Tufan Türenç

Yelkenini rüzgára çevirenler ve rüzgára karşı gidenler

24 Mart 2008
İLHAN Selçuk’u bilen bilir, bilmeyenler için söyleyeyim; o dağ gibi yürekli bir insandır.Gözaltılar, sorgulamalar ve de hapislere tıkmalar onu yıldırmaz, tersine daha da biler. Ben 12 Mart askeri darbesinden sonra Çetin Altan’la birlikte onların yargılanmalarını izlemiştim.

Selimiye’nin soğuk ve korkutucu koridorlarından geçerek mahkeme salonuna çıkarken görmüştüm onları.

İkisi de askerlerin arasında dimdik duruyorlardı.

O görünüm gepegenç bir gazeteci olarak beni allak bullak etmişti.

Yanımda yılların gazetecisi ünlü adliye muhabiri Vasfiye Özkoçak vardı.

Perişanlığımı görmüş ve "Üzülme bunlara alışacaksın" diye fısıldamıştı.

Yargılamada askeri yargıç İlhan Selçuk’un orduyu eleştiren yazısını okudu ve "Bu hakaret dolu yazıyı siz mi yazdınız?" diye sordu.

Hiç unutmam İlhan Selçuk şu yanıtı verdi askeri yargıca:

"Evet ben yazdım. Yüz kere makinemin başına otursam yüz kere de aynı yazıyı yazarım. Ben bu yazıda Türk ordusuna hakaret etmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ayrıca burada bulunmaktan da onur duyarım."

* * *

Bizim meslekte, yelkenini rüzgár nereden eserse o yöne çevirenler çoktur.

Bir de yelkenini milim döndürmeden rüzgára doğru gidenler vardır.

Yelkenini çevirmeye alışık olanlar, çıkarları için iktidarların yanında yer alıverenlerdir.

Çizgilerini kırarlar, ilkelerini, onurlarını bir kenara itiverirler.

Bunu yaptıkları için önlerindeki kapılar anında açılıverir.

Bir anda iyi makamlara, on binlerce dolar maaşlara kavuşurlar.

Para ve mevki uğruna ruhlarını, kişiliklerini, insanlıklarını hiç düşünmeden iktidara övgüler düzerek satarlar.

İlkelerinden, inançlarından, onurlarından en ufak bir ödün vermeye yanaşmayan yazarlar ise rüzgára karşı ilerlerler.

Çile üstüne çile çekerek...

İşsiz, parasız kalırlar, sorgulanırlar, hapislere kapatılırlar.

Ama hiç aldırmazlar.

Onlar için önemli olan onurlu bir insan gibi yaşamaktır.

Ruhunu satmamaktır.

İlhan Selçuk işte böyle bir insandır.

Öbürleri kimler mi?

Siz onları çok iyi tanıyorsunuz. Her gün onları gazetelerde, televizyonlarda görüyor, okuyorsunuz.

İsimlerini tek tek saymamam, onların adını ağzıma almaktan utanç duymamdandır.

* * *

Gelelim Kemal Alemdaroğlu’na...

Türkiye’nin en büyük üniversitesini 8 yıl yönetmiş.

Binlerce öğrenci yetiştirmiş, binlerce hastaya hayat vermiş, dürüst ve ilkeli bir insandır.

Suçu laik, demokratik cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmak, üniversitesine karanlığı sokmak isteyenlerin karşısına dikilmektir.

Doğu Perinçek de öyle...

Onun da suçu AKP iktidarına karşı olmak, İsviçre’de Türk milletine dönük iftiraları göğüslemek.

Her ikisinin başına örülmeye çalışılan belanın nedeni ise AKP iktidarının Türkiye’ye zarar verdiğine inanmalarıdır.

AKP yanlışlar içindedir.

Bilsinler ki bu yapılanlar dönemlerinin kapkara sayfaları olarak tarihe geçecektir.
Yazının Devamını Oku

Çağımızın McCarthy’leri

22 Mart 2008
1949 yılında Sovyetler Birliği atom bombasını patlatınca Amerika sarsıldı. <br><br>Amerikan yönetimi atomla ilgili gizli bilgilerin Sovyetler’e sızdırıldığına inanıyordu. O nedenle tüm ülkeyi kapsayan bir soruşturma başlatıldı.

Hükümet 1950 yılında atom bombasının yapımına ilişkin bilgileri Sovyetler’e satan bir şebekeyi bulup çıkardığını açıkladı.

Kabak da Ethel ve Julius Rosenberg çiftinin başına patladı.

Rosenbergler atom sırlarını açıklamakla suçlanıp yargılandılar.

Bu olaylar üzerine Adalet Bakanı J. Howard McGrath ülkede çok sayıda vatan haini komünist olduğunu iddia etti.

* * *

İşte bu fırtınalı ve dumanlı havayı seven Joseph McCarthy adlı Wisconsin Senatörü de sahneye çıkarak 1950 yılında ülkede azılı komünistler olduğunu öne sürdü.

Komünist olarak suçladığı insanların Amerika’nın düşmanı olduğunu söyledi.

McCarty’nin elinde iddiaları geçerli kılacak bir tek delil bile yoktu.

Mesleği avukat olan McCarty bir anda ülkenin en ünlü insanı oluverdi.

Siyasette hızla yükselerek Senato Amerikan Düşmanı Faaliyetler Komitesi Başkanlığı’na getirildi.

Komite komünistlerle ilişkilerinden kuşkulandığı çok sayıda insanı sorguladı.

Bu cadı avının sonunda binlerce insan işinden atıldı.

Arkadaşlarını ihbar edenler paçayı kurtardı ama yaşamları boyunca utanç içinde yaşamak zorunda kaldı.

Hayatı mahvolanlar arasında ünlü sanatçılar da vardı.

Baskılara direnip McCarty’nin istediği ihbar belgelerini imzalamayanlar, yani arkadaşlarını satmayanlar ise yıllarca işsiz kaldı, aileleri dağıldı.

Hepsi cehennem hayatı yaşayıp perişan oldu.

1954 yılında iş o kadar çığrından çıktı ki siyasetçiler, askerler, bürokratlar da McCarty’nin hedefi oldular.

Senatör çizmeyi aşmıştı.

1954 yılında "senato geleneklerine aykırı davranmak"tan suçlu bulunarak görevinden alındı.

O yıllar Amerika için kapkara bir utanç dönemi olarak tarihe geçti.

* * *

Ben bu yazıyı yıllar önce yazmışım.

Bugün yaşadığımız olayları ürkerek izliyorum ve ülkem adına büyük endişeler duyuyorum.

İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek’in polis tarafından sabaha karşı evlerine baskın yapılarak gözaltına alınmalarının mantığını anlamakta güçlük çekiyorum.

Eğer bu insanlarla ilgili birtakım kuşkular varsa, savcı kendilerini makamına davet eder ve ifadelerini alırdı.

Gözaltına alınmaları gerektiği sonucuna varırsa gereğini yapardı.

Türkiye demokratik bir hukuk devleti.

83 yaşındaki bir yazarın, 8 yıl Türkiye’nin en büyük üniversitesinin rektörlüğünü yapmış bir bilim adamının ve bir parti başkanının böyle bir muameleye tabi tutulması kabul edilebilir bir durum değil.

Yoksa AKP’ye açılan kapatma davasının intikamı böyle mi alınıyor?

Bildiğim kadarıyla İlhan Selçuk’un yanından bir saniye bile ayrılmayan devlet tarafından verilmiş bir koruma polisi vardı.

Devlet İlhan Selçuk’un nereye gittiğini, kimlerle konuştuğunu zaten biliyordu.

O zaman bu yapılan neyin nesi?

Ah bu McCarty kafası!
Yazının Devamını Oku

Suçluların telaşı içindeler

21 Mart 2008
1960 öncesi... Anamuhalefet Partisi CHP’nin Lideri İsmet İnönü, Meclis kürsüsünde iktidarın keyfi, hukuk dışı icraatını sert bir dille eleştiriyor.

Demokrat Parti milletvekilleri, Atatürk’ün silah arkadaşı, ondan sonraki cumhurbaşkanı bu yaşlı, kurt politikacıyı konuşturmamak için bağırıp çağırıyorlar.

Hakaretler yağdırıyorlar, aynı anda da sıra kapaklarına vuruyorlar.

Paşa bu şamataya aldırmadan konuşmasını sürdürüyor.

Sonra birden susuyor ve DP grubunu izlemeye başlıyor.

Paşa’nın sustuğunu neden sonra fark eden DP milletvekilleri şaşırıyor, onlar da susuyor.

O zaman Paşa tane tane tarihe geçen şu sözlerini söylüyor:

"Sizi tarih kürsüsünden seyrediyorum. Suçluların telaşı içindesiniz."

Geçenlerde Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun Marmara Vakfı’nda yaptığı konuşmayı dinlerken İsmet Paşa’nın, iktidar partisi milletvekillerine verdiği bu tarihi dersi anımsadım.

* * *

Kanadoğlu yaptığı özlü konuşmada şöyle diyordu:

"Anayasa’da değişiklik yaparak davayı yok etme girişimi, hukuk devletini yok etmektir. Aynı zamanda demokrasiyi yok etme girişimidir.

Yargıtay Başsavcısı’nın hazırladığı iddianame, hukuktan ayrılmamış bir iddianamedir ve Refah Partisi için hazırlanan iddianameden daha ciddi suçlamalar içermektedir.

İddianame için ileri sürülen ’gayri ciddi’ iddiaları, korkudan doğan telaştan başka bir şey değildir."

Kanadoğlu’nun işaret ettiği gibi AKP suçluların telaşı içinde bir görüntü veriyor. Onun için Anayasa değişikliği yaparak açılan davadan kurtulmaya çalışıyor.

Kanadoğlu bunun bir sonuç vermeyeceğini şöyle açıklıyor:

"Milli iradeyi belirli nedenlerle sömüren, laiklikle oynamaya kalkışan iktidara karşı açılmış bir davadır bu. Yetki azaltmakla davanın sonucunu etkileyemezsiniz."

* * *

Kanadoğlu özellikle bir nokta üzerinde ısrarla duruyor:

"Milli iradeyi sandık demokrasisine indiremezsiniz. Sandık sadece bir unsurdur. Sandıktan çıkanın, her istediğini yapabileceğini düşünmesi demokrasiye aykırıdır."

Onursal Başsavcı, Anayasa’nın 1, 2 ve 3. maddelerinin siyasi partilere her istediklerini yapma yetkisi vermediğini özellikle vurguluyor:

"Sandıksal demokrasi anlayışı bizi nereye götürür? Her istenileni yapmaya kalkarsanız dinci dikta rejimi veya çizginize göre diğer dikta rejimleri ortaya çıkar. Hukukun üstünlüğünü kabul etmezseniz o rejimin adı demokrasi olmaz."

Bugün Türkiye’deki sorunun türban sorunu olmadığını anımsatan Kanadoğlu, sorunun laiklik ilkesinin zedelenmesi olduğunu vurguluyor ve şöyle diyor:

"Dinin siyasete alet edilmesi alışkanlığı Türk siyasi yaşamında vardır.

Yargıtay Başsavcısı, cumhuriyetin temel niteliklerini korumakla görevlidir. Bu görevini yerine getirmiştir.

Yargıtay Başsavcısı’na yöneltilen sıfatlara, tecavüzlere hayretle bakıyorum. Görevi cumhuriyeti koruma olan en üst düzeydeki yöneticiye bir bakan hakaret edebiliyor. Ona karşı terbiye sınırlarını aşabiliyor."

Kanadoğlu’nun vurguladığı gibi AKP’liler ve yandaşları terbiye sınırlarını aşarak Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’ya hakaretler yağdırıyorlar.

Çünkü "Suçluların telaşı içindeler"...
Yazının Devamını Oku

Siirt’teki tablo Erdoğan’a tekzip

19 Mart 2008
BAŞBAKAN Erdoğan partisinin başına gelenlerden kendisini zerre kadar sorumlu tutmuyor. Suçlu hep karşıdakiler.

Onlar, laikler, Müslümanlara hep zulmediyorlar.

Başbakan onları Müslüman olarak kabul etmiyor.

Zaten Başbakan için ülkenin yarısı Müslüman, yarısı değil.

Ona göre sadece kendine oy verenler Müslüman.

Başbakan’ın topluma bu şekilde bakması laikliğe aykırı değil mi?

Bu ülkede kimsenin, 16 milyon 500 bin seçmenin oy verdiği partisini laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösteremeyeceğini söylüyor.

Bizim mesleğe yeni başladığımız yıllarda çok içki içen ve sürekli olay çıkaran bir arkadaşımız vardı.

O arkadaşımızı severdik ama bu huyundan dolayı da ona kızardık.

Ne zaman şikáyet etsek bir arkadaşımız da şöyle derdi:

"Ne yapacaksın, adamın beraati elinde. Sabah uyanır uyanmaz ’Dün gece çok sarhoştum, hiçbir şey hatırlamıyorum’ diyor ve işin içinden sıyrılıyor."

Tayyip Bey içki içmiyor ama onun da bizim arkadaş gibi beraati hep cebinde.

* * *

Sanırım AKP’nin Siirt Kadın Kolları Kongresi’ndeki manzara hepinizin dikkatini çekmiştir.

Salonda kadınlar bir tarafta, erkekler bir tarafta. Tam harem selamlık durumu.

Salonun yarısından fazlasını oluşturan kadınların üç beşi dışında tamamı başından ayak tırnağına kadar tesettür içinde.

Bu görüntü Erdoğan’ın "Hiç kimsenin 16 milyon 500 bin seçmenin oy verdiği AKP’yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösteremeyeceği" iddiasını yüzde yüz tekzip ediyor.

O tablo laik demokratik bir cumhuriyetin tablosu değil.

O tablo şeriatla yönetilen bir ülkenin tablosu.

* * *

AKP’liler şu gerçeği neden kabul etmiyorlar?

Partinin başını Erdoğan ile çevresine topladığı radikal grup belaya sokuyor.

Partiyi yöneten bu kadro kafalarındaki laik rejimi yıkma tutkularından kurtulsalar sistemle başları derde girmez.

Hem ülke rahat eder, hem de kendileri.

Ama kurtulamıyorlar, kurtulamazlar da.

Çünkü bu rejimi İslami rejime dönüştürmenin onlara Tanrı tarafından verilen kutsal bir görev olduğuna inanıyorlar.

O nedenle devleti ve kurumlarını ele geçirmek için çabalıyorlar.

O nedenle yargıyı etkisiz hale getirmek için anayasayı bile değiştirmeyi göze alıyorlar.

* * *

Şimdi doğal olarak en büyük hedef Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya.

Hem AKP’liler hem de yandaşları, Başsavcı’yı hakaretler yağdırarak linç etmeye kalkıyorlar.

Yargıyı sindirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Oysa bunların hiçbir yararı yok.

Başsavcı iddianamesini hazırlamış, yüksek mahkemeye sunmuş.

Kararı Anayasa Mahkemesi verecek.

Yeni AKP’li Ertuğrul Günay ile Bülent Arınç’a bakın, aslanlar gibi kendilerini öne atıyorlar.

Arınç’ın laiklik konusundaki düşüncelerini biliyoruz.

Ama Ertuğrul Günay’ı anlamak olanaksız.

Bilmiyorum elde ettiği konum için bunca yıllık çizgisini kırmaya değer mi?
Yazının Devamını Oku

AKP’yi aşmanın tek yolu: SANDIK

17 Mart 2008
BAŞSAVCININ AKP’nin kapatılması için dava açtığını duyar duymaz kendi kendime söylendim:<br><br>"Vay canına! Tayyip Bey’e yine büyük ikramiye vurdu."

Nitekim haklı çıktım.

Başbakan daha ilk günden başladı mazlum edebiyatına. Sanki sütten çıkmış ak kaşık.

Lisede bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Rıfat Necdet.

Sınıfta gevezelik eden, düzeni bozanlara çok kızar, şöyle bağırırdı:

Yazının Devamını Oku

Yoksul bir gencin başarı öyküsü

15 Mart 2008
AKP iktidarının hiç de iyi niyetler beslemediği üniversiteler, bugüne kadar yüz binlerce öğrenci mezun etti. Bunların içinde ünlü meslek sahipleri, bilim adamları, yazarlar, düşünürler, sanatçılar, politikacılar var.

Ülkenin dar olanaklarına rağmen Türk üniversitelerinin yetiştirdiği bu değerli insanlar arasında dünya çapında olanların sayısı da küçümsenmeyecek düzeydedir.

Şimdi bu insanlardan birinin ilginç öyküsünü anlatmak istiyorum.

Bundan yıllarca önce sanayici Şahap Kocatopçu’nun odasına bir genç girer.

Ellerini önünde birleştirmiş olan genç, çok heyecanlıdır.

Kocatopçu gence bakar ve ne istediğini sorar. Genç titrek sesle şöyle der:

"Efendim, ben yoksul bir ailenin çocuğuyum. Babam beni büyük çabalarla okuttu. Liseyi birincilikle bitirdim. Çok iyi bir üniversiteyi kazandım. Ama babamın beni oraya gönderecek gücü yok."

Şahap Bey, "Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sorar.

* * *

Genç şöyle der:

"Efendim ben vakfınıza (Türk Eğitim Vakfı) burs için başvurdum. Ama bana sürenin dün dolduğunu söylediler. Burs alamazsam üniversiteye gidemeyeceğimi anlattım. Sizinle görüşmemi önerdiler."

Kocatopçu, karşısındaki tertemiz yüzlü, zeki ama yoksul olduğu anlaşılan gencin durumuna çok üzülür.

"Bak delikanlı" der, "Buranın değişmez kuralları vardır. Bunları ben de bozamam. Ne yazık ki başvuru süresini kaçırmışsınız."

Bir anda gencin yüzü allak bullak olur. Kocatopçu sözlerini sürdürür:

"Ama ben senin okuman için bir çare bulabilirim. Sana bir süre cebimden burs veririm. Burs alanlardan biri şartları yerine getirmezse boşta kalacak bursu da sana veririz."

Genç büyük sevinçle Şahap Bey’e teşekkür eder.

Şahap Bey’in sağladığı olanakla üniversiteye başlayan genç, bir süre sonra boşalan bir bursu almaya başlar.

Okuduğu Türkiye’nin en gözde üniversitesini de büyük bir başarıyla bitirir.

TEV bu parlak öğrenciye yurtdışı bursu da verir.

Böylece genç öğrenci, yüksek lisansını Avrupa’nın ünlü bir üniversitesinde yine büyük bir başarıyla tamamlar ve koşarak ülkesine döner.

* * *

Bir gün Şahap Kocatopçu’nun odasının kapısına vurulur, içeri aynı genç girer.

Üzerinde güzel bir takım elbise, kravat vardır.

Elinde de ilk maaşıyla aldığı bir kutu çikolata...

"Efendim, size teşekküre geldim. Biliyorum benim için yaptıklarınızı hiçbir zaman ödeyemem. Size daima borçlu kalacağım. Çok iyi bir iş buldum. Ülkeme yararlı olabilmek için çok çalışacağım. Sizin izinizden yürüyeceğim. Sizi hiçbir zaman mahcup etmeyeceğim."

Şahap Bey, genci karşısındaki koltuğa oturtur ve şöyle der:

"Senin ülkene büyük hizmetler yapacağına bütün kalbimle inanıyorum. Bundan en ufak bir kuşku duymuyorum. Şimdi şu kolundaki saati çıkar ve bana ver bakalım."

Genç hiç düşünmeden kolundaki saatini çıkarıp verir.

Şahap Bey de kolundaki altın saati çıkarır ve gence uzatır:

"Sen geleceği çok parlak bir gençsin. Bu saat sana yakışır. Senin saatini de ben takarım. Senin kolundaki saate herkes dikkat eder. Ama benimkine artık kimse aldırmaz."

Bu genç adam bugün temiz, dürüst, ilkeli ve çok ünlü bir yöneticidir.

Şahap Bey’e verdiği sözlerin tümünü tutmuş, onun gurur duyduğu bir insandır.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin belediyeleri bölme, yapıştırma oyunu

14 Mart 2008
AKP bazı belediyeleri kesiyor biçiyor, parçalıyor. Bazı belediyeleri de kapatıp başka bir belediyeye yamıyor.

Erdoğan’a bakarsanız her icraatları gibi bunu da memleketin áli menfaatleri için yapıyorlar.

Siyasi bir amaç tövbe yok.

Bunu münafıklar uyduruyor.

1124 belediye kesinlikle iyi hizmet üretmediği için kapatılıyor!

Yoksa bu belediyelerden AKP’ye ait olanları kaybetmemek gibi bir amaç yok.

Hele AKP’nin olmayanları okus pokus numaralarıyla ham yapmak hiç yok.

Külahıma anlatsınlar.

Bu, bal gibi muhalefete ait olanları kapatıp o bölgeyi AKP oylarının yüksek olduğu yakın bir belediyeye katıp onları orada eritmek oyunu.

Kurnazca hazırlanmış, cince bir plan.

* * *

Geçenlerde Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen’e sordum:

"Sizi kesip-biçme durumu yok mu?"

"Hayır yok. Çünkü bizi kesip biçse, iki belediye haline getirse ikisini de alamaz."

"Peki kapatıp, bir başka belediyeyle birleştirme manevrası?"

"Ona niyetlendiler. Bakırköy’ü Zeytinburnu ile birleştirmeyi düşündüler ama sonra vazgeçtiler."

"Neden?"

"Yaptırdıkları anketler daha büyük zarara uğrayacaklarını gösterdi. Çünkü Bakırköy’de CHP yüzde 65 çıkıyor. Zeytinburnu’nda ise aramızda az fark var. Birleştirseler bu kez Zeytinburnu’nu da kaybedeceklerini anladılar."

* * *

Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen’e "Yüzde 65 desteği nasıl sağladınız?" diye sordum.

Anlattı:

"AKP’nin silahlarını kullanarak. Onlar gibi sürekli halkın içindeyiz. Örneğin yoğun bir sağlık hizmeti veriyoruz. Bakırköylülere 200 bin BAKKART (Bakırköy kart) dağıttık. BAKKART sahiplerine her türlü sağlık hizmetini ücretsiz veriyoruz. Hepsini MED-LİNE’na abone ettik."

"Bu pahalı bir hizmet, nasıl kalkıyorsunuz bunun altından?"

"200 bin kişiyi abone ettiğimiz için bu hizmeti çok ucuz alıyoruz. Hastalanan bir Bakırköylü MED-LİNE’na telefon ettikten 5-10 dakika içinde bir doktor, bir hemşire ambulasla gelip kendisini muayene ediyor, gerekirse en yakın hastaneye götürüyor."

Bunun dışında hastalara bedava ilaç servisi yapıyor Bakırköy Belediyesi.

Erzen bunu şöyle anlatıyor:

"Ekipler kurduk. Halktan kullanmadığı ilaçları topluyoruz. Gönüllü eczacılar grubumuz bunları ayıklıyor. Kurduğumuz üç eczaneden de bunları hastalara dağıtıyoruz. Burada halkımızın yardımseverliğine şükran borçluyuz."

* * *

Bütün belediye hizmetlerinde, halka dönük etkinliklerde yoğun bir çalışma yürütülüyor.

Erzen şunu özellikle vurguluyor:

"Halk bütün sıkıntılarında belediyeyi yanında buluyor. Bunları anında gidermeye çalışıyoruz. Bu anlayışı ısrarla ve dikkatli bir şekilde yürütüyoruz. Bakırköy’de yaşayan hangi kesimden olursa olsun insanların sorunlarıyla ilgileniyoruz. İşte yüzde 65’in sırrı burada."

Ateş Ünal Erzen yıllarca özel sektörde üst düzey yöneticilik yapmış bir insan. Belediyeyi de o anlayışla yönetiyor.

Bana göre, yüzde 65’in sırrının bir ayağı da bu.
Yazının Devamını Oku

Biz tartışıyoruz, atı alan Üsküdar’ı geçiyor

12 Mart 2008
KÜRESEL krizin tehlike sinyallari sıklaştı. <br><br>Ekonomi uzmanları bundan en fazla etkilenecek ve ekonomik depreme uğrayacak ülkelerin başında Türkiye’nin geleceğini söylüyor. İş çevreleri hükümeti sürekli uyarıyor:

Acil önlemler alın.

İç piyasada dar boğaz giderek büyüyor.

Ekonomik performans düşüyor.

Büyüme hızı yavaşladı, rekabet gücü geriliyor.

Enflasyon yükseliyor.

Binlerce firma kapanıyor.

İşsizlik artıyor.

Cari açık giderek büyüyor.

Dışardan daha fazla kaynak bulmak zorunlu hale geliyor.

Avrupa Birliği ile ilişkiler durdu.

IMF ile ilişkiler belirsizlik içinde.

Aman mali disiplini bozacak düzenlemelerden kaçının. Yerel seçimlerde denetim dışı harcamalar yapmayın.

* * *

Başbakan Erdoğan bunları dile getirenleri o bildiğimiz üslubuyla tersliyor:

"Ne yapacağımızı sizden mi öğreneceğiz."

Sonra da çıkıyor kürsüye, 13 milyon insanın yoksulluk, 600 bin insanın da açlık sınırı altında yaşadığını unutarak ekonomide pembe tablolar çiziyor.

Halkı aldatıyor.

Sadaka ekonomisi uygulayarak oy almaya devam edeceğini hesaplıyor.

İyi güzel de bu yalancı politika nereye kadar gidecek?

Türkiye duvara toslayana kadar.

Peki sonra ne olacak?

Bu kötüye gidişi gizlemek için Başbakan sürekli olarak gündemler yaratıp hepimizi tartıştırıyor.

"Türban" diyor.

Kadınlara "En az üç çocuk doğurun" diyor.

"Katili devlet değil, ancak maktulün ailesi affeder" diyor.

Biz bunları tartışırken o ülkeyi istediği gibi yönetiyor.

Ne ekonomide olup biteni, ne yolsuzlukları, ne devletin ele geçirilmesini, ne rejimin canına okunmasını görüyoruz.

* * *

Bu da yetmiyor Genelkurmay’la muhalefet de birbirine girerek Tayyip Bey’in işini kolaylaştırıyor.

Tartışma tam durulacağı sırada yapılan gereksiz konuşmalarla yeniden alevleniyor.

Ben Deniz Baykal’ın konuşmasını baştan sona dikkatle dinledim.

Genelkurmay Başkanı’nın bu konuşmayı niçin vatan hainliği ve seviyesizlik olarak değerlendirdiğini anlayamadım.

Tartışmayı uzatmasının nedenini ise hiç anlayamadım.

Laik, demokratik rejim zor bir dönemden geçiyor.

AKP Türkiye’nin üzerine Amerika’nın da telkini ve desteğiyle İslam şalını alıştıra alıştıra geçiriyor.

Atatürk’ün başlattığı aydınlanma devrimini yavaş yavaş karartıyor.

Ülkenin sosyal yaşamını dinsel esaslara göre yeniden şekillendiriyor.

Çağdaş eğitimi, dini eğitimle sulandırıyor.

Yabancı fonlar ve tarikatlar eliyle beslenen bir sürü aydın bu geri gidişe destek veriyor.

Ülke ayağımızın altından kayıp gidiyor.

Bütün bu olup bitene karşın biz ne yapıyoruz?

Bol bol tartışıp birbirimizin kaşını gözünü yarıyoruz.

Öte yandan atı alan da Üsküdar’ı geçiyor.
Yazının Devamını Oku