Tufan Türenç

Erdoğan’ın şifreleri

10 Mart 2008
BAŞBAKAN Erdoğan hemen her konuşmasını kürsünün önüne yerleştirilen iki cam ekrandan okuyarak yapar. <br><br>Dinleyenler bir şeyler sezer ama Başbakan’ın okuduğunu anlayamazlar. Televizyondan izleyenler ise irticalen konuştuğunu zannederler.

"Helal olsun Başbakan’a, su gibi konuşuyor" diye düşünürler.

Bu olay "promter" denilen alet sayesinde olur.

Başbakan’ın yapacağı konuşma metni kürsünün hemen önüne sağa ve sola yerleştirilen iki cam ekrandan akar.

Başbakan da sağa sola bakarak o konuşmayı okur.

Erdoğan bazen çamlar deviriyor ya, işte onları önünde promter olmadığı zamanlarda yapıyor.

Uşak’taki konuşmalarında Başbakan iki büyük gaf yaptı.

Atatürk Kültür Merkezi’ndeki konuşmasında kadınların en az üç çocuk yapması için fetva verdi.

Önce nüfus kontrolünü savunanları bu ülkeye tuzak kurmakla suçladı.

Sonra da kadınlara "Türkiye genç nüfusunu korumak zorundadır. Onun için sakın bu tuzağa düşmeyin" diye seslendi.

* * *

Başbakan’ın ileri sürdüğü gerekçelerin mantıklı bir açıklaması yok.

Çünkü Türkiye nüfusunu azaltacak bir nüfus planlaması uygulamıyor ki.

Ama Başbakan’ın derdi bu değil.

Onun kafasının arkasında kadınları eve kapatmak var.

Onları sosyal yaşamdan çekip evinin kadını yapmak var.

84 yıl önce Atatürk’ün kafasında Türk kadınını örtülerden, çarşaflardan, peçeden kurtarıp modern giyime kavuşturmak, onu sosyal yaşamın her alanında sokmak ve erkekle aynı haklara sahip hale getirmek vardı.

Toplum nüfusunun yarısını oluşturan kadınların okumaları ve üretime katılmaları onun kafasındaki en büyük devrimdi.

Bunu da bütün zorlukları aşarak gerçekleştirdi.

Çünkü Atatürk’ün kafasında modern ve uygar bir Türkiye’yi yaratmak vardı.

Oysa Tayyip Bey’in kafasında kadınsız bir Türkiye var.

Onun kafasında modern ve uygar Türkiye yerine, üzerine İslam şalının geçirildiği din ağırlıklı bir rejim var.

* * *

Uşak’ta Tayyip Bey’in kafasındaki şifreleri açığa çıkaran bir çam devirme olayı daha yaşandı.

Halka hitap ederken (promter yok) bir vatandaş "Af yok mu" diye bağırdı.

Başbakan kızdı.

Kafasındaki şifreler bir anda çözüldü ve beyninin arkasındakiler dökülmeye başladı:

"Af yok. Suç işleyen cezasını çeker. Devlet katili affetme yetkisine sahip değil. Affetme yetkisi maktulün várisine aittir."

Hayda...

Başbakan laik demokratik cumhuriyetin hukukunu, yani medeni hukuku bir anda silkip atıverdi.

Olayı İslam hukukuna göre değerlendirilmesi gerektiğini savundu.

Yani İslami rejime duyduğu özlemi dışa vurdu.

Diyelim ki maktulün várisi affetti.

Devlet o zaman yasaları bir kenara itip katili affedebilecek mi?

Böyle bir zihniyete sahip olan insan laik, demokratik Türkiye’yi yönetebilir mi?

Ülkemizi dilinden düşürmediği "muasır medeniyetler seviyesine" yükseltebilir mi?

Avrupa Birliği’ne sokabilir mi?

Bütün bu söylemleri Erdoğan’ın laikliği olduğu kadar medeni hukuk düzenini de hálá içine sindiremediğini ortaya koyuyor.
Yazının Devamını Oku

AKP ekonominin üstünü türbanla örtüyor

8 Mart 2008
DÜNYA Kadınlar Günü’nde dünya kadınlarının büyük çoğunluğu çok kötü koşullar içinde yaşıyor. <br><br>Geri kalmış toplumlarda kadınlar hálá köle hayatı sürdürüyorlar. Türkiye’de ise AKP iktidarında Türk kadınının durumu hiç de iç açıcı değil.

Bilgi çağını yaşayan dünyada kadınlarımızı yeniden örtülerin içine hapsetme çabaları giderek yoğunlaşıyor.

Bu eylemi siyasetçilerle tarikatlar ortak yönlendiriyor.

Türban sorunu sunulduğu gibi "bireysel özgürlük" sorunu değil.

Tamamen siyasi bir hareket.

Laik cumhuriyet rejimine bir başkaldırı.

DİSK eski başkanı, DSP eski milletvekili Rıdvan Budak’ın (Tekstil İşçileri Sendikası Genel başkanı) yaşadığı bir olay bunu açıkça gösteriyor.

2002 Haziran seçimlerinden hemen önce arkadaşlarıyla Meclis lokantasında yemek yiyen Rıdvan Budak’ın yanına Fazilet Partisi Milletvekili Azmi Ateş geliyor.

"Sayın Budak türbanlı öğrenci velileri (babalar) sizinle görüşmek istiyorlar" diyor.

Budak "Benim görüşüm belli" diyerek görüşmenin yarar sağlamayacağını belirtiyor.

Ama Azmi Ateş ısrarla görüşmek istediklerini söyleyince "Peki odama gelsinler" diyor.

* * *

6-7 kişi geliyor, "Kızlarımız inançları gereği örtünüyorlar, bu yüzden de üniversiteye gidemiyorlar. Bize destek verin" diyorlar.

Budak karşısındaki babalara aynen şunları söylüyor:

"Bakın, biz İstanbul’a ben çocukken Erzurum’un Tercan İlçesi’nden geldik. Annem ve yengem siyah çarşaf giyiyordu. Bu yöresel kıyafetti. Bir süre sonra annem çarşafı çıkarttı ama başörtüsü örttü.

Benim annemin çarşafının arkasında siyaset yoktu. Atatürkçüydü ve onu çok severdi.

Ben işte böyle bir aileden geliyorum. Onun için sizi anlıyorum. Ancak türban siyasi simge, buna yargı da karar verdi.

Bakın, ben size şöyle yardım edebilirim. Meclis basın toplantısı odasına gidelim. Gazetecilere ’Genç kızlarımızın başlarını örttükleri için gelecekleri karartılmasın. Bu çocuklar üniversitelerde okuyabilsinler’ diyeyim.

Sonra da siz çıkıp deyin ki: ’Ey siyasetçiler çocuklarımızın başlarından elinizi çekin.’

Şaşırdılar, birbirlerine baktılar."

* * *

Budak bakmış öğrenci babaları karar vermekte zorlanıyorlar onun üzerine şunu önermiş:

"Ben odadan çıkayım siz aranızda konuşun veya gidin bir saat sonra gelin, kararınızı bana söyleyin. Ona göre hareket edelim."

Çıkıp gitmişler.

20 yirmi dakika sonra Rıdvan Budak’ı telefonla aramışlar:

"Rıdvan Bey bize çok dostça davrandınız. Sağolun, varolun. Ama biz bu açıklamayı yapamayız. Kusura bakmayın."

Bu olayı anlattıktan sonra Rıdvan Budak şu değerlendirmeyi yapıyor:

"Türban başka, başörtüsü başkadır. Ancak türbanı başörtüsü diye bu topluma kabul ettirdiler. Türban olayı siyasi bir harekettir.

Bugün liberaller, sosyal demokratlar ve aydınlar rejim için güçlü bir duruş sergilemeliler. Bu yapılmazsa iktidar güçlüyüm diye zehaba kapılır.

Ekonomi hiç iyi gitmiyor.

Denizli, Adana, Gaziantep ve Bursa kan ağlıyor. Oysa buraları Türk sanayiinin kalbidir. Buralarda işsiz insan olmazdı, şimdi işsizden geçilmiyor.

AKP, çok kötü durumda olan ekonominin üstünü türbanla örtüyor."

Evet AKP iktidarı halkı yapay gündemlerle, sadaka politikalarıyla kandırıyor.
Yazının Devamını Oku

İktidar, tarikatlara değil halka sorumludur

7 Mart 2008
BİRBİRİMİZLE didişmekten, bütün ulusumuzu sevince boğan Fenerbahçe’nin başarısını bile ağız tadıyla yaşayamadık.<br><br>Politikacılar ile Genelkurmay, birbirlerine hakarete varan ağır sözlerle saldırıyor. Türk halkı bunu büyük üzüntüyle izliyor.

Oysa demokrasilerde muhalefet partilerinin görevi iktidarı, kurumları halk adına sorgulamaktır.

Bu onların birincil görevidir.

Rejimin selameti açısından buna kızmak değil, sevinmek gerekir.

Kafaların bulanıklıktan kurtulması için sorumlulara yöneltilen sorular sabırla yanıtlanmalıdır.

İktidar da muhalefet partilerine ülke sorunları hakkında sık sık ayrıntılı bilgiler vermek zorundadır.

Ama AKP iktidarı bugüne kadar bunu bir türlü içine sindiremedi.

Muhalefete, kamuoyuna bilgi vermeyi kendi yetkileri açısından bir zafiyet gibi gördü.

Asker de öyle...

Sivillerin kendilerinden hesap sormasını demokratik sistemin bir gereği olarak kabul edemiyorlar.

Kızıyorlar, hatta işi politikacıları "ihanetle" suçlamaya kadar götürebiliyorlar.

* * *

Amerikalı bakanın dünyanın öbür ucunda başlattığı "Çekilin, çekilin" çağrısını Türkiye’ye geldikten sonra da sürdürmesi, diplomatik nezakete uygun değildi.

Askerlerimizin, bakanın ayrıldığı gecenin sabahında çekilmesi ise yanlıştı ve haklı olarak kafalarda bazı kuşkular yarattı.

Halkın yüreğine "Amerika istedi, onun için çıktık" inancı yerleşti.

Muhalefet bunu görmezlikten mi gelmeliydi?

Yoksa görevini yapıp bunu sorgulamalı mıydı?

Kuşkusuz sorgulamalıydı. Muhalefet de bunu yaptı.

Genelkurmay Başkanı’nın, "Sen bunu hangi hakla soruyorsun?" tavrı demokrasiye uygun bir tutum değildi.

Buna hükümetin yanıt vermesi gerekirken Genelkurmay’ın araya girerek çok ağır açıklama yapması ve muhalefeti "hainlikle" suçlaması yanlıştı.

Muhalefetin bunun altında kalmama telaşıyla verdiği ağır karşılık da gereksizdi.

Doğal olarak tartışma da tam bir kör dövüşüne döndü.

* * *

Genelkurmay böyle bir alınganlık içine neden sürüklendi anlayamadım.

Çünkü bütün Türkiye yapılan operasyonun ne kadar büyük zorluklarla, özverilerle gerçekleştirildiğinin bilincindeydi.

Nitekim geri çekilmeyi sorgulayan muhalefet dahil hiç kimse operasyonun mükemmelliği aleyhinde bir tek sözcük sarf etmedi.

Sorgulamanın muhatabı hükümetti.

Örneğin, sürecin başından beri ortalarda gözükmeyen Dışişleri Bakanı neredeydi?

Bir dışişleri bakanı böyle yaşamsal günlerde ortadan kaybolur mu?

Ben meslek yaşamımda böyle bir şey görmedim, duymadım.

Ali Babacan’ın günlerdir ne yüzünü gördük, ne de sesini duyduk.

Bir hükümet düşünün ki, bu kadar kritik bir süreçte TBMM’yi ve kamuoyunu bilgilendirme gereğini bile duymuyor.

Ama buna karşın kendi halkından fellik fellik kaçırdığı anayasa taslağını, Amerika’da tartışmaya açıyor.

Hem de bunu Fethullah Gülen cemaatinin düzenlediği bir toplantıda yapıyor.

Yapılan bu işin akılla, mantıkla bir ilgisi var mı?

İktidar tarikatlardan, cemaatlerden önce kendi halkına karşı sorumludur.
Yazının Devamını Oku

Aşkale’deki kafayla diaspora kafası aynı

5 Mart 2008
Gazetecilik fakültesinde çok sevdiğim ünlü bir profesör vardı. Ermeni kökenliydi.

Ailesi Kayseri’den İstanbul’a göç etmişti.

Okulu bitirdikten sonra ilişkimiz hiç kopmadı.

Ona daha çok balıkçı lokantalarında rastlar, hal hatır sorar, sohbet ederdik.

Sonra birden ortalarda görünmez oldu. İzini kaybettim.

Aradan yıllar geçti, bir gün yine Ermeni bir arkadaşın işlettiği balık lokantasında rastladım ona.

Sarıldık birbirimize.

"Yahu, seni gördüğüme çok sevindim" dedi.

"Ben de öyle... Nerelerdeydin Hoca? Seni göremez oldum."

Anlattı.

Asala cinayetlerinin yoğunlaştığı dönemde üniversiteyi bırakmak ve Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış.

O günlerde içine sürüklendiği psikolojiyi kimseyi suçlamadan anlattı.

Fransa’ya gidip yerleşmiş.

Oradaki akrabalarıyla birlikte ticaret yapmaya başlamış.

"İşler iyi gitti. Epeyce para kazandım. Durumum çok iyi" dedi.

* * *

Ama yüzündeki hüzün Fransa’da mutlu olmadığını gösteriyordu.

"Tek sıkıntım var. Türkiye’yi çok özlüyorum. Ne zaman özlemim dayanılmaz hale geliyor, atlıyorum uçağa ver elini Türkiye. Burada bir süre kalıyorum, ciğerlerimi buranın havasıyla dolduruyorum ve Paris’e dönüyorum."

Sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Yahu garip bir şey. Fransa’da bütün kemiklerim sürekli sızlıyor. Ama uçak ne zaman Türk hava sahasına girse ne sızım kalıyor, ne ağrım. O zaman ’Ulan Türkiye’ye geldik’ diyorum kendi kendime. Hemen hostese ’Türk Hava sahasına girdik mi?’ diye soruyorum.

’Evet efendim girdik’ diyor.

Biliyor musun bugüne kadar bir kez bile yanılmadım."

Türkiye’de kaldığı sürenin her saniyesini kaçırmadan yaşıyormuş.

Uyku bile uyumamaya çalıştığını söylüyor.

"Türkiye özlemi bambaşka. Allah kimseye çektirmesin" diyor.

Ben o güne kadar Türkiye sevgisinin bu kadar güzel anlatıldığını duymamıştım.

Gözlerim yaşarmadı desem yalan olur.

Onlar, Anadolu Ermenileri bu ülkenin öz evlatları. Hepsinin yüreği Türkiye için atıyor.

* * *

Dünkü Hürriyet’in manşet haberi önümüze geldiğinde fotoğraflara bakarken bu olayı anımsadım.

İçim titredi.

Aşkale’nin kurtuluş törenlerindeki Ermenilerle ilgili ilkel sahnelere izin verenlerin bu ülkeye düşmanlık tohumları ektiklerinin farkında olup olmadıklarını düşündüm.

Bir milleti, bir başka millete düşman olarak yetiştirmek benim anlayışıma göre gerçek bir insanlık suçudur.

Türk ve Ermeni halkları arasında ayrılık gayrılık yoktur.

Hepimiz aynı coğrafyanın çocuklarıyız.

Geleneklerimiz, göreneklerimiz, duygularımız, coşkularımız, hüzünlerimiz, ortak bir potada yoğrulup şekillenmiştir.

Aşkale’deki kafayla Amerika’daki diasporanın ve Erivan’daki şahinlerin kafası arasında en ufak bir fark yoktur.

Her üç kafa da ilkeldir.

Tek amaçları Türk-Ermeni düşmanlığını taze tutmaktır.

Çünkü onların varlık nedeni budur.
Yazının Devamını Oku

Cambaza bak cambaza...

3 Mart 2008
DENGİR Mir Mehmet Fırat’la bazı televizyon programlarında birlikte olduk. Program boyunca da tartıştık kendisiyle. Bende nazik bir insan izlenimi bırakmıştı.

Ama basının karşısına geçtiğinde Dengir Bey hırçın, haşin hatta kaba bir insan olup çıkıyor.

Demek ki mikrofonun başına geçince ve karşısında basını da görünce ilginç bir kişilik değişimi yaşıyor Dengir Bey.

Rektörlere "Ceberrut, hukuk tanımaz, aymaz" diye hakaretler ediyor.

Oysa Dengir Bey kendisi de hukuk mezunudur.

Demek ki politika, Dengir Bey’i yetiştiği camianın hocalarına bile saygısızlık yapacak bir ruh hali içine sürüklüyor.

* * *

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de aynı psikoloji içinde.

Çünkü kendisi de o camianın içindendir.

Doçenttir ve yıllarca öğretim görevlisi olarak üniversitelerin içinde yer almıştır.

O da rektörlere sert eleştiriler yöneltiyor, onları siyaset yapmakla suçluyor.

"Cüppelerini çıkarsınlar, siyaset yapsınlar" diyor.

Hem Bakan, Dengir Bey rektörlere neden kızıyorlar?

Çünkü rektörler, YÖK Başkanı’nın hukuk tanımazlığına, hükümetin memuru gibi davranmasına karşı çıkıyorlar.

Çünkü iktidar tarafından medreseye dönüştürülmek istenen üniversitelerini koruyorlar.

Cumhuriyet üniversitelerinin tarikatlara teslim edilmesine izin vermiyorlar.

Özerk ve özgür üniversiteler için savaşıyorlar.

Çağdaş eğitimden bir adım geri gitmiyorlar.

İşte Dengir Bey’e ve Hüseyin Bey’e göre rektörlerin işledikleri suçlar bunlar.

* * *

Milli Eğitim Bakanı Çelik’in son beş yılından birkaç rakamla dini eğitimi nasıl çağdaş eğitimin üstüne geçirmek için çalıştığının örneklerini verelim.

Genel liselerde her 20 öğrenciye bir öğretmen düşerken, imam hatip liselerinde her 10 öğrenciye bir öğretmen düşüyor.

Genel liselerde öğrenci başına 1259 YTL harcama yapılırken, imam hatip liselerinde öğrenci başına 3037 YTL harcama yapılıyor.

Hüseyin Çelik’in bakanlığı döneminde okullara 7758 din kültürü öğretmeni, buna karşılık 546 felsefe öğretmeni atandı.

Bildiğiniz gibi hukuk mukuk tanımayan AKP’nin memuru YÖK Başkanı için savcılığın gönderdiği soruşturma dosyasına "Yaptıklarının suç teşkil ettiğini sanmıyorum" diye izin vermiyor.

* * *

21. yüzyılda, bilgi çağını yaşıyoruz. Türkiye ise bu abuk subuk konularla uğraşıyor.

Vatan Gazetesi’nden Asaf Savaş’ın köşesindeki bir örneği vermek istiyorum.

Bakın Türkiye cambazı izlerken nasıl soyuluyor:

"Bir yabancı 2007 başında 100 dolarına 142 YTL alıyor. Bir yıllık yüzde 20 nominal faizli devlet tahviline yatırıyor. Hazine 2007 sonunda kendisine 170 YTL ödüyor. 1.17 dolar kurundan 145.6 doları cebine koyuyor."

İyi mi? Yabancı bir yılda 100 dolarına 145.6 dolar alıyor. Yabancıya ödenen 45.6 dolar kimin cebinden çıkıyor?

Gariban Türk halkının.

Başbakan da dünyanın en yüksek faizini veren Türkiye’ye giren bu sıcak para olayını, itibarımızın ne kadar arttığının bir göstergesi olarak satıyor.
Yazının Devamını Oku

Sarkozy ile Erdoğan

1 Mart 2008
İKİ lider arasında ilginç benzerlikler var.İkisi de sinirli, ikisinin de öfkeleri burunlarında...<br><br>Üslupları haşin, kırıcı. Kızdıkları zaman ona buna hakaret ediyorlar. İkisinin de laiklik ve demokrasi anlayışları kendilerine özgü.

İkisi de aklına koyduğunu yapıyor.

Hatır gönül konusunda katı, hoşgörüsüzler.

Sarkozy, seçildikten sonra yaptığı gezilerde Fransız halkının en duyarlı olduğu laiklik konusunda kuşku uyandıracak sözler söyledi:

"Ülkeler, insanlar dini göz ardı etmemelidir. Ama bu laikliğe zarar vermemelidir."

Ne var bunda diyeceksiniz, ama Fransa’da kıyametler koptu.

Yazarlar, aydınlar ayağa kalktı ve "Laik bir ülkenin cumhurbaşkanı nasıl böyle konuşur, laikliği temelinden nasıl sarsar?" diye bağırdılar.

İmza kampanyaları açıldı, gazetelere ilanlar verildi.

Sarkozy geçtiğimiz hafta içinde Paris’teki tarım fuarına gitti. Orada vatandaşlarının ellerini sıkıp gülücükler dağıttı.

Elini uzattığı gözlüklü bir adam, kendisine "Yoo dokunma bana" diye elini çekti.

Sarkozy öfkelendi ve "Çek arabanı öyleyse" dedi.

Adam, "Beni kirletiyorsun" diye diklendi.

Sarkozy çıldırdı: "Defol git karşımdan pislik... Zavallı aptal... Geri zekálı..."

* * *

Şimdi de Erdoğan’ın söylediklerinden bazılarını (hepsine sayfalar yetmez) anımsayalım:

"Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii gidecek be."

"Ben Müslümanım diyenin aynı zamanda laikim demesi mümkün değil."

"Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. Ulema ne diyorsa o olur." (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne)

"Efendi kim oluyorsun, buna mecelle (şeriat hukuku) karar verir." (Türban kararı için Danıştay’a)

"Sallama, elini kolunu sallama, her yerin oynuyor be!" (Muhalefete)

"Yahu bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?" (Erzurum’da çiftçilere)

"Ulan terbiyesizlik yapma! Artistlik yapma ulan! Hadi ananı da al git burdan. (Mersin’de bir narenciye üreticisine)

"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." (Şehit yakınlarına)

"Ne konuşacam ben o kadınla yahu." (Şehit annesine)

"Söyleyin şu sahtekára ne istiyormuş." (Almanya’da yeşil sermayenin dolandırdığı gurbetçiye)

* * *

Farkındayım, Erdoğan’ın söyledikleri hem içerik, hem de sayı bakımından Sarkozy’nin yüz katı.

Şimdi bir karşılaştırma yapalım.

Fransız toplumu aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle, sokaktaki vatandaşıyla Sarkozy’yi yerden yere vuruyor.

Bizde ise toplum sessizlik içinde olan biteni izlemekle yetiniyor.

Daha düşündürücü olanı da şu:

Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin reytingi 20 puan birden düşüyor.

Bizde ise Başbakan Erdoğan’ın reytingi durmadan yükseliyor.

Mesut Yılmaz’ın açıklaması

ÖNCEKİ gün türbanla ilgili Anayasa değişikliğine Mesut Yılmaz’ın "evet oyu" verdiğini yazmıştım.

Ben bu bilgiyi Cumhurbaşkanı’nın, "Kanaatim zaten oluşmuştu. İçlerinde bağımsız bir başbakanın da olduğu 411 milletvekilinin evet oyu ile kabul edilmiş, hafta sonu normal olarak onayladım" açıklamasından öğrenmiştim.

Cumhurbaşkanı’nın yanlış bir bilgi vereceğini tahmin etmediğim ve Yılmaz’dan da bir düzeltme gelmediği için bunu yazdım.

Dün Mesut Yılmaz aradı, "Bunu nereden çıkardınız" dedi. Ben de "Cumhurbaşkanı’nın açıklamasından" yanıtını verdim.

Yılmaz şöyle dedi: "Ben Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını görmedim. Sizin yazınızdan öğrendim. Bu gizli bir oylamadır. Sayın Cumhurbaşkanı benim oyumu nereden biliyor? Ben türban yasağına karşıyım ama bu Anayasa değişikliği bir anlaşma aranmadan yapıldığı için ret oyu verdim. Cumhurbaşkanı’nın benimle ilgili böyle bir yanlış yorum yapmasını fevkalade yadırgadım."
Yazının Devamını Oku

Tarih onlar için şaşmaz hükmünü verecek

29 Şubat 2008
CUMHURBAŞKANI Gül’ün söyledikleri kabul edilebilir gibi değil.<br><br>Mehmetçiklerin ölüm kalım savaşı verdikleri harekátın ilk günü türban değişikliklerini onaylamasının gerekçeleri, yaptığından da üzücü. Cumhurbaşkanı "İnanın hiç aklımdan geçmedi böyle bir şey" diyor.

Keşke geçseydi de önüne koyup düşünseydi.

Keşke "Başkomutansam bu konulardaki milli hassasiyeti en çok gösterecek kişi benim" demeseydi.

O koltukta oturan bir kişi olarak milletimizin yüreğinin ağzında olduğu bir günde bu duyarlılığı gösterebilseydi.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, belli ki YÖK Başkanı’nı atarken de ülkenin hassas dengeleri hiç aklından geçmemiş.

Sonuç ne oldu?

Üniversiteler tam bir kaosa itildi.

Ne yazık ki, hem iktidarın emelleri, hem YÖK Başkanı’nın tutumu sayesinde üniversiteler ki kaos daha da büyüyecek.

Öğrenciler birbirinin gırtlağına sarılmaya başladı bile.

Olaylar baş edilemez duruma gelince bakalım "Başkomutan" ne yapacak?

* * *

Üniversite camiasının adını bile duymadığı, yöneticilik deneyimi sıfır olan, rektörlük, dekanlık yapmamış bir kişiyi böyle bir göreve getirmek bilim kurumlarındaki huzurun bozulması için yaldızlı bir davetiyeydi.

Belli ki Cumhurbaşkanı’nın tek kriteri "Benim ve AKP’nin dünya görüşüne uygun olsun yeter, gerisi önemli değil"di.

Önemli olan bu kişinin üniversiteleri iktidarın ele geçirmesi için verilen emirleri harfiyen yerine getirmesiydi.

Doğrusu yeni YÖK Başkanı da bunu fazlasıyla yapıyor.

Bilim kurumlarındaki huzur bozulurmuş, öğrenciler birbirlerine girerlermiş kimin umurunda.

Bilgi çağında iktidar için bunlar hiç önemli değil.

Önemli olan türbanlılar üniversitelere, imam hatipliler istedikleri fakültelere girebilsin, şeriatçılar akademik kadrolara yerleştirilsin.

Hedef, Cumhuriyet üniversitelerini tarikat üniversiteleri haline getirmek.

AKP iktidarı çok iyi biliyor ki, uygulamaya başlanan baskı stratejisi ile üç beş yıl içinde üniversitelerde başı açık öğrenci kalmayacak.

* * *

Anımsarsınız, "411 el kaosa kalktı" sözüne nasıl köpürdüler.

Hakaretler yağdırdılar.

Ne oldu? Söylenenler doğru çıkmadı mı?

Üniversiteler sonu çok tehlikeli bir kaosa sürüklenmedi mi?

Hukuk ve uygulama açısından da durum karmakarışık değil mi?

Cumhurbaşkanı, Başbakan bunları görmüyor mu?

Durduk yerde ülkenin huzurunu bozduklarının, toplumu ikiye böldüklerinin farkında değiller mi?

Bir formül bulunamaz mıydı?

Bulunurdu, ama istemediler.

Çünkü "Ne pahasına olursa olsun, türban üniversiteye girsin. Üniversitelerin fethi tamamlansın" diye yanıp tutuşuyorlar.

* * *

Belki gözden kaçmıştır, bir kez daha anımsatmak isterim.

Kaosa kalkan 411 el içinde kimler yok, kimler...

Ama en şaşırtıcı olanı, 8 yıllık zorunlu öğretimin çıkması için günlerce mücadele eden eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın bu kadro içinde yer alması.

Atatürk’ten 80 yıl sonra, 21. yüzyılda Türk kadınını örtmek için birbiriyle yarışan bütün politikacıları kutlarım!

Tarih onlar için hükmünü verecek.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de kimse kimseyi sevmez oldu

27 Şubat 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün cımbızla bulup seçtiği YÖK Başkanı tam anlamıyla eksantrik bir insan. Kimliğine bakarsanız profesör.

Yani bilim adamı.

Anayasa değişikliğinin ilk gününde üniversite rektörlerini, yani meslektaşlarını düpedüz tehdit eden bir bilim adamı.

Prof. Yusuf Ziya Özcan yaptığı açıklamada rektörlere şu uyarılarda bulundu:

"Cumhuriyetin temel nitelikleri kişi hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına gerekçe gösterilemez... Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarına dayanarak uygulama yapmayın."

YÖK Başkanı bu açıklamasıyla Cumhuriyet ilkelerini takmadığını, hukuku yok saydığını ortaya koydu.

Bu açıklama için ne diyeceksiniz?

Söz burada bitiyor.

Cumhuriyet’in temel niteliklerini ve hukuku bir kenara iten ve bunlara uyan rektörleri suçlu sayacağını söyleyen bir YÖK başkanı...

İşte Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin üniversitelerin başına seçtiği kişi.

Maliye Bakanı Unakıtan "YÖK Başkanı çok güzel şeyler söylüyor" diyen bürokratına boşuna "İsterse söylemesin" demedi.

* * *

Bu hükümet her konuda olduğu gibi türban olayını da yüzüne gözüne bulaştırmayı başardı.

Devletin sadece nutuk atarak yönetilemeyeceğini belki bir gün öğrenecekler.

Ama o zamana kadar da devleti perişan edecekler.

Anayasa’yı değiştirilemeyecek maddelerine aldırmadan değiştiriyorsun ama hangi kıyafetlerle üniversitelere girilebileceğini kanunla belirlemiyorsun.

Sorun ortada kalıyor.

Sonra da YÖK Başkanı’na "Rektörlere baskı yap, türbanlı öğrencileri içeri alsın" diye emir veriyorsun.

Adam da bilim adamlığını filan bir kenara bırakıyor, "Emredersiniz" diyor ve rektörlere emirler yağdırıyor.

Onlardan Cumhuriyet’in temel niteliklerini göz ardı etmelerini, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamalarını istiyor.

* * *

Şimdi rektörler YÖK Başkanı’na uysa ve kapıları arkasına kadar açsalar neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Bugün, anayasa değişikliğine göre isteyen istediği kıyafetle üniversitelere girebilir.

Yani çarşaflısı, peçelisi, burkalısı, sarıklısı, mini eteklisi, şortlusu, hatta mayolusu...

İsterlerse üniversiteye girebilir mi?

Bal gibi girer.

Çünkü anayasa değişikliğine göre, giyim kuşamı nedeniyle kimsenin eğitim hakkı engellenemez.

Hiç kuşkunuz olmasın ki üniversitelerdeki huzur sona erecek. Bilim kurumlarımızda kavgalı günlere yeniden dönülecek.

Kamplara ayrılan öğrenciler birbirlerinin boğazına sarılacak.

İşte bu kafayla ülkeyi yönetirseniz, "bizim sözümüzden çıkmayan bir YÖK başkanı" arayıp bulursanız, bu tür gelişmeler kaçınılmaz olur.

Bilim yuvalarını terör yuvaları haline getirirsiniz.

Biz meslek yaşamımızda bunları defalarca yaşadık.

Acı ve düşündürücü olan şu:

AKP iktidarında Türkiye "onlar" ve "biz" diye ikiye bölündü, kimse kimseyi sevmez hale getirildi.
Yazının Devamını Oku