Uğur Gürses

Mart’ta rekor rezerv kaybı

13 Mayıs 2015

Mart ayı cari işlemler açığı, TÜİK tarafından beklentilerin üzerinde 4 milyar 960 milyon dolar olarak açıklandı. Son 12 aylık cari açık da 43.9 milyar dolardan 45.5 milyar dolar yükseldi. Ekonomik yavaşlama, düşen emtia ve petrol fiyatları nedeniyle küçülen cari açık, mart ayında ithalatın ve portföy yatırımlarında oluşan temettü transferleri nedeniyle yükseldi. Ancak bunun sınırlı kalması muhtemel.

Asıl çarpıcı olanı; finansman tarafında Şubat ayında ortaya çıkan net çıkışın devam etmesi. Mart ayında giriş yerine finansman çıkışı 1 milyar 681 milyon dolar olunca, Merkez Bankası rezervleri 6.5 milyar dolar azaldı. Şubat-Mart toplam finansman çıkışı 3.9 milyar dolar olurken, bunun sadece kabaca 3 milyar dolarlık bölümü Mart ayındaki portföy çıkışlarından oluşuyor. Bunun nedeni malum; 16 Ocak’tan itibaren Merkez Bankası’na yapılan ‘faiz indir’ baskısı, ülkeye gelmiş olan kısa vadeli sermayeyi ürküttü. Öyle ki; mart ayındaki 2.9 milyar dolarlık portföy çıkışı ülke tarihindeki aylık bazda dördüncü büyük çıkış olarak kayıtlara geçti. İlk üçü ise birincisi Kasım 2000 krizinde, ikincisi Ekim 2008’de küresel krizin başlangıcı sayılan Lehman krizi, üçüncüsü ise Temmuz 2013’de Bernanke konuşması sonrası döneme ait. Geçmişteki rekor portföy çıkışlarına dair tarihçenin Mart ayı hariç tamamının dışsal kaynaklı olduğu görülüyor. Ama Mart mayında ‘faiz indir’ baskısıyla içsel bir nedeni rekor sıralamasına kaydetmiş olduk.

Daha fazlası, bir ayda 6.5 milyar dolarlık Merkez Bankası rezerv kaybı tarihi rekor. Bunda da dikkat çeken, rekor rezerv kaybı tarihçesi çok geriye uzanmıyor. Son üç rekor rezerv kaybının hepsi iç nedenlerle oldu; Ocak ve Aralık 2014 ve Mart 2015.

Peki, bu neyin işareti; zorlaşan küresel koşullara rağmen politik olarak ekonomik kurum ve kuralları zorlamanın, baskı altına almanın, çerçevesi belli olmayan bir ekonomi politikasıyla gitmenin faturası çıkmaya başladı demek. Türkiye giderek daha az sermaye çekebiliyor demek. Türkiye cari açığından daha az sermaye çekmeye başladıkça hem rezerv kaybedecek, hem de giderek daha az cari açık vermeye zorlanacak. Sonucu ise kur artışı demek. Nitekim geride kalan 3 ayda neden kurun yükseldiğinin de iyi bir açıklaması bu.



Yazının Devamını Oku

Şirket CEO’ları seçime doğru ne görüyor?

11 Mayıs 2015

Ekonomik ve politik çalkantılar en çok şirketleri rahatsız ediyor. Peki, şirketleri yöneten tepe yöneticiler içinde oldukları bu tabloyu nasıl değerlendiriyor? Bana göre şirket CEO’ları en az siyasetçiler kadar ülkenin nabzını tutabiliyor. Zira girdi tedarik sürecinde, üretimde, pazarlamada, satışta bilgi akıyor bu şirketlere.
Capital-Ekonomist dergilerince, şirketlerin üst yöneticilerinin katılımı ile oluşturulan CEO Club’ın 68 üyesi bir dizi soruyu yanıtlamışlar. Seçime doğru siyaset ve ekonomiyi ne bekliyor?
Birincisi, yüzde 70’lik çoğunluk AK Parti’nin oy kaybedeceğini ama tek başına iktidarını koruyacağını tahmin ediyor. Bu oran yılbaşı öncesinde yapılan ankette yüzde 75’ti. Yüzde 27’lik dilim ise tek başına iktidarını kaybedeceği beklentisinde. Burada da oran yılbaşı öncesi ankette yüzde 16’ya yakındı. Bu görüşte belirgin biçimde yükseliş var. Anayasa değiştirecek çoğunluğa ulaşmasını bekleyenler ise yılbaşındaki yüzde 6.9’dan yüzde 1.5’e düşmüş. Bu tahminlere altyapı oluşturan da ikinci soru; yüzde 75’i HDP’nin barajı geçeceğini düşünüyor.


Vaatler: 1990’lara dönmeyiz


Hangi partinin seçim vaatlerinin daha gerçekçi olduğu konusunda ise sıralama şöyle; CHP yüzde 51, AK Parti yüzde 29, MHP yüzde 12, HDP yüzde 7. Devam sorusunda seçim vaatlerinin ülke ekonomisini 1990’lara geri döndürüp döndürmeyeceği; ‘döndürmez’ diyenler yüzde 51.6, ‘döndürmez ama ekonomiyi zorlar’ diyenler yüzde 46.9, ‘evet’ diyenler sadece 1.6 Doğrusu, bu vaatleri kriz senaryoları ile karşılayan AK Parti kurmaylarına bakarak, şirket CEO’larının ülkenin ekonomik gücünün daha yüksek olduğunu düşünüyor olmaları kayda değer.

Yazının Devamını Oku

‘Magna Carta’nın 800’üncü yıldönümüne nasıl giriyoruz?

6 Mayıs 2015

TESADÜF bu ya; Türkiye’de genel seçimleri izleyen hafta 15 Haziran gününün, ülkemizde bugün yaşadıklarımızla ilgili bir bağı var; tam 800 yıl önce Britanya’da vergi toplama yetkisinin kraldan genel meclislere geçmesini sağlayan bir berat olan ‘Magna Carta’ dönemin kralı John tarafından kabul edildi. Kralın vergi toplama yetkilerini kısıtlayan bu ferman, bugün ‘Bütçe hakkı’ olarak bilinen; halkın seçtiği meclislerin ne kadar vergi toplanacağına, ne için ne kadar harcanacağına dair demokratik hakkın ilk tescilidir. Unutmayalım; sadece vergi toplama değil harcamalara da bir sınır demekti.





800 yıl önce Britanya kralının kendini yasaların üzerinde görerek halkın üzerine vergi salma yetkisi kuşa çevrilmişti. Bu, kralın istediği gibi vergi salamadığı gibi istediği gibi halkın parasını harcayamayacağı anlamına da geliyordu. Bu başlangıçla, bütçe hakkı süreç içinde halkın seçtiği meclislere geçiyordu; ne için harcanacak, kim harcayacak, kaynağı nereden gelecek, uygun harcanmış mı?

Yazının Devamını Oku

Başçı’nın seçimdeki pembe gözlüğü

4 Mayıs 2015

Perşembe günü Enflasyon Raporu’nu İstanbul’da açıklayan Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’yı dinlediğimde, sanki enflasyon için elinden gelen her şeyi yapmış ama iş sadece gıda fiyatlarına kalmış sanabilirdiniz. Enflasyon tahminini yükseltmiş merkez bankasının başkanı, enflasyondaki düşüş eğiliminden bahsediyordu.

Başçı, petrol fiyatları düşerken baz etkisine de sarılarak erkenden faiz indirmeye başlamış, sonra politik baskıyla devam etmişti. Ancak bu erken faiz indirimi ve politik baskı nedeniyle Ocak-Nisan dönemindeki döviz kuru artışı yüzde 15 oldu. Bu da hem enflasyona olumsuz yansıyor, hem de beklentileri bozuyor.

İşte bu atmosfer içinde Başçı ‘görmez ve konuşmazsam yok sayılır’ duruşuyla yine eski hikayeyi ön plana çıkardı; ah şu gıda fiyatları olmasaydı. Merkez Bankası’nın 2015 enflasyon tahminini 1.3 puan yukarı güncelleyerek yüzde 6.8’e çekildiğini açıklarken, uzun uzun gıda fiyatları hikayesini anlattı. Bunun yaklaşık 1 puanlık bölümünün de kur artışı olduğunu, ‘ithalat fiyatları’ gibi ambalajlı ifade edilse de herkes farkında.

Enflasyonda hedefi yüzde 5 olan ama gerçekleşme tahmini yılsonunda en iyimser haliyle 2 puan üzerinde, kabaca yüzde 7’lik bir artışa işaret ederken; buna da bahane olarak gıda fiyatlarını gösterirken; o gün açıklanan raporun içinde bankanın ekonomistlerinin analizlerinden biri de, sebze-meyve fiyatları ile akaryakıt fiyat artışı ilişkisine işaret ediyordu. Özeti şöyleydi; akaryakıt fiyatlarındaki artış neredeyse birebir olarak taze sebze ve meyve fiyatlarına yansıyordu. Peki, akaryakıt fiyatları neden artıyordu? Ağırlıkla kur olduğu çok açık. Kur neden arttı? Kırılgan dengeler, akışa bırakılan ekonomi politikası, kötü yönetim, politik baskı.

Şimdi Merkez Bankası başkanı Başçı bu tabloda bize ‘aspirin tedavisi’ öneriyor; döviz depo faizlerini yarım puan indirme, zorunlu karşılıklara yıllık binde 1.2 faiz ödeme gibi. Çok önemliymiş gibi açıklanan bu kararların kur yükselişine ve dalgalanmasına hiçbir yararı yok. Sadece bunların en anlama geldiğini bilemeyecekler için ‘önlem alıyormuş gibi’ görüntü verilmesine yarayabilir.

‘Verim eğrisini yatay tutarak’ (her vadedeki faiz oranlarını aynı çizgide tutulması) sıkı duruş sergileyeceği taahhüdünde bulunan bir merkez bankası için normal koşullarda kısa vadeli faizleri yükseltmesi gerekirken, kısa vadede referans kullandığı faizleri hep değiştirerek sözünde de durmamış oluyor. Yani Merkez Bankası ‘işine gelemediği’ gibi davranıyor. Öyle ya; 2, 5 ve 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 9.5-10 arasında iken Merkez Bankası kendi faizini yüzde 7.50’de, ortalama fonlama faizini ise yüzde 8.25’de tutuyor. Bu da eğriyi yatay yapmıyor.

Bu tablo da, mali piyasaları şuraya getiriyor; Merkez Bankası bugün faizleri 0.25 baz puan bile artırmaktan kaçınarak kurların yukarı gidişine kapıları sonuna kadar açıyor. Aynen geçmişte defalarca tekrarladığı gibi. Böylece günün birinde yine 4-5 puanlık faiz artırmak zorunda kalacak.

İşte bu bekleyişlerin oluşması da kur çalkantısını ve belirsizliği yükseltiyor. Merkez Bankası’nın başkan ve karar verici kurul üyelerinin önündeki ajanda da ise Beştepe’nin hışmına uğrama korkusu var. Öyle ya, seçime giderken Ak Parti’de ‘kaybetme sendromu’ her alanda kendini gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

Gümrükler nakit kevgirine döner

1 Mayıs 2015

ABD 10 bin dolar, AB ise 10 bin Euro değerinde para ve para yerine geçen çek, tahvil, sikke altın, parasal araçların ülkeye girişte gümrük kapısında bildirimini zorunlu kılıyor. ABD, bildirimde bulunulmazsa ve yakalanırsa el koyuyor. Tüm bu konulan bariyerin amacı; kara para aklamaya ve terörün finansmanına önlem almaya dönük.
Türkiye’de de sıkı biçimde uygulanan benzer kurallara göre ne için getirildiği soruluyordu; kişisel sermaye ya da kredi ise yasaktı. El konuluyordu. Ama ihracatsa ya da yabancı sermaye ise kontrol ediliyordu. Düzenleyici genelge 15 Nisan’da değiştirildi. Ama ne değişiklik? Nakit girişi açısından gümrük uygulaması tam anlamıyla kevgire çevriliyor.
Yapılan değişikliğin üç açısı var.
Birincisi, gümrükten öncesinde kişisel sermaye ve kredi olarak nakit girişi yapılamayacağı, gelen paraya da el konulacağı kurala bağlanırken şimdi ‘yasaklama’ kısmı telaffuz edilmeden banka kanalı ile yapılacağına işaret ediliyor. Bu, bu nakit girişlerine Türk usulü ‘kapı aralamak’ demek.
İkincisi, gümrüklerdeki nakit girişine dönük caydırıcı kontrol uygulaması genelgeden çıkarılmış.
Üçüncüsü, ihracat dövizini beyan etmek zorunda değilsiniz. Diyelim ihracat dövizi olmayan bir dövizle yakalandınız, yanıltıcı biçimde ‘ihracat dövizi’ ya da ‘yabancı sermaye’ beyanında bulundunuz. Gayretli bir memur da böyle olmadığını saptadı; bu durumda eskiden hem adli soruşturma için savcılıklara bildirim, hem de kara para soruşturması için idari olarak MASAK’a bildiriliyordu. Şimdi artık adli soruşturma için bildirim uygulaması genelgeden çıkarılmış.
Bu genelge değişikliği, büyük olasılıkla Ankara’dan ‘ülkeye döviz kazandırıcı işlem yapıyorlar, ne diye kaynağını araştırıyoruz ki?’ gerekçesi ile yanıtlanacak. Ama hem kara para ve terör bağlantılı parasal girişlere kapı açılacağı gibi, uluslararası arenada da büyük baş ağrısı yaratacağı da çok açık. Ödemeler dengesinde malum ‘net hata noksan’ kalemini de, halk arasında geçmişte atfedilen anlamını gerçek hale getirip şişirecektir.

Yazının Devamını Oku

Kur nerede duracak?

29 Nisan 2015
Dünkü düşüşe kadar sürekli artan ve dalgalanan döviz kuru nerede duracak? Merkez Bankası nerede müdahil olacak?

Faiz artıracak mı? Bu soruların yanıtı bilinmediği, kuvvetli bir ‘yol haritası’ belirmediği sürece, hiç şüphe yok ki; ekonomide her türlü karar rafta tutulacak.
Şurası çok açık; ‘faiz indir’ baskısı, Merkez Bankası’nı öyle bir yere getirdi ki; banka bugün faizi artırmanın eşiğinde. Ama bunu da yapamıyor. 1994’deki faiz indirme baskısının krize yol açtığını biliyoruz. O dönemdeki yönetilen kur rejimi ile Hazine’ye Merkez Bankası avansı gibi unsurlar bugün yok. Bugün hatalar, kur artışı ve uzun vadeli faizlerin artışına yol açıyor. Bu da ekonomik yavaşlama ve enflasyona neden olup ekonomiyi stagflasyona sokuyor. Bugünün kriz tanımı bu artık.


‘Faiz indir’ baskısının başladığı günden bu yana geride kalan 100 günde ağırlıklı döviz kuru yüzde 15’e yakın arttı. Ankara’daki hatanın halı altına süpürülmesi çabasıyla ‘bu içeriden değil, pariteden’ diyen bakanlara, siyasetçilere bakmayın; öyle olsaydı TL’ye karşı dolar kuru yüzde 20’ye yakın artarken TL’ye karşı euro kurunun da geriliyor olması gerekirdi. Euro kuru da yüzde 10 arttı.
Dolar ve euronun yarısı kadar ağırlıklı döviz kuru sepeti 2.84’e kadar ulaştı. Parite etkisi olmayan bu seviye, Merkez Bankası’nın geçen yıl Ocak ayında faizleri 5’er puan artırdığı seviyenin (2.77) yüzde 2.5 üzerinde.
İşte burada temel bir soru ortaya çıkıyor; Merkez Bankası kur artışını ne kadar daha seyredebilir? Faiz artırma ‘rampasına’ giren bankanın seçenekleri ne?
2014’de 2.40 sepet değerinden 2.77 sepet değerine yüzde 15’lik bir artış olduğunda bunu rahatsız edici bulup faizleri 5 puan artıran Merkez Bankası, 2015’de benzer bir tablo ortaya çıktığında hiç de rahatsız olmuş bir görüntü vermiyor.


Yazının Devamını Oku

Seçim vaatleri şeffaflık sorununu vitrine çıkardı

27 Nisan 2015

CHP’nin seçim beyannamesindeki taahhütler şu önemli noktayı kamuoyunun gündemine taşıdı; hesap verme konusundaki evlere şenlik durumumuz açığa çıktı.

İktidar partisi bakanları CHP’nin vaatlerinin gerçekçi olmadığını savunurlarken, olasılıkla 2011’de seçim taahhüdü olarak koydukları 2015 ekonomik hedeflerinin epeyce altına kalmamızın psikolojisini taşıyorlardı. Sahi hedefler neden tutmamıştı?

AK Parti’nin 2011 seçimlerinde ilan ettiği 2013 hedeflerinin altı dolu olmadığı için, bu hedefe gidebilecek politika tasarımı olmadığından o günden tutmayacağı belli idi. Nitekim o hedefler artık olanaksız. Oysa en yakını, 2011’den 2015 için koyduğu hedeflerdi; GSYH hedefi 1.076 milyar dolar, kişi başı milli gelir 14 bin 46 dolar ihracat da 201.2 milyar dolardı. 2015’i olasılıkla geçen yılki 800 milyar doların üç-beş milyar dolar üzerinde kapatacağız; yani hedefin yüzde 25 altında. Ya kişi başı milli gelirde? O da kabaca yine yüzde 25 altında. İhracat ise yüzde 20 altında gerçekleşecek görünüyor.

İkinci bir açı da, Meclis’te bütçe görüşmeleri sırasında hesap verebilirlik, saydamlık, açıklık konusunda sınıfta kalan, Sayıştay denetiminde hangi kurumun ne kadar kaynak kullandığının ayrıntılı tablolarını çıkaramayan Maliye’nin bakanı bir gecede muhalefet vaatlerinin kaynak tablosunu çıkarmıştı. Ama muhaliflerine göre, 57 milyar TL tutan vaatler şişirilmişti. 150 milyar TL’lik kaynak ihtiyacı olduğunu iddia eden Bakan Şimşek’ten kalem kalem tablo talep ettim ancak alamadım.

Bütçe hakkı konusunda hiç iyi bir sınav vermeyen iktidar partisi, muhalefetten gelen bir politika tercihi tablosu karşısında alarma geçmişti. Hatta öyle ki; bugüne kadar mali yapının sağlamlığında, Türkiye ekonomisinin dayanıklılığından bahseden iktidar temsilcileri; muhalefetin GSYH’nın yüzde 2.9’u kadar ilave harcama yapacağını, bunu da kaynak tahsisindeki tercihleri değiştirerek kaynak bulacağını açıklaması karşısında, ülkenin bir buçuk yılda IMF’nin kapısına gideceğini söylemeye başladılar. ‘Yunanistan öcüsü’ ile korkutmaya başladılar.

Peki, bugün küresel yavaşlama derinleşmesi karşısında ihtiyacı olacak genişlemeci maliye politikasını yüzde 1-2’lik bütçe açığı ve yüzde 35’in altında borç stoku yapısıyla başka hangi ülke uygulayabilecek durumda? Eğer ‘emeklilere iki ikramiye’ analojisinden yola çıkarak bu taahhütler ile sonunda Yunanistan’ın durumuna düşeceğimize işaret ediliyorsa; mali tablolar ve istatistiklerde yapılan tahrifat ve kurumsallaşmış yalanların da aynı mı olduğunu sormamız gerekiyor?

Seçim vaatleri konusunda iktidar partisindeki ve muhalefetteki ekonomi kurmaylarının en başta mutabık olmaları gereken temel konu, en başta kamusal ekonomik faaliyetlerin şeffaflığının sağlanması olmalıdır; hesap verme, şeffaflık ve dürüstlük. Seçime giderken verilen vaatlerin kaynaklarının ya da kaynak tahsisini nasıl değiştireceğinin objektif ve açık biçimde konulması da bu tablonun bir parçası olmalıdır.

Kamu yönetimi alanında uzman Şerif Sayın hatırlattı; Avustralya’da 1998’de yürürlüğe sokulan yasa niteliğindeki Bütçe Dürüstlüğü Sözleşmesi’ne göre, seçimden önce yasal süreç başladığında Başbakan’ın hükümetin kamuya açıklanan projelerin maliyetlerinin çıkarılması ve raporlanması için Hazine ve Maliye müsteşarlıklarına talimat vermesi söz konusu. Aynı biçimde, muhalefet liderinin de muhalefetin seçim taahhütlerinin mali boyutu ve yükü konusunda aynı çalışmayı yapmayı talep etme hakkı var. Yani vaatlerin ekonomik boyutu hakkında en teknik ve gerçekçi sayılar kamuoyunun önüne konuluyor.

Yazının Devamını Oku

Öztrak: İlave borçlanma bile düşük olasılık

22 Nisan 2015
CHP’nin seçim beyannamesindeki taahhütlerinin bütçeye getireceği ek maliyetlerin ne olduğu eksik bırakılmıştı.

Tartışmalar alevlenince belirginleşmeye başladı.
Taahhütlerin maliyetini doğru ölçmek için belli bir zaman ufku içine sığışan taahhütlerin getireceği ilave maliyetlere bakmak gerekiyor. CHP’nin ‘ilk 100 gün’ ve ‘İlk bir yıl’ ufuklu taahhütlerine dönük olarak Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın açıkladığı verilere bakılırsa yıllık ilave 57 milyar TL’lik bir yük getiriyor. Bu, GSYH’nın yüzde 2.9’una karşılık geliyor. İlave maliyetin büyük bölümü, emeklilere çifte ikramiye ile Aile Sigortası ile verilecek ek desteklerden geliyor; 24’er milyar TL tutuyor. Bu iki kalem toplamda GSYH’nın yüzde 2.4’ü oranında ilave harcama yaratacak.

Faik Öztrak, bu harcamaların gelir etkisi olacağını dolayısıyla milli geliri ve vergi gelirlerini büyüteceğine dikkat çekiyor. Öztrak, 470 milyar TL’lik bütçeye ilave olarak diğer kamu harcamaları ile beraber genel devlet harcamalarının 752 milyar TL olduğuna işaret ederek, bu büyüklük içinde kaydırmalarla ve kesintilerle kaynak sorunu olmayacağını söylüyor. Ayrıca vergi tahakkuk ve tahsilatı arasındaki farkın geçmişten gelen birikimle de 183 milyar TL olduğunu, bağımsız vergi idaresi ile bunun yüzde 10’nun bile tahsil edilse fark yaratacağını anımsatıyor. Öztrak’a göre, kamu borçlanmasında artış bile düşük olasılık.

GSYH’nın yüzde 3’üne yakın bir harcama artışı temel olarak gelir ve servet eşitsizliğini hedef alan politikalara akacak. Bu açıdan ‘müdahaleci’ bir açısı var. Hele ki 2001 krizinden bu yana sadece gelir artışı ve kısmi olarak sosyal desteklerle iyileşen ancak 2009 sonrası bu iyileşmede durgunluğa giren eşitsizlik sorununa müdahaleye kimsenin itiraz olmaz sanırım. Tabii ki ek maliyet ve kaynak tartışması olacak; bu rasyonel ve adaletli kaynak tahsisi önceliğini de toplumda iyi bir yere taşır. Nitekim kamuoyunda ‘saraya harcanan para’ çerçevesinde tartışmalar yapılmaya başlandı bile.

Diyelim ki CHP’nin bu taahhütlerinin yarısı bütçe açığı olarak yansıdı; bu ilave borçlanma demek. Kabaca GSYH’nın yüzde 1-2’si kadar ilave borçlanma, güven veren bir politika duruşu ile hele ki koalisyon bile olsa zor değil. Bunun sürdürülemeyeceği iddiası ise akla hemen şunu getiriyor; iyi yönetildiği iddiası içinde hiç mi bütçe esnekliğimiz yoktu? Küresel ekonomilerin durgunluğa girmesi halinde ki genel tablo pek de sevimli değil; kamu harcamalarını artırmak, genişlemeci politikalar izlemek gerekmeyecek miydi? Hükümet Türkiye’nin bütçe ve borç rasyoları ile övünürken, GSYH’nın yüzde 2-3’ü oranında bir harcama artışını (ki yoksulluğa müdahale özelliği var) taahhüt eden bir programı üstlenecek, karşılayacak bir kapasitesinin olmadığını nasıl iddia edebiliyor?

Kaldı ki; 2008 yılında faiz dışı harcamaları GSYH’nın yüzde 18’i kadarken, harcamalar 3 puan artırıldı ve GSYH’nın yüzde 21-22’sine ulaştı. Kriz mi çıktı? Türkiye IMF’ye mi başvurdu? Tersine IMF’yle olan anlaşmasını bitirecek koşullara sahipti. Bununla da övünüldü.
Doğru soruları tartışmak gerekiyor; Türkiye 2002 koşullarında mı? Hayır. Yoksulluğa müdahale edebilecek esnekliğimiz yok mu? Var.

Yazının Devamını Oku