Uğur Gürses

Bireye özgürlükçü, yoksulluğa müdahaleci program

20 Nisan 2015
CHP’nin seçim beyannamesi, AK Parti’nin açıkladığı ile arasında iki temel fark beliriyor.

Biri, AK Parti geçmişe bakarken, CHP geleceğe bakan bir açı çizmiş. İkincisi ise AK Parti güvenlikçi ve devletçi bir politika çerçevesi koyarken, ‘40 yılın devletçi partisi’ CHP’nin beyannamesi her katmanda bireyi selamlayan ve bireysel özgürlükleri kollayan, genç kuşağa, beyaz yakalılara hitap eden bir çerçeveye oturmuş. Bugün yerinde büyük boşluk olan çoğulculuk ve katılımcılık ön plana çıkarılmış, daha sosyal demokrat çizgiye oturmuş.

Beyannamenin giriş bölümü; geride kalan 4 yılda siyaset ve ekonomide her alanı kilitleyen ve toplumsal refahta ilerlemeyi frenleyen otoriter şemsiyenin, bir ‘haklar ve özgürlükler siyasetinin hayata geçirilerek’ kaldırılması, sivil toplumun güçlendirilmesi niyetini ilan ediyor.

Toplumsal, siyasal ve ekonomik çerçevesi eklemleşen 2015 beyannamesinin tutarlı bir ‘ruhu’ ve bunu yansıtan bir dili var. Edindiğim bilgi; CHP’nin bu seçim beyannamesinde bir toplumbilimcinin, Prof. Sencer Ayata’nın damgasının olduğu yönünde.

Ekonomide netleşen duruş

CHP’nin politik alanda sosyal demokrat çizgiye gelmesine ilave olarak, ekonomi politikasındaki duruşu da netleşmiş; piyasa ekonomisine dayanan ama ‘neoliberal’ değil, kamunun da ‘iyi ve adil bir biçimde düzenleyici’ olacağı, ‘güçlü bir destekleyici role sahip olduğu’ bir çizgi ilan ediliyor. Bu belki de geçmişte olmadığı kadar en gerçekçi çizgi demek.

Ekonomi politikasının dört ana ekseninden başta geleni ‘kapsayıcı büyüme’ şiarı metinde sıkça tekrarlanıyor. Ayrıca bu yaklaşımın savunucusu Daron Acemoğlu’nun işaret ettiği kurumlar ve kuralların da tesisi için her başlığa bunun ruhu da yansıtılmış. Diğerleri ise; rekabetçiliğe katkıda bulunacak politikalar, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, devletin saydamlığını ve hesap verebilirliğin güçlendirilmesi, sosyal ve çevresel dengeyi koruma taahhüdü.

CHP, bu çerçevede iki aşamalı bir ekonomik program izleyeceğini söylüyor; birincisi, hemen etkisini gösterecek politikalar, ikincisi de orta ve uzun vadede etki gösterecek politikalar. CHP, iktidarının ilk yüz gündeki politikalarla yatırımların artıracağını, istihdam ve geliri kayda değer bir düzeyde artıracağını söylüyor. Ancak, ‘nasıl?’ sorusunun yanıtını bulamadım.

CHP somut olarak 20 yıllık bir dizi hedef koymuş; 2011’deki iddialı uçuk makro hedefler konulmadığı gibi, orada yer alan hedefler (2023) ya yumuşatılmış ya da ‘20 yılda’ denilerek zaman ufku uzatılmış. İlk defa bir politik hedef olarak konulan, ‘insani gelişmişlikte ilk 20. sıra’ hedefinin altı boş değil; sağlık, eğitim, cinsiyet eşitsizliği, yaşam koşulları, gelir, yoksulluk gibi alt ölçüm kulvarlarına da politika geliştirilmiş.

Yazının Devamını Oku

Heyecansız ve vizyonu bulanık beyanname

16 Nisan 2015
Çok açık ki AK Parti, açıkladığı dördüncü seçim beyannamesinde toplumun önüne heyecan verici bir taahhütname koyamamış.

93 sayfa uzunluğundaki ekonomi bölümünü okuyan hiç bilmeyen biri, bunun ‘planlamadan Başbakan’a iletilmiş bir iç yazışma’ olduğunu sanabilir. Beyanname önümüzdeki 4 yılda ekonominin nasıl bir rotada, hangi vizyon içinde yönetileceğini söylemiyor.

Önce biçimsel bir karşılaştırma; 2011 seçimlerindeki beyanname 150 sayfalık bir metin iken, Davutoğlu’nun başkanlığında seçime giden partinin beyannamesi 350 sayfaya çıkmış. Zaten büyük bölümü somut adımları içermeyen dönüşüm programındaki ayrıntılar, seçim beyannamesine kopyalanarak boca edilmiş. İlginç biçimde, ekonomiyle ilgili bölümü her iki seçimdeki beyanname metninin aynı oranda yüzde 26’lık bölümünü içine alıyor.
Ankara’dan aldığım bilgiler, beyannamenin ekonomi ile bölümünün Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz tarafından hazırlandığını söylüyor. Zaten 93 sayfalık ekonomi ile ilgili bölümlerin içeriği çok açık biçimde Bakan Yılmaz’ın damgasını taşıyor; dönüşüm programlarından ‘kes-yapıştır’ olmuş.

Haziran seçimi ertesinde ekonomi politikasından elimizde kalan en önemli taahhüt, enflasyon hedeflemesinin devam edeceği, Merkez Bankası’nın da bu hedeflemede araçlarını kendisinin seçeceğinin anlatılması; “Enflasyon hedeflemesi, temel para politikası rejimi olmaya devam edecektir. Enflasyon hedefleri, hükümetimiz ve Merkez Bankası tarafından üçer yıllık vadeler için belirlenecektir. Dalgalı döviz kuru rejimi sürdürülecektir.”
Bu yeni bir durum değil, uygulanıyor. Önemli olan tarafı şurası; Ankara’da son 3 aydır özellikle Beştepe’den işaret edilen ‘seçimlerden sonra para politikasının eskisi gibi gitmeyeceği’ mesajlarını ters yüz eden bir taahhüt ortaya koyuluyor. Bu açıdan, bu kaygıları sakinleştirme çabası olması açısından önemli. Bu kaydın düşülmesinde, “Ali Babacan sonrası ne olacak?” sorularına da yanıt verme çabası var. Ancak, o dönemde şüpheleri dağıtmak için güven oluşturmak için ilk kez 2002 seçimlerinde beyannameye giren bu taahhüdün, bugün fiiliyatta bir günde yerle bir olabileceği ekonomik birimlerce hesaba katılıyor, güven vermiyor. AK Parti’nin 2002’de beyannamesini yazan ‘ortak akılın’ şimdi kalmadığı çok açık. Beyannamenin açıklanması ile dolar kurunun yükselmeye devam etmesi, bu taahhüdün beyannameye yazılmasının fark yaratmadığının nişanesi kabul edilebilir.
Ekonomi bölümünde her maddenin anlatımı yöntem olarak ikiye ayrılıyor; birincisi ‘ne yaptık’ başlığı altında bugüne kadar yapılan icraatlar sayılıyor, 350 sayfanın neredeyse yarısı bu. İkincisi ise ‘neler yapacağız’ başlığı altında yazılanlar. Yapılacaklar ya da taahhütler ise yakın zamanda açıklanan 25 maddelik ana başlık altında açıklanan dönüşüm programlarının eylemlerinden oluşuyor. Yani Bakan Cevdet Yılmaz’ın tüm bu eylem planlarını beyannameye taşıdığı çok açık.

Temelinde ‘niyet beyanının ilanı’ niteliği olan dönüşüm programlarının eylemlerini ‘reform’ olarak kamuoyuna açıklayan Başbakan Davutoğlu, bunları seçim beyannamesine de taşımış oldu. Somut çözüm niteliği olmayan ama ‘çözüm arama niyeti’ ilanı olan bu eylemler, aynı muğlâklıkla yenilenmiş.

İktidar rehavetinin iyi bir göstergesi de, 2011 seçim beyannamesinin ana omurgası olan 2023 ekonomik hedeflerinin gözden ırak bir rafa kaldırılması olsa gerek. Sadece 500 milyar dolarlık 2023 ihracat hedefinden ve yüzde 5’lik işsizlik gibi hiçbirinin tutmayacağı iki hedef ‘kuru kuruya’ olduğu gibi metin içine yerleştirilmiş. 2011’deki o iddialı kişi başı 25 bin dolarlık milli gelirden bahis olmadığı gibi yeni bir hedef de belirtilmemiş.

Yazının Devamını Oku

TL neden yeniden değer kaybetmeye başladı?

14 Nisan 2015
TL son bir haftadır değer kaybediyor. Ocak ortasından beri süren değer kaybı süreci devam ediyor. Döviz kuru sepeti üzerinden bakılırsa tarihi zirveye yakınız.

Bunun en başta gelen nedeni, ‘hikâyeyi’ kaybetmiş olmamız. Artık ‘petrol fiyatı düşük gidiyor, enflasyon düşecek, faiz düşecek, TL cinsi varlıklar değerlenecek’ senaryosu da kalmadı; bunu berbat eden bir Ankara siyasetinin ekonomi politikası da. Politik alandaki gelişmelerle de; seçimlere giden yolda, çatışmacı bir kutuplaştırma siyasetinin de ipuçları ortaya çıkmaya başladı.
Cuma kapanıştaki sepet değeri esas alınırsa Euro dolar paritesinin 1.05’e gerilemesiyle dolar TL kurunun 2.635 olması gerekirdi. Oysa dün kur 2.6550 oldu. Son bir haftada dolar kuru yüzde 3.5 artarken bunun önemli bir bölümü pariteden geliyor. Ancak parite etkisi ayrıştırılırsa sepet değeri olarak da yüzde 1.1’lik bir artış oldu. Bir ya da birkaç günde yüzde 1 demek, bir buçuk aylık mevduat faizi demek. Yarımşar dolar ve Euro’dan oluşan sepet değeri, geçen yıl faizlerin 5 puan artırıldığı günkü değerin sadece yüzde 2 altında. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın Bankalar Birliği’nde yönetim kurulunu oluşturan banka genel müdürlerine yaptığı sunumda ‘TL’nin değerli olduğunu söyleyemem’ dediği biliniyor. Bunu, Türkiye ve ticaret partnerlerimizin enflasyonları ve nominal kurları üzerinden TL’nin reel değerinin hesaplandığı Reel Efektif Kur Endeksi’nin yeniden düzenlenmiş hali üzerinden anlatan Başçı’nın kur üzerinde konuşmuş olması da etkili bir unsur. Zira geçen yıl ocakta 2.77’lik sepet değerine ulaştığımızda 5 puan faiz artıran Başçı’nın, kabaca 10 puanlık bir enflasyonla bugünkü 2.73’lük sepet değerinde ‘TL’nin değerli olduğunu söyleyemem’ demesi, tersten okunursa ‘değersiz olduğunu söylemek için biraz daha nominal olarak değer kaybetme yeri olduğu’ algısına yol açmış olabilir. Öyle ki; Merkez geçen yıl sepet değeri bu düzeye geldiğinde 3 milyar dolarlık döviz satışı yapıp 5 puan faiz artırmıştı. Reel kur olarak kabaca yüzde 10 yakınken döviz satış ihalelerinde ‘sanki satmak istemiyor, rezerv kaybından korkuyor’ izlenimi bırakan yöntem değişiklikleri yapıldı.
Örneğin, 2013 Aralık sonrasında, döviz satış ihalelerinde öncesinde ilan ettiği miktarın 10 katına kadar miktar artışı yapılabiliyorken, şubatta ilan edilen miktarın yarısına kadar artırılabilerek ihaleler yapıldı. Son olarak da geçen haftaki değişikliklerle; satılacağı ilan edilen miktarlara sadece 30 milyon dolar fazlası ile yapılabilecek. Esnekliği azalan ve küçültülen ihale miktarları ‘Merkez Bankası rahatsız değil’ sinyaline dönüştü. 2009 sonrası küresel hikâyenin terse dönüyor olması fotoğrafına karşı ‘ama bunun farkında olan bir siyasal otorite ile Merkez Bankası var’ diyemiyoruz. Çünkü hem politik baskı hem de Merkez’in ‘ben bunu da idare ederim’ duruşu var. Küresel konjonktüre karşı hala elindeki en önemli araç olan faizleri kullanma konusunda politik baskı ile kendini kısıtlayan Merkez Bankası’nın döviz konusunda ‘kaçınan’ görüntü çizmesiyle kur üzerindeki baskının artması kaçınılmaz. Seçimlere giden yolda çatışmacı bir politik tablo, değer kaybını daha da hızlandırır. TL’nin değer kaybı hikayesine başlangıç tarihi özenle seçilmiş parite ve dolar grafikleri ile yanıt vermeye kalkan siyasetçiler, ikinci bahaneyi de ‘ama diğer gelişen ülkeler de aynı durumda’ bahanesi ile politika kifayetsizliğine ortak arama peşinde koşuyorlar. Örneğin, son 1 haftada neden Hindistan, Endonezya ve hatta Brezilya paraları bizimki gibi değer kaybetmedi? Çünkü onların bir ‘hikâyesi’ var. Güven veren bir ekonomi politikası ve reform ajandaları var.

Yazının Devamını Oku

‘Para basan’ merkez bankası iyi değildir

11 Nisan 2015
Kamunun para basma yetkisi yasayla Merkez Bankası’na ait.

Bastığı paraya da faiz alıyor. Gelir elde ediyor. Buna ‘senyoraj’ deniliyor. Normal koşullarda bir merkez bankasının yüksek kâr elde etmesi iyi bir durum değil. Merkez bankaları para basar evet ama kazanç anlamında ‘para basması’ iyi bir durum değil.

Türkiye’de ekonomide ne zaman sorunlu bir süreç yaşanmışsa Merkez Bankası bilançosundaki sonuç hesabı yüksek bir bakiye göstermektedir. Yüksek bir kâr ortaya çıkmaktadır. Merkez Bankası’nın 2001’den bu yana üç defa devasa kâr elde ettiği yıl oldu; 2001’de 6.7 milyar, 2011’de 10 milyar, 2014’de 10 milyar TL. Diğer yıllardaki kârlar ise 2-5 milyar TL arasında.

Merkez Bankası 2014 yılında 10 milyar TL kâr elde etti. Bunun kabaca 1.5 milyar TL’si vergi olarak Maliye kasasına giderken, karşılıklar ayrıldıktan sonra temettü olarak Hazine’ye 5.8 milyar TL gidecek. Böylece kamuya gelir olarak toplam 7.3 milyar TL girecek. 2013’de bu tutar 4.1 milyar TL idi.

Türkiye’deki ekonomik durum Merkez Bankası’nın bilanço durumundan okunabiliyor. Merkez Bankası çok kâr elde ediyorsa işler iyi değil, düşük kâr elde ediyorsa fena değil demektir. Bankanın kârının 2014’deki gibi rekor düzeyde olduğu zamanlarda ekonomik büyüme düşük, enflasyon ise yüksek sonuçlandığı görülebilir.

Merkez Bankası kârının iki ana kaynağı var; biri piyasaya likidite verdiği için TL işlemlerden faiz geliri elde etmesinden, diğeri ise piyasaya döviz alım-satımı yaptığından özellikle kurların yükseldiği dönemlerde kur kazancından geliyor.

2014’de de 10 milyar TL’lik kârın 3.2 milyarı TL işlemlerden, 6.8 milyarı dövizli işlemlerden geliyor. Anımsayalım; kurun 2014 Ocak ayında bugünkünden bile yüksekte zirve yaptığında yüklü döviz satışlarını, bir gecede 5 puan artırılan faizler izlemişti. Bu faiz artışı Merkez Bankası’nın elde ettiği faiz gelirine önceki yıla göre 2 milyar TL ilave yaparak 3.8 milyar TL’ye yükseltti. Kur artışı ise görece çok düşük bir katkı yaptı; 2014’de önceki yıla göre kabaca ilave 650 milyon TL katkı vererek 6.1 milyar TL oldu. Döviz rezervlerinin getirileri ile yurtdışından gelen katkılarla toplamda 6.8 milyar TL’lik bir dövizli işlem kazancı ortaya çıktı. 2014’de önceki yıla göre dövizli işlemlerden gelen ilave katkı 1.2 milyar olurken, TL faizlerinden gelen ilave katkı 2.9 milyar TL oldu.

2011 yılı da benzer bir tablo sunuyordu; malum yine kur hareketi ve devamında sert faiz artırımı yapılmıştı. Bu yüzden, Erdem Başçı’nın geride kalan 4 yıllık başkanlık dönemindeki Merkez Bankası kârı, en yakın selefi Durmuş Yılmaz’ın 5 yıllık başkanlık dönemindeki toplam 10.4 milyar TL’lik kârının 3 katına ulaşmış durumda. Hatırlatalım; merkez bankalarının kâr hedefi ve amacı yoktur. Eğer aşırı kâr elde ediyorlarsa o ekonomilerde bir tuhaflık vardır.

Merkez Bankası’nın elde ettiği brüt kârın kabaca yüzde 70’inin vergi ve temettü olarak kamu kasasına gittiği hesaba katılırsa Başçı döneminde elde edilen kârın yüzde 70’i olan 22 milyar TL’nin Hazine’ye gelir olarak kaydedildiğini not etmek gerekir.

Yazının Devamını Oku

İran’la ticarette TL-Riyal takası mümkün mü?

8 Nisan 2015

Cumhurbaşkanı Erdoğan İran ziyareti sırasında, “döviz kuru noktasında başka paraların baskısı altında kalmayalım. Biz alımları İran’ın yerli parası ile yapalım, İran TL ile yapsın. İran ve Türkiye’nin parası alışveriş paramız olsun” diyerek bir pencere açtı. Peki, pratikte bu mümkün mü? Baştan söyleyelim; koşullar buna uygun değil.

Önce İran’la ticaret ilişkimizi hatırlatarak bir not düşelim; Türkiye İran’dan yaklaşık 10 milyar dolarlık ithalat yapıyor, kabaca 4 milyar dolarlık da ihracat gerçekleştiriyor. Nette 6 milyar dolar borçlu çıkıyoruz.

Erdoğan’ın önerdiği biçimiyle; Türkiye 10 milyar dolarlık ithalatını İran Riyali ile yapacak, İran’a sattığı 4 milyar dolarlık malı da TL ile yapacak. Bu öneriye ilk önce iki ülkenin ihracatçıları karşı çıkar. Nedeni basit; her iki ülkede de enflasyon, doların basıldığı ülkeden çok çok yüksekte. İran’daki döviz kuru da, serbest biçimde oluşmuyor, konvertibilitenin temel koşulları mevcut değil. Bizde TL ile mal ihraç edecek bir ihracatçının, yıllık yüzde 10’a yaklaşan maliyet artışlarına karşılık, son 4 yılda yüzde 21-35 arasında ‘resmi’ yıllık enflasyonu olan İranlı gaz ve petrol ihracatçıları var.

Temel sorun; İran’daki kur seviyesinin kambiyo rejimi, iç ve uluslararası kısıtlar nedeniyle sağlıklı oluşamıyor olmasında. İran Riyali, TL gibi konvertibl bir para birimi değil. 2011 sonrasında uygulanan uluslararası kısıtlamalar olmasaydı bile TL gibi uluslararası finansal piyasalarda alınıp satılabilen bir para birimi değil. Riyalde çeşitli kesimlere farklı kur geçerliliği üzerine dayanan katlı kur uygulaması olduğu gibi, resmi kur ile piyasadaki seviyesi arasında farklar var. Piyasa kuru, İran Merkez Bankası’nın (Bank Markazi) açıkladığı resmi kurun en az yüzde 20 üzerinde. Ülkeye para sokmak, para çıkarmak katı kurallara bağlı. Türkiye’de ise Merkez Bankası ile piyasa kuru arasında fark yok. Ayrıca oldukça yüksek bir serbestisi olan kambiyo rejimine sahibiz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önerdiği haliyle uygulamaya kalkılsa Türkiye’nin ithalatı için yıllık ihtiyacı olan İran Riyali nereden bulunacak? Önce takasla. Yani belli bir TL-Riyal kuru üzerinden iki ülkenin merkez bankası TL-Riyal alış verişi yapacak. Peki, hangi kurdan hesaplanacak? İran’ın resmi kuru mu yoksa piyasa kuru üzerinden mi? Haydi diyelim ara formül bulundu. Buraya kadar tamam. Peki, iki ülke ticaretinde net ithalatçı olan Türkiye’nin, net olarak 6 milyar dolar karşılığı riyale ihtiyacı olacak ki ödemede kullanabilsin. İran Merkez Bankası Türkiye’den TL alacak, karşılığında Türk Merkez Bankası’na riyal verecek; İran enerji şirketlerinin Türkiye ihracatı karşılığında bu riyaller Türkiye tarafından İran’a ödenecek. Soru şu; İran Merkez Bankası, öncesinde ülkesinin rezervlerine her yıl dolar olarak giren 6 milyarlık net geliri bırakıp, neden görece daha değer kaybetmeye meyilli ve son 4 yılın en yüksek dalgalanan para birimlerinden biri olan TL olarak tutmayı tercih etsin? Öte yandan Türkiye tam tersi durumda olsaydı; kasasında döviz rezervi diye riyal tutmayı tercih eder miydi? Hayır.

Türkiye izlediği politikalarla, dış konjonktürdeki pembe tablonun rehavetine kapılmadan reformlarla ekonomisini sürdürülebilir bir patikaya çekmiş olsaydı; makul bir ekonomik büyümeyi, sürdürülebilirliği olan bir cari açığa ve fiyat istikrarı düzeyinde düşük enflasyona kavuşsaydı TL de istikrarlı bir para birimi olacak, bölgesel olarak da tercih edilir olacaktı. “Size TL verelim” denilmesinden çok öncesinde, çoğu ülke tarafından TL talep edilen para birimi olacaktı. Türkiye’nin ve TL’nin koşulları görece daha iyi olsa da, böyle bir ticaret sürecine girilebilme koşullarından uzaktayız. Bugün düşünüldüğü gibi ‘ikili para takasına’ dayalı ticaret ilişkisi siyasetçilerce ‘düğmeye basınca’ çalışmıyor ne yazık ki.

ugurses@hurriyet.com.tr

Yazının Devamını Oku

2023 hedefleri 4 yılda müzelik oldu

6 Nisan 2015
Siyasetçilerin iddialı hedefler koyması iyidir. Toplumun önüne politik bir hedef, ölçülebilir çıta konmuş olur, iyi bir rekabet unsurudur.

Hedefler kimimize uçuk gelebilir; sorun orada değil, sorun buna uygun adımların atılıp atılmamasında. Ak Parti de 2023 hedeflerini 2011’de seçim öncesinde ilan etmişti. Buna göre 2023’de; milli gelir 2 trilyon dolar, kişi başı milli gelir 25 bin dolar, ihracat 500 milyar dolar, işsizlik yüzde 5, istihdam edilen kişi sayısı 30 milyon olacaktı.
2014 sonuçlarının belirginleşmesi ile bu hedeflerin neredeyse tamamı ‘hayal köşesine’ kaldırıldı.

2014’deki yüzde 2.9’luk büyüme ile Türkiye’nin son 10 yılındaki ortalama büyümesi yüzde 4.3 oldu. Oysa 1961-2005 arası uzun vadeli büyüme oranı yüzde 4.6 idi.
Gerek Ekim ayında ilan edilen Orta Vadeli Program’da, gerekse Kasım 2014’de Başbakan Davutoğlu tarafından açıklanan dönüşüm programlarında telaffuz edilen milli gelir hedefleri, en baştan matematiği ile ‘arızalı’ durumdaydı. Temel felsefesi ‘enflasyonla şişmiş cari milli gelirin hiç artmayacak bir döviz kuruna bölünmesine’ dayanan bu milli gelir tahminlerinin hepsi şimdiden çöpe gitti.

2023 için 2 trilyon dolarlık GSYH hedefi 2011’de konulmuştu. Kasım’da da, 2014 sonunda 810, 2015’te 850, 2016’da 907, 2017’de 971 milyar dolar, 2018’de ise 1.3 milyar dolar ilan edilmişti.
2014 sonundaki 800 milyar dolara gerilemiş GSYH ile elimizde şöyle bir matematik kaldı; Türkiye, 2 trilyon dolarlık GSYH hedefi için 2023’e kadar 9 yılda dolar bazlı milli gelirini 2 buçuk kat büyütmek zorunda. Son 3 yılda ortalama yıllık yüzde 3’lük büyüme ivmesine düşen ekonomimiz için bu, ancak şöyle imkânsız bir iktisadi matematikle mümkün; 9 yıl boyunca yıllık yüzde 6’lık bir enflasyonla her yıl yüzde 10 büyür de, dolar kuru da her yıl ortalama yüzde 5 artarsa 2013’de 2 trilyon dolarlık ekonomi oluyoruz. Bunun olmayacağı açık.

Böylece 25 bin dolarlık milli gelir hedefi de boşa çıkıyor. TÜİK’in 2023 için 84.2 milyon kişi tahmin etiğini hesaba katarsak 25 bin dolar için toplam 2.1 trilyon dolarlık bir gelir, GSYH gerekiyor. Bugün yaptıklarımızı yapmaya devam ederek, reform yapmadan 15 bin doları geçmemiz zor.

Ya 500 milyar dolarlık ihracat? On yıl öncesinde 73 milyar dolar seviyesinde olan ihracatımız 2014’ü 157 milyar dolarla bitirdi. Ancak son 3 yıldır, 2011 sonrasında ulaştığı 151-157 milyar dolarlık aralıkta seyretti. Hatta önceki günkü Mart verilerine son 12 aylık olarak bakılırsa geçen yılın mart sayılarından gerileme var. İhracatta sorunların su yüzüne çıkmaya başladığı açık.

Yazının Devamını Oku

Sorunlu sisteme cılız teşvik

3 Nisan 2015
8 saatte 800 milyon dolarlık üretim kaybına uğradığımızın ertesinde sırf yatırımlar artsın diye açıklanan teşviklerin kalan 8 aya ait tutarı 1.6 milyar dolardı.

Kaç binde bir olasılığı varsa var; bunu hesaba katamayan, risk yönetimini beceremeyen ve hızla müdahale edemeyen ülkenin sanayisi için dün teşvikler açıklandı.

Başbakan Davutoğlu kabinedeki ekonomi ile ilgili bakanlarla dün basın açıklaması yaparak “İstihdam, Sanayi Yatırım ve Üretimi Destek Paketi”ni kamuoyu ile paylaştı. 11 ana başlıkta açıklanan teşviklerde; kursiyerler için 6 ay boyunca İşkur’dan ücret ödenmesi, yatırımlardaki vergi teşvikleri ve sosyal güvenlik prim ödemelerinde küçük oransal iyileştirmeler ve daha önce 1. bölgeye sağlanmayan teşviklerin verilmeye başlanması kayda değer. Ancak sıfır düzeyinde olan vergi teşvikinin 50 puana çıkarılması en başta, teşvik oranı değişmeyen en sondaki 6. bölgeye darbe demek. Bölgelerin göreceli teşvik avantajı, gelişmiş bölgeler lehine bozulmuş. Bununla belirgin bir ivme verilmesi mümkün değil.

Uygulanmakta olan teşvikler yenileniş ve marjinal ilave genişletmeler sağlanmış. Örneğin, 2014 yılı sonunda uygulaması sona eren vergi indirimi ve sigorta primi işveren hissesi desteği, oran ve sürelerde ilavelerle yılsonuna kadar başlanılacak yatırımlar için uygulanmaya devam edilecek. Yeni yatırımlarda bölgelere göre yüzde 10 ila yüzde 35 olan vergi indirimleri, yüzde 15-50 arasında uygulanacak.

Bu oranların artırılması, yatırımların artacağı anlamına gelmiyor. Zira geride kalan 4 yılda da bu teşvikler görece düşük olmasına karşın yine vardı ve özel kesim yatırımları düşüş gösterdi. Bunların oranlarını artırmak pek işe yaramayacak. Hükümetin yatırımların neden artmadığına kafa yorması ve en başta siyasal ortama, hukuksal tabloya bakması gerekirdi.

Türkiye’de mevcut teşvikleri genişletmek yatırımları artırmıyor. Faizlerin en düşük olduğu 2013 yılında yatırımların son 4 yılın en düşük seviyesinde olması bir şey ifade etmiyor mu? ‘Faizler düşsün, yatırımlar artsın’ slogancılığına da yanıt gibi. Faizlerin düşük olması tek başına yatırımları artırmıyor, teşviklerin olması da.

Türkiye’deki mevcut politik ortamda, bu teşviklerin açıklanması; büyüme için Merkez Bankası’nı ‘pataklamak’ yerine vergi gelirinden vazgeçerek, bütçe mekanizmaları kullanılarak harekete geçilmesi daha doğru. Bu, istikrarlı bir politik tabloda, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir ufukta işe yarardı, yatırımlara bugünkünden görece daha yüksek ivme verirdi. Ama bugünkü koşullarda, Türkiye’deki kötü, keyfi ve hesap vermeyen siyasal yönetim ve hukukun politik baskı altında olmasının getireceği riskler, yatırımlara verilen teşviklerden sağlanan avantajların çok üzerinde.

Bir yandan çoğulculuğu çöpe atarak çoğunlukçu bir duruş gösterip, despotik sıkıyönetim paketi çıkarıp, basını ve ifade özgürlüğünü baskı altına alan bir yönetim biçimi gösterip, politik olarak hoşuna gitmeyen bir tarafa, yanında yer almadığını düşündüğü şirketleri en başta vergi gibi kamusal erk ve denetim mekanizmalarını kullanarak baskı altına alan siyasetin, bu teşviklerin ‘düğmeye basılınca’ çalışacağını düşünmesi çok naif bir durum.

Çok basitinden, herhangi bir biçimde ekonomi politikasındaki eksiği söyleyen, yanlışları kamuoyunda dillendiren iş kesimi üyelerinin ve kurumlarının politik olarak ‘linç edilmeye’ başlanmasının geçmişi de pek kısa değil.

Yazının Devamını Oku

Durgunluktan düşüşün eşiğine

1 Nisan 2015

2014’ün son çeyreğinde üçüncü çeyrek dikkate alınarak görece daha yüksek bir büyüme olmasını teselli olarak kabul edenler olacaktır ama yıllık sonuçlara göre bir ekonomide nihai olarak bakılan kişi başı milli gelir verileri gösteriyor ki; durağan bir patikadan düşüş patikasının eşiğine gelinmiş.

Türkiye’nin milli geliri 2013’deki 823 milyar dolardan, 2014’te 800 milyar dolara geriledi. Dünya Bankası’nın 2014 verilerinde 2013’egöre çok oynama olmayacağı hesaba katılırsa böylece Türkiye, G20 içerisinde 750 milyar dolarlık ülkeye 19. sırada olan Suudi Arabistan’a yaklaştı.

Trafikte yol alırken geride bıraktığımızın aynada tam olarak görülmesi için, bir süre daha yol almamız gerekir. 2009 krizinin Türkiye’yi teğet geçip geçmediğinin fotoğrafı da öyle. Aradan tam 5 yılı geride bıraktığımız 2014’de kişi başı milli gelir 10 bin 404 dolar olarak gerçekleşti. Bu, 2013’ün 10 bin 822 dolarlık kişi başı milli gelirinin altında. Krizden önce 2008’deki 10 bin 444 doların da altında. 2014’de cari fiyatlarla milli gelir yüzde 11.6 artarken, dolar kuru ortalama yüzde 14.8 arttı.

Kriz Türkiye’yi teğet geçmemiş. Buna ister ‘orta gelir tuzağına saplanma’ diyelim, isterse başka bir tanımlama, sonuç şu; Türkiye’yi yöneten siyasal irade, krize karşı uygun politika çerçevesi çizememiş, gereken reformları yapamamış, yeni bir ekonomi politikası oluşturamamış.

Hükümet ve bakanların, kişi başı milli gelir sayılarının dolar karşılığını, görece yüksek bir enflasyon ve büyümeye düşük seyreden dolar kurunun belirlediğinden bahsetmeyip sürdürdükleri ‘milli gelir 3 kat arttı’ edebiyatının da sonu bu bir bakıma. Ama bu edebiyatın ötesinde; sabit fiyatlarla milli gelir sayıları bize şunu söylüyor; 2014’de sabit fiyatlarla kişi başı milli gelir sadece yüzde 1.7 arttı. 2002-2008 arası 6 yılda ortalama yıllık yüzde 5.1 büyüyen kişi başı milli gelir, 2008-2014 arasındaki 6 yılda ortalama yüzde 2.4 büyümüş. Bu fotoğraf da, bize 2011 sonrasındaki politik değişimin profilini çok iyi biçimde yansıtıyor. İlk çeyrekte sanayi üretimindeki daralma da dikkate alınırsa, 2015 yılı; durgunluk döneminden, düşüş dönemine geçiş eşiği olabilir.

2014’ün özeti ne?

Yazının Devamını Oku