu, ‘bir yol bulma çabasını’ ilan etmeniz reform yerine geçmiyor.
Niyet ve iddianın rakama dökülmüş hali de en baştan matematik özürlü olduğunu not etmek gerekiyor. Başbakan Davutoğlu’nun 2018 için ilan ettiği hedeflerin matematiği de makro tutarlığı da baştan inandırıcı değil.
Daha 24 gün önce Orta Vadeli Program (OVP) hedefleri olarak ilan edilen milli gelir sayıları ile 2018 sonundaki 1.3 trilyon dolarlık milli gelir hedefi tutarsız kalıyor. 2014 sonunda 810, 2015’te 850, 2016’da 907, 2017’de 971 milyar dolar milli gelir öngörülen bir OVP ilan eden hükümet, dün bu tabloya ‘2018’de 1.3 trilyon dolarlık bir milli gelire ulaşılacağını’ ilan ederek, tutarsız tablo ortaya koyuyordu. Nasıl olacak da, 2015’deki 850 milyar dolarlık GSYH, 2018’de 1.3 trilyon dolara çıkacak? Üç yılda tam olarak dolar bazında yüzde 52.9’luk bir büyüme; yani yıllık yüzde 15.2’lik bir dolar bazlı büyüme demek. Bu, üç yıl boyunca TL bazında sabit fiyatlarla yüzde 5’lik büyüme ile olacak bir durum değil. ‘Hiperenflasyon olacak, kur da yerinde kalacak” diyorsanız belki. OVP’de TL bazlı cari milli gelir için 2017 sonunda toplam yüzde 32 nominal artış öngörülürken, dolar kur tahmini 2017 sonu için sadece yüzde 12 artarak 2.44’e geleceği yönündeydi. Bu iyimser tabloyu devam ettirirseniz bile geleceği yer 1 trilyon doları geçmez. Hele ki bu ilan edilen ‘paketle’ GSYH’nın yüzde 30 zıplaması mümkün değil. ‘Şişirmek’ pakete iyiden iyiye itibar kaybettirmiş.

Yazının Devamını Oku

1.8 milyar TL’nin karşılığı nedir?

6 Kasım 2014
SON dönemde Cumhurbaşkanının oturacağı yer ile uçağına ilişkin harcama kamuoyunda tartışılıyor.

Tartışmanın olması çok sağlıklı; vergi ödeyen yurttaşların, nereye ve ne kadar, nasıl harcandığını sormak haklarıdır. Bu, nihayetinde demokratik bir hak, bütçe hakkıdır.
İktisat politikası, kaynakların nereye harcanacağına dair politik tercihleri ve kararları içerir. Nereye, kime, ne kadar harcanacak? Tüm bu sorulara yanıt verirken de, alacağınız yanıtın akıl ve sağduyu ile toplumsal faydanın ne olacağına yanıt vermesi beklenir.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek önceki gün iki önemli kamu harcaması konusunda Meclis’te bilgi verdi; Başbakan ve Cumhurbaşkanının kullandığı yeni uçağa 185 milyon dolar (415 milyon TL), Cumhurbaşkanlığı Sarayı için de önümüzdeki yılki bütçe tahsisi ile birlikte 1 milyar 370 milyon TL harcanmış olacakmış.
Demokrasi, yapılan harcamaların bütçe hakkı çerçevesinde hesabının verilmesini de içerirken, hukuk içinde yapılmasını da gerektirir. Ülkeyi yönetenlerin, sokakta gösteri yapan yurttaşları ‘kamu düzeni’ için uyarırlarken, kendi icraatlarının da hukuk içinde olması gerekir.
Soru şu; Cumhurbaşkanı için iki ana alanda yapılan toplam 1.8 milyar TL’lik harcama, başka ve öncelikli bir alana yapılsa örneğin kreş ve yaşlı bakım merkezleri kurulsa böylelikle kadınların işgücüne katılımını yükseltecek biçimde toplumsal yararı artırma peşinde olsak fena mı olurdu? Alternatif olarak, kaç kadın evdeki ‘yükünü’ azaltıp iş bulabilecekti?
Tasarrufları yetersiz olan (cari açık) ve ekonomik büyüme sağlayabilmek için yurtdışındaki tasarruflara ihtiyaç duyan ülkeyi yönetenlerin yurttaşlarına örnek olacağı şey, oturduğu konutun ve seyahat ettiği araçların büyüklüğü ve sınıfı mıdır? Yoksa yatırımlara ve istihdam alanları yaratmaya akacak tasarrufların nasıl artırılabileceğine örnek olmak mı?
Öyle ya; faiz lobisinin ülkemizin kanını emdiğini düşünüyorsanız en başta ülkenin hazinesinin borç stokunu azaltma, bütçedeki faiz dışı harcamaları küçültme ve toplam tasarrufları artırmak için önce kamudan başlanması gerektiğini öne sürmeniz beklenmez mi?

Yazının Devamını Oku

Ne demek faiz lobisi?

5 Kasım 2014
Son dönemde Cumhurbaşkanının oturacağı yer ile seyahatlerinde kullanacağı uçağa ilişkin yapılan harcama kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Tartışmanın olması çok sağlıklı; vergi ödeyen yurttaşların, nereye ve ne kadar, nasıl harcandığını sormak haklarıdır. Bu, nihayetinde demokratik bir hak, bütçe hakkıdır.

İktisat politikası, kaynakların nereye harcanacağına dair politik tercihleri ve kararları içerir. Nereye, kime, ne kadar harcanacak? Tüm bu sorulara yanıt verirken de, alacağınız yanıtın akıl ve sağduyu ile toplumsal faydanın ne olacağına yanıt vermesi beklenir.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek dün iki önemli kamu harcaması konusunda Meclis’te bilgi verdi; biri Başbakanlığa ısmarlanan ama Cumhurbaşkanının kullandığı yeni uçağa 185 milyon dolar (415 milyon TL), Atatürk Orman Çiftliği’ne yapılan devasa Cumhurbaşkanlığı Sarayı için de önümüzdeki yılki bütçe tahsisi ile birlikte 1 milyar 370 milyon TL harcanmış olacakmış.

Bu sarayın inşaatı sırasında, açılan davalar sonucu kamu hukuku çerçevesinde verilen yürütmeyi durdurma kararı olduğu ama bu karar dinlenmeden inşaatın devam ettirildiği biliniyor. Bu yüzden, henüz resmi olarak nasıl adlandırılacağına karar verilmeden önce kamuoyunda ‘Kaçak Saray’ olarak telaffuz edilmeye başlandı.

Demokrasi, yapılan harcamaların bütçe hakkı çerçevesinde hesabının verilmesini de içerirken, hukuk içinde yapılmasını da gerektirir. Ülkeyi yönetenlerin, sokakta gösteri yapan yurttaşları ‘kamu düzeni’ için uyarırlarken, kendi icraatlarının da hukuk içinde olması gerekir.

Soru şu; Cumhurbaşkanı için iki ana alanda yapılan toplam 1.8 milyar TL’lik harcama, başka ve öncelikli bir alana yapılsa örneğin kreş ve yaşlı bakım merkezleri kurulsa böylelikle kadınların işgücüne katılımını yükseltecek biçimde toplumsal yararı artırma peşinde olsak fena mı olurdu? Alternatif olarak, kaç kadın evdeki ‘yükünü’ azaltıp iş bulabilecekti?

Yılbaşı piyangosu için ‘kaç konut, kaç otomobil satın alınabilir?’ hesabını yapan ülkem insanı, ‘kaç kreş ve yaşlı bakım merkezi yapılabilirdi?’ hesabını mı yapamayacak?

Tasarrufları yetersiz olan (cari açık) ve ekonomik büyüme sağlayabilmek için yurtdışındaki tasarruflara ihtiyaç duyan ülkeyi yönetenlerin yurttaşlarına örnek olacağı şey, oturduğu konutun ve seyahat ettiği araçların büyüklüğü ve sınıfı mıdır? Yoksa yatırımlara ve istihdam alanları yaratmaya akacak tasarrufların nasıl artırılabileceğine örnek olmak mı?

Öte yandan, Başbakanlığı süresince ekonomide işler sarpa sarınca faiz lobisine kızan lidere, saray ve uçağına yapılan harcamaların Hazine borçlanmasıyla finanse edilmesine en başta liderin destekçilerinin karşı çıkması gerekmez mi?

Yazının Devamını Oku

Bir bardak çayla vahşi kapitalizm

3 Kasım 2014
Başbakan Davutoğlu’nun Ermenek’teki maden kazasından sonra, kamu denetimi yapan denetçileri işaret ederek, “denetim elemanının denetime gittiği yerde işverenin çayını bile içmesi haramdır” sözleri asıl tartışılması gerekenin ne olduğu konusunda çok fazla ışık tutuyor.

Birincisi, merkezi hükümet tarafından maden işletmesine ruhsat verilen sahiplerinin iktidar partisi üyesi, yöneticisi olmasında aynı terazinin kullanılması da gerekmez mi?
Bu politik ilişkiye dayanarak işletme sahiplerinin iş güvenliği önlemleri konusunda ihmalkâr davranmış olabilecekleri, rutin denetimlerin baskı altına girmiş olabileceği hesaba katılmıyor mu? Sadece madenler değil, tüm çalışma koşulları bakımında riskli işyerlerinde aynı sorun yok mudur? Ki son işyeri kazalarında çok yakın parti-partili ilişkisi açıkça su yüzünde değil mi?
Yasal çerçevede kamu adına denetim için işletmelere giden denetçilerin, işletme sahiplerinin ikram edeceği bir bardak çayın, denetçilerin görüşlerini etkileyebileceğini düşünüyorsanız; iktidar partisiyle organik bağlantısı olan işletmecilerin denetçilerin canına okuyabileceğini de fazlasıyla kabul etmek gerekir.
Sorun, ‘bir bardak çaya’ gelene kadar; hangi madenin kim tarafından işletileceğine nasıl karar verildiğinden, hangi koşullarda işletileceğine dair katı ilkeleri belirlemekle başlayarak ele alınırsa kitlesel ölümlü ‘iş kazalarının’ yeniden olmaması için önleyici adım atılmış olur.
Kitlesel biçimde can kaybı riski olan çalışma koşullarına sahip işletmelerde yapılan denetimlerde bulunan eksiklikler yüzünden, o işletmenin kapatılması kararı alındığında “50 yerden aracılar devreye giriyor” diyen Çalışma Bakanı Faruk Çelik, bu sözlerine açıklık getirirken, o işletmede çalışanların aileleri, çevre esnafı gibi kesimleri kastettiğini anlatıyordu. Öyle ki; “50 yerden aracıların” ille de politik olması gerekmiyor; bu, ‘popülizm baskın olursa kuralların uygulanması gevşetilebiliyor’ itirafı da bir taraftan. Bu popülizm olabiliyor, politik ilişkiler olabiliyor; yani ahbap-çavuş kapitalizmi.
İkincisi de, Başbakan düzeyinde kurallara ilişkin referansın toplumu kapsayan hukukla değil de bireyi ilgilendiren dinsel kurallarla yapılması yanlış. Ancak durum tespiti açısından çok doğru; zira bugünkü koşullarda, hukukun üstünlüğü rafta, işlemiyor.
Denetim elemanın denetlemeye gittiği yerin işletmecileri ile sosyalleşmesi, hediye kabul etmesi gibi ilişkilerin denetimin ahlaki boyutunu baştan yaraladığı doğru. Bunun sonuçları, o işletmede çalışan işçilerin can güvenliğini, bedensel bütünlüğünü, gelecekteki ekonomik ve sosyal yaşamını riske atacak biçimde oluyorsa ihmali olanların hukuksal sorumluluğu olur. Bu sorumluluğun hesabı da bu dünyada sorulur. Kamu hukuku bunu gerektiriyor. Bunun gereğini, yani hukukun üstünlüğünün hakim kılınmasını öncelemesi gereken Başbakan’ın ‘öbür dünya hesabı’ ile anlatmayı tercih etmesi, yurttaşlara bunu işaret etmesi tesadüf de değil. Çünkü ülkemizde son bir yıldır ‘bu dünyadaki hukuk’ işlemiyor. Güçler ayrımı kalmadı. Kanunlar, kurallar iktidar partisi ile iş tutanlara, al gülüm-ver gülüm verilen lisans sahipleri aleyhine çalıştırılmıyor; bunu denetleyecek, işletecek kurumlar da çalışmıyor.

Yazının Devamını Oku