11 Şubat 2008
İKİ lider, Erdoğan ve Bahçeli türbanı Anayasa’ya sokarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kalbine hançeri sapladılar. Baykal bu süreçte sürekli doğruları söyledi ama kimse onu dinlemedi.
Bakın ne dedi Baykal:
"Herkesin kılık kıyafetine saygı gösteriyoruz, ama devleti bir kılık kıyafet içine sokmanın yanlış olduğunu söylüyoruz. Devlete bir üniforma giydirmek, devleti bir inancın simgesi haline dönüştürmek, o inancın dışındaki insanları dışlamak anlamına gelir. Bu yanlıştır.
Teslim olmak yok. Bu mücadele devam edecek. Laiklik tehdit edildiği noktada ’dur’ diyeceksin. Orada ’dur’ deme şansını kaybettiğinde, bil ki ondan sonraki noktalarda durduramazsın.
İmanın ve ibadetin şartları arasında tesettür yok. Tesettürü bir iman şartı gibi göstermek toplumu böler."
- Boş ver... O klikçinin teki...
* * *
Boş vermesen de biraz olsun kulak versen daha iyi olmaz mı?
"İktidara diyoruz ki laikliğe zarar vermeyin, toplumu ayrıştırmayın. Bu tehlikeli gidişten vazgeçin. İslam’da bir tesettür olmakla birlikte çok farklı yorumlar, şekiller, gelenekler, değerlendirmeler var.
Kuran’da saç görünür görünmez, türban olur olmaz diye bir şekil hükmü yok. İçtihatlar ve coğrafi şartlar çeşitli şekiller geliştirmiş. Hatta İmam-ı Azam Ebu Hanife başörtüsünün altından saçların görünmesini mümkün saymış."
- Boş ver... O klikçinin teki...
Hiç değilse şunları dinlesen:
"71 yıldır dünyada Müslüman ve laik olmayı başarıyoruz, başardık, gelecek yıllarda bunu sürdüreceğiz, diye hitap edeceğimiz bir noktada, laikliğe yönelik en ağır darbelerin hazırlıkları yapılıyor, planları uygulamaya konuluyor, işbirlikleri gerçekleştiriliyor ve o süreç, Türkiye’de halka, topluma, anayasamıza dayatılıyor.
Örtünme, elbette bizim dinimizde vardır ama bilinmelidir ki örtünme bizim dinimizle ortaya çıkmış bir uygulama değildir. Bu örtünme biçiminin Türkiye’ye dayatılması, bir ithal dayatmadır. Anadolu’da böyle bir olay yoktur. Karşımızdaki konu türban konusu değil, laiklik konusudur.
Türban konusunun anayasa kuralı haline getirilmesiyle bölünme başlayacaktır. Üniversitelerde bir kısım öğrencilerin türban takmasıyla, ’çalışkan-çalışkan olmayanlar’ şeklinde değil, inanca göre ayrışmış bir sınıf görülecektir. Türban takanlar, bu yanlışlığın kaynağı değil, kurbanıdır."
- Boş ver... O klikçinin teki...
* * *
Peki ama hiç değilse şu söylediklerini bir düşünsen:
"TBMM’de kabul edilen değişiklikle, laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez anayasa düzeyinde bir kırılma yaşamıştır. AKP ve MHP dincilik yarışı yapıyorlar. Yarın onlardan daha dinci akımlar da ortaya çıkar. Artık pandoranın kutusunu açtılar. İçinden neler çıkacağını göreceğiz.
Türkiye’yi bir Ortadoğu devleti, bir din devleti ve toplumuna dönüştürmek istiyorlar. Bunun için yarış içindeler.
Türkiye 1937’den bu yana, 71 yıl sonra anayasal bir kırılma yaşıyor.
AKP’yi demokratikleşmenin, özgürlüklerin partisi olarak görenler AB konusunda samimi sananlar, şimdi gerçeği görmeye başladılar.
Gördüler ki AKP’nin ikinci bir gündemi var ve AKP türbanı AB’ye tercih edecek bir parti. Kadınları örtünmeye zorlayan, baskıcı, özgürlükleri kısıtlayıcı, demokrasiyi araç olarak gören bir parti."
- Boş ver... O klikçinin teki...
Halkımız bir türlü dinlemedi Baykal’ı...
Erdoğan ile Bahçeli de Baykal’ın dediği gibi el ele, kol kola Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülüğü yaptılar ve toplumu ikiye böldüler.
Gazaları mübarek olsun.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
TAM da içinde yaşadığımız çetrefilli döneme rastladı bu çarpıcı oyun. <br><br>"Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe..." Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın iki oğlu arasındaki taht kavgalarını anlatan, Orhan Asena’nın ibret alınacak derslerle dolu yapıtı.
Önce oyunu özetleyelim.
Muhteşem Süleyman dünyaya hükmetmektedir.
Ama iki oğluna bir türlü söz geçirememektedir.
Zaten Mahidevran Sultan’dan olan tahtın várisi oğlu Mustafa’yı Yeniçerilerle birlik olup kendisini tahtan indirmeye kalktığı gerekçesiyle öldürtmüştü.
Mustafa’nın katlinde ikinci karısı ünlü Hürrem Sultan’ın da büyük rolü olmuştu.
Mustafa ölünce taht kendi oğulları Selim veya Beyazid’e kalacaktı.
Kendisi de Valide Sultan olacaktı.
Ancak Hürrem Sultan bir şeyi hesaba katmamıştı.
Taht babayla oğulu, kardeşle kardeşi birbirine düşürürdü.
Nitekim iki şehzade daha babaları tahtta otururken kavgaya başladılar.
* * *
Beyazid atak, cesur ve yürekliydi.
Selim ise içki ve eğlenceye düşkündü ama sabırlıydı.
Beklemesini biliyordu.
Halk ve asker, yiğit Beyazid’i tutuyordu. Ancak taht sırası daha büyük olan Selim’deydi.
Beyazid biraderinin tahta çıkması halinde kendisini öldürteceğini biliyor, onun için daha babası sağken tahta oturmak istiyordu.
Her fırsatı değerlendiriyor, bu nedenle padişahın öfkesini çekiyordu.
Beyazid’in her hatasından sonra gazaba gelen padişahı annesi Hürrem Sultan yatıştırıyordu.
Sonunda Beyazid "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" diyerek topladığı kuvvetlerle kardeşi Selim’in üzerine yürüdü. Amacı onu ortadan kaldırmaktı.
Bu pahişaha başkaldırıydı.
Kanuni buna büyük tepki gösterdi, tebaasını birbirine kırdırtacak olan oğlu Beyazid’i bu kez affetmeyerek yakalattı ve öldürttü.
Cihan Padişahı bu emri verdikten sonra büyük bir üzüntü içinde şöyle bağırdı:
"Ya devlet, ya evlat..."
* * *
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen ve sanatçıların mükemmel oyunlarıyla izleyicileri etkileyen yapıt, çok çarpıcı bir tarihi olayı günümüze taşıyor.
Oyunu soluksuz izlerken günümüzde ülkemizi yöneten politikacıların tarihten hiç ama hiç ders almadıklarını düşündüm.
Koca Kanuni, devletin dirliği, tebaasının huzuru ve mutluluğu için evladını yüreği kan ağlasa da kurban ediyor.
O dönemde dünyayı titreten Kanuni Sultan Süleyman, "Benim sağlığımda ülkemi bölmeye kalkanı evladım da olsa imparatorluğumun selameti için affetmem. Böyle bir hakkım yok" diyor.
"Devlet için evladımı feda ederim" diyor.
Bir de bugünü düşünün.
Bugünün babalarını ve evlatlarını...
Siyasi güçlerini kişisel çıkarları için nasıl pervasızca kullandıklarını...
İhaleleri, kayırmaları düşünün...
Devleti satıp savmalarını...
İnsanlarımızı siyaset diye, inanç diye nasıl böldüklerini düşünün...
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2008
AKP iktidarı istediği kadar türbanı serbest bırakmasının gerekçesini "temel hak ve özgürlükler" diye takdim etsin. Tüm dünyada bu adımlar, Türkiye’nin İslamlaştığı, Batı değerlerinden uzaklaştığı şeklinde algılanıyor.
Yaşadıklarımız siyaset, bilim ve sanat çevrelerinde, "Yoksa Atatürk’ün laik, demokratik cumhuriyeti, AKP’nin İslam cumhuriyetine mi dönüşüyor?" diye yorumlanıyor.
Cumhuriyet Gazetesi’nin Hollanda muhabiri Yusuf Özkan, yaşadığı bir olayı anlatıyor.
Meslektaşımız kafasını dinlemek için Almanya’da kar altındaki bir dağ kasabasına gidiyor.
Kaldığı otelin barında, tıbbi toplantı için değişik ülkelerden gelen ve hepsi doktor olan bir grupla karşılaşıp sohbete başlıyor.
Türk olduğunu öğrenen bir doktor, meslektaşımızın elindeki bira bardağına bakarak, "Türkler alkol kullanıyor mu? Yasaklandı diye biliyorum" diyor.
Meslektaş, "Yok öyle bir şey" diyor ama Alman doktor ısrarla, "Yasak, yasak... Ben biliyorum" diyor ve anlatmaya başlıyor.
Geçen ekim ayında Ankara’da düzenlenen "Acil Kongresi ve Ambulans Rallisi"ne katılmış.
Ankara Sağlık Müdürlüğü’nün düzenlediği kongrenin açılış kokteylinde alkol ikram edilmemiş.
Konuk doktorlar, garsonlardan içki istemişler ama "Bize talimat verildi, alkollü içki servisi yapılmayacak" yanıtı almışlar.
Bunun üzerine doktorlar, "Siz getirin, biz kendimiz öderiz" demişler.
Garsonlar ezile büzüle şu yanıtı vermişler: "Her koşulda alkollü içki servisi yasak."
Türk doktorlar bakmışlar durum tatsız, Sağlık Müdürlüğü yetkililerini ikna edip sadece yabancılara içki servisi yapılmasını sağlamışlar.
* * *
Belki okumuşsunuzdur. Birkaç gün önce RTÜK, TV’deki filmlerde, dizilerde ve bütün programlarda içki görüntüsünü ve diyaloglarını yasakladı.
İçki görüntüleri mozaiklenecek, diyaloglarda içki yerine meyve suyu, kola ve gazoz denilecek.
Bunu yapmayan kanala ceza verilecek.
1 Nisan’dan itibaren spor kulüplerinin sosyal tesislerindeki bar ve lokantalarda da içki servisi yasaklanıyor.
Futbol, tenis, deniz sporları, eskrim, dağcılık aklınıza ne kadar spor kulübü gelirse tümünün lokallerindeki lokantalar bu kapsama giriyor.
Büyük olasılıkla spor kulüplerinin sosyal tesislerindeki bar ve lokantalar kapanacak.
* * *
Geçtiğimiz hafta Hindistan’ın Haydarabad Kenti’nde Uluslararası Cüzam Kongresi vardı.
Kongreye dünyanın her ülkesinden uzmanlar katıldı.
Türkiye’den de Prof. Türkan Saylan vardı.
Bakın neler anlatıyor:
"Katılımcıların çoğunu tanıyorum. Beni her gören yanıma geliyor ve ’Türkiye şeriata mı gidiyor? AB’ye girmeyecek misiniz?’ diye soruyor.
Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Kan beynime çıktı ve türbana destek veren Bahçeli’ye bir mektup yazdım."
Bundan kısa bir süre önce TBMM Dışişleri Komisyonu heyeti İran’a gitti. Heyette CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici de vardı.
İran’dan döndükten sonra Kesici’nin değerlendirmesi düşündürücüydü:
"Bizdeki türban şekli İran’da bile yok. Serbest görüntüler var. Kadınlar modern kıyafetler giyiyorlar ve başlarının yarısı açık. Acı ama bu konuda bizden ilerideler. İran’daki İslam rejimi bile bunu kabul ediyor."
Demek ki bizimkiler Mollalar’ı bile geride bıraktılar.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2008
AKP yandaşı iki öğretim görevlisinin başlattığı türbana destek kampanyasına imza verenler arasında Ali Nesin adı beni çok şaşırttı. Türbana destek verenleri kınamaya kimsenin hakkı olamaz.
Bu onların düşünceleridir.
Ali Nesin’i de kınamak aklımdan geçmez.
Ancak imzacılar arasında adını görünce neden şaşırdığımı anlatmam gerekiyor.
Çünkü Ali Nesin’in babası ünlü yazar Aziz Nesin’in son anda ölümden kurtulduğu Sivas katliamını yapanlarla, bugün türbanı serbest bırakmak isteyenler aynı dünya görüşünün insanlarıdır.
O katliamda 35 yazar, ozan ve aydın Madımak Oteli’nde yakıldı.
Gözleri dönmüş o güruh, o gün oteli "Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak", "Şeriat isteriz" sloganlarıyla ateşe verdi.
Aziz Nesin son anda itfaiye merdiveniyle binanın dördüncü katından indirildi.
Aşağıda bekleyen gürüh "Bu Aziz nesin, öldürün, bu kafir" diye bağırıyor ve ünlü yazarı linç etmeye hazırlanıyordu.
Polisler Aziz Nesin’i güçbela polis otomobiline bindirerek olay yerinden kaçırdı ve linçten kurtardı.
* * *
Madımak’ta yakılanlar arasında Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin vardı.
35 kişiyi katleden gürüh hızını alamadı ve vilayete yürüdü. Orayı taşa tuttu, Atatürk büstünü parçaladı.
Türkiye için kapkara bir gündü.
190 kişi gözaltına alındı. Bunlardan 124’ü hakkında "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçlamasıyla dava açıldı.
4 yıl süren yargılamalar sonunda 33 kişi idama, 14 kişi 15 yıla mahkûm edildi.
İdam cezaları ömür boyu hapis cezasına döndürüldü ve dosya kapandı.
Bu kapkara dosyaya bir not daha ekleyelim:
Sanıkları, avukat olarak Refahyol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan savundu.
Bugün Türkiye’yi yöneten, türbanı serbest bırakmaya hazırlanan AKP yöneticilerinin tümü de o sırada Refah Partisi içinde yer alıyordu.
* * *
Gerekçesi ne olursa olsun Ali Nesin, imzasıyla bu dünya görüşüne destek verdi.
Çünkü türban olayı kesinlikle bireysel bir hak ve özgürlük sorunu değildir.
AKP’nin amacı da bu değildir.
Onlar Türkiye’nin başına İslam şalını örtmeyi hedefliyorlar.
Türban olayı tarikat ve cemaatlerin güdümündeki siyasi bir harekettir.
Onların amacı ise bir İslam cumhuriyetidir.
Türbanın serbest bırakılması, cumhuriyet üniversitelerini, AKP üniversitelerine dönüştürmenin ilk adımıdır.
Kimsenin kuşkusu olmasın, türban zaman içinde, uygun konjonktürde bütün okullarda yayılacak.
Kamuya da girecek.
Şu anda AKP için tek özgürlük, bir anahtar görevi görecek olan türban özgürlüğüdür.
Düşünce ve ifade özgülüğüymüş, basın özgürlüğüymüş, üniversite özgürlüğüymüş, bilim ve sanat özgürlüğüymüş bunların hiçbiri AKP’nin umurunda bile değildir.
Hele sanat...
Onlar için heykel, içine tükürülecek; bale, belden aşağı; resim, bazı yerleri örtüyle kapatılacak sanattır.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2008
DEVLET Bahçeli, Türkeş’in ölümünden sonra sessiz sedasız sahneye çıkıp, MHP Genel başkanlığı koltuğuna oturdu. <br><br>Doğrusu, o günlerde kimse bu sessiz sedasız politikacının ülkenin yazgısında bu kadar önemli roller üstleneceğini tahmin etmedi. Ama Bahçeli çok kritik dönemlerde ülkenin yazgısını değiştirecek kararlar ve duruşlar içinde oldu.
Tarih, mutlaka Devlet Bahçeli hakkında o şaşmaz hükmünü verecektir.
* * *
Bahçeli, 57. koalisyon hükümeti döneminde Başbakan Ecevit’e yanında sigara içmeyecek kadar saygılıydı.
Bu nedenle de uyumlu bir ortaklık yaptı.
Ancak Ecevit’in hastalığı sırasında partisinin koalisyon dışında bırakılacağı dedikodularına inandığı için ülkeyi erken seçime zorladı.
Ecevit’in ısrarlarına rağmen kararından dönmedi ve ülke 2002 Kasım’ında erken seçime gitti.
Erken seçim, ağır bir ekonomik krizden yeni çıkmış koalisyon hükümeti için intihar demekti.
Çünkü alınan önlemler ve yapılan reformlar yeni yeni meyvelerini vermeye başlamıştı.
Ekonomi iyiye gidiyordu ancak henüz bu iyileşme halka yansımamıştı.
Bahçeli, Ecevit’in uyarılarını da dinlemedi ve erken seçim koalisyon partilerinin çöküşü oldu.
Ecevit’in DSP’si, Yılmaz’ın ANAP’ı baraj altında kaldı.
Bahçeli’nin partisi MHP de aynı çukura düştü.
6 ay önce kurulmuş olan dinci parti AKP ise kendisine hazırlanmış iktidar koltuğuna tek başına oturuverdi.
AKP’nin beklemediği bir şekilde iktidar olmasının baş aktörü hiç kuşkusuz Devlet Bahçeli’ydi.
* * *
MHP liderinin ülke yazgısına damgasını vurduğu ikinci olay cumhurbaşkanlığı seçimidir.
Tayyip Erdoğan ve arkadaşları kafalarındaki İslam ağırlıklı rejimi kurmak için dindar bir cumhurbaşkanı seçeceklerini ilan ettiler.
Adayları Abdullah Gül’dü.
Bütün gayretlerine rağmen bunu başaramadılar ve ülkeyi seçime götürdüler.
Seçimden sonra da Gül’ü seçemeyecekleri için sıkıntı içinde olan AKP’nin imdadına yetişen yine Devlet Bahçeli oldu.
Sürpriz bir destekle Meclis oylamasına katılacaklarını açıkladı.
Ve dindar cumhurbaşkanı MHP’nin katkısıyla seçildi.
Rejimin dengeleri açısından son derece sakıncalı olan bu seçimin de baş aktörü Devlet Bahçeli oldu.
Şu anda yaşadığımız türban olayında da kilit rol oynayan aktör yine Bahçeli’ydi.
Türbanın serbest bırakılması için anayasa değişikliği gerekiyordu.
Ancak AKP’nin Anayasa’yı değiştirecek sayısal çoğunluğu yoktu.
İşte o anda Bahçeli sahneye çıktı ve türbanın serbest bırakılması için AKP’ye elini uzattı.
MHP liderinin desteğiyle önümüzdeki hafta türban üniversitelerde serbest olacak.
Muhalefet partilerinin, yargının, sivil toplum örgütlerinin, meslek kuruluşlarının, medyanın ve hepsinden önemlisi de üniversitelerin tüm uyarıları Bahçeli’yi etkilemeye yetmedi.
Atatürk’ün bu ulusa emanet ettiği laik demokratik cumhuriyet açısından bir kırılma noktasının başlangıcı olan türban serbestisinin de baş aktörü yine Bahçeli oldu.
Hiç kuşkusuz bizim burada özetlemeye çalıştığımız bu olayları tarih yazacak ve Devlet Bahçeli hakkında o şaşmaz değerlendirmesini yaparak hükmünü verecektir.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2008
TÜRKİYE derin ve şaşırtıcı çelişkilerin yan yana, hatta iç içe yaşandığı garip bir ülke.<br><br>O kadar ki, 85 yıl önce aşılmış bir giyim kuşam şekli, dünyanın bilgi çağını yaşadığı 21. yüzyılda yeniden toplumun yaşamına sokuluyor. Kadınları örtme histerisine kapılan iktidarın belediyesinin konser salonu, çağdaş dans ve müzik gösterisine sahne olabiliyor.
Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda önceki gece izlediğimiz Fazıl Say ile Zeynep Tanbay Dans Projesi, dünya çizgisinde bir sanat olayıydı.
Salonu tıklım tıklım dolduran sanatseverler, gerçekten çok şanslı bir gece geçirdiler.
Bu sanat yaratısının, kadınlarını örtmek için uğraşan Türkiye ile bağdaşır hiçbir yanı yoktu.
* * *
Önce ünlü balerin, koreograf Zeynep Tanbay’ın çağdaş dans grubunun gösterisini anlatayım.
Gösteri iki bölümden oluşuyordu.
İlk bölümde Zeynep Tanbay’ın sanat yönetmenliğini yaptığı dansçıları, Vivaldi’nin müziği eşliğinde çok güzel bir çağdaş dans gösterisi sundular.
Vivaldi’nin büyüleyici konçertolarını harika figürlerle canlandırdılar.
Bu genç ve yetenekli dansçıların kısa zamanda daha da mükemmele ulaşacakları kesin.
Zeynep Tanbay, böyle önemli ve çağdaş bir projeyi yarattığı için büyük övgü ve teşekkürü hak ediyor.
* * *
Konserin ikinci bölümü ise çok daha ilginçti.
Çünkü ikinci bölümde Stravinsky’nin "Bahar Ayini"ni ünlü piyanist FazılSay çaldı.
Stravinsky, bu bale eserini kalabalık bir orkestra için yazmıştı.
İlk kez 1913 yılında Paris’te çalındı ve sahnelendi.
Bu eserin "dört el piyano" için hazırlanmış versiyonu ise bugün piyano ikilileri tarafından sık sık çalınıyor.
Fazıl Say, 2000 yılında bu eseri müzik tarihinde ilk kez üst üste yapılan iki kayıtla seslendirdi.
Bu ilginç albüm, müzik dünyasında olay yarattı ve Fazıl Say’a en saygın uluslararası ödülleri kazandırdı.
Fazıl Say bu eseri, CRR’deki konserde de tek piyanoda iki elle çaldı.
Bu konserlerde Yamaha firmasının ürettiği bilgisayar endeksli özel bir piyano kullanıyor.
Say’ın önceden seslendirdiği ve piyanoda kayıtlı olan partisyon üzerine konser sırasında oluşan performans ekleniyor ve "dört el" çalma gerçekleşiyor.
Fazıl Say’ın performansı, yabancı müzik eleştirmenlerinin dediği gibi "nefes kesici"ydi.
* * *
Fazıl Say gibi bir dünya virtüözünün yeteneğini sanat için bir dans grubu ile paylaşmasını ayrıca kutlamak gerekir.
Zeynep Tanbay Dans Projesi’nin genç dansçıları, Fazıl Say’ın müziği eşliğinde dans etmenin ne kadar önemli ve onur verici olduğunu bildikleri için uçarcasına dans ettiler.
Gösterinin ikinci bölümü bu nedenle çok daha çarpıcıydı.
Bu birliktelik, bütün sanatçılarımıza örnek olmalı.
Sanatın yaratıcı ve etkileyici gücü topluma yayıldıkça Türkiye’nin çağdaşlık çıtası da yükselecektir.
Hálá türbanla uğraşılarak, kadınları örtülerek yüzlerce yıl gerilere götürülmek istenen Türkiye’nin tek kurtuluşunun sihirli anahtarı da budur.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2008
KARŞIMDAKİ işadamı çok endişeliydi. <br><br>Ciddi bir korku içindeydi "Ben, karım, çocuklarım hatta torunlarım önemli değil. Türkiye gidiyor" dedi. Belli ki son gelişmeler insanları iyice tedirgin etmiş.
İşadamı artık AKP iktidarının demokrasiyi kullanarak Türkiye’yi Ortadoğu karanlığına sürüklediğine inanıyordu.
Artık diyorum, çünkü beş yıldan beri bir araya her gelişimizde yaptığım uyarılara fazla kulak asmamıştı.
"Canım abartıyorsun. Türkiye’yi kimse bir Ortadoğu ülkesi yapamaz. Rejim oturmuştur" demişti.
Hiç anlaşamazdık.
Zaman zaman da sert tartışmalarla biterdi konuşmamız.
Şimdi söyledikleri aynen şöyle:
"Ben sana kızardım. Hatta önyargılı olduğuna inanırdım. Ama şimdi ben de senin gibi düşünüyorum. Gidişi hiç iyi görmüyorum."
* * *
Bütün sıkıntısı duygularını, düşüncelerini bir işadamı olarak açıklayamamaktı.
Kendisini bir cendere içinde hissediyor, susmayı içine sindiremiyordu.
Onu kahreden ruh durumunu şöyle açıklıyordu:
"Konuşmaya, görüşlerimi açıklamaya korkuyorum. Üç müfettiş gelir, bir kulp takarlar ve beni götürürler."
Bunu söylerken ellerini birbirinin üzerine koyup bilekleri kelepçelenmiş gibi yapıyordu.
AKP’nin Türkiye’yi ne hale getirdiğini görüyor musunuz?
Bugün korku içinde olanlar yasadışı tek işi olmayan, vergisini kuruşuna kadar ödeyen, yalan, dolan, talandan uzak duran, namuslu, onurlu insanlar.
Ama AKP için bu nitelikler önemli değil.
Onlar uygar ve çağdaş insanları sevmiyorlar.
Çünkü sevmedikleri bu insanlar laik, demokratik cumhuriyetten ve değerlerinden yanalar.
Atatürk ve devrimlerine sahip çıkıyorlar.
* * *
Tutucu-otoriter ittifakın tek amacı türbanı üniversitelere sokmak.
AKP, ülkenin geleceğini teslim edeceğimiz gençleri yetiştiren kurumları tarikatlara teslim etmek istiyor.
Arkasından da türbanı ortaöğretime, ilköğretime ve kamuya yaymak.
Gözleri başka bir şeyi görmüyor.
MHP de buna destek oluyor.
Rektörler günlerdir uyarıyorlar:
"Türban üniversiteleri cadı kazanına döndürür. Ne huzur kalır, ne düzen. Bu değişiklik yapılırsa kurumlarımızdaki huzur biter. Çıkacak kargaşaya hákim olamayız."
Ama aldıran yok.
* * *
Bundan sonra neler olacağını söyleyelim:
Üniversitelere her türlü kıyafet girecek.
Çarşaf, peçe, potur, sarık...
Rektörlerin bunları engelleyebilmesi söz konusu değil.
Başı açık öğrenciler, özellikle taşra üniversitelerinde yoğun bir baskıya uğrayacak.
Bir süre sonra onlar da örtünmek zorunda kalacaklar.
Üniversitelerde yasaların değil, tarikatların söyledikleri olacak.
Tayyip Erdoğan arı kovanına öyle bir çomak soktu ki...
Bu iş en fazla onun başını ağrıtacak.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2008
ÖNCEKİ akşam son günlerin en flaş isimlerinden biri olan Prof. Ergun Özbudun’un Marmara Grubu’nda yaptığı geniş açıklamaları dinledim. Prof. Özbudun Başbakan’ın 6 Haziran’da kendisinden yeni bir anayasa taslağı hazırlamasını istediğini anlattı.
"6 kişilik bir akademisyen grubunu oluşturduk ve çalışmaya başladık. Ağustos sonunda da taslağı Başbakan’a teslim ettik" dedi.
Prof. Özbudun’a "Başbakan size hazırlayacağınız taslağın içeriği için bir çerçeve çizdi mi?" sorusu yöneltildi.
Prof. Özbudun şu yanıtı verdi:
"Hayır, bizden herhangi bir istekte bulunulmadı ama bizim önümüzde AKP’nin programı olduğu için onu dikkate aldık."
Hazırladıkları ön çalışma taslağını kamuoyuna açıkladıklarını hatırlatan Özbudun, AKP’nin son şeklini verdiği taslağın da önümüzdeki günlerde toplumun her kesiminde tartışmaya açılacağını söyledi.
* * *
Prof. Özbudun katılımcıların sorularında beliren endişeler konusunda şunları söyledi:
"Ben bu endişelere katılmıyorum. Türbanın üniversitelerde laikliği aşındıracağına, bu kurumlarda kaos yaratacağına inanmıyorum. Ama duyulan endişelere de saygılıyım ve bunların giderilmesi için bazı sınırlamalar konulması konusunda uyarılarımı yaptım.
Hiçbir hürriyet sınırsız değildir. Türbanı bahane edip marjinal kıyafetlerle (burka, mayo, Nazi üniforması) üniversitelere girmek için provokatif girişimler olabilir. Bunları önleyici ölçüler getirilmelidir."
Toplantıda bulunan bazı eski rektörler deneyimlerine dayanarak önemli değerlendirmeler yaptılar:
"Bu kapı açılırsa bunun önüne geçmek olanaksızdır. Türban kısa zamanda ortaöğretime ve ilköğretime, hatta devlet dairelerinde hizmet verenlere de yayılır."
Prof. Özbudun bunun olmayacağını, çünkü hem üniversite dışındaki eğitim kurumlarında, hem de kamuda hizmet verenlerde türban takılmasının laik sisteme aykırı olduğunu, o nedenle kabul edilemeyeceğini söyledi.
Katılımcılar "Olursa ne yapılacak?" diye ısrar etti.
Prof. Özbudun net bir ifadeyle şöyle dedi:
"Eğer bu yapılırsa güvenlik güçlerinin buna engel olmaları gerekir."
Bu hükümetin böyle bir tutum için olmayacağı belirtilince sürpriz bir yanıt verdi:
"O zaman buna başta ben karşı çıkarım ve hep birlikte mücadele ederiz."
* * *
Prof. Özbudun’un bu açıklamayı yaptığı saatlerde henüz AKP-MHP görüşmesi devam ediyordu.
Marmara Grubu’nun toplantısı bittikten sonra iki parti arasında uzlaşma sağlandı.
Prof. Özbudun’un uyarılarının hiçbirinin dikkate alınmadığı da anlaşıldı.
Dün CNN’e açıklamalar yapan Özbudun uzlaşılan değişiklik ile türbanın ortaöğretime ve ilköğretime de rahatlıkla girebileceğini söyledi.
Ancak öğleden sonra hükümet anayasaya "Yüksek Öğretimde" diye bir ifade soktu.
Eklenen bu ifadenin endişeleri gidereceğini sanmıyorum.
Hoca daha işin başında hükümete güvenmenin ne kadar büyük hata olduğunu gördü.
Bu iktidarın hedefinin türbanı her alanda serbest bırakmak olduğunu da sanırım anladı.
Şimdi toplantıda verdiği sözlerinin arkasında durup durmayacağını merak ediyorum.
Bakalım laik düzenin korunması için mücadele verenlerin safına geçecek mi?
Yazının Devamını Oku