21 Nisan 2008
RECEP Tayyip Erdoğan sanırım Meclis’te yaşanan çirkin olayı olağan karşılayan, hatta linç edilmek istenen milletvekilinin suçlu olduğunu iddia eden ilk başbakandır. Dünya parlamenter rejimlerinde görülmemiş bir davranıştır bu.
Düşünün, bir milletvekili çıkıyor kürsüye, iktidarı, başbakanı, cumhurbaşkanını eleştiriyor.
Bu, bir milletvekilinin hem hakkıdır hem de görevidir.
Ancak genel başkanlarının gözüne girmek dürtüsüyle bazı kahramancıklar çıkıveriyor ortaya.
Küfürlerle, hakaretlerle susturmaya çalışıyorlar eleştiren milletvekilini.
Sonra hızlarını alamıyorlar, daha çok göze girmek için üzerine atlıyorlar.
Araya girenler olmasa milletvekilini linç edecekler.
Oysa yoksul bir kentin milletvekili olan Kamer Genç yapması gerekeni yapıyor.
Seçmenleri onu oraya iktidarı sorgulasın, onlardan hesap sorsun, kendi hakkını arasın diye yolluyor.
Bu görevini yerine getirmeyip de ne yapacaktı Kamer Genç?
* * *
İktidara yağ yapıp, etliye sütlüye karışmayıp, uslu uslu otursaydı AKP’liler onu başlarında taşırlardı.
Onun her istediği anında iktidar tarafından yerine getirilirdi.
O da elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan küpünü doldururdu.
Ama halkının yüzüne bakamaz, seçim bölgesi Tunceli’ye gidemezdi, o başka.
Ne yapacaksınız, Türkiye’de onurlu yaşamak zordur.
Ödenmesi gereken faturaları vardır.
Kamer Genç de bunu ödüyor işte.
Linç edilmekten CHP milletvekillerinin sayesinde kurtuluyor.
Evet, biliyorum Kamer Genç sivri dillidir, öfkelidir, eleştirileri ağırdır.
Ama iktidarsanız, parlamenter rejimde kürsünün kutsallığına inanıyorsanız eleştiriler ne kadar ağır olursa olsun hoşgörüyle dinleyeceksiniz.
Siz de çıkarsınız kürsüye, eleştirileri yanıtlarsınız.
Sürekli arkasına sığındığınız demokrasinin değişmez kuralı budur.
Buna uymayıp sizi eleştirenleri linç etmeye kalkarsanız, sizin demokrasiyle uzaktan yakından ilginiz olmadığı ortaya çıkar.
* * *
İşin daha düşündürücü yanı var, o da şu.
Demokratlığı kimselere bırakmayan Başbakan Erdoğan’ın, gazeteci arkadaşların linç girişimi konusundaki sorusuna verdiği yanıttır.
Başbakan, arkadaşlarının şiddet uygulamayacaklarını, esas şiddet uygulayanın Kamer Genç olduğunu söylüyor ve Tunceli milletvekilini provokatörlükle suçluyor.
Belli ki Genç’in konuşmaları, sert eleştirileri Başbakan’ın damarına basıyor, onu kızdırıyor.
Erdoğan’ın bu tutumu parlamentonun saygınlığına gölge düşürdüğü kadar, kürsüde eleştiri yapanlara saldıran AKP’li kahramancıklara da cesaret veriyor.
Bu, parlamenter sistem açısından kabul edilebilir bir yaklaşım olamaz.
Meclis, muhalefet milletvekillerini korumakla yükümlüdür.
Belli ki önümüzdeki dönemde bu tip olaylar daha büyük boyutlarda yaşanacaktır.
Bu kadar hoşgörüsüz bir iktidar Türkiye’yi yönetmekte ciddi zorluklar yaşar.
Türkiye bu kadar gergin bir ortamda mümkün değil huzurlu bir ülke olamaz.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2008
ÜNİVERSİTELERDE türban serbest oldu.Herkes merakla bekliyor, şimdi ne olacak? Deniliyor ki: "Mahalle baskısı" gibi üniversitede "türban" baskısı olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde tüm kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek.
Bu olabilir mi? Evet olur.
Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var: Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak?
Söyleyeyim: Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler.
Peki sonra ne olacak?
Evlenip eve kapatılacaklar...
Kitapta buna verilen örnekler şöyle:
Hayrünnisa Gül...
18 Ağustos 1980. Abdullah Gül 30, Hayrünnisa Özyurt 15 yaşında.
O gün evlendiler. Hayrünnisa okulu bıraktı, tesettüre girdi, ev kadını oldu.
Emine Erdoğan...
15 yaşında ağabeyinin baskısıyla örtündü. Okulu bıraktı. Kendi anlattığına göre intihar etmek istedi. Sonra Recep Tayyip Erdoğan’la evlendi.
Ahsen Unakıtan...
Mandolin ve piyano çalıyordu, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Edirne’de avukatlık yapmaya başladı.
Kemal Unakıtan’la evlendi, örtündü ve avukatlığı bırakıp ev kadını oldu.
Mehtap Güler...
Babası Hasan Fehmi İlter CHP Milletvekili, annesi Sevilay İlter ressamdı.
1981 yılında Mehmet Güler’le tanıştı birbirlerine áşık oldular ve evlendiler.
Tesettüre girdi, çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.
Gülten Çiçek...
Öğretmendi. Avukat Cemil Çiçek’le evlendi.
Öğretmenliği bıraktı, örtündü, ev hanımı oldu.
Semiha Yıldırım...
Öğretmendi. Binali Yıldırım ile evlendi. Örtündü, öğretmenliği bıraktı ev hanımı oldu.
Fatma Şeyda Akdağ...
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. Recep Akdağ ile evlendi. Okulu bıraktı, tesettüre girdi, ev hanımı oldu.
Meserret Ekren...
1976’da Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi. Nazım Ekren ile evlendi. Örtündü. Mesleğini yapmadı. Ev hanımı oldu.
Zeynep Babacan...
Hacettepe Üniversitesi Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi. Ali Babacan’la evlendi. Örtündü. Ev hanımı oldu.
Liste uzayıp gidiyor.
Hayati Yazıcı’nın, Hüseyin Çelik’in, Mehdi Eker’in, Faruk Çelik’in eşleri böyle...
Liste "Ya kızlar?" diye uzatılırsa yine aynı durum ortaya çıkıyor. Onlar da okullarını bitirir bitirmez evlendiriliyor, örtünüyor ve ev hanımı oluyorlar.
* * *
Yukarıda anlatılanları Soner Yalçın’ın Doğan Kitap’tan çıkan son kitabı "Siz Kimi Kandırıyorsunuz!"dan özetledim.
Soner Yalçın bu çarpıcı kitabında şu yorumu yapıyor:
"Türbanlı kızlar üniversiteye gitsin, aydınlansın, toplumsal hayat içinde yerlerini alsınlar" gibi hayatın gerçekleriyle uyuşmayan romantik sözleri bir yana bırakalım. Değerlendirmelerimizi bilgiye dayalı yapalım. Türbanlı kızlarımız üniversiteyi bitirince çalıştırılmıyor. Tekrar eve kapatılıyor.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2008
HER şeyde bir hayır vardır, derler.<br><br>Kapatma davasının açılması, AKP’nin dört yıldır unuttuğu ve yüzüne bile bakmadığı Avrupa Birliği’ne yeniden sarılmasına neden oldu. Hani, anımsarsınız 2004’te tam üyelik görüşmelerinin başlaması için tarih almıştık...
Başbakan ile Dışişleri Bakanı, gündüz gözü Ankara’daki Kızılay Meydanı’nda büyük bir kutlama yapmışlar, havai fişekler patlatarak zaferlerini kutlamışlardı.
Meydanda toplanan binlerce taraftarına Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokan başbakan diye tezahürat yaptırdılar.
Ondan sonra da bir daha Avrupa Birliği’ni ağızlarına almadılar.
Adamlar, "Yahu ne oldu, niye durdunuz? Daha yapacak çok işiniz var" diye boşuna nefes tükettiler.
Aldıran olmadı.
Ne zaman ki Yargıtay Başsavcısı kapatma davası açtı, bakın ondan sonra neler oldu?
* * *
Bizimkiler telaşa kapılıp Avrupa Birliği’ne koştular.
"Aman bizi kapatacaklar. Bize arka çıkın. Mahkemeye baskı yapın. Kapama kararı çıkarsa Türkiye ile görüşmelerin durdurulacağını ilan edin."
Sonra da alelacele 301’i kaldırma hazırlıklarına giriştiler.
Reform paketlerini, kaldırdıkları tozlu raflardan indirip gündeme aldılar.
Barroso’yu, Rehn’i getirdiler.
Onlar buradan, öteki AB yetkilileri Brüksel’den koro halinde başladılar Anayasa Mahkemesi’ne baskı yapmaya, gözdağı vermeye.
Bununla da kalmadı.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin AKP’li üyeleri, Meclis Başkanı’na gittiler.
"Aman bizi kapatacaklar. Bunu önlemek için bir bildiri yayınlayın da kapatma davasına karşı çıkın" dediler.
Böyle bir girişim, sanırım Konsey Parlamenterler Meclisi tarihinde ilk kez oluyordu.
AKP’li milletvekilleri, ülkelerinin en yüksek yargı organını Avrupa Birliği’ne şikáyet ediyordu.
Bu bir skandaldı.
Bu konuda en gerçekçi değerlendirmeyi, MHP Ankara Milletvekili Deniz Bölükbaşı yapıyordu:
"AKP, Türk yargısını baskı altına almak için kapı kapı dolaşmaya başlamıştır. Bunun başka bir anlamı yok. Destek ve merhamet dilenciliği yapıyorlar."
* * *
Anlaşılıyor ki AKP gerçekten kapatılmaktan korkuyor.
Son yapılan Gençlik Kolları Kongresi, daha önceki kongre ve toplantılara hiç benzemiyordu.
Salonlardaki harem selamlık oturma şekli, bu kez tamamen ortadan kalkmıştı.
Modern giyimli genç kızlar ve delikanlılar, coşkulu müzik eşliğinde dans ediyorlardı. Türbanlıların sayısı epeyce azdı.
Tayyip Bey salona girmeden önce sık sık "Onuncu Yıl Marşı" ile "Atatürk’ün izindeyiz" şarkısı çalındı.
Gençler, ellerindeki Türk bayraklarını sallayarak hep bir ağızdan marşı ve şarkıyı söylediler.
Kongre, tam anlamıyla çağdaş bir Türkiye partisi görüntüsü veriyordu.
Mehter takımı yoktu...
İki ileri bir geri mehter marşı yoktu.
Erdoğan salona girince uzun uzun gençleri selamladı.
Sonra da yaptığı konuşmada Atatürk’ü ağzından düşürmedi.
Haydi hayırlısı...
"Her şeyde bir hayır vardır derler" dedim ya.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
AKDENİZ Üniversitesi belki de Türkiye’nin en huzurlu eğitim kurumuydu.<br><br>Etkinlikler bakımından da örnek üniversitelerden biriydi. Kampusta uyumlu bir yaşam vardı.
Bazı ufak marjinal gruplar vardı ama düzeni bozacak, gerginlik yaratacak bir tutum içine girmiyorlardı.
Çünkü öğrencilerin çok büyük bölümü ideolojik yaklaşımlara sıcak bakmıyordu.
Büyük çoğunluk, olanakları sınırlı ailelerin çocuklarıydı.
Onların hedefi okullarını bir an önce bitirip hayata atılmaktı.
Ne oldu da barış ikliminin hüküm sürdüğü, huzur içindeki üniversite bir anda silahların ateşlendiği çatışmalara sahne oldu?
Amaç belliydi:
Üniversitelerarası Kurul’un da başkanı olan Rektör Mustafa Akaydın’ın başını yemek.
Türbanın üniversiteye sokulmasına karşı çıkan, kurul başkanı olarak üniversiteleri bu mücadele için örgütleyen rektör cezalandırılmalıydı.
Bunun için Rektör Mustafa Akaydın hedef seçildi ve bilinen senaryonun sahneye konması için düğmeye basıldı.
En kolay yol kampustaki öğrenci yurtlarında bulunan marjinal grupları kullanmaktı.
Bunu da kolaylıkla yaptılar.
Rektörü yemek için bugüne kadar Türkiye’nin en huzurlu üniversitesini ateşe atmaktan çekinmediler.
* * *
Oysa yurtlarda kalan öğrencilerin büyük bölümünün olaylarla hiçbir ilgisi yoktu.
Hepsi, okumak ve okullarını bir an önce bitirmek isteyen, olanakları dar ailelerin çocuklarıydı.
Kabağın onların başına patlayacağı da belliydi.
Ama kötü niyetliler bunu önemsemediler ve gözlerini kırpmadan marjinal gruplar arasındaki gerginliği ateşlediler.
Arkasından da yine planlandığı gibi Rektör Akaydın’ı olayların bir numaralı suçlusu ilan ettiler.
Rektörün üniversitede gereken önlemleri almadığını ve olayların çıkmasına neden olduğunu yaydılar.
Rektör, basın toplantısı yaparak yurtlardaki gerginliği polise haber verdiğini ve önlem alınması için yazı yazdığını açıkladı.
Ama yetkililer bunu dinlemediler bile.
Karar verilmişti: Suçlu, Rektör’dü.
Dinci basında rektöre dönük insafsız, ahlak kurallarına ve meslek ilkelerine tamamen aykırı bir iftira kampanyası yürüttüler.
"Rektör görevden alınsın" tamtamları çalınmaya başlandı.
* * *
Ama bu arada, tek amaçları okumak olan öğrenciler zor durumda kalmış...
Marjinal gruplar yüzünden can güvenlikleri tehlikeye girmiş...
Çaresizlik için yurtları terk etmişler...
Bütün bunlar onların umurunda bile olmadı.
Peki sonuç?
Üniversitenin, öğretim üyelerinin, öğrencilerin huzuru bozuldu.
Hepsinin yüreğine korku düştü.
Onların amacı rektörü yıpratmaktı.
Bunun için bu kadar oyun oynamaya...
Üniversitelerin ve ülkenin huzurunu bozmaya...
Binlerce öğrenciyi, öğretim üyesini, anne babayı tedirgin etmeye...
Onları korkulara sürüklemeye...
DEĞER MİYDİ?
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2008
GELDİLER, bol bol gözdağı ve akıl verip gittiler. Söylemleri Türkiye gerçeklerinden uzak, yalan yanlış bilgilerden oluşuyordu. Kaypak ve riya doluydu.
Gözlerimizin içine baka baka tam üyelik konusunda yalan söylediler.
Üstelik tam üyelik konusunda Türkiye’yi çıkmaz bir yola sürdüklerini bildiğimize aldırmadılar.
Ama bu söylemler iktidarın hoşuna gitti, çünkü AKP’nin derdi Avrupa Birliği değildi.
Onların derdi Avrupa Birliği’nin arkalarında olduğu mesajını vermeleriydi.
Komisyon Başkanı Barroso da bütün aktörlük hünerini kullanarak AKP’nin isteğini yaptı.
Anayasa Mahkemesi’ne "AKP’yi kapatmayın" mesajı verdi.
Yoksa Avrupa Birliği ile ilişkilerin kesilebileceğini ima etti.
Daha ne yapsın.
* * *
Bununla da kalmadı.
Laiklik ve türban konusunda AKP’nin elini güçlendirecek mesajlar da verdi.
"Türban için bir tutum alamayız, standartlar getiremeyiz. Her kadının kendi özgür seçimini yapabilmesi AB’nin temel ilkelerinden biridir" dedi.
Bay Barroso Türk kadınının kendi özgür iradesiyle örtündüğünü sanıyor. Yanlışı burada.
Aile, mahalle, çevre baskısından, tarikatların yönlendirmesinden ve Türkiye’yi yöneten AKP iktidarının teşvikinden haberi yok.
Bu baskıların, yönlendirmelerin ve teşviklerin 5-6 yaşından itibaren sistemli bir şekilde başlatıldığını bilmiyor.
Keşke birileri Bay Barroso ile Bay Rehn’i varoşlara götürüp, onlara ufacık kız çocuklarının oyun oynama özgürlüklerinin nasıl ellerinden alınarak gruplar halinde Kuran kurslarına gönderildiklerini gösterseydi.
Bay Barroso biraz gerçekleri öğrenebilse "Avrupa Birliği’nin temel felsefesi toplumsal baskılara karşı bireylerin özgür olmasıdır" ilkesinin AKP iktidarı tarafından nasıl çiğnendiğini görürdü.
"Ana ilke demokratik laikliktir. Yani devletin din işlerinden ayrılmasıdır" diyen Barroso Türkiye’deki yaşamsal sorunun da zaten bu olduğunu anlardı.
Rejimle sürekli didişen iktidarın, dini devlete egemen kılmak için her yolu denediğini rahatlıkla saptardı.
* * *
Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Barroso onuruna verdiği öğle yemeğinin fotoğraflarına bakınca olayın nedeni bir kez daha aydınlanıyor.
Bu masalar bilgi alışverişinin etkili olduğu yerlerdir.
Yemeğe dört gazeteci davetli.
Bunlar Barroso’ya AKP’nin istediğinden daha mükemmel bilgiler ve mesajlar verecek meslektaşlar.
"Merak etmeyin Türkiye’de laiklik tehlikede değil...
Sosyal yaşama en ufak bir müdahale yok...
Türban olayı tamamen bireysel özgürlük sorunudur...
Askeri bürokratik oligarşi ve destekçileri demokratik güçlere baskı yapıyor...
Bu kesim AB’ye şiddetle karşı..."
Bay Barroso, Bay Rehn ve ötekiler de Türkiye’ye geldiklerinde genellikle aynı mesajları veren kesimlerle görüşmeyi yeğliyorlar.
Çünkü bu tür bilgi ve mesajlar işlerine geliyor.
Sonra da Avrupa’ya dönünce şunları söylüyorlar:
"İslam ile laiklik ve demokrasi bir arada olamaz. Kadınların örtünmesi bizim kültürümüze aykırıdır. Ayrı bir kültürün sahibi olan Türkiye’nin tam üyeliği olanaksız..."
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2008
ÖNCE Kenya’nın bağımsızlık savaşçısı ve kurucusu Jomo Kenyatta’nın 1952 yılında söylediği ünlü sözünden başlayalım:<br><br>"Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.
Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı."
Kenya’da yaşananlar bugün Türkiye’de de yaşanmıyor mu?
* * *
Bir kış günü padişah, başveziri ile tebdil-i kıyafet gezmeye çıkmış. Dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam deri tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış:
"Selamünaleyküm ey pir-i fani..."
"Aleykümselam ey serdar-ı cihan..."
"Altılarda ne yaptın?"
"Altıya altı katmayınca, on ikiye yetmiyor..."
"Peki geceleri kalkmadın mı?"
"Kalktık... Lakin, ellere yaradı..."
"Bir kaz göndersem yolar mısın?"
"Hem de cıyaklatmadan..."
Dönüşte padişah, başvezire "Ne konuştuğumuzu anladın mı?" diye sormuş.
Başvezir anlamadığını söyleyince padişah kızmış: "Akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kellen gider."
Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hálá orada çalışıyor.
"Ne konuştunuz padişahla?"
Adam, başveziri şöyle bir süzmüş:
"Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim."
Başvezir, yüz altın vermiş, "Sen padişahı, serdar-ı cihan diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?" demiş.
"Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemez."
"Peki, altıya altı katmayınca, on ikiye yetmiyor ne demek?"
Adam, bir yüz altın daha almış.
"Padişah, yazın çalışmadın mı ki kışın çalışıyorsun, diye sordu. Ben de yaz kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim."
"Geceleri kalkmadın mı ne demek?"
Adam bir yüz altın daha almış.
"Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..."
"Bir de kaz gönderirsem yolar mısın dedi, o ne demek?"
Adam gülmüş:
"Onu da sen bul..."
Padişah insaflı adam! Vezirini yoksul dericiye soydurmuş. Türkiye’de zenginler, yoksulları soyuyor.
* * *
Doğumhaneden çıkan doktor, kapıda heyecan içinde bekleyen ihtiyara sormuş:
"İçeride doğum yapan bayan yakınınız mı?"
"Evet, eşim."
"Ama bayan 25 yaşlarında..."
"Tamam işte, eşim o. Niye şaşırdınız, baba olamaz mıyım?"
"Yoo, aklıma dedem geldi. Kendisi av meraklısıydı. Ancak yaşlanınca zorlanmaya başladı. Bir gün yine av için hazırlanırken çıkmaması için ısrar ettik. Dinlemedi ve eline tüfek yerine baston alıp gitti. Ben de peşinden koştum. Ormanda bir geyik gördük. Dedem bastonu kaldırıp geyiğe ateş etti. Geyik vurulup yere düştü."
İhtiyar adam itiraz etmiş:
"Olur mu, geyiği başkası vurmuştur."
Doktor: "Ben de onu demeye çalışıyorum."
Türkiye’de kimler kimleri vuruyor belli değil.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2008
17 Mayıs 2006’daki Danıştay saldırısından yaklaşık bir hafta önce... Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener önemli bir konuda bilgi vermek için Başbakan Erdoğan’dan randevu istedi.
Başbakan kendisini Başbakanlık Konutu’na çağırdı.
Şener belirlenen saatte konuta gitti.
Başbakan kendisini bekliyordu.
Odada ikisinden başka Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de vardı.
Vatan Gazetesi muhabiri Veli Toprak’ın haberine göre Şener Başbakan’a "Size özel bir belge göstereceğim" dedi.
Erdoğan "Abdullah kalsın mı?" diye sordu.
Şener "Siz bilirsiniz" diye yanıtladı.
Bunun üzerine Erdoğan, Gül’den kendilerine izin vermesini rica etti.
Gül odadan çıktıktan sonra Şener, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na bağlı Siyasi Partiler Masası’nın valiliklere gönderdiği resmi bir yazıyı Erdoğan’a uzattı.
* * *
Yazıda, "Valiliklerden AKP’li belediye başkanları ve il başkanlarının çalışmaları hakkında bilgi verilmesi" isteniyordu.
Erdoğan belgeyi okuduktan sonra sakin bir şekilde şöyle dedi:
"Ciddiye almayın, bir şey yapamazlar."
Şener ısrar etti: "Bu kapatma hazırlığıdır. Çünkü yazıyı gönderen birim, siyasi partiler hakkında dosya tutan birim. Kapatma hazırlığı yapılıyor."
Abdüllatif Şener iki yıl önce yaşanan bu olayı salı günkü AKP Merkez ve Karar Yönetim Kurulu toplantısında açıkladı.
* * *
Yine Vatan Gazetesi’ndeki habere göre Erdoğan’a aynı uyarı 2007 seçimlerinden önce eşi Yargıtay’da çalışan bir milletvekili tarafından da yapıldı.
Başbakan bu uyarıyı da önemsemedi, "Nereden çıkarıyorsunuz, saçma sapan konuşmayın. Milletin kafasını karıştırmayın" dedi.
Bu uyarıları ciddiye almayan Başbakan Erdoğan parti teşkilatında ve belediyelerdeki laiklik karşıtı olayların abartıldığına inanıyor ya da bunları önemsemiyordu.
Sonuç; hem Şener’in hem de milletvekilinin uyarıları (Bu arada belki başka uyarılar da oldu) gerçekleşti ve Yargıtay Başsavcısı kapatma davası açtı.
Bu olaylar Erdoğan’ın gerçekleri önemsememe, yapılan uyarıları ciddiye almama psikolojisi içine girdiğini gösteriyor.
* * *
Geçenlerde eski Dışişleri Bakanı, emekli Büyükelçi Vahit Halefoğlu ilginç bir analiz yaptı:
"Son seçimde yüzde 47 oy almaları kendi aleyhlerine oldu.
Yüzde 47’nin verdiği rahatlık ve güven içinde ılımlı, tarafsız, partilerüstü konuma sahip bir cumhurbaşkanı seçmek için bir uzlaşı arama gereği duymadılar.
Oysa Çankaya rejim için çok önemlidir. Orada oturan kişi bir fren görevi yapar.
Rejimin bu çok önemli güvencesi Abdullah Gül’le ortadan kalktı.
Tarafsız bir cumhurbaşkanı AKP’nin birçok hatasını önleyebilirdi.
AKP Çankaya kalkanından mahrum kaldı, bu da aleyhlerine oldu."
Başbakan, halkın AKP’ye ama özellikle de kendisine duyduğu güvenin hiç bitmeyeceğine inanıyor.
O nedenle de "Ben istediğimi yaparım" havasında.
Kendisinden önceki politikacılar da aynı güven içindeydiler.
Ama iktidar yıpranmasından bugüne kadar hiçbir siyasi parti kurtulamadı.
Bir gün Tayyip Bey de aynı gerçekle yüz yüze gelecek.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
Olaylar vahimdir <br><br>GAZETECİLİKTE ilk yıllarımdı. Üniversitelerde kan gövdeyi götürüyordu.
Her sabah daha çayımı içmeden şef beni çağırır, "Hadi bakalım doğru üniversiteye... Havayı şöyle bir kokla..." derdi.
Beyazıt’taki merkez binaya gider, oradan durumu izlerdik. Nerede olay çıkarsa oraya koşardık.
Çoğu zaman Akdeniz Üniversitesi’ndeki çatışmanın çok daha büyüklerinin arasında kalırdık.
Zamanla kendimizi koruma konusunda bazı yöntemler geliştirdik.
Yazının Devamını Oku