Uğur Gürses

Euro masasında çıkış pokeri; sorular-yanıtlar

1 Temmuz 2015
2011’de Yunanistan eski Başbakanı Papandreu’nun kemer sıkma önlemleri için referanduma gitme kararı AB içinde büyük bir tepki toplamış, sonrasında ikna edilerek vazgeçirilmişti.

Pazar gününe kadar AB’den Çipras’a yeni bir teklif gitmezse Yunanistan 5 Temmuz Pazar günü halk oylamasına gidiliyor.
Önceki anlaşmanın süresi dün dolduğundan, ödeme de yapılamadığından Yunanistan teknik olarak iflas etmiş sayılacak.

Neyin oylaması yapılacak?
Referandumda sorulacak soru şu; “Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve IMF’den tarafından 25 Haziran’daki Euro Grup toplantısında sunulan iki kalemden oluşan anlaşma teklifi kabul edilmeli mi?”
Oylama için hazırlanan pusulada iki şık var; önce ‘hayır’, altına da ‘evet’ seçeneği konulmuş. Pusuladaki bu önceliği belirgin tercih, iktidar partisi Syriza ve Başbakan Aleksis Çipras’in ‘hayır’ oyu kullanmaya çağırmasıyla da uyumlu.
AB liderleri ise yaptıkları açıklamalarda iki şey söylüyor; ‘hayır derseniz bu eurodan çıkış oyu demektir’; ikincisi de ‘evet derseniz halk oylaması sonrasında görüşme yapılabilir’.
Masanın ortasında euro var ve tam bir poker oyunu oynanıyor.

Yazının Devamını Oku

Yavaşlatılmış tren kazasının son sahnesi

29 Haziran 2015

Yunanistan krizi son aşamasında ve öyle bir yerde ki herkes perdenin nasıl kapanacağını merak ediyor. Yunanistan, kreditör Troyka’nın, Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) program edimlerine dair koşullarını reddederek masadan kalktı, koşullardan oluşan bu kemer sıkma sürecinin ‘tamam mı, devam mı?’ biçiminde halk oylamasına götürülmesi karar alındı. Bu kararı alamayan ama halka sorma kararı alan Syriza hükümeti ‘hayır’ denilmesini istiyor. Yani ‘daha fazla kemer sıkma tavizi olmasın, kendi yolumuza bakalım’ diyor.

Bundan 4 yıl önce Yunanistan krizinin ilk günlerinde, geleceği iyi gören iktisatçı Prof. Carmen Reinhart “ağır çekimde bir tren kazası” olarak tanımlamıştı bu süreci. Öyle de oluyor.

Yunanistan krizi patlak verdiğinde, bunun olası sonuçlarını ve yansımalarını hesaplamaya başlayanlardan biri de Almanya idi. Almanya Maliye Bakanlığı, Yunanistan’ın euro içinde kalarak mı, yoksa çıkarak mı iflas etmesinin daha iyi olacağının üzerinde kafa yoruyordu. Bugünden dönüp geriye baktığımızda, bunun yönetilen bir süreç olduğu çok berrak biçimde ortaya çıkıyor. Eğer bir ülke ortak parayı terk edecekse bunun hasarının en aza indirgenmesine dair bir süreç yönetimi yapıldığı çok açık.

Bakın nasıl?

2009 ortasında henüz kriz patlak vermeden önce, Yunanistan’ın Avrupa bankalarına olan borcu 253 milyar dolardı. Bu borcun ‘aslan payı’, 76 milyar dolar alacakla Fransa’ya, 38 milyar dolarla Almanya’ya aitti.

2014 sonu itibariyle Yunanistan’ın Avrupa bankalarına olan borcu 32 milyar dolara gerilerken, Fransa ve Almanya’nın alacakları da sırasıyla 1.6 milyar dolar ve 13 milyar dolara gerilemişti.

Peki, ne oldu da Avrupa bankaları Yunanistan’dan alacaklarını azaltabildi?

Basit; Yunanistan 2010 ve 2011’deki iki ayrı mali kurtarma paketi ile AB ve IMF’den toplam 240 milyar euroluk mali yardım aldı, bir bölüm borçlarını ise silerek vadelerini uzatarak yeniledi. Sonuç olarak, Yunanistan giderek AB ve IMF gibi uluslararası çerçeve içindeki kuruluşlardan mali borç almış oldu. Borcun sahibi değişti.

Yazının Devamını Oku

Para transfercisine şampiyon ödülü

23 Haziran 2015
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin ‘ihracat şampiyonlarına’ düzenlediği ödül töreninde tanıdık bir sima yer alıyordu.

17 Aralık soruşturmalarından tanıdığımız Rıza Sarraf, 2014 yılında kendi sektöründe ihracat şampiyonu olup ödüle hak kazanmıştı. Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş ve Ekonomi Bakanı Zeybekçi verdiler ödülünü. İran’dan ithal ettiğimiz gaz ve petrolün bedeli olan dövizleri kısıtlamalar nedeniyle altına çevrilip İran’a taşınması dış ticaret hesaplarımızda ‘ihracat’ diye görünmüştü. Sarraf’ın, İran’ın alacağı olan dövizlerin altına çevrilerek İran ya da Dubai’ye taşınması operasyonunda Türkiye’deki işleri yönettiği anlaşılmıştı.
ABD ve AB 2012 Mart ayından itibaren, uluslararası döviz transfer sistemi olan Swift üzerinden İran’a ya da İran’dan diğer ülkelere para transferi yapmayı olanaksız hale getirmişti. Döviz transferinden sonra, altın biçiminde transfer edilmesine de kısıtlama getirdi. ABD, bu altın transferini engellemek için 2013 Temmuz başından itibaren İran’a altın ihracatını da yasaklamıştı.

Peki, soru şuydu; madem 2013 ortasından sonra İran’a altın transferi yasaklanmıştı, Sarraf 2014 yılına ait ödülü alırken bunu hangi ihracatla hak etmişti?
Sayılara baktım. TÜİK verilerine göre; bu defa 2014 yılında İran’a mücevher ihracatı patlaması olmuştu. 2012 ve 2013’de sırasıyla 12 ve 17 milyon dolarlık mücevher ihracatı yapılan İran’a 2014’te 818.5 milyon dolarlık mücevher ihracatı yapılmıştı.
Peki, Türkiye’nin ihracatı artmış olamaz mıydı? 2012’de toplam 2.7 milyar dolarlık, 2013’de ise 3.4 milyar dolarlık mücevher ihracatı yapan Türkiye, 2014’de tam olarak 4.3 milyar dolarlık ihracat yapmıştı. Bunun anlamı şu; 2013’de İran’a neredeyse hiç mücevher ihracatı yapılmazken, 818 milyon dolara zıplıyor, bu zıplama kadar da Türkiye’nin toplam mücevher ihracatı artıyordu.

Türkiye, mücevher ihracatını 2014’te 2013’e göre yüzde 27, 2012’ye göre ise yüzde 63 artırıyordu.

Yazının Devamını Oku

Yunanistan haklı ama ‘çıkışa’ da yakın

22 Haziran 2015

Aleksis Çipras 5 yıldır ekonomik krizde olan Yunanistan’ın 5 aylık başbakanı. Bugün belki de onun en zor günü olacak. Çünkü 5 aydır yürüttüğü pazarlıkların sonuna gelindi. Anlaşmazlıkla sonuçlanınca, Euro Bölgesi liderleri bugün olağanüstü toplanıyor. Yunanistan’ın borçlarını ödeyecek parası kalmadı; özellikle IMF gibi çokuluslu kreditörlerin katı ve kendi hatalarını görmezden gelen tutumları nedeniyle finansal girdap büyüyor. Yunan bankalarının da gücü bitti; Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) Yunanistan Merkez Bankası’na açtığı ve defalarca yükselttiği avans olmasa Yunan bankalarının kepenkleri çoktan kapanmıştı. Fazlası; bugün bir sonuç çıkmazsa ECB’nin ilave bir kredi artırımı yapması pek de mümkün değil. Bankaların ECB’den borçlanmak için teminatlarının bile kalmamış olabileceği konuşuluyor. Yani bankalar kapanabilir, sermaye kontrolü yürürlüğe girebilir.
Yunanistan sermaye kontrolü uygulamaya başlarsa eurodan çıkışın da, Euro Bölgesi’ndeki çözülüşün de kapısı aralanacak.
Girdap büyüdü; çünkü 2011’den bu yana uygulatılan kemer sıkma önlemlerinin ölçüm ‘cetveli’, kamu dengelerinin milli gelire oranı olduğundan, milli gelir de 2008 sonrası kabaca yüzde 30’a yakın düştüğünden, açıkların milli gelire oranı olağanüstü katı kemer sıkma çabalarına karşın düşmek bir tarafa büyüyor. Milli gelirin sert düşüşüne bakmak yerine, açıkların milli gelire oranına bakan kreditörler, ‘iyileşmedi, kötüleşti daha da sıkın’ diyorlar. Açmaz büyüyor. Önceki programda 2015 ve 2016 için faiz dışı fazla yüzde 3.5 ve yüzde 4.5 olarak belirlenmişti. Ancak bu yıl yüzde 1 olarak gerçekleşmesi bekleniyor.
Çipras, haftasonu Alman Die Welt’e yazdığı yazıda, emeklilik harcamalarının 2007’de Almanya’da GSYH’nın yüzde 10.4’ü olduğunu, aynı tarihte Yunanistan’da ise yüzde 11.7’sine karşılık geldiğini not düşerek, 2013’de bu oranın yüzde 16.2’sine yükseldiğini vurguluyor. Bunun nedeni, Yunanistan halkının Almanlardan daha az çalışması söz konusu değildi; dramatik ölçülerde emeklilik maaş indirimlerine karşın milli gelirdeki küçülmenin çok daha sert gerçekleşmesi olduğunu anlatıyor.
İktidardaki Syriza, doğru yerden hareket ediyor; bu kemer sıkma iyileşme değil, ekonomik küçülmeyle kötüleşmeyi getirdi.
Avrupa Komisyonu, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan Troyka, Yunanistan reformlar konusunda adım atmadığı sürece, Yunanistan’a anlaşmalar çerçevesinde gidecek fonları serbest bırakmıyor; Yunanistan da ay sonuna kadar IMF’ye vadesi gelen 1.5 milyar euroluk borcunu ödeyemiyor. Troyka Şubat’tan bu yana ödenmesini askıya aldığı 7.2 milyar euroluk fonu bırakmadan önce Yunanistan’ın, emeklilik ödemelerini kısmasını, KDV’nin yükseltilmesini ve bütçe fazlasını artırmasını istiyor.
Yunanistan’daki kriz, hane halkı ve şirketlerin bankacılık sektöründeki mevduatlarında azalışa yol açtı. Aralık 2009’da 238 milyar euro büyüklükte olan mevduatlar, krizle birlikte 2014 sonunda 160 milyara geriledi. Çipras başkanlığındaki yeni hükümetle birlikte bu azalış yeniden hızlandı; zirve olan geçen hafta çekilen tutarın toplam mevduatın yüzde 3’ü yani 4.2 milyar euro olduğu, sadece Cuma günü çekilen mevduatın da 1 milyar olduğu not ediliyor. Böylece yılbaşından bu yana çekilişlerin miktarının 44 milyar olduğu, mevduatların 117 milyar euroya düştüğü tahmin ediliyor.

Yazının Devamını Oku

Şapkadaki vaatler ‘baba’ yaptı

18 Haziran 2015
Süleyman Demirel’in siyasi yaşamının başlarında, 1965-1971 arasındaki tek başına iktidardaki başbakanlığı döneminde bıraktığı iz, alt yapı yatırımları ile mühendis ve kalkınmacı bir başbakandır.

Türkiye’nin o dönemdeki ortalama büyüme oranı yıllık yüzde 6’dır. Hele ki ilk bütçesini yaptığı yıl olan 1966’daki büyüme oranı yüzde 11.7 ile 1953’den beri görülmemiş bir büyümedir. Demirel’in siyasette yıldızının parladığı yıldır.
Askeri darbe ve muhtıraların müdahalesi ile kesintiye uğrayan sivil siyasetin ekonomisi de bozulur. Hele ki 1973 ve 1979 petrol krizleri nedeniyle gelen şok dalgaları da, bu zorluklara tuz biber eker. Koalisyonlar ve azınlık hükümetleri hep birbirlerine ‘enkaz devretmekle’ kalmaktadır. İstikrarsızlık yıllarıdır; siyasal kutuplaşmanın ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleriyle (AP-MSP-MHP) vücut bulduğu yıllar. Bunların da Başbakanı olan Demirel eski ekonomik başarıyı gösteremez. Tersine yine 12 Eylül darbesinden 8 ay önce tarihe ‘24 Ocak kararları’ olarak geçen bir dizi ‘acı ilaç’ kararları alır. Yüksek kamu zamları ve devalüasyon ile sübvansiyonların kaldırılmasını içeren kararlar kabinede tartışılırken, itiraz eden bakanlara, bu kararlara kendi hatalarının da katkısının olduğunu, toparlama işinin de kendilerine düştüğünü söyler. Kararları kamuoyuna açıklarken söylediği şu söz ekonominin durumunun özetidir; “70 cente muhtaç hale geldik”.


Türkiye’nin görece dışa kapalı, ithal ikameci, fiyat kontrolleri olan ekonomisi 24 Ocak kararları ile liberalleşir. Arka planda ise Turgut Özal vardır. Demirel’e “yardım etmek istiyorum” diyen Özal, şöyle bir karşılık alır, “benim 100 günüm var, bu gaz-akaryakıt kuyruklarını ortadan kaldıracaksın”. Demirel içerikten çok sonuçla ilgilidir. Özal’ın reçetesi olan o kararlar uygulanır; IMF’nin de arzu ettiği budur. Bir tarafı ile kötü yönetimin bedelinin ‘acı ilaç’ olarak halka fatura edildiği, diğer tarafı ile Türkiye’nin küreselleşmeye, dışa açılışa kapı araladığı bir dizi kararlardır, 24 Ocak kararları.


12 Eylül darbesi sonrasında Demirel için yasaklı yıllar, siyasette ise Özallı yıllar. Birinci parti çıkıp Başbakan olarak koltuğa oturduğu yıl 1991’dir. 1993 Nisanında Özal’ın ölümüyle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçene kadar koalisyonun başbakanıdır.
Demirel 70’lerdeki Milliyetçi Cephe koalisyonlarının başbakanlığı dönemlerinden başlayarak, 1991-1993’teki DYP-SHP koalisyonunda zirveye ulaşan bir ekonomi perspektifine sahip oldu; popülizm. Askeri bürokrasinin her daim sivil siyasete müdahalesi, politikacıları popülizme itti. Bunun şampiyonu ise Demirel’di. “Benim işçim, benim köylüm, benim memurum…” diye başlayan konuşmaları, toplumda “Baba” unvanı ile karşılık buldu.


Yazının Devamını Oku

Ekonomi için de restorasyon

15 Haziran 2015
2015 siyasette değişimin yılı olduğu kadar belki de ekonomide de sırların, ambalajların döküldüğü bir yıl olacak.

Bugünkü görünümde, aynı durgun ekonomik tempo devam ederse görece yüksek enflasyon ve yükselen kurlarla, 2015 sonunda en iyi olasılıkla Türkiye’nin dolar bazındaki milli geliri yüzde 10’luk gerilemeyle 801 milyar dolardan 724 milyar dolara gerileyecek. Dolar bazındaki milli geliri 2010 öncesine dönen Türkiye, olasılıkla G20 içinde de son sıraya, 20. sıraya düşecek.
Hiçbir şey yapmazsak, o çok konuştuğumuz ‘orta gelir tuzağında’ çakılıp kalmak bir tarafa, kişi başı milli gelirimiz de çok uzak değil bu yılsonunda 10 bin doların altına düşecek.
Sembolik gibi görünen tarafı küresel ligde yerimizin değişmesi olsa da, aslında dolar bazında satın alma gücümüzün azalması gibi sonuçları da var. Ama asıl önemlisi, geçmişte bir tarafta kabaca yüzde 10’luk fiyat artışları ile zaten şişen milli gelirin (cari fiyatlarla GSYH), birkaç yıl boyunca neredeyse artmayan ve durgun seyreden dolar kuruyla ölçülerek ifadesiyle, ‘ekonomiyi üç kat büyüttük’ hikâyelerinin ambalajının dökülmesi olacak. Tabii ki dökülen ambalajın altından çıkan; büyüyememe, yüksek tasarruf açığı (cari açık), enflasyon, borçlu reel ve hane halkı kesimi gibi çözüm bekleyen yapısal sorunlar olacak. Hangi parti iktidara gelirse gelsin ‘halı altına süpürülen’ sorunlar, onlar için altında kalabilecekleri bir potansiyel enkaz olacaktı.
Bu sorunların ağrısız çözümü için en temel çıkış yolu, Türkiye’nin hatırı sayılır bir doğrudan yatırım alması, bunun için de içeride yatırım yapılabilir bir atmosferin, ortamın yaratılması olacak.
Doğrudan yatırımları çekmesi için işleyen bir demokrasisi olduğunu 7 Haziran’da kanıtlayan Türkiye’nin, şimdi demokrasisinde denge ve fren mekanizmalarının olduğunu ve işlediğini göstermesi; güçler ayrılığını yeniden tesis etmeyi, hukukun üstünlüğünü, kapsayıcılığı, özgürlükleri ve açık toplum olmayı içeren onlarca demokrasi unsurunu ayağa kaldıran bir restorasyonu hayata geçirmesi ve kanıtlaması gerekiyor. Bunu da AB çapasını eylemde de daha da güçlendirerek ‘yeni bir hikâye’ ortaya koymak için payanda yapabilir.
Madem ekonomik büyüme ve refahın artması için yabancıların tasarrufuna ihtiyaç var, mademki bunların da uzun vadeli ve kalıcı olarak gelmesini istiyoruz; o halde yurttaşlarının güvenmediği hukuka, tasarruflarını bu ülkeye getirecek yabancı yatırımcıların güvenmesini beklemek doğru olmaz. Restorasyon şart.
Herkes seçim sonuçları ve olası hükümet formülleri üzerine kafa yorarken, ekonomideki durulmanın hala sorunlu olduğunun siyaset hesapları içinde büyük oranda dikkate alınması gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

AB çapası yeniden

13 Haziran 2015

Meclis’teki sandalye dağılımı koalisyon hükümetine izin veriyor. Bunun tek bir anlamı var asgari müştereklerde birleşme, uzlaşma. En kötü olasılık; yeni bir seçime kadar ilkeleri ve listelenmiş bir eylem planıyla azınlık hükümeti oluşturup desteklenmesi. Özellikle bir ‘demokratik restorasyon’ mutabakatı çok önemli. İşte bu düşünce Avrupa’da da yankı buluyor.

İstanbul Politikalar Merkezi’nin (İPM) daveti ile bu kuruluşun, merkezi Brüksel’deki Bruegel düşünce kuruluşuyla birlikte düzenledikleri “Seçim sonrasında Türkiye ve AB” adlı toplantıya katıldım. Toplantıya, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin takımından Avrupa Birliği Yüksek Temsilciliği Kabine Şefi Stefano Manservisi de konuşma yaparak katıldı. Türkiye’den ise İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Fuat Keyman, İcra Kurulu Üyesi Kemal Derviş, akademisyenler Senem Aydın Düzgit, Işık Özel, İzak Atiyas, Münevver Cebeci konuşma yaptılar.

Ekonomi odaklı bir düşünce kuruluşu olan Bruegel’in salonunu, Türkiye’ye ilgisi olan kuruluşlar ile yatırımları ve operasyonları olan şirketlerin temsilcileri doldurmuştu.

Konuşmaların özeti şuydu; tüm zorluklarına karşın Türkiye bir demokrasi olduğunu gösterdi. Seçmen demokrasiye sahip çıktı. Geleceğe dönük olarak toplumdaki umutsuzluk havası kırılıverdi. HDP’nin başarısı da kayda değer olarak değerlendirilerek; artık ‘Kürtlerin partisi’ değil ‘Türkiye partisi’ konumuna geçtiği vurgulandı. Konuşmacılar, ekonomik perspektifte son 3 yılda yavaşlama olduğuna bunun da AK Parti’nin oylarında kayıp yarattığına işaret ettiler. CHP’nin de ilk defa gerçek anlamda tam bir sosyal demokrat bir beyanname ile çıkmasına da işaret edildi. Genel açı, Türkiye’nin AB çapasının çok daha güçlendiği idi. Bir ‘restorasyon ajandası’ ile bu çapanın daha da güçleneceği vurgulandı.

İşin ilginç tarafı, kurum ve kuralları keyfi tarzda işletilen Türkiye’deki otokratik rejimin seçim sonuçlarıyla kırılması Brüksel’de de şaşırtıcı bir sürpriz olmuş. Hem AB içinde görmek isteyip umudu azalanlar için, hem de ‘dışarıda durmasını’ isteyen ‘Türkiye AB’de olmaz’ diyenler için.

Bu aşamada Türkiye’nin ve potansiyel koalisyon ortağı ya da hükümet etme adaylarının eline geçen fırsat şu; AB çapasını güçlü biçimde sahiplenmek. Nitekim önceki gün AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu telefonla araması kayda değer.

Durulan ekonomisi çapasız kalan ve henüz bir ‘yeni hikâye’ yazamamış Türkiye’nin, epeydir rafa kaldırdığı ve unuttuğu AB değerlerini çapalayan bir kulvara girmesi, o yeni hikâyenin en önemli parçası olan yatırımları öne çekici bir hamle olacaktır. Bu yüzden, partilerin ‘normalleşme-restorasyon’ ilkelerine dayalı bir ortaklık protokolü siyasi belirsizlik sisini dağıtacağı gibi toplumda güven duygusunu da, bir arada yaşama açısını da güçlendirecektir.

‘AB Çapası’ yeniden canlanma yolunda; hem kendimiz için ki seçmen zımni olarak bu yönde tercih koydu, hem de ortaklık müzakerelerinde “Türkiye’de bu yönde irade kalmadı’ hissiyatlıyla uyuşan AB mekanizmalarını harekete geçirmek için, epey bir sosyal demokrat çizgiye gelen CHP’nin önünde çok önemli bir fırsat penceresi de açılmış durumda.

Yazının Devamını Oku

Dalgalanma durulur, kurumlar çalışır

10 Haziran 2015
Ekonominin potansiyel nabzını döviz kuruyla ölçmek bize 2001 krizinden miras.

Seçim gecesinden başlayarak ‘ne olacak?’ diye sorulması da çok doğal. Seçim gecesi iki şey oldu; biri tek parti iktidarının son bulması ve hükümet belirsizliğinin ortaya çıkması. İkincisi de tek parti iktidarının son bulmasının ‘kaos’ olarak sunulmaya çalışılması. Her ikisi, döviz kuru üzerinde etkili oldu. Birincisi doğaldı; her politik belirsizlik ortamında başta döviz kuru olmak üzere mali piyasa göstergeleri bozulur. Seçim gecesinden başlayarak dolar kuru 2.75-2.80 arasında dalgalandı. Bunun bir başka nedeni de; ne olacağı bilinmiyorsa alıcı ve satıcıların piyasalardan uzak durmalarıdır. Bu da, döviz kurunun doğru fiyatlanma eğilimini bozar.

İkincisi yani ‘madem ülke koalisyona kaldı, ülkenin geçmiş koalisyon deneyimleri de kötü, o zaman işler kötü olacak, kaos olacak’ senaryosunun satılmaya başlanmasıydı. Bu da ciddiye alınmıyor artık. Bunu söyleyenler, gösterge olarak da dolar kurunu gösteriyordu. Oysa daha bir gün önce ülke ekonomisinin ne kadar güçlü olduğunu anlatanlar da aynı idi.

Seçim gecesi fikrim; ‘evet yükselir, dalgalanır ama sonra durulur’ yönündeydi. Öyle de oluyor. Dolar kuru gerileme eğiliminde. Bunun devam edeceğini, mali piyasaların sakinleşeceğini, en azından seçim günü öncesindeki duruma dönülmesi kuvvetle muhtemel. Bu açının en büyük destekçisi; seçim sonrasında Ankara’daki kurumların bir yerlerden gelecek ‘politik direktiften’ çok, artık işlerini hakkı ve gereği ile yapma eğiliminde olacaklarını düşünmem.
Döviz kurunun en çok artış gösterdiği günler listesinin büyük bir çoğunluğuna, siyasal krizler ve Merkez Bankası’nın işini yapamaması aynı anda eşlik ediyordu. Seçim gecesi gelen sonuç bir siyasal kriz değil, ama kaybeden tarafa yakın olanlar bunu bir kriz olarak sunuyor. İkincisi Merkez Bankası işini yapmaya, geçmişte tanık olduğumuzdan daha yakın. Bu yüzden, ‘ölçüp-biçme’ faslı geçtikten sonra mali piyasa tansiyonu giderek azalacaktır.

Çok uzun süre almaz, parayla uğraşanlar ‘yeni bir hikâyeyi’ bulacaklardır.
Özeti şu; büyük iş örgütleri ve iş kesimi de seçim sonuçlarını ‘seçmen uzlaşma istedi’ biçiminde yorumladığına göre; koalisyonun ‘tek tipçi’ siyasetin buzlarını kıracağı, çoğulculuğa ve sorunları olsa da güler yüzlü bir ekonomiye kapı açacağı çok açık.


Yazının Devamını Oku