7 Nisan 2008
ÖZELLİKLE AKP’li vatandaşlara soruyorum, şu sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı’na yakışıyor mu? "Eski bir Cumhurbaşkanı ’Çok çocuklu olursa tinerci olurlarmış’ diyor. Beyefendi üç kardeşti. Tinerci olmadı. Efendim işte ’Yolsuzluklara, şunlara bunlara bulaşırlar, hırsızlık yaparlar, çalarlar, çırparlar...’ Yoksa sizde böyle bir şey mi var?"
Başbakan Erdoğan diplomatik nezaketi bırakın, uygar insanlar arasındaki konuşmalara da sığmayan bu sözleri Demirel için söylüyor.
Efendim 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in suçu Başbakan’ın bir toplantıda "En az üç çocuk yapın" diye annelere seslenişini düzeyli bir üslupla eleştirmek.
Devlette elli yılını vermiş bir politikacı olarak Demirel hızlı nüfus artışının yoksulluk yarattığını anlatıyor.
Başbakan’ın buna yanıtı ise yukardaki gibi...
Bunu halkımızın takdirlerine, Erdoğan’a toz kondurmayanların dikkatine sunarım.
Akıl ve bilim Başbakan Erdoğan’ın söylediklerini değil, Demirel’in söylediklerini doğruluyor.
Türkiye devleti yıllardan beri nüfus artışını frenlemek için uğraşıyor.
Her yıl 1.5 milyon çocuğa okul, iş, aş bulmak durumunda kalan Türkiye’nin olanakları buna yetmiyor.
Bırakın Türkiye’yi, çağımızda benim diyen ülkeleri bile böyle bir yükün altına girmiyor.
* * *
Bu dünya görüşünün Türkiye’yi hangi noktalara getirdiğini küçük bir olayla sürdürelim.
Genç, orta halli bir karı koca 3 yaşlarındaki çocuklarıyla Yıldız Parkı’na gidiyorlar.
Çadır Köşkü’ndeki restoran/kafeye oturuyorlar.
Hava güzel, doğa yeni yeni uyanıyor. Çevre cennet gibi.
Bu sırada erkek içinden geleni yapıyor ve elini karısının omzuna atıyor.
Anında tepelerinde bir garson beliriyor, "Burası aile yeri" diye uyarıyor.
Öğretmen olan kadın "Biz de aileyiz" diyor.
Öteki garsonlar da geliyor, "Beltur (Belediye’nin işletici şirketi) kuralları böyle, el ele tutuşmak yok, sarılmak yok" diyorlar ve kendilerine servis açmayacaklarını söylüyorlar.
İşin keyfi kaçıyor. Aile mekánı terk etmek için toparlanıyor. Ancak öteki masalarda oturanlar "Gitmeyin oturun" diyorlar.
Oturuyorlar ve sipariş vermek istiyorlar ama garsonlar "Size servis açmıyoruz" diye kesin olarak bildiriyorlar. Aile çaresiz mekánı terk ediyor.
Olay bu. Her gün bilgisayarıma buna benzer çok sayıda mail düşüyor.
Mahalle baskısı hemen her alanda giderek artıyor ve biz farkında olmadan bunları olağan karşılamaya başladık gibime geliyor.
* * *
Yalnız burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Beltur yetkililerine şunu hatırlatmak istiyorum.
Başbakan Erdoğan zaman zaman içinden geldiği gibi davranmıyor mu?
Örneğin eşi hanımefendi ile el ele tutuşmuyor mu?
Hatta gazetecilere o şekilde poz vermiyor mu?
Olur a, bir gün Başbakan Erdoğan ile Emine Hanım gazetecileri atlatıp "Hadi şu Yıldız Parkı’na girelim" deseler ve Çadır Köşkü’ne otursalar...
O sırada Başbakan’ın içinden gelse, eşinin elini tutsa, Beltur’un ahlak zabıtaları garsonlar ne yapacak?
Doğrusu ben de bunu çok merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2008
TURGUT Özakman’ın "Diriliş-Çanakkale 1915" kitabı, Balkan Savaşı’da perişan olmuş, onuru kırılmış Türklerin Çanakkale’deki dirilişini anlatıyor. Kitap, dünyanın en büyük armadasının ve kara gücünün Çanakkale’de nasıl perişan hale geldiğini bir film canlılığıyla yansıtıyor.
Okumuyorsunuz, sanki seyrediyorsunuz savaşı.
Çanakkale Savaşı’nın bir başka önemli yanı da Mustafa Kemal adlı bir yarbayı tarih sahnesine çıkarması.
Çanakkale’de askeri bir deha olarak dikkat çeken 33 yaşındaki bu yarbay, savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynuyor.
"Çanakkale kahramanı" olmak Mustafa Kemal’e Kurtuluş Savaşı’nın liderliği yolunu da açıyor.
Turgut Özakman’ın büyük ustalığı, binlerce sayfalık kaynakları tarayıp bir kitaba sığdırmasıdır.
* * *
1915 yılı başlarında Tekirdağ’daki 19. Tümen’in komutanlığına genç bir yarbay atandı.
Atamayı Hürriyet kahramanı Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa yapmıştı.
Ama bu sıradan atamayı yaparken, bunun Çanakkale Savaşı’nın, daha sonra da Kurtuluş Savaşı ile Türk ulusunun yazgısını değiştireceğini bilmiyordu.
Yarbay Mustafa Kemal’e geri plandaki Eceabat bölgesi komutanlığı verildi.
İngiliz ve Fransız zırhlılarından oluşan dünyanın en büyük armadası Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’u teslim almak amacıyla 19 Şubat 1915 Cuma günü saldırıya geçti.
Savaş saat 09.30’da 18 büyük zırhlının Türk toplarının menziline girmeden boğazın kıyılarını bombalamasıyla başladı.
Dev zırhlılar güçlü toplarıyla kıyıların her santimetrekaresini saatlerce dövüp cehenneme çevirdiler.
Sonra da 5 sıra halinde boğaza girdiler.
İşte o anda cehenneme dönen kıyılarda bekleyen Türk topçuları toprağın altından çıkarak menziline giren zırhlılara bomba yağdırdı.
Yenilmez denen armada perişan oldu. O haşmetli zırhlıların bir kısmı battı. Bir kısmı da canlarını kurtarmak için Türk toplarının menzilinden kaçtı.
Yenilmez armada perişan olmuş ve savaş alanını terk etmişti.
Çanakkale Deniz Savaşı Türklerin zaferiyle sona ermişti.
* * *
Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anlayan emperyalist güçler, bu kez Gelibolu Yarımadası’na batı ucundan ve güneyden çıkarma yaptılar.
25 Nisan 1915 günü kara savaşları başladı.
Düşman önce yarımadanın Seddülbahir, Ertuğrul Koyu ile Arıburun’a asker çıkardı.
Arıburun bölgesindeki kuvvetler yeterli değildi.
Oradan sorumlu komutanlar hemen Mustafa Kemal’i arayıp yardım istediler.
Mustafa Kemal düşmanın Kocatepe’yi ele geçirmesi durumunda savaşın başlamadan biteceğini anladı ve hemen kararını verdi:
"Düşmanın kıyıya yerleşmesine ve yayılmasına izin verilemez. Bu çok tehlikeli olur. Emir beklemek vakit kaybetmek olacak."
Ve ordu komutanlığına haber vermeden birliklerini bölgeye sevk etti ve düşmanın püskürtülmesini sağladı.
Bu müdahalesi ile savaşın yazgısını değiştiren genç yarbay, albaylığa yükseltildi.
Mustafa Kemal aynı askeri dehayı Conkbayırı ve Anafartalar savaşlarında da göstererek hem savaşın kazanılmasında önemli bir rol üstlendi, hem de tarih sahnesindeki yerini aldı.
Düşmanın yenilmez armadası ve orduları Çanakkale’de büyük kayıplar vererek arkalarına bakmadan kaçtılar.
Çanakkale zaferi, bir ulusunun inanılmaz direnişi ve dirilişi olarak tarihteki yerini aldı.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2008
HİÇ düşündünüz mü? Başbakan Erdoğan, kendisine ve partisine yapılan eleştirilere karşı neden bu kadar tahammülsüz? Sağduyulu AKP’liler bunu şöyle değerlendiriyorlar:
"Başbakan, Türkiye için çok şey yaptığına inanıyor. O kadar ki kendi yaptıklarının 80 yıllık cumhuriyet döneminde yapılanlardan fazla olduğuna inanıyor (ya da sanıyor). Onun için de eleştirileri kabul edemiyor."
Tayyip Bey’in böyle bir sanıya kapılmasının en önemli nedeni çevresi.
Yağcılar takımı onu buna inandırıyorlar.
"Efendim siz gelmiş geçmiş en büyük lider, eşsiz bir devlet adamısınız."
"Siz Türkiye’nin makûs talihini değiştirdiniz. Hiçbir başbakan sizin kadar başarılı olamadı."
"Hem Türk álemi, hem İslam álemi, hem de dünya sizi hayranlıkla izliyor."
"Siz Tanrı’nın bu ülkeye bahşettiği bir insansınız."
Vesaire... Vesaire...
* * *
Yıllar önce, genç bir gazeteciyken, bir profesörle bir bakan arasındaki konuşmaya tanık olmuş, adeta yıkılmıştım.
Bakan bir gün önce annesini kaybetmişti.
Profesör, bakana sokulup başsağlığı diledi, sonra aynen şöyle dedi:
"Annenize Tanrı’dan rahmet diliyorum. Ne mutlu o anneye ki bu ülkeye sizin gibi değerli bir insan kazandırmış."
Bakan bu aşırı iltifata teşekkür etti.
Bakana vıcık vıcık yağ yapan o profesörün yüzünü hayatım boyunca hiç unutmadım.
Ama ondan sonra meslek yaşamımda hemen her kesimden, her meslekten öyle yağcılara rastladım ki, profesörün o gün yaptıkları çok hafif kaldı.
Başbakanın ve bakanların önünde perende atanlar mı, hazırolda bekleyenler mi, yalvaranlar mı...
Neler gördüm, neler...
* * *
Bir de şunu gördüm; politikacıların pek çoğu böyle vıcık vıcık yağlardan hoşlanıyor.
Şaşırıp ayakları yerden kesiliyor.
Özellikle iktidarları başarısız olmaya başladığı zaman çevrelerini hep bu tip yağcıların sarmasını istiyorlar.
Gerçekleri söyleyenlerden hoşlanmaz oluyorlar.
Yağcıların yalanlarıyla avunma girdabına kapılmaktan kurtulamıyorlar.
İşte o zaman düşüş daha da hızlanıyor.
Gerçekleri yazan gazeteleri okumuyorlar.
Eleştirel manşetlerden hoşlanmıyorlar.
Örneğin bugüne bakarsak, Başbakan Erdoğan’ın görmek istediği manşetler şöyle:
"Demokrasiye gölge düştü..."
"Hukuk kılıflı zorbalık... Yargı darbesi..."
"Askerle olmadı, umut yargıda..."
"Çağdışı mahkeme değişmeli..."
* * *
Oysa iktidar, çıkarları için yazan zibidilerin görüşleriyle rahatlamaya çalışacağına, gerçekleri okusa belki bir çıkış yolu bulabilir.
Çünkü onları terk edecek ilk insanlar o zibidiler olacak.
Bu değişmeyen bir kuraldır.
Aslında Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava, AKP’nin AB aşkını yeniden alevlendirebilir.
AKP artık muhtaç olmadığına inandığı AB’nin zırhına bir kez daha bürünmek zorunda olduğunu fark eder.
Bakarsınız, 2004 yılına kadar yaptığı gibi yeniden AB’nin uslu çocuğu oluverir.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2008
BEN yazılarımda, katıldığım toplantılarda, konuşma yaptığım açık oturumlarda, konferanslarda hep şunu söylüyorum: "Türk toplumu laik demokratik cumhuriyeti ve kazanımlarını sandıkta korumalıdır. AKP’yi de sandıkta iktidardan indirmelidir. Doğrusu ve sağlıklısı budur."
Biliyorum, AKP gibi dini silah olarak kullanan, tarikatlarla ortaklık yapan bir partiyi sandıkta yenmek zordur. Hele bu parti güçlü bir şekilde iktidara yerleşmişse.
Devlet gücüyle her türlü parasal kaynağı kontrol edebiliyorsa.
Sosyal devleti "sadaka devletine" dönüştürmüşse.
Oy toplamak için popülist politikaları pervasızca uyguluyorsa.
Yandaşlarından başkasına yaşam hakkı tanımıyor, toplumu "onlar" ve "biz" diye bölüyorsa.
Medyaya baskı uyguluyorsa...
Böylesine güce ulaşmış bir iktidarı yenmek için sabır, özveri, toplumsal bilinci harekete geçirmek gerek.
Bana göre bu zor işi başarmaktan başka çare yok.
Çünkü darbeler, partilerin kapatılması çözüm değil.
Yakın tarihimizde bunları defalarca yaşadık.
* * *
Dün ben bu yazıyı yazarken Tayyip Bey AKP grubunda konuşuyordu.
Yumuşak bir üslup kullanmak için büyük çaba harcıyordu.
Kendisinin ve partisinin iktidar başarısını işine gelen rakamları sıralayarak uzun uzun anlattı.
Belli ki bugün gelinen noktada en ufak bir suçu olmadığı kanısında.
Laikliğe karşı eylemlerin odağı haline gelmediklerini söylüyor.
Konuşması milletvekilleri ve balkonları dolduran taraftarları tarafından bol bol alkışlanıyor.
Balkonlarda oturan türbanlı kadınlara bakıyorum, hepsi tesettürlü ama çok şık ve pahalı giysiler içindeler.
Hepsinin başlarındaki örtüler ipek.
Erkekler de öyle, son derece şık. Üzerlerinde pahalı takım elbiseler var.
Bu kesimin kullandığı lüks otomobiller de giderek artıyor.
5-6 yıl gibi kısa zamanda çok önemsenecek bir sınıf atlama olayı yaşanıyor.
Keşke aynı değişim bu insanların kafalarında da olsa...
* * *
Parti kapatmanın bir çare olmadığını yazdım.
Ancak bir hukuk devletinde siyasi partilerin anayasaya ve yasalara karşı sorumlu olduğunu da unutmamak gerekir.
Bir parti için kapatma davası açılıyorsa bunun sorumlusu o partinin lideridir.
AKP ve Erdoğan bu konuyu ciddi olarak düşünmelidir.
1998’de Erbakan’ın lideri olduğu Refah Partisi kapatılmış, yerine Fazilet Partisi kurulmuştu.
Ama bir yıl sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılması için dava açılmıştı.
9. Cumhurbaşkanı Demirel’e sormuştum:
"Refah Partisi’ni kapattık. Yurtdışından çok tepki geldi. Şimdi Fazilet Partisi de kapatılırsa dışarıda kıyamet kopacak. Avrupa Birliği ile ilişkiler çıkmaza girebilir. Türkiye bunu nasıl anlatacak?"
Demirel hiç tereddüt etmeden şunları söylemişti:
"Bak gardaşım, can, benim canım. Avrupa Birliği beni ilgilendirmez. Ben laik demokratik cumhuriyeti korumak zorundayım. Türkiye bir hukuk devletidir. Anayasası, yasaları vardır. Her siyasi parti bunlara uymak zorundadır."
Kesin olan şu, eğer Tayyip Bey rejimi zorlamasaydı, bugün böyle bir dava açılmazdı.
Tayyip Bey’in Bahçeli’nin tuzağına düşüp türbanı Anayasa’ya sokmaya kalkması bardağı taşıran damla oldu.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2008
GEÇMİŞE doğru şöyle bir dönüp bakınca yüreğimin derinlerinden kopup gelen bir sızı duyuyorum. <br><br>İyi günde, kötü günde yıllarca birlikte olduğumuz, "Babıáli" denen zorlu dünyada dirsek çürüttüğümüz bazı meslektaşlarımı tanıyamıyorum. Kişiliksiz, kötü karakterli, mesleği çıkar için kullananları kastetmiyorum.
Onlar çok önemli değil, Babiáli’nin değişmez kuralları onları yıllar içinde yok etti.
Ama kısa zamanda onların yerlerini hep yenileri aldı.
Onlar sadece çıkarları için çalıştılar ve güzel mesleğimizi bıkmadan usanmadan kirlettiler.
Yüzde yüz demiyorum ama ağırlıklı olarak bu tip gazeteciler Özal’la birlikte daha sağlam yerleştiler Babıáli’ye.
İktidar ve yandaşları tarafından sürekli ödüllendirildiler.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Özal dönemindeki bu bilinçli yozlaştırma ve ilkesizleri kayırma, AKP iktidarı dönemindeki boyuta hiç çıkmadı.
Çünkü bu dönemde bu tip gazeteciler yalnız AKP tarafından değil, AKP’yi destekleyen dış odaklar tarafından da ödüllendirildi.
* * *
Ben bunları yukarda sözünü ettiğim cibilliyeti belli olanlar için söylemiyorum.
Onları herkes biliyor.
Onların ömrünün AKP ile sona ereceğine inanıyorum.
Benim yüreğimi sızlatanlar AKP iktidarı ile çizgilerini değiştirenler...
Cumhuriyet’e, Atatürk’e, aydınlanmaya, çağdaş demokratik Türkiye’ye karşı olanların peşine takılanlar...
Gerici dünya görüşünü destekleyenler.
Bunu demokratlık adına yapanlar.
İşin daha acısı bu arkadaşların ruhlarını satması.
İşte benim aklımın almadığı olay bu.
Tayyip Bey’in, Arınç’ın ve AKP kadrolarının büyük çoğunluğunun dünya görüşünü bilmiyorlar mı?
Çağdaş Türkiye’yi bir İslam toplumuna çevirme özlemlerini görmüyorlar mı?
Bunun için sosyal yaşamı değiştirmek amacıyla her fırsatı kullandıklarına tanık olmuyorlar mı?
Avrupa Birliği’ni içerdeki muhalefete karşı kendilerine kalkan olarak kullandıklarını hálá anlayamadılar mı?
Bütün bunlardan daha çirkin olan, AKP karşıtlarını "Darbeci" diye susturma çabaları değil mi?
Bunu onlara verilen talimatlar doğrultusunda yapmıyorlar mı?
* * *
Bazı kendini bilmez olanları ise terbiye ve saygı sınırlarını aşarak küfür, iftira dolu küstahlıklar yapıyorlar köşelerinde.
Saygın insanlara hakaret ediyorlar.
Tek amaçları var; onlara çıkar sağlayanlara daha çok yaranmak.
Bunu demokrasi uğruna yaptıklarını sık sık vurguluyorlar ama aslında demokrasiyi boğazlıyorlar.
Onları barındıran gazeteler de tamamen bizim meslekte söylendiği gibi "besleme basın".
Tetikçilik yapıyorlar, insanları ihbar ediyorlar, dürüst, onurlu, çizgisini değiştirmeyen meslektaşların başına olmadık çoraplar örmeye çalışıyorlar.
Bu gidiş gidiş değil.
Bugüne kadar hiçbir Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kadar şanslı olmadı.
Hiçbir politikacı Erdoğan gibi "El bebek, gül bebek" başbakanlık koltuğuna oturtulmadı.
Hiçbir başbakana Erdoğan kadar içerden ve dışardan büyük kredi açılmadı.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2008
CHRISTIAN Lindberg... Dünyanın en ünlü tromboncularından biri. İsveçli bu uçuk kaçık deha, aynı zamanda çok önemli bir bestekár.
Sanırım 2004 yılında bu ünlü virtüözü İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda dinleme şansını yakalamıştım.
Sahneye koşarak girmiş, trombonunu sihirli bir ustalıkla çaldıktan sonra yine koşarak sahneden ayrılmıştı.
Bir de aklımda siyah güneş gözlüğü, yeşil pantolonu ve garip gömleği kalmıştı.
Lindberg konserini bitirdikten hemen sonra kuliste yangın çıkmış, yapılan anons üzerine apar topar salonu terk etmiştik.
Tam Lindberg’e uygun bir finaldi.
Akbank Oda Orkestrası’nın davetlisi olarak İstanbul’a gelen bu dáhi müzik adamı, bu büyülü kentten çok etkilenmiş.
O sırada üzerinde çalıştığı Trompet Konçertosu’nu İstanbul coşkusuyla tamamlayıvermiş.
Konçertosuna da "Akbank Bunka" (Bunka da Japonca bir sözcük) adını vermiş ve yapıtını dünyanın en iyi trompetçilerinden Ole Edvard Antonsen’e adamış.
* * *
Önceki gece de Antonsen’i izleme şansına sahip olduk.
Yine Cemal Reşit Rey’deydi bu nefis konser.
Şef Cem Mansur yönetimindeki Akbank Oda Orkestrası eşlik ediyordu ünlü sanatçıya.
Ole Edvard Antonsen, Lindberg’in "Akbank Bunka" sını çaldı.
Konçerto tıpkı bestecisi gibi çılgın ve uçuk.
Çağımızın dinamizmini, hızını, sabırsızlığını anlatıyor.
Bestecinin İstanbul’da tamamladığı ve Turkjazz adını verdiği son bölüm ise batı-doğu karışımı olan bu kentin renkliliğini yansıtıyor.
Konserde Haydn’ın ünlü "Sabah", "Öğle" ve "Akşam" senfonilerini dinledik.
Yine Haydn’ın nefis Trompet Konçertosu’nu da Antonsen çaldı.
Ama ne çalmak...
Önceki gece CRR’deki konser beni bir başka açıdan da çok mutlu etti.
"Akbank" adı klasik müzik dünyasının unutulmazları arasına girmişti.
Düşünün bundan böyle yıllar boyu, nesilden nesile Lindberg’in Trompet Konçertosu "Akbank Bunka" adıyla çalınıp anılacak.
Livaneli Şarkıları
ZÜLFÜ Livaneli... Çok yönlü bir sanat ve düşün adamı.
Yani bir değil, birçok Zülfü Livaneli var.
Ama bana sorarsanız Zülfü Livaneli’lerin en büyüğü, uluslararası besteci olanı.
Yeni çıkan "Dünya Solistlerinden Livaneli Şarkıları" albümünü dinlerken bir Türk olarak Zülfü Livaneli ile gurur duydum.
Albümdeki Zülfü Livaneli’nin unutulmazlar arasına girmiş ünlü şarkıları, dünya sanatçıları tarafından kendi dillerinde seslendirilmiş.
Kimler yok ki...
Amerika’dan Joan Baez, Jocelyn B. Smith, Yunanistan’dan Maria Faranduri, George Dalaras, Alkistis Protopsalti, Hollanda’dan Liesbeth List, İspanya’dan Maria Del Mar Bonet, Avusturya’dan Christina Zurbrügg, İtalya’dan Deniz Ünel ve London Symphony.
Bu albüm Zülfü Livaneli’nin unutulmaz şarkılarının dünya unutulmazları olduğunu ortaya koyuyor.
Zülfü Livaneli’ye ülkesine kazandırdığı bu onurdan dolayı sonsuz teşekkürler ediyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2008
HABER, 1979’un 27 Aralık günü bomba gibi patladı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu verdi.
Komutanlar, "Siyasi partilerin her türlü terör hareketine karşı bütün önlemleri müştereken almalarını" ısrarla istiyordu.
Uyarı mektubunu alan Cumhurbaşkanı Korutürk gereğini yaparak bunu siyasi partilere iletti.
İktidar, "Bu mektubun muhatabı ben değilim" dedi.
Muhalefet, "Ben hiç değilim. Mektup iktidara uyarıdır" dedi.
Vatandaşlar, anayasal kuruluşlar ise oralı bile olmadı, "Bana ne" dedi.
Ve komutanların özene bezene yazdıkları "uyarı mektubu"nu kimseler üzerine almadı.
Ülkede hiçbir şey düzelmedi.
Mektup da ortada kaldı.
Bir daha mektup gelmedi ama tam 8.5 ay sonra, 12 Eylül 1980 günü darbe geldi.
Mektubu üzerine almayan siyasi partilerin hepsi kapatıldı.
Liderler gözetim altına alındı.
Demokrasi rafa kaldırıldı.
Parlamentonun kapısına kilit vuruldu.
* * *
Bugüne gelirsek...
Birtakım (sayıları pek fazla değil) aklı başında insan "Ülke sürekli geriliyor. Global ekonomik kriz kapımıza geldi dayandı. Bu böyle gitmez" diyor.
Kimse aldırmıyor.
Medya "Gerginlik politikaları kimseye yarar getirmez. Bunu yakın geçmişimizde çok gördük, yaşadık" diyor.
Takan olmuyor.
Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütleri "sağduyu çağrıları" yapma gereğini duyuyorlar.
Başbakan "Ülkeyi biz germiyoruz. Gerenler muhalefetle, medya" diyor.
Muhalefet ise "Sivil toplum örgütlerinin aklı neredeydi? Çağrıyı iktidara yapsınlar. Gerginliğin kaynağı rejimle sürekli kavga eden iktidardır" diyor.
Tıpkı 28 yıl önce olduğu gibi bu kez de "sağduyu çağrısı" ortada kalıyor.
* * *
"Sağduyu çağrısı"na bir şey demiyorum ama sivil toplum örgütlerinin bir hayli geç kaldıkları da bir gerçek.
Bizim sivil toplum örgütleri uyanana kadar "Atı alan çoktaaan Üsküdar’ı geçti."
Bu çağrının bir işe yarayacağını beklemek büyük iyimserlik olur.
Başbakan kürsülere çıkınca efelik yapıp onu bunu tehdit etmekten, herkese çatmaktan vazgeçer mi?
"Biz ve onlar" diyerek toplumu ikiye bölmenin aynı zamanda ülkeyi de bölmek olduğunu anlayabilir mi?
"Benim medyam, benim gazetecim, benim işadamım, benim bürokratım" anlayışını terk edebilir mi?
Elindeki siyasi erki keyfi kullanmayı bırakabilir mi?
Demokrasiye, hukuk devletine saygılı olabilir mi?
Devleti ele geçiren tarikatları temizleyebilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni anayasanın ve yasaların sınırları içinde kalarak yönetebilir mi?
Rejimle barışık hale gelebilir mi?
Recep Tayyip Erdoğan bunları yapabilir mi?
Yapabilirse zaten ülkede gerginlik merginlik kalmaz.
Kimsenin de "sağduyu çağrıları" yapmak aklına gelmez.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2008
ÜNLÜ hukukçu Avukat Turgut Kazan, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e benim de altına imza atacağım bir dilekçe gönderdi. Yıllarca İstanbul Barosu Başkanlığı yapan Kazan şöyle diyor:
"8 aydır ucu açık tutulan soruşturmada, Ceza Mahkemesi Kanunu’nun ifadeye çağırma, zorla getirme, yakalama ve aramaya ilişkin 145, 146, 98, 116, 118. maddelerini çiğneyerek, toplumda büyük korku ve dehşete yol açan, özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz hakkında soruşturma açılması gerekir."
Kazan söz konusu maddelerin savcılık tarafından da aynen uygulanmasının zorunlu olduğunu hatırlatıyor ve şöyle diyor:
"Konutlarda, işyerlerinde ’gece vakti arama yapılamayacağı’ kuralı temel kuraldır. 118. maddenin 2. fıkrası ’istisnaları’ göstermiştir. İstisnaların keyfi biçimde genişletilip ana kurala dönüştürülmesi mümkün değildir."
Kazan maddeleri de şöyle açıyor:
İfadesi alınacak veya sorgusu yapılacak kişi davetiye ile çağrılır, çağırma nedeni açıkça belirtilir, gelmezse zorla getirileceği yazılır. (Md. 145)
Hakkında tutuklama emri kararı verilmesi veya yakalama emri düzenlenmesi için yeterli nedenler bulunan veya 145. maddeye göre çağrıldığı halde gelmeyen şüpheli veya sanığın zorla getirilmesine karar verilebilir. (Md. 146/1)
Aşağıda belirtilen hallerde, herkes tarafından geçici olarak yakalama yapılabilir.
a) Kişiye suçu işlerken rastlanması.
b) Suçüstü bir fiilden dolayı izlenen kişinin kaçması olasılığının bulunması veya hemen kimliğini belirleme olanağının bulunmaması. (Md. 90/1)
Soruşturma evresinde çağrı üzerine gelmeyen veya çağrı yapılamayan şüpheli hakkında, savcının istemi üzerine ... yakalama emri düzenlenebilir. (Md. 98/1)
Yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa, şüphelinin... eşyası, konutu,... aranabilir. (Md. 116)
Konutta, işyerinde veya diğer kapalı yerlerde gece vaktinde arama yapılamaz. (Md. 118/1)
Suçüstü veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerle yakalanmış veya gözaltına alınmış olup da firar eden kişi veya tutuklu veya hükümlünün tekrar yakalanması amacıyla yapılan aramalarda, birinci fıkra hükmü uygulanmaz (Md. 118/2)
Evet, yasal kurallar bunlardır. Ama son olayda hepsi çiğnenmiştir. İlhan Selçuk’la yaşanan somut örnek, yasanın hiçe sayıldığını gösteriyor...
* * *
Sayın Bakan,
Çok iyi bilirsiniz ki, yargılama yasaları herkes için, özellikle suçsuzlar için güvencedir. Son olay bu güvenceyi yıktı. ’Geceleyin kapı çalınınca, sütçü gelmiştir diye uyanma hakkımız’ öldürüldü. Böyle demokrasi olmaz. Böyle hukuk devleti olmaz.
12 Eylül macerasında müşterek korkularımız oldu. Ama son uygulamada yaratılan dehşet 12 Eylül örneklerini aşmıştır. Bu nedenle (İlhan Selçuk için değil) şahsım ve yaşananlardan dehşete kapılmış insanlar için, size başvurmayı görev saydım.
Soruşturmanın 8 aydır ucu açık tutulması ve toplumsal olaylara denk dalga operasyonlara başvurulması, bu yönüyle makul sürenin aşılması ve adil yargılanma hakkının yaralanması bir yana, 160/2. madde uyarınca şüphelinin haklarını korumakla yükümlü olduğunu unutan ve temel kurallara aykırı davranan, özel yetkili savcı Zekeriya Öz hakkında, 2802 sayılı yasanın 82. maddesi uyarınca, soruşturma açılması gerektiğini düşünüyorum.
Yasal güvencelerin (halen) geçerli olduğu inancını tekrar canlandırabilmenin ve yaratılan korkuyu dağıtabilmenin başka yolu kalmadığını belirtiyor, durumu takdirlerinize sunuyorum."
Yazının Devamını Oku