25 Şubat 2008
BİLİYORUM Atatürk’ün koltuğunun hakkını vermek kolay değil.O koltukta dimdik oturmak, eğilip bükülmemek, büyük özverilerle kurulmuş Cumhuriyet’e sahip çıkmak ise hiç kolay değil. Ben zaten milyonlarca insan gibi Abdullah Gül’den böyle bir duruş beklemiyordum.
AKP’nin cumhurbaşkanı olacağından emindim.
Bunu da verdiği kararlarla zaten fazlasıyla kanıtladı.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar duyarsız davranacağını da beklemiyordum.
* * *
Cuma sabahı kara harekátının başladığını öğrendik.
O an yüreğimizi endişe dolu bir korku, bir heyecan kapladı.
İnanıyorum ki, milyonlarca insanımız da aynı duygular içine sürükleniverdi.
Ülkesini seven herkes, bildiği tüm duaları mırıldanmaya başladı.
Hepimiz Mehmetçiklerin sağ salim dönmesi için Tanrı’ya gün boyu yakardık.
Analar, babalar, eşler, çocuklar, sevgililer, büyükler, küçükler herkes, herkes...
Biliyorduk ki oralar dondurucu soğuk. Oralar kar altında.
Biliyorduk ki oralardaki teröristler pusu kurdukları karanlıklardan Mehmetçiklere ateş kusuyor.
İşte onun için hepimiz yüreğimizdeki endişe ve korku ile evlatlarımıza dua etmekten başka bir şey düşünmüyorduk.
* * *
O gün akşam saat 19.00 sıralarında Çankaya’dan gelen haber yüreğimizi bir kor gibi yaktı.
Bir cumhurbaşkanı, Atatürk’ün koltuğunda oturan bir cumhurbaşkanı, 11 gündür beklettiği yasayı önüne getirtip onaylayabiliyordu.
Bir insanın vicdanı, yüreği böyle bir günde nasıl böyle bir şey yapmaya izin verebilir.
Türbanla ilgili yasa bu kadar mı önemli?
Ülkesi için canını hiçe sayarak terör inlerini basan Mehmetçikler’den daha mı kutsal?
Böyle bir yasayı onaylamak için böyle bir gün seçmeye hangi insanın yüreği el verir.
Bilmem "Yazıklar olsun" demek yeter mi?
Bu davranışının milyonlarca insanı nasıl kahrettiğini acaba Abdullah Gül anlayabilecek mi?
Sanmıyorum.
Anlayabilseydi o yasaya o gün elini bile sürmezdi.
* * *
Cumhurbaşkanı şunu iyi bilsin ki, insanlarımız bunu unutmaz.
Mehmetçik canını, kanını hiçe sayarak teröristlerle boğuşurken Gül’ün gösterdiği bu duyarsızlığı affetmez.
Ben harekát günü yapılan bu onayın Abdullah Gül’ü destekleyenlerin bile yüreğinde derin bir yara açtığına inanıyorum.
Gül şuna inansın ki bu acı yıllar yılı dinmez.
Hangi millet evlatları ölürken devletin başının aklının bir başka yerde olduğunu içine sindirebilir?
Gün mü bitti onay için.
Cumhurbaşkanı bu anayasa değişikliğini her şeyin üzerinde tutuyorduysa neden 11 gün bekledi de Mehmetçik’in ülkesi için canını, kanını ortaya koyduğu gün onayladı.
Bilmem etkilenir mi, ama ben yine de vicdanlarına seslenmek için büyük Atatürk’ün o ünlü sözünü anımsatıyorum:
"Mevzubahis olan vatansa, gerisi teferruattır."
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
CUMHURBAŞKANI Gül durdu durdu, turnayı gözünden vurdu. <br><br>Öyle bir YÖK başkanı seçti ki tam evlere şenlik. Yeni başkan seçilir seçilmez rektörleri mahkeme kararlarına aldırmadan türbana göz yummaya çağırdı.
Bir bilim adamının, YÖK başkanı olur olmaz rektörlere hukuku tanımamalarını önermesi ilginç.
Yusuf Ziya Özcan’ın daha koltuğuna oturur oturmaz yaptığı bu açıklama ile üniversiteleri nasıl perişan edeceği anlaşılmıştı.
Birkaç gün sonra Meclis Başkanı Köksal Toptan’ı ziyaretinde bir çam daha devirdi yeni başkan.
Köksal Toptan görüntü almaları için TV kameralarını içeri aldırmıştı.
Nezaketen YÖK Başkanı’na bir şeyler söylemek isteyip istemediğini sordu.
YÖK Başkanı kameraları unutup "Hayır efendim konuşmayacağım. Başbakan ’Aman hocam sakın konuşma, yoksa ipimizi çekerler’ diye uyardı" dedi.
Bütün Türkiye de bu sözleri duydu.
* * *
Üniversitelerarası Kurul 24 Ocak’ta 16 adayın katıldığı seçimde 83 oyla İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Celal Şengör’ü YÖK üyeliğine aday olarak seçti.
Prof. Şengör sıra dışı bir bilim adamıdır. Dünyanın sayılı deprem uzmanlarından da biridir.
Dünyanın birçok önemli üniversitesinde dersler verdi.
Birçok saygın bilim akademisinde üyelikler yaptı.
Ord. Prof. Fuat Köprülü’den sonra Rus Bilimler Akademisi’ne kabul edilen ikinci Türk oldu.
Çok sayıda kitabı olan Prof. Celal Şengör’ün 1826 bilimsel makalesi var.
İşte tüm dünyada saygı gören bu bilim adamını Gül’ün YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan üyeliğe layık görmedi.
Üniversitelerarası Kurul’un YÖK üyeliği önerisini "usul eksikliği" gibi komik bir gerekçeyle geri gönderdi.
Gerçek neden ise şu:
Celal Şengör, dedik ya, sıra dışı bir bilim adamıdır. Doğruları kellesini kesseniz de söyler.
Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanlığına atanma kararını duyar duymaz medyaya yaptığı açıklamada "Hiçbir akademik özelliği yok, değil YÖK başkanı asistan bile yapmakta tereddüt ederim" dedi.
Prof Özcan’ın bu kararı bir bilim adamına yakışmayacak bir davranış.
Üstelik Şengör’ün "Hiçbir akademik özelliği yok" değerlendirmesi de dayanaksız değil.
Çünkü Yusuf Ziya Özcan doçent olduktan sonra profesörlük unvanını alabilmek için tam 14 yıl beklemek zorunda kalmış.
YÖK başkanlığına getirilen Özcan, kısa sürede AKP’nin misyoneri olduğunu kanıtladı.
Zaten Cumhurbaşkanı’nın Özcan’ı bulup çıkarmasının nedeni de bu.
Koltuk uğruna böyle bir misyon yüklenmeye değer mi?
Hem bilim adamlığına, hem de üniversite camiasına ihanet etmek yakışır mı?
Kara harekátı
DİLERİM can kaybı büyük olmaz.
Mehmetçikler sağ salim dönerler.
Kuzey Irak Kürtleri direnmeye kalkmazlar, PKK’lı teröristler de silahlarını bırakıp teslim olurlar.
Artık yeter.
İnsanlık suçu olan terörün sonu yok.
Maşa olarak kullanıldıklarını anlasınlar.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2008
BİR bez parçası uğruna ülkeyi bu kadar germeye değer miydi?<br><br>Bu soruyu bir işadamı soruyor. Sonra da sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Piyasa zaten perişandı, türban tartışmalarından sonra perperişan oldu. Yazık, işler tamamen durdu. Bunu kimsenin yapmaya, durduk yerde ülkeyi germeye hakkı olmamalı."
İyi güzel de aynı duygular içinde olan her kesimdeki insanın bu feryadını Ankara’daki hükümet duyuyor mu?
Duymuyor.
Onların aklı fikri türbanda.
Türbanla yatıp türbanla kalkıyorlar.
Özgürlükmüş, demokrasiymiş, insan haklarıymış, Kürt sorunuymuş, dünyayı saran global krizmiş, ortalığı kasıp kavuran işsizlikmiş, yoksullukmuş, açlıkmış...
Kendi deyimleriyle bunların hepsi AKP’lilere "Vız gelip tırıs gidiyor".
Umurlarında değil.
Onlar sosyal devleti bir kenara itmişler, muhtaç durumundaki insanlara sadaka dağıtarak, belediyeleri kesip biçerek oy toplama peşindeler.
* * *
Sinan Çetin...
Önemli bir sanatçı.
Liberal, demokrat. AKP’nin özgürlükle ilgili sözlerine kanıp oyunu bu partiye vermiş.
Ancak şimdilerde Sinan Çetin kardeşimiz, kendisi gibi AKP’ye oy veren liberal dostlarıyla birlikte fena yıkılmış.
"Biz Müslüman bir parti için oy vermedik. Özgürlükle mücadele edeceğine inandığımız için oy verdik. Ama onlar bunu bırakıp kendi tabanlarının partisi oldular" diye yakınıyor.
Ancak Sinan kardeşimiz bilsin ki, liberallerin bu duygular içinde olması Başbakan Erdoğan’ın umurunda bile değil.
"Bizi desteklemek mecburiyetinde değiller" diyor.
Aynı taktik...
Nasıl Avrupa Birliği’ne işi bittikten sonra arkasını döndüyse kendisini destekleyen liberallere karşı da aynı tutum içine giriverdi.
Yine de demokrasi uğruna, özgürlükler uğruna AKP’ye kanan liberallerin gerçeği görmesi ülke için sevindiricidir.
"Biraz günaydın" demek gerekebilir ama olsun, zararın neresinden dönülürse dönülsün kárdır.
* * *
Almanya gezisinde yaptığı konuşmalarla Türk-AB ilişkilerinin canına okuyan Başbakan Erdoğan, bakın büyükelçilere ne öğütler veriyor:
"Tam üyelik için mücadele edin. Dostluklar kurup önümüzde yeni kapılar açın. Büyükelçiliklerimizi Türk ticaret ofisi, Türk kültür ofisi gibi çalıştırın."
Bu öğütleri veren Başbakan, çok kritik Almanya gezisinde adamların gözlerinin içine bakarak Türklere asimilasyon uygulandığını ima edip şöyle demişti:
"Asimilasyon bir insanlık suçudur."
Bu sözler Alman politikacıların tüylerini diken diken etmeye yetti.
Başbakan, bir devlet adamının yapmayacağı bu gaftan sonra bir de kalkmış büyükelçilere, "AB üyeliği için mücadele edin" diye öğütler veriyor.
Ha bir de son konuşmasında elitlere çatıyor Başbakan.
"Elit semtlerde oturarak, masa başında sosyolojik analizler yaparak kimse şehirlerdeki hizmetleri anlayamaz. Bir garibin sofrasına oturup, bir dilim peyniri, 3 tane zeytini, yokluğu, yoksulluğu görmeden, hissetmeden ahkám keserseniz, yaptığınız yorumlara kargalar bile güler" diyor.
Gerçekten merak ediyorum, kargalar bugünkü Türkiye’ye bakıp bakıp acaba kimlere gülüyor?
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
PAZAR günü Başbakan Erdoğan atv’de kendisini üzmemeye, sinirlendirmemeye özen gösteren gazeteci arkadaşlarımızın sorularını yanıtladı. <br><br>Sorular gerçekten iyiydi. Başbakan da bunları sinirlenmeden, öfkelenmeden yanıtladı.
Sakindi. Hatta zaman zaman espriler bile yaptı.
Başbakan söyleşinin bir yerinde Cumhuriyet mitinglerine gönderme yaparak "Gerilim yanlısı olsak o meydanlara on katını toplardık. Bunu yapmaya örgütüm müsait" dedi.
Belli ki Başbakan ve arkadaşları Cumhuriyet mitinglerine karşı duydukları öfkeyi seçim zaferine rağmen hálá içlerinden atamamışlar.
Ama o dönemde karşı gösteriler yapmayı göze alamadıkları da anlaşılıyor.
Sanırım toplanacak kalabalıkların yaratacağı manzara onları caydırmış olmalı.
Eğer AKP, Cumhuriyet mitinglerini gölgede bırakacak düzeyde toplantılar düzenleseydi meydanlarda Türkiye’nin imajına zarar veren görüntüler oluşurdu.
Çarşaflılar, peçeliler, türbanlılar, sarıklılar, sakallılar...
Ve de yeşil bayraklar, tekbirler...
Tıpkı 1996 yılında Erbakan’ın yaptığı Sultanahmet mitingi gibi...
AKP’nin merkez sağ partisi iddiası bu mitinglerde tamamıyla çökerdi.
* * *
Başbakan aynı söyleşide Türkiye’nin çağdaşlaştığını da iddia etti.
Kadınlarını örtmeye çabalayan ve örtünen kadın sayısının her geçen gün arttığı bir Türkiye’nin nasıl çağdaşlaştığı sorusu gündeme gelmedi.
Başbakan alışveriş merkezlerinin sayısının artmasını çağdaşlaşmaya örnek olarak gösterdi.
Oysa çağımızda çağdaşlaşmanın ölçütleri lüks otomobiller, dünya markalarının satıldığı modern alışveriş merkezleri, alt-üst geçitler, gökdelenler değil.
Bunların kat kat fazlası ve gösterişlisi şeriatla yönetilen Arap ülkelerinde de var.
Günümüzde çağdaşlaşmanın ölçütleri şunlar:
Demokrasi, hukuk devleti, düşünce ve ifade özgürlüğü, insan hakları, çağdaş eğitim, özgür üniversiteler, insanların bilgi düzeyleri, araştırma geliştirme, teknoloji yaratma, ekonomik gelişmişlik, buna bağlı olarak adaletli gelir dağılımı ve refah düzeyinin yüksekliği...
Çağdaşlığın olmazsa olmaz koşulları bunlar.
* * *
Başbakan konuşmasının bir yerinde şöyle bir iddiada da bulundu:
"Bu ülkede kimse kimseyi örtünmeye zorlayamaz. Örtünme herkesin kendi tercihidir, hakkıdır. İsteyen bu hakkı kullanır."
Burada Başbakan’a şu sorunun sorulması gerekirdi:
"Kuran kurslarına gönderilen 5-6 yaşındaki kız çocukları baştan aşağı tesettüre sokuluyor. Sizce bu çocuklar kendi iradeleri ile mi örtünüyor?"
Başbakan AKP’nin din eksenli bir parti olmadığını yineledi.
Erdoğan’ın son Almanya gezisinde kendisine yöneltilen sorular Batılıların AKP’nin bir "İslam partisi" olduğuna inandıklarını ortaya koydu.
Başbakan’ın söylemleri ne olursa olsun AKP’nin Batı’daki imajı artık "İslam Partisi" olarak yerleşmiştir.
Türbanın anayasaya sokulması bu imajın tartışılmayacak noktaya geldiğini de gösteriyor.
Bu imaj, AKP yönetimindeki Türkiye’ye Avrupa’nın kapısını iyice kapatmıştır.
Başbakan bunu kabul eder veya etmez ama gerçek budur.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2008
FENERBAHÇE sevgisinde gönül birliği etmiş insanların buluştuğu, hasret giderdiği bir geceydi. Hizmetleriyle Fenerbahçe’yi dev bir kulüp haline getiren efsane bir başkana, Aziz Yıldırım’a duyulan vefa borcunu ödemek için bir araya gelinmişti.
Geceyi, başkanlığı döneminde çarpıcı söylemleriyle, iddialarıyla, koyduğu büyük hedeflerle Fenerbahçeliliğin çok büyük bir değer olduğu bilincini yerleştiren Ali Şen düzenlemişti.
Politikacılar, bürokratlar, bilim adamları, işadamları, gazeteciler, sporcular herkes Büyük Kulüp’teki geceye koşarak gelmişlerdi.
Ali Şen kürsüye geldi ve alışık olmadığımız bir üslupla yerini bıraktığı Aziz Yıldırım’ı anlattı.
"Ben başarılı bir başkandım. Ama yerimi bıraktığım Aziz Yıldırım benden on kat daha başarılı oldu. Başkanlığının onuncu yılında onu kutluyorum ve nice on yıllar daha Fenerbahçe’nin başında kalmasını istiyorum" dedi.
Sonra da stadın adının "Aziz Yıldırım" olmasını önerdi.
Ali Şen kendine güvenen insanların özgüveniyle Aziz Yıldırım’a hakkı olan övgüleri işte böyle yağdırdı.
Türk insanında pek rastlayamadığımız kompleksiz bir kişilik sergiledi.
* * *
Fenerbahçe bugün artık dünya devleri arasına dirsek darbeleriyle kendine yer açmaya başlayan bir spor kulübü oldu.
2007’de katlanan bir ciro, borsanın en büyüklerinin arasına giren bir şirketleşme, tesisleşmede Avrupa’nın en iyileri arasına girme...
Bu büyüme kimsenin kuşkusu olmasın Fenerbahçe’ye hem ulusal, hem de uluslararası büyük başarıları getirecek.
Aziz Yıldırım da bunu vurguladı:
"Yükselmenin, büyümenin başlarındayız. Önümüzde yapacağımız daha çok büyük işler var. Fenerbahçe’yi 1 milyon üyeli bir külüp haline getireceğiz ve onların sayesinde dünya devlerinden biri olacağız."
Fenerbahçe, 100 milyon dolara yaklaşan cirosunu, en kısa zamanda 250-300 milyon dolarlara yükseltmeyi başardığı zaman gerçek bir dünya devi olacak.
Aziz Yıldırım ve ekibinin bunu başaracağına inanıyorum.
Önceki gece yaşanan ruh bunu gösterdi.
* * *
Burada bir anımı anlatmak istiyorum.
Benim dışımda gelişen, ama benimle bağlantılı bir olay, belki de Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe’nin yazgısında garip bir değişikliğe neden oldu.
Şöyle.
Aziz Yıldırım’ın seçildiği 1998 kongresine oy kullanmak üzere gittim.
İki başkan adayı vardı. Biri Vefa Küçük, öteki Aziz Yıldırım.
Vefa Küçük önceki yönetimdeydi, onu tanıyordum. Aziz Yıldırım adını ise hiç duymamıştım.
O nedenle oyumu Vefa Küçük’e verecektim.
Ancak kongrede aidatımı yatırmayı unuttuğumu öğrendim. Yatırmak istedim.
Tüzüğe göre bunun olanaksız olduğunu ve oy kullanamayacağımı söylediler.
Arkadaşlarla biraz sohbet ettikten sonra eve döndüm.
Akşam haberlerde kongreyi Aziz Yıldırım’ın sadece 1 oy farkla kazandığını öğrendim.
Kaderin garip cilvesi işte.
Eğer oyumu kullanabilseydim Aziz Yıldırım ile Vefa Küçük’ün oyları eşit olacaktı.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
OPERA müziği dinlemek benim ruhumun yıkandığı, sakinleştiği terapi seanslarıdır.<br><br>Aryalarda (opera şarkıları) dalar giderim sonsuzluklara. Bazen serin, duru sulara dalıp bitkin düşünceye kadar kulaçlar atarım.
Bazen kanatlanıp sonsuzluklara yükselirim.
Bazen de karlı dağların doruklarına tırmanırım.
Sonra boşluğa bırakıveririm kendimi.
Bazen hüzünlenirim, bazen büyük bir coşkuyla dolar taşarım.
Aryaları dinlerken yapayalnızlığın keyfini ve özgürlüğünü yaşarım.
Opera benim ruhumu dirileştirir.
* * *
Ertuğrul Özkök’ün özene bezene seçtiği aryaları topladığı CD’sini dinlerken onun da aynı duygusal álemlere yolculuk yaptığını anladım.
O da benim gibi aryaların kutsal gücünün büyüsüne kapılıyor.
Aryalar onu da allak bullak ediyor.
Bunun son derece doğal olduğunu biliyorum; çünkü müziğin insanları aynı iklimlere taşıdığına inanıyorum.
Onları aynı haz doruklarında buluşturduğuna eminim.
Özkök’ün etkilendiği müziklerin beni de etkilediğini, zaman zaman hüzne, zaman zaman coşkuya sürüklediğini söylemeliyim.
Yaptığı arya seçimleri muhteşem.
* * *
"Arta Kalan Zamanda" CD’si operanın alfabesi gibi.
Birbirinden nefis, sarhoş edici aryaların arka arkaya insanın yüreğine işlemesi bugüne kadar yapılmamış bir deneme.
Özkök, seçtiği her aryanın kendi ruh dünyasında yarattığı depremleri yazıya dökme ustalığını da göstermiş.
Beğendiği aryaları dinlerken ruhundaki sükûn dolu dakikaları, fırtınaları, coşkuları, hüzünleri, başkaldırıları, coşkuları, yalnızlıkları maharetle anlatmış.
Bunu yapabilmenin ne kadar zor olduğunu kalem erbapları çok iyi bilir.
Ertuğrul Özkök bunu başarmış.
* * *
Bugüne kadar böyle bir CD yapılmadı.
Bu ilk ama eşsiz bir örnek.
Operayı sevmek, o dünyayı keşfetmek, aryaların kutsal seslerine ulaşmak için çok değerli bir şifre.
Örneğin, Bizet’nin "İnci Avcıları"nı dinlediğiniz zaman yüreğinizde bir kıpırdanma duyumsayacaksınız ve o müziğin peşine düşeceksiniz.
Catalani’nin La Wally’sini dinlerken insanın içine işleyen sesiyle gelmiş geçmiş en büyük soprano Maria Callas’ı keşfedeceksiniz.
Bach’ın, Faure’nin, Puccini’nin, Handel’in, Dvorak’ın, Pergolesi’nin, Gluck’un, Beethoven’in müziği ve onları seslendiren opera sanatçılarının sesleri, sizleri hiç bilmediğiniz dünyalara alıp götürecek.
* * *
Yıllar yıllar önce, öğrencilik yıllarımızda, cebimizdeki paranın yetersiz olduğu günlerde Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda oynanan operaları izlemek için bizi içeri sokacak yöneticileri beklerdik.
O dönemde oynanan operaları üst balkonun bir köşesine sığınarak ayakta izlerdik.
İşte opera sevgisi ruhuma o günlerde işledi ve giderek bende büyük bir tutkuya dönüştü.
Ertuğrul Özkök’ün derlediği "Arta Kalan Zamanda" CD’sini büyük bir keyifle dinlerken yaşamımın opera ile dolu yılları bir film şeridi gibi ruhumun aynasından akıp geçti.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2008
BEN gazeteciliğe başladığımda Süleyman Demirel başbakandı. O yıllarda terör, özellikle büyük kentlerde ortalığı kasıp kavuruyordu.
Sonunda 1971’de 12 Mart muhtırası geldi ve Demirel istifa etti.
Partilerüstü hükümetler dönemi başladı.
Önce Nihat Erim, sonra Ferit Melen ve ardından da Naim Talu başbakan oldu.
1973’te yapılan seçimle olağan döneme dönüldü. Seçimden birinci çıkan Ecevit başbakanlık koltuğuna oturdu.
1974’te Kıbrıs Barış Harekátı yapıldı.
Efsaneleşen Ecevit seçime gitmek için hükümeti bozdu. Ancak seçime gidilemedi.
Bunun üzerine Demirel Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi ile Birinci Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu ve yeniden başbakanlığı aldı.
1977 seçiminden sonra Ecevit yeniden hükümeti kurdu ama güvenoyu alamadı.
Demirel bu kez İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti ile yine sahneye çıktı.
1978’de bazı AP’liler istifa edince Demirel görevi bırakmak zorunda kaldı.
Ecevit Adalet Partisi’nden ayrılan 11 bağımsızla yeniden hükümet oldu.
1979 ara seçimindeki büyük yenilgiden sonra koltuğu Demirel’e bırakmak zorunda kaldı.
Zor ve acı yıllardı. Terör her gün kentlerin sokaklarında ortalama 20 kişinin canını alıyordu.
1980’de bu olumsuz ortam 12 Eylül darbesini getirdi.
* * *
Darbeciler Emekli Oramiral Bülent Ulusu’yu başbakan yaptı.
1983’te yapılan seçimi Anavatan Partisi kazanınca Turgut Özal Başbakan oldu.
1989’da Özal kendini Cumhurbaşkanı seçtirdi ve yerine de Yıldırım Akbulut’u bıraktı.
1991’de ANAP kongresinde genel başkanlığa Mesut Yılmaz seçilince başbakan oldu.
1991 seçiminden başbakan çıkan Demirel 1993’te Çankaya’ya çıkınca yerine Tansu Çiller başbakanlığa geldi.
Sonra sırasıyla Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit Başbakanlık koltuğuna oturdu.
2002 seçiminde AKP iktidar olunca Recep Tayyip Erdoğan yasaklı olduğu için Abdullah Gül başbakan oldu.
2003’te yasağı kaldırılan Erdoğan başbakanlığı Gül’den devraldı.
Bu döküme göre Erdoğan benim meslek yaşamımdaki 13. başbakan oluyor.
* * *
Bu başbakanların tümünü yazdığımız yazılarla sık sık eleştirdik.
Demirel’e çok ağır eleştireler yaptık.
Ama Demirel’in gazetecileri tehdit ettiğine bir kez bile tanık olmadım.
Ecevit de öyle, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz da...
Erbakan ise zaman zaman kendisini ve partisini eleştiren gazeteci ve gazetelere kızar, konuşmalarında onları kınardı.
Ama hiçbir gün Erbakan’ın bu öfkesi kontrolsüz bir noktaya gelmedi.
Burada Turgut Özal’a ayrı bir parantez açmam gerekiyor.
Çünkü Özal kızdığı gazetecilere karşı bazı cezalar verme girişimlerinde bulunur, ama öfkesi çabuk geçer, olay unutulur giderdi.
Hatta takıştığı gazetecilerin zaman zaman gönlünü alırdı.
Şimdi düşünüyorum da, o liderler için yazdıklarımın tümünün doğru olduğuna inanıyorum. O nedenle hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
Ama bugünden gerilere baktığımda yine de o insanları kırmış olabileceğimi düşünerek üzülüyorum.
Bilmiyorum, ilerde Erdoğan’a yazdığım yazılar için üzülecek miyim?
Doğrusunu söylemem gerekirse bunu hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
TÜRKİYE’ye yapılacak en büyük kötülüğü yaptılar. <br><br>Ülkeyi böldüler. Ülkenin huzurunu bozdular.
Halkı, devleti, devletin kurumlarını, memurları, üniversiteleri, bilim adamlarını, sivil toplum örgütlerini, sendikaları, basını, hepsini, hepsini böldüler.
AKP’li ve MHP’li milletvekilleri de ülkeye yapılan bu kötülüğe ortak oldular.
Yarın bunun faturasını millet olarak ağır bir şekilde ödemek zorunda kalacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.
Bakalım o zaman vicdanlarının sızısını nasıl dindirecekler?
Çocuklarının, torunlarının yüzüne nasıl bakacaklar?
Biz yakın tarihte bu acıları çok yaşadık.
Toplum olarak ağır faturalar ödedik.
* * *
Dünyanın en ciddi, en ağırlıklı gazeteleri Türkiye’nin tehlikeli bir yöne doğru gittiğine işaret ediyor.
Hiçbiri Türkiye’de AKP ve MHP’nin attığı adımları din ve vicdan özgürlüğü olarak görmüyor.
Hemen hepsi, söz birliği etmişçesine türbanın serbest bırakılması için yapılan anayasa değişikliği ile laik devletin direğinin kırıldığını vurguluyor.
Türkiye’nin İslam ülkelerine doğru dümen kırdığı konusunda Batı’nın siyaset dünyasında ciddi bir endişe dalgası yükselmeye başladı.
Batı’da beliren bu hava hiç kuşkunuz olmasın Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ipleri kopartıp attı.
AKP ve ülkenin geriye götürülmesi konusunda ona destek veren MHP bir şeyi anlamıyor.
Avrupa Birliği ancak ve ancak Atatürk’ün kurduğu modern, çağdaş ve laik Türkiye’yi arasına alır.
Erdoğan’ın siyasi İslam şalı ile sarıp sarmaladığı Türkiye’yi değil.
* * *
Erdoğan’ın Almanya gezisi sırasında Münih’te düzenlenen "Güvenlik Toplantısı"na katılan politikacıların Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na yönelttiği sorular, yaptıkları saptamalar gerçekten can sıkıcı.
Örneğin, Alman Hıristiyan Birlik Partileri Dış İlişkiler Komisyonu Üyesi Elmar Brok, "Türban yasasını onayladınız, bu AB’nin siyasi kriterlerine uymuyor" değerlendirmesi yapıyor.
Diğer katılımcıların soruları ise daha beter:
"AKP İslami parti mi?", "Türkiye’de İslami akımlar güçleniyor mu?", "Kadın-erkek eşitliği nasıl?", "Türkiye İran’la yakınlaşıyor mu? Nükleer programından neden endişeli değilsiniz?"
Bütün bu değerlendirme ve sorular Avrupa’da Türkiye’nin nasıl algılandığını gösteriyor.
Türkiye açısından oluşan bu imaj kirliğinin mimarı Erdoğan’ın AKP’sidir.
Anlaşılıyor ki artık Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki tüm köprüler atıldı.
AKP’nin sayesinde 40 yıldan fazla emek verdiğimiz, üyesi olmak için çabaladığımız Avrupa serüveni artık sona erdi.
Türkiye’ye büyük zarar verildi.
Erdoğan’ın dün parti grubunda yaptığı konuşma ise bütün bu tatsız gelişmelerin üzerine tuz biber ekti.
Erdoğan’ın tehditlerle dolu konuşması demokratik bir ülkenin yöneticisinin kullanmaması gereken bir üsluptur.
Başbakanların tehditler savuracak kadar öfkeye kapılmaya hakları yoktur.
Kırk yıldır Türk siyasetini izlemeye çalışan bir gazeteci olarak bunu belirtmek zorundayım.
Yazının Devamını Oku