‘Seçim sonrasında mali piyasa nasıl olur?’ sorusuna yanıtım var. Ancak en önemlisi piyasaların ‘hamisi’ Merkez Bankası’nın ne yapacağı çok daha önemli; onun da seçim sonrasında eli rahatladı. Daha etkili hale geldi.
Bu seçim sonucunun en önemli verisi; Merkez Bankası’nın mali piyasa istikrarı ve ekonominin gerektirdiği adımları atması, ‘yapması gerekeni’ herhangi bir politik zirveye tepeye bakmadan daha teknik biçimde ve kararlılıkla yapabilme ortamının ortaya çıkmış olmasıdır. Örneğin kur artışını, buna bağlı potansiyel enflasyon baskısını bertaraf edebilmek için gereken parasal sıkılaşmanın dozunu ayarlama konusunda bile müdahale edebilecek politik otoritenin ‘süngüsü’ düşmüştür.
Bu açından bakınca, ‘politik baskı’ bahanesi ile hoş görülen, buna sığınarak bu baskıyı kucaklayan Merkez Bankası’nın üzerinden bu heyula kalkmıştır. Bu, istemese de Merkez Bankası’nı doğruyu yapma rayına sokacaktır. Merkez Bankası’nın sinyal etkisi, geçmişten daha güçlü biçimde algılanacak, hesaba katılacak; bankanın ‘sözlü müdahaleleri’ daha güçlü biçimde etki yapacaktır.
‘Yeni hikâyenin’ önü açıldı
Dünkü seçim sonuçlarıyla ilgili peşinen şunu not etmek gerekiyor; mali piyasaların kısa vadede hesaba katmadıkları bir durum geçici olumsuzluklar getirebilir. Ancak orta vadede Türkiye’nin büyüme patikası için önemli bir handikapı seçmen iradesiyle ortadan kaldırıldığı ve ‘yeni bir hikâyenin’ önünün açıldığı açık.
Dün sonuçlar belirmeye başladıktan sonra mali piyasalarda gece yarısına doğru koalisyon olasılığı sindirilmeye başlanmış, ancak kısa vadeli belirsizlik TL’deki değer kaybı ile fiyatlanmıştı. Bunun kısa süreceği, ‘bekle göre’ dönerek durulacağı da anlaşılıyor. Bundan sonrası; partilerin koalisyon konusunda hangi ilkeleri ve yol haritalarını kamuoyu önüne serecekleri, hangi ‘yeni hikâyenin’ ortaya çıkacağı daha önemlidir. Tanık olduğumuz siyaset dinamikleri ile ortaya çıkması da kuvvetle muhtemel. ‘Yeni hikâye’ inandırıcı olursa ekonomideki yapısal zorlukları taşımak daha kolay olacaktır. En başta da dış konjonktürden gelen ilave zorlukları.
7 Haziran seçimi öyle bir yere denk düştü ki; ABD’de Merkez Bankası Fed’in başta faiz artışı olmak üzere parasal sıkılaştırmaya girmesine ramak kaldığı bir yerde yapıldı. Mali piyasa parametreleri nerede olursa olsun, Fed’le birlikte zaten olumsuz bir yöne doğru gidecekti. Konuştuğum analistler, politik alanda ortaya çıkan koalisyon görünümünün önce mali piyasada biraz bozulma yaratacağını ancak bunun yine de sınırlı olduğunu anlatıyorlar. Ocak ayından bu yana değer kaybeden TL’nin biraz daha değer kaybedebileceği ancak, sınırlı olduğu görülüyor. İlk aşama belirsizlik bozulması, sonra da ‘bekle ve gör’ pozisyonu olacağı anlaşılıyor. Çünkü bu tablo seçimden çıkan en kötü tablo değil.
Seçim öncesindeki tek parti iktidarının akışa bırakılmış ekonomi politikasıyla karşılaştırıldığında, seçim sonrasında potansiyel koalisyonun ekonomi politikasının daha kötüye olması pek mümkün görünmüyor. Tek başına iktidarı kaybetmenin olasılıkla AK Parti’de de hataları telafi etme ve uzlaşmacı bir duruş getirebileceği açık.
İzmir’deki müstakil şube binasının iki katını Başbakanlığa sunup, kapısındaki tabelayı söktürüp üzerine büyük puntolarla T.C. Başbakanlık yazdıran Merkez Bankası yöneticileri, ‘Enflasyon neden tutmuyor? Neden düşmüyor?’ sorularına yeni bir hikâye yazabilecek mi, yazsa da inandırıcı olabilecek mi? Sanmıyorum. Ancak seçim sonrasında istifa ederek en azından kurumun itibarını kurtarabilirler.
Mayıs ayı enflasyonu yüzde 0.56 gelirken, çekirdek enflasyonda Nisan’da beliren yüksek artış tekrarlandı. Öyle ki; Merkez Bankası yıllık hedefi yüzde 5 derken, ilk beş ayda yüzde 5.3’ü buldu. İlk beş aydaki çekirdek enflasyon ise yüzde 4.73 oldu.
Hadi diyelim ki Merkez Bankası’nın ‘efendim ne yapalım gıda fiyatları artıyor, buna ithalatla çare bulunsun’ sözlerini baz alsak, ilk beş ayda gıda, enerji ve diğer kamusal fiyat ayarlamalarını dışarıda bırakıldığı çekirdek enflasyondaki yüzde 4.7’lik artışı neyle açıklayacağız? Bunun açıklaması var tabii ki; kur artışı ve düşük faizler.
Bu tablo belirginleştikçe saklanacak, görmezden gelinecek gibi bir halde değil. Merkez Bankası’nın dünkü teknik enflasyon notunda da yer almış: “Bu dönemde döviz kuru etkilerine bağlı olarak temel mal grubu enflasyonu yukarı yönlü bir seyir izlerken hizmet enflasyonu yüksek seviyesini korumuştur. Bu doğrultuda çekirdek enflasyon göstergelerinin ana eğilimi temel mal grubu kaynaklı olarak yükselmiştir”.
Merkez Bankası yönetimi ‘Ankara’da siyasi baskı altında ne yapsın?’ normalleştirmesine de sığınarak, bu mizansen altında seçime doğru faizleri artırmaktan, parasal sıkılaşma yapmaktan kaçındı. Kur artışına yol verildi. Bu da tüm mal ve hizmetlerde fiyat artışı olarak yansıdı. Devam da ediyor. Özeti bu. İki ayda (Nisan-Mayıs) toplamda kabaca yüzde 4’lük çekirdek enflasyon artışı var ve Merkez Bankası bunu seyrediyor.
Henüz ABD’de parasal sıkılaşmaya geçilmeden yeterince zaman varken, itibarlı bir politika duruşu sergileyerek sonrası için kredibilite yaratmak varken, ‘kör gözüm parmağına’ politik otoritenin suyuna giden, ekonominin geleceği için de fazlasıyla kırılgan bir tablo yaratan duruşa abone olan kurumlara Merkez Bankası’nın da katılması iyi olmadı.
Muhtemelen seçimlerden sonraya denk gelen ilk toplantıda (17 Haziran) ABD Merkez Bankası parasal sıkılaşmaya geçecek. Önce kademeli de olsa faizleri artıracak. Ama bizim gibi ülkeler için asıl vurucu tarafı; bilançosunu küçültmesi ve buna dair yol haritası olacak.
Hele ki Avrupa’da da parasal genişlemenin bir süre sonra sona erme olasılığı güçleniyorken seçim sonrasında kim kazanırsa kazansın, Merkez Bankası da parasal sıkılaşmaya gitmek zorunda kalacak. Ama itibar kazanabilecek mi? Bu duruşla zor.
İktidardaki AK Parti korku pazarlarken, başta CHP, MHP ve HDP geleceğe dair iyimser vaatleri pazarlıyordu. İşin ilginç tarafı; 2001 krizi arifesinde yapılan 2002 genel seçimlerinde, krizin siyasi sorumlusu koalisyon partileri krizin daha da derinleşmesi korkusunun gölgesinde iken, o günlerde yeni kurulmuş olan ve bugünün 13 yıllık iktidarı AK Parti gelecek pazarlıyordu. Ne yazık ki 13 yıl sonrasında, hem korkunun kendisi, hem de korkunun pazarlayıcısı haline dönüştü.
Seçim için pazarlanan korkulardan önde gelen ikisi şöyle; biri seçim sonuçlarının Türkiye’yi koalisyonla yönetilir duruma getirmesi, diğeri de ekonomi yönetiminde Ali Babacan’ın olmaması. Bu iki unsur, ekonomide ‘kötü senaryo’ olarak pazarlanmaya çalışılıyor.
Bu iki ana korku pazarlamasının da içi boş. Birincisi, koalisyon korkusu 90’lı yıllarda gelişen ve 2001 krizinde taçlanan kötü yönetime dayalı bir korkudur. 2002 seçimleri kötü yönetim dersinin alındığını gösteren sonuçsa eğer; Pazar günkü seçimlerden sonra koalisyon tablosu çıkarsa tek parti iktidarında da keyfi yönetimle çoğulculuğun çöpe atılması, hukukun yerle bir edilmesi, güçler ayrılığı ve denetimin felç edilmesi gibi kötü sonuçlara tanık olunduğunun, ders alındığının tescili sayılmalı. Bu yüzden, eğer bir koalisyon ortaya çıkacaksa bunun kötü bir tarafı yok, tersine koalisyon korkusu pazarlayan siyasetçilerin bundan ders alması gerekiyor.
Bugünkü her alanda ‘çoğunlukçu’ ve kendi dışında azınlık olana yaşam hakkı tanımayan siyaset, topluma uzlaşmanın ve bir arada saygılı yaşamanın ne kadar değerli olduğunu öğretti. Olası bir koalisyon, 2002 öncesinin koalisyonları gibi olmayacağı çok açık. CHP’nin, MHP’nin çeşitli konulardaki söylem ve bakışlarının yenilendiğine; ‘yaptırmayız’ tarzından, pozitif yaklaşımlı ve gelecek 30-40 yıla politika tasarımı öneren tarza geçtiklerine tanık oluyoruz. HDP’nin de Türkiye partisi olmaya çalıştığını. Buradan korku çıkmaz; tersine uzlaşmanın ve çoğulculuğun fışkırması, ülkenin geleceğine en büyük yatırım tablosudur.
‘Mış gibi’ yaparak
Bugünkü siyasetin tam gaz kurum ve kuralları yerle bir eden, hukukun ve hesap vermenin üzerinden silindirle geçen merkeziyetçiliği, bize Bizans’tan mirastır. İster istemez sorular birbirini kovalıyor; hangi fetih?
Siyaset, seçim tamam; ancak pamuklara sarılıp korunması gereken öyle kurumlar var ki hata yapılmasına, ‘bir kere’ dahi olsa toleransla karşılanması mümkün olmayan kulvarlara sürüklenmesine izin verilmemesi gerekiyor.
Yakıtı vergilerimizle satın alınan askeri uçakların ‘fetih ambalajlı’ seçim toplantılarında uçurulması normal değil. Bütçe hakkı gibi hem toplanan hem de harcanan verginin hesabının verilmesine dayanan, seçimde çoğunluğu sağlayanın keyfinin her istediğini yapamadığı, temel demokratik unsurlara saygı gösterilen normal bir ülkede; seçim şovlarında askeri uçak uçurulması olmaz da, uçurulmuş olsaydı da harcanan benzinin bedeli buna kim karar vermişse kuruşuna kadar alınırdı. Tabii ki normal bir ülkede; ‘biz zaten normal bir ülke değiliz’ diye sırıtılmasının ayıp olduğu ülkelerde.
Seçim nedeniyle normal karşılanamayacak, skandal niteliğinde bir gelişme geçen hafta İzmir’de ortaya çıktı. Merkez Bankası’nın İzmir şubesinin bulunduğu müstakil binanın iki katı seçim şovu nedeniyle kalıcı biçimde Başbakanlığa tahsis edilmiş. Ne için? Başbakanlığın İzmir ofisi olacakmış! Ne için? İzmirliler ‘önemsendiklerini düşünsünler’, Ak Parti’ye birkaç bin oy daha fazla gelsin diye. Bu tam bir skandal. Binanın girişindeki ‘Merkez Bankası İzmir Şubesi’ yazısı silinerek yerine kocaman bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık’ tabelası konulmuş.
Başbakanlık dünyanın her yerinde siyasi bir ofistir. Dünyanın hiçbir yerinde, bir merkez bankası siyasi bir ofisle bir arada bulunmaz. Başta Başbakanlık olmak üzere tüm devlet kurumlarının adının önünde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ ibaresi bulunurken, Merkez Bankası’nın önünde ‘Türkiye Cumhuriyet’ ibaresi bulunur. ‘Cumhuriyeti’ devlet kurumu olduğunu, ‘Cumhuriyet’ ise halkın kurumu olduğunu vurgulamak içindir. Bu ibareden bir de savcıların unvanında vardır; ‘Cumhuriyet savcısı’. Burada da, savcıların devletin, siyasetin değil kamu hukuku adına, halk adına görev yaptıklarını vurgulama amacı vardır.
Bugün iç pazara dönük bir ekonomik modelin sonuna gelindi; zira bunun getirdiği yüksek cari açığı uzun süre taşımak olanaklı değil. Türkiye’nin yatırımlara dayanan ve ihracata dönük rekabetçi bir ekonomik modele ihtiyacı var. Ya 20 yıl sonrasında ne yapacağız? Türkiye’nin genç nüfusa sahip olması ekonomik olarak demografik bir avantaj idi. Bu avantaj, 2025 sonrasında yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayacak. Nüfusumuz yaşlanacak.
AK Parti’nin buna bulduğu ‘çözüm’; yurttaşlara ‘3 çocuk yapın’ demek oldu. Bu konuda sonradan teşvikler de getirildi. Ancak bir sorun vardı; kadınlar doğuracaktı da, sıra bu çocuklara eğitim ve işe gelince ne olacaktı? Bunun yanıtı yoktu. Tek şey vardı ki; devasa bütçeli çılgın kanal, inşaat projeleri; anlamı, ‘siz doğurun, çocuklarınız inşaatlara amele olsun’.
CHP’nin Türkiye Ekonomik Yükseliş Projesi, yine bu demografik avantajın ortadan kalkacağını görüyor ve tam olarak oraya bir proje koyuyor. Anadolu’nun demiryolu, karayolu ve havayolu kesişim noktasında, kıyılara da yakın bir küresel lojistik merkez projesi. 2.2 milyon kişiye istihdam sağlayacağı iddiası olan bu proje; sadece lojistikle kalmıyor, katma değer yaratan, enerjisini yenilenebilir kaynaklarla yapan, tasarımında bilimsel ve kültürel nitelikleri de olan bir merkez de olacak aynı zamanda.
20 yıl sonrasına çalışır hale getirilmesi hedeflenen ki Çin ve Hindistan’ın yüzyılın ortalarında küresel ekonominin yüzde 45-50’sini üretir duruma gelecekleri bir dönemin öncesinde, Türkiye’yi üretim ve dağıtımda önce bölgenin sonra da kürenin diğer parçalarına köprü ülke yapma hedefi gayet tutarlı, gerçekleştirilmesi mümkün bir açı taşıyor.
UNCTAD’ın denizyolları yük taşımacılığı bağlantı endeksinde; küresel ticarete erişim kolaylığında Çin, Almanya ve Kore en iyi durumda olan ‘yüksek deniz bağlantısı’ ülkeleri. Türkiye ise ‘orta bağlantı’ düzeyinde; görece iyi olan bu pozisyonunu şimdiye değin kullanamadı. Kılıçdaroğlu, bunu “Denizi olmayan ülkeler için Türkiye’yi bir küresel liman haline dönüştürüyoruz” diyerek açıklıyor. Bu merkezin aynı zamanda bölgesel eşitsizlikleri de dengelemeye yararı olacağını anlatıyor; “1,5 milyar nüfusa buradan gönderecekler. 21 trilyon dolar geliri buradan ulaştıracaklar ve oradan yararlanacaklar. Bölgesel dengesizlikleri bu projeyle de önemli ölçüde gidermiş olacağız.”
Bu projenin yatırım maliyeti 40 milyar dolar kamusal keseden, 160 milyar doları da özel kaynaklarla tasarlanıyor. İşler hale geldiğinde her yıl 147 milyar dolarlık bir katma değer yaratması öngörülmüş. Bu sayılar gerçeklikten uzak değil.
Tasarım ekibinde bulunan bir uzmanla konuştum; “en önemlisi, bu merkez değerler zincirine eklemlenecek, Türkiye’nin en büyük kazançlarından biri de bu olacak” diyor. Ayrıca, böyle bir merkeze, benzer bir merkez kurmaya çalışan Çinlilerin de ilgi gösterip ortak olmak isteyeceklerini düşünüyor.
CHP bu projeyi ilan ederek, ekonomi alanında ikinci bir ‘golü’ de iktidar kalesine yuvarlıyor. Üç çocukla ‘insan kalabalığı’ ile küresel güç olmak iddiasına, katma değerli üretimle küresel güç olma iddiasını koyuyor. Değerli olanı da bu.
Asgari ücret, CHP’nin net bin 500 TL olarak vaat etmesinin ardından HDP ve MHP’nin de katılmasıyla gündemin tartışılan maddesi oldu. Sadece bir seçim vaadi olmaktan çok, yoksulluğa müdahale içerikli programların parçası olması açısından da asgari ücret çok önemli. Çünkü artık dünyada asgari ücret, sosyal koruma politikalarının bir parçası.
Tesadüf bu ya, OECD’nin bu konudaki çalışması geçtiğimiz haftalarda yayınlanmıştı. Çalışmada, 34 OECD ülkesinin 26’sında asgari ücret yasal olarak zorunlu. 8 ülkede ise uygulanmıyor. Bu ülkelerin sektörler çapında toplu sözleşme-toplu pazarlık yapılan ve sözleşmelerde taban ücret belirlenen ülkeler olduğu biliniyor. Bu sekiz ülkenin refah düzeyleri yüksek Kuzey ülkeleri, İsviçre, İtalya gibi gelişmiş ülkeler olduğunu not etmek gerekiyor. Kişi başı gelirin yüksek ve eşitsizliğin düşük, kamusal sosyal koruma ve destek programlarının güçlü, toplumsal refahın görece daha yüksek olduğu ülkelerde asgari ücretin yokluğu bile fark edilmiyor.
Asgari ücrete neden ihtiyaç duyulur? Çok basit bir nedeni var; işgücü piyasasında pazarlık gücü olmayan ya da dezavantajlı grupların ‘öldüm pahasına’ çalıştırılmaması için, yoksulluk sınırında olan kesimlere destek için. Hele ki, 2009 sonrasında derinleşen küresel kriz nedeniyle yaygınlaşan durgunlukta, istihdam edilenlerin ücretleri üzerine oluşan baskıdan en çok kırılgan olan kesim, pazarlık gücü olmayan kesimler. Kapsayıcı ekonomik büyüme için düşük ücretli kesimin desteklenmesi önemli.
Birçok ülke asgari ücretin ötesinde sosyal destek programlarını da çok güçlü biçimde kullanıyor. Bu açıdan her iki pencereye birlikte bakılmasının da ayrıca önemli olduğu açık.
OECD ülkeleri çerçevesinde bakıldığında Türkiye’nin konumu şöyle;
Birincisi, brüt asgari ücretin ortanca gelire oranına bakıldığında bu, 2013 itibariyle Türkiye’de yüzde 69.4 olduğu görülüyor; sıralamada sondan ikinci demek. Anlamı da, ekonomideki tüm ücretlerin dağılımına bakıldığında merkezi değer ortancadır. Asgari ücretle arasındaki farkın çok düşük olması, ekonomideki ücretlerin önemli bölümünün asgari ücrete çok yakın olduğunu gösteriyor. Ayrıca, ülkemizde çalışanların toplu sözleşme ve pazarlık gücünün genel olarak çok zayıf olduğunun da bir göstergesi. Bu taban ücretin olmasının da ne kadar önemli olduğunu söylüyor.
İkincisi de; asgari ücret ortanca ücretin yüzde 69’u, ancak ortalama ücretin de yüzde 38’i. Bu iki oran arasındaki 31 puanlık fark, hiçbir OECD ülkesinde olmadığı gibi aynı zamanda ücret uçurumunun da göstergesi.
Bir ülkedeki ortanca gelirin yüzde 60’ı ya da ortalama gelirin yüzde 50’si yoksulluk sınırı olarak kabul görüyor. Bu yüzden, asgari ücret belirlenerek ‘yoksulluk ücreti’ de belirlenmiş oluyor.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun davetiyle Kocaeli ve Adana mitinglerine katıldım. 25 mitingi geride bırakmıştı. Kocaeli ve Adana ile 27 ili tamamladı. Kılıçdaroğlu mitinglerde konuşurken oldukça sakin ve rahat oluşuyla dikkatimi çekti.
Kılıçdaroğlu gündemin ekonomi olduğunu söyleyerek, mitinglerde de hep bu konuyu öne çıkardı: ‘Vatandaşın gündemi bu’. Sayıları göstererek özellikle AK Parti’nin yüksek oy aldığı illerdeki kredi kartı borçlarındaki ödeme sorunlarının rekor kırmaya başladığına dikkat çekiyordu.
SON bir yılda Euro-dolar paritesindeki hızlı düşüş içeride Türk Lirası’nın değer kaybı ile birleşince çok fazla hissedilmedi. Oysa Euro dolara karşı kabaca yüzde 25 düşüş gösterdi. Bu sert düşüşün Euro ile satış yapan ihracatçıların hasılatını azalttığı çok açık. Ancak asıl vurucu tarafı, Euro ile ihracat yapıp, dolarla ithalat yapan üretici ya da ihracatçılar oldu. Çünkü maliyetleri oluşturan tarafta dolar kuru hızla yükselirken, hasılatı oluşturan Euro değer kaybetti.
Euro’nun değer kaybı acaba daha büyük resim içinde Türkiye’nin dış ticaret açığına nasıl etki yaptı? Dış ticaret açığını büyütücü etki yaptı mı?
Euro’daki düşüşün makro açıdan dış ticaret açığımızı, cari açığımızı büyüttüğü doğru değil, tersine küçültmesi gerekir. Eğer artış varsa dış ticaret verilerine bakmak gerekir.
Bu soruya, Euro ile ticaret yaptığımız Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ile olan ticarete bakarak yanıt bulunabilir. Eğer AB ile dış ticaret açığımız büyüyorsa bunun nedeninin Euro cinsi ticaret açığımız büyüyor olmalı.
DIŞ AÇIK VERİYORUZ
En başta şunu not düşelim; Türkiye’nin 2014’deki ihracatının yüzde 37’si, ithalatının da yüzde 34’ü AB ile yapılıyor. 44 milyar Euro ihracata karşılık 62 milyar Euro ithalat yapıyoruz. Yani dış ticaret dengesinde AB’ye karşı 18 milyar Euro açık veriyoruz. Bunun anlamı şu; Euro değer kaybettikçe finansal açıdan kazançlı çıkıyoruz. Dolar olarak ölçtüğümüz dış ticaret açığımız da küçülüyor. Örneğin Britanya hariç 27 AB ülkesi ile 2014 yılının ilk çeyreğinde 10.6 milyar Euro ihracat, 14.1 milyar Euro ithalat yaparak 3.5 milyar Euro açık verirken, 2015 yılının ilk çeyreğinde 11.3 milyar Euro ihracat, 15.5 milyar Euro ithalat yaparak 4.2 milyar Euro açık vermişiz. Yani hem ihracatımız, hem de ithalatımız artmış. AB’ye karşı dış ticaret açığımız büyümüş. Bunu, her iki yılın ilk çeyreklerinde 1.38’den 1.09’a gerileyen pariteyi hesaba katmadan, dolar olarak ölçerek, ihracatımız da ithalatımız da küçülmüş olarak okumak mümkün. Ama doğru olmaz.