19 Mayıs 2008
ÖNCE Fikri Sağlar’ın Birgün Gazetesi’ndeki köşesinde ileri sürdüğü, insanı yerinden zıplatacak iddialarından başlayalım:
"Türkiye, Atatürk’ü Allah’a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk’e..."Daniel Dumoulin
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
SEÇİMDEN sonra Gül ile Erdoğan aileleri arasında bir limonilik gözlemleniyordu. AKP’liler Hayrünnisa Hanım’la Emine Hanım arasındaki soğukluğu "Kadın refleksinden kaynaklanıyor" diye yorumluyorlar.
Yani bu yorumla Emine Hanım’ın Hayrünnisa Hanım’ı kıskandığını veya ona öfke duyduğunu mu ima etmek istiyorlar bilemiyorum.
Kuşkusuz bunun payı var, ama tek neden bu olamaz.
Şunun için; Hayrünnisa Hanım cumhurbaşkanlığı seçiminden önce Emine Hanım’ın arkasından yürüyen ve öteki bakan eşleri gibi ona "Hanımefendi" diye hitap eden bir bakan eşiydi.
Ama seçimden sonra "First Lady"liğe yükselmesi, Emine Hanım’a "Hanımefendi" yerine "Emine Hanım", Emine Hanım’ın da Hayrünnisa Hanım’a "Hanımefendi" diye hitap etme ve onun arkasından yürüme zorunluluğu getirince dengeler altüst oldu.
Bu durumun Emine Hanım’ı rahatsız etmiş olması doğaldır.
Benim anladığım kadarıyla "Kadın refleksinden kaynaklanıyor" değerlendirmesi bunu anlatmak istiyor.
* * *
AKP’lilerin bu değerlendirmesinde gerçek payı var.
Ama neden başka...
Çünkü TV görüntülerinden ve haberlerden anladığımız kadarıyla limonilik sadece Hayrünnisa Hanım’la Emine Hanım arasında değil.
Hatta Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın arası biraz daha fazla limoni.
Her ikisi de zorunlu olmadıkça bir araya gelmiyorlar.
Birlikte mutluluk fotoğrafları vermemeye özen gösteriyorlar.
Oysa Erdoğan Cumhurbaşkanı, Gül de Başbakan olsaydı...
O mutluluk fotoğrafları hemen her fırsatta karşımıza çıkardı.
* * *
Erdoğan Ailesi hem geleneksel yapı olarak, hem de inançlar açısından erkek egemen bir aile.
Evin reisi kayıtsız şartsız baba...
Bu tip aile yapısında eş ve çocuklar babanın sözünden dışarı çıkamaz.
Sakın bundan aile bireyleri arasında sevgi eksikliği olduğu anlaşılmasın.
Ailenin bütün bireyleri, aynı terbiye ile büyüdükleri için babaya olan bağlılık, sevgi ve saygı ile yüklüdür.
Bu tip ailelerde eşler ve çocuklar önemli konulardaki davranışlarını ancak babanın onayını alarak ayarlarlar.
O nedenle Emine Hanım, Hayrünnisa Hanım’a Tayyip Bey’in onayını almadan bir tavır içinde olamaz.
Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki limoniliğin nedenine gelince...
Erdoğan, seçimden sonra Gül’ün Cumhurbaşkanı olması için ikinci denemeye girmek istemedi, öteki partilerin de onaylayabileceği bir aday çıkarmayı düşündü.
Böyle bir isim, gerginliklerin ikinci kez yaşanmamasının da yolunu açabilirdi.
Bunun için 367 engelini öne sürerek Abdullah Gül’ü aday olmaması için ikna edebilirdi.
Ama o arada beklenmedik bir olay oldu.
Devlet Bahçeli Meclis’e gireceğini ve oy kullanacağını açıklayınca Tayyip Bey’in yapacağı bir şey kalmadı.
Abdullah Gül aday oldu ve cumhurbaşkanı seçildi.
İşte limonilik de o gün başladı.
O nedenle Çankaya ile Konut arasındaki limonilik, soğukluk veya küskünlük ne derseniz deyin, iktidar paylaşımının yarattığı bir öfkenin sonucudur.
Bu tüm insanlar için geçerli olan evrensel bir zaaftır.
Tarih bu tip örneklerle doludur.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2008
DEVLET Sanatçısı Bariton Mete Uğur’u ilk kez bu kadar üzgün gördüm. "Leyla Abla’ya medyunum. Benim meslek yaşamımda çok önemli bir yeri vardır" dedi.
Sonra Türkiye’nin dünya operasına çıkardığı diva Leyla Gencer’e neden medyun olduğunu anlattı.
Yıl 1960... İstanbul Şehir Operası kuruluyor.
Müdür ve Başrejisör, Türk opera ve balesine büyük emekleri geçen Aydın Gün harıl harıl kadro kurmaya çalışıyor.
Bir gün genç sanatçı Mete Uğur’u görüyor, "Sen benim odama gel" diyor.
Mete Uğur uçarak Aydın Hoca’nın odasına gidiyor.
Aydın Bey çekmecesinden pırıl pırıl bir Puccini’nin Madame Butterfly Operası’nın partisyonunu çıkarıp veriyor.
"Sharpless’i (Amerikan konsolosu-başrol) oynayacaksın. Hızla çalış" diyor.
İlk temsilinde başrol üstlenmek genç bir sanatçı için inanılmaz bir olay.
Aydın Gün dikkatle izlediği bu genç sanatçının Sharpless rolünün altından kalkacağından emin.
Bunun bilincinde olan genç Bariton da deli gibi çalışıp partisyonu yutuyor.
* * *
Bir kaç gün sonra yoğun bir prova süreci başlatıyor Aydın Gün.
Madame Butterfly’ın kusursuz olması için en ufak ayrıntılarla bile sabırla ilgileniyor.
Provalar tamamlanıyor ve gala tarihi belirleniyor.
Aydın Gün aynı rolü üstlenen ve sırayla oynayacak olan 3 bariton arasında en genci olan Mete Uğur’u yine odasına çağırıyor ve şöyle diyor:
"Galada Cio Cio San’ı Leyla Gencer, Sharpless’i de sen oynayacaksın."
Leyla Gencer adını duyan Mete Uğur’un eli ayağı titriyor.
Leyla Gencer İtalya’da La Scala’da başroller oynayan dünyaca ünlü bir soprano...
Aydın Gün’ün hatırı için galaya konuk sanatçı olarak katılıyor.
Mete Uğur ise 23 yaşında ilk temsilini oynamaya hazırlanan bir yetenek.
Madame Butterfly onun sanat yaşamının kaderini belirleyecek.
"Tanrım" diyor kendi kendine, "Bana yardım et. Leyla Gencer’le oynayacağım. İnanılır gibi değil. Tanrım ne olur beni mahcup etme."
* * *
Opera başlıyor. Mete Uğur Leyla Gencer’in karşısında genç bir sanatçıdan beklenmeyecek kadar mükemmel bir performans sergiliyor.
Leyla Gencer’in ustalığı genç sanatçıyı rahatlatıyor ve onu başarıya götürüyor.
Perde indikten sonra defalarca açılıp kapanıyor ve Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun salonunu dolduran opera severler sanatçıları dakikalarca alkışlıyorlar.
Mete Uğur kuliste olanları şöyle anlatıyor:
"Terimi bile silmeden Leyla Abla’nın odasına koştum. ’Sizin gibi büyük bir sanatçıyla oynamaktan büyük bir mutluluk duydum’ dedim.
Güldü ve hiç unutmadığım şu iltifatı yaptı:
’Yaşın çok genç. Buna rağmen çok iyi bir performans gösterdin. Geleceğin çok parlak olacak.’
Sonra İtalya’ya döndü. Daha sonra ben İtalya’ya Scala’ya bursla gittim ve iki yıl kaldım. Onunla sık sık görüştük. Onu birçok operanın başrolünde izledim. Büyük gurur duydum. Çok büyük bir sanatçıydı.
Düşünün bu kadar ünlü bir soprano 23 yaşında genç bir sanatçıyla oynamayı kabul etmeyebilirdi. Ama o bunu yapmadı ve benimle oynamayı kabul etti. Bu gerçekten büyük bir onur oldu benim için."
Ben Mete Uğur’u Leyla Gencer’i yitirdiğimiz gün bunları anlatırken ilk kez ağlarken gördüm.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2008
İNGİLTERE’de yaşayan bir arkadaşım sabahın erken saatinde telefon etti. <br><br>Kıbrıs’tan gelmiş, akşam da Londra’ya geçekmiş. Sesi endişe doluydu.
"Ne oluyor Türkiye’ye? Ülke nereye gidiyor? Daha doğrusu nereye götürülmek isteniyor? Şaşkınlık içindeyim. Çok endişeliyim."
Arkadaşımın sabah sabah böyle bir ruh hali içine sürüklenmesinin nedeni Hürriyet’in dünkü manşetiydi.
Yani, laiklikle demokratlığı kimselere bırakmayan AKP iktidarının sessiz sedasız çıkardığı, Cumhurbaşkanı Gül’ün de sessiz sedasız onaylayıverdiği içki satışını düzenleyen 5752 sayılı yasa.
Yasa çıkmış, ama uygulama yönetmeliği çıkarılmadığı için içki satanların, içki servisi yapanların nasıl hareket edeceği belirsiz.
Örneğin, içki servisi yapan bir lokantaya gittiğinizde bir kadeh içki isteyemeyeceksiniz.
Bu yasa lokantalarda veya barlarda kadehle içkinin satılmasını yasaklıyor.
Eğer buralarda içki içmek istiyorsanız zorunlu olarak şişe açtıracaksınız.
Siz istediğiniz kadar "Kardeşim ben o kadar içki içemem, sadece bir kedeh istiyorum" deyin.
Ya şişeyle, ya da hiç. Başka yolu yok.
* * *
Diyelim ki yılbaşında önemli müşterilerinize bir hediye sepeti göndermek istediniz.
Bu sepete içki koymanız YASAK!
Hani yeni evlenen çiftler balayına çıkarlar ya.
Gelenektir, otel yönetimi onların odasına bir tabak meyve, bir şişe de içki koyar. Meyve serbest, ama içki YASAK!
Gelelim tatil köylerine... Onların işi daha zor.
Çünkü artık fıçılardan doldurulan bardaklarla bira ve şarap ikramı yapamayacaklar. O da YASAK!
Daha saymakla bitmeyecek pek çok saçmalıklar içeriyor yasa.
AKP’nin laikliği ve demokratlığı işte böyle...
Onlar, kadınları örterek, içki içilmeyen bir ülke haline getirerek, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırarak, basın özgürlüğünü yok ederek, devletin kurumları kendilerine uydurarak Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokacak.
* * *
AKP’yi destekleyen bizim enteller bir türlü görmek istemiyorlar.
Hálá eveleyip geveliyorlar, hálá Tayyip Bey’e toz kondurmuyorlar.
Anadolu’ya giderseniz zaten 6 yıl içinde Türkiye’nin ciddi şekilde İslam şalına büründüğünü görürsünüz.
Şimdi sıra büyük kentlere geldi.
Orada da böyle sessiz sedasız çıkarılan yasalarla örtünme tamamlanacak.
Sektör yöneticilerinin yasayla ilgili ortak değerlendirmesi de bu gelişmeleri doğruluyor:
"Amaç ev dışında içki içilmesini imkánsız hale getirmek. Bu uygulamalar sektörün sonunu getirir."
Bugün Türkiye’yi yönetenlerin yapmak istediği de zaten içki sektörünün sonunu getirmek, çağdaş yaşamı toptan bitirmek değil mi?
Ama hálá "Acaba" diyenler var.
Onlar ayılıncaya kadar zaten iş işten geçmiş olacak.
NOT: Dün Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (TAPDK) telefonları kilitlendi. TAPDK Başkanı Kazım Çalışkan, "İlgili maddeyi sektörde yanlış yorumlayanlar var. Yönetmeliklerimizle konuyu netleştiririz. Yetkisi ve belgesi olanların bir duble rakı veya bir kadeh şarap servisi yapmasının önüne engel koymadığımızı gösteririz" dedi.
Bakalım, bekleyip göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2008
GAZETECİLİĞE başladığımda Çankaya’da 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay oturuyordu.<br><br>Sunay’dan sonra Fahri Korutürk cumhurbaşkanı oldu. Ardından sırasıyla Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer Çankaya’ya çıktı.
Şimdi de 11. cumhurbaşkanı olarak Abdullah Gül görev yapıyor.
Gül, benim gazetecilik yaşamımdaki 7. cumhurbaşkanı oluyor.
Bunun ötesinde kendileri bu 7 cumhurbaşkanı içinde Çankaya’ya çıkması en çok tartışılan kişi oldu.
Halkın yarıdan fazlası Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını istemedi.
Hatta milyonlarca insan bugün Abdullah Gül için "Benim cumhurbaşkanım değil" diyor.
* * *
Abdullah Bey ve eşi henüz Çankaya’ya taşınmadılar.
Kendileri, seçileli sekiz buçuk ay olmasına rağmen halen Dışişleri Bakanlığı Köşkü’nde ikamet buyuruyorlar.
Nedeni cumhurbaşkanı ile eşi hanımefendinin Çankaya’da köklü tadilat istemesi.
Geçenlerde arkadaşımız Ümit Çetin’in yazdığı Köşk’le ilgili haber çok ilginçti.
Köşk’te sürdürülen tadilat için 18.8 milyon YTL, eski parayla 18.8 trilyon lira ayrılmış.
Daha önemlisi bu tadilatın en önemli bölümü Cumhurbaşkanı Gül’ün günlük çalışmalarını sürdüreceği "Hizmet Binası"nda yapılıyor.
Bina baştan aşağı güvenlik yönünden kusursuz hale getirilmeye çalışılıyor.
Ümit Çetin’in verdiği bilgilere göre, Gül’ün ofisinin 12 penceresinden 9’u duvar örülerek kapatıldı.
Geriye kalan 3 pencereye suikast tüfeği mermisi ile bombayı bırakın tanklarda kullanılan roketlere bile dayanıklı camlar kaplanacak.
Bu olağanüstü güvenlik önlemleri Çankaya dışını da kapsıyor.
Köşk’ü yukarıdan gören, bölgenin en yüksek iki yapısı olan Atakule ile inşaat halindeki Çankaya Oteli’nin üst katlarında Köşk korumaları nöbet tutuyor.
Bu iki yapıdan Köşk çevresindeki hareketlilik sürekli denetleniyor, ayrıca buralardan gelebilecek tehdit denetim altına tutuluyor.
* * *
Peki ne var, ne oluyor da böyle olağanüstü güvenlik önlemlerine başvuruluyor?
Cumhurbaşkanı neden ve kimden bu kadar korkuyor?
Bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir cumhurbaşkanı böyle yüksek düzeyde güvenlik önlemlerine başvurmadı.
Ne Sunay, ne Evren, ne Özal, ne Demirel ne de Ahmet Necdet Sezer böylesi bir vehme kapılıp olağanüstü güvenlik istediler.
Hatta Ahmet Necdet Sezer korumalarını almadan sık sık alışverişe, sinemaya, tiyatroya bile gidiyordu.
Kırmızı ışıkta bekliyor, halkla birlikte kuyrukta bekliyordu.
Doğrusu Abdullah Gül’le Hayrünnisa Hanım’ın bu kadar büyük tadilata devletin 18.8 milyon YTL’sini harcamalarını anlayamadım.
Gül’den önceki cumhurbaşkanları bu konularda çok daha dikkatli davranmışlardı.
Hele çalışma ofisinin 9 penceresini ördürüp duvar haline getirtmesinin, üç pencerenin camlarını roket mermisi bile geçirmeyecek özel camlarla kaplatmasının nedenini çözemedim.
Merak ediyorum, Cumhurbaşkanı çalışma ofisinin pencerelerini zırhlı camlarla kaplatacak kadar kimden ve ne için korkuyor?
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
YILLARDAN beri Atatürk Kültür Merkezi, sanatseverler için kutsal bir mabet gibiydi. <br><br>Gelecek sezon AKM yok. Bu ayın sonunda binanın şalteri iniyor.
Hazirandan itibaren yapı büyük bir onarıma alınıyor.
14-15 ay sürmesi planlanan onarım nedeniyle bina, sanat etkinliklerine kapanacak.
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın verdiği söze göre AKM yepyeni yüzüyle 2009 Ekim’inde sanatsal etkinliklere açılacak.
İstanbullu sanatseverler, sanat mabetlerine kavuşacaklar.
Dilerim sanatseverlerin binanın akıbeti konusunda duydukları kuşkular doğru çıkmaz.
Verilen sözler tutulur ve AKM yeniden sanat merkezi olarak etkinliklere açılır.
Eğer ters bir durum ortaya çıkarsa Kültür Bakanı Günay bunun hesabını İstanbullu sanatseverlere veremez.
Ay sonuna kadar İstanbul Senfoni’nin konserlerini izleyeceğiz.
Bu yıl gerçekten çok ünlü şeflerin yönetiminde harika konserler izledik, çok yetenekli solistler dinledik.
2007-2008 sezonunun tadı damağımızda kaldı.
2009-2010 sezonunda yenilenmiş, pırıl pırıl hale gelmiş AKM’de çok daha güzel konserler dinleyeceğimizi umuyorum.
* * *
AKM’de son operayı ise 17 Nisan’da izledik.
Yekta Kara’nın bütün ustalığını kullanarak sahneye koyduğu "I Capuleti e Montecchi" (Romeo ve Juliet) gerçekten görülmeye değer bir opera.
Bellini, Romeo ve Juliet’in Tanrı’nın katına ulaşmış aşkını duyarlılıkla müziğine yansıtmış.
Genç áşık Romeo rolü için bir mezzo soprano düşünmüş.
Yekta Kara da Bellini’nin operaya vermek istediği duygusallığı daha ileri götürerek Romeo’yu bir kadına, ünlü Mezzo Soprano Aylin Ateş’e oynatmış.
Jüliet’i Otilya İpek, Capellio’yu Zafer Erdaş, Tebaldo’yu Caner Akın, Lorenzo’yu Bülent Atak başarıyla seslendirdiler.
Evet, son izlediğimiz operanın da tadı damağımızda kaldı.
2009 Ekim’ini heyecanla bekliyorum.
* * *
Geçen hafta Cemal Reşit Rey’de çok önemli bir sanat etkinliğini izlemek olanağını bulduk.
Kremlin Bale Topluluğu’nun iki gün üst üste sunduğu balenin ölümsüz yapıtlarını hayranlıkla izledik.
Birinci gün Kremlin Bale’nin seyretmeye doyamadığımız sanatçıları, Adan’ın Korsan balesinin bir bölümünü oynadılar.
Korsan’ı Aydar Shaidullin canlandırdı. Bu ünlü sanatçı dans etmiyor, sahnede uçuyordu. Hepimizi büyüleyen Shaidullin’in tek şanssızlığı boyunun biraz kısa olmasıydı.
Eğer boyu 5 santim daha uzun olsaydı tartışmasız dünyanın en ünlü bale sanatçılarından biri olurdu.
Onun sevgilisini canlandıran Alexandra Timofeeva ise olağanüstü bir balerin. Onu seyretmeye doyamıyor insan.
İkinci gün ise Minkus’un Don Kişot balesinden bir bölüm sergilendi.
Kitri’yi canlandıran Chistina Kretova da olağanüstü bir dansçı.
Her iki gün topluluk Çaykovski, Puni, Prokofief, Ovsiannikof, Massenet’in yapıtlarından çeşitli danslar sundular.
İstanbul’da bu ünlü topluluğu bize izlettiren Cemal Reşit Rey’in yöneticilerine İstanbullu bir sanatsever olarak teşekkür ediyorum.
Gelecek sezon aynı titizlik içinde hazırlayacakları programlarla nitelikli sanat etkinliklerini İstanbullu sanatseverlere sunacaklarına inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2008
DÜN manşetten verdiğimiz haberde "ulema"dan Süleyman Hoca’nın desteksiz atışlarını okumuşsunuzdur. Arkadaşımız Fatma Aksu’nun haberini okumamış olanlar için olayı kısaca özetleyelim.
İlahiyat Profesörü Süleyman Uludağ, "Sufi Gözüyle Kadın" adlı kitabında bazı İslam büyüklerinin, şeyhlerin cinsel açıdan ne kadar güçlü olduklarını ballandıra ballandıra anlatıyor.
Çarpıcı örnekler de veriyor.
80 yaşında olan bir şeyhin bir gecede 60 kez ilişkiye girdiğini, 120 yaşında olan bir başkasının bir kızın bekáretini "izale" ettiğini yazıyor.
Kitabında bunun gibi pek çok örnekler veren Süleyman Hoca bizim arkadaşlarımıza "Bunları ben de başka kitaplardan aldım" demiş.
Anımsarsınız, Başbakan Erdoğan AİHM’nin verdiği bir türban kararından sonra çok kızmış "Sen buna karar veremezsin, ulema karar verir" demişti.
Eğer Erdoğan’ın karar vermesini istediği "ulema" da ilahiyat Profesörü Süleyman Uludağ gibi atıyorsa yandık demektir.
Biliyorsunuz Başbakan’ın "ulema" ile ilgili bu sözleri Başsavcı’nın iddianamesinde de yer aldı.
AKP savunmasında bu konuda şöyle deniliyor:
"Bu sözler, hukuk devletinde adil yargılamanın önemli bir unsuru olan ’bilirkişilik’ bağlamında değerlendirilmelidir."
Bu müthiş savunma için AKP hukukçularını gerçekten kutlamak gerekir.
* * *
"Uluma"dan neler çekiyoruz neler...
Beykoz Çavuşbaşı’nda Mahmut Hoca’nın villalarının resmini çekiyor diye Vatan Gazetesi muhabirleri az daha cemaat mensupları tarafından linç ediliyordu.
Gazetecileri döven saldırganlar yakalandı ancak savcı tarafından serbest bırakıldı.
Önceki günkü Vatan’da bu saldırganların fotoğrafları vardı.
O fotoğrafları Türkiye üzerinde durmadan ahkám kesip ileri geri konuşan Olli Rehn’in görmesi gerekirdi.
O zaman belki Türkiye’deki geriye gidiş konusunda beliren duyarlılık ve endişelerle ilgili olarak kafasında pırıltılar belirebilirdi.
Olli Rehn’e Türkiye hakkında akıl verenler kendisini Çarşamba’ya ve yeni yeni Çarşamba olma yolunda ilerleyen Çavuşbaşı’na götürseler de adam oraları bir görse.
Neyse, saldırganların fotoğrafını görmemiş olanlara karedeki tipleri anlatalım.
Hepsi çember sakallı ve takkeli, saçları kısacık. Üzerlerinde uzun cüppeler, şalvar gibi bol pantolonlar var.
İçlerinden biri bu fotoğrafı çeken gazeteci arkadaşı tehdit ediyor:
"Yeter, artık fotoğraf çekmeyin. Arkadaşınızı dövenler işlerini tam olarak yapmamışlar. Dinimize, hocamıza saldıranların boğazlarını kesmeleri gerekirdi."
* * *
AKP iktidarında sosyal yaşamın uygarlık sınırlarının giderek daraldığı tartışma götürmez bir gerçek.
Örneğin bir istatistiğe göre Türkiye’de içki servisi yapan lokantaların sayısında yüzde 10’uk bir düşme olmuş.
Bu yüzdenin çok daha yüksek olduğunu sanıyorum.
Anadolu kentlerinde hemen hemen içki servisi yapan lokanta kalmadı gibi.
Bunun son tanığı da AKP iktidarını yürekten destekleyen Prof. Dr. Eser Karakaş dostumuz.
Konya’da yaşadıklarından sonra yazdığı yazıda karşılaştığı dayatmayı anlatırken "İnsanın kafası karışıyor" diyor.
Eminim Olli Rehn de biraz dolaşsa profesör dostumuz Eser Karakaş gibi onun da kafası karışır.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
GEÇTİĞİMİZ cumartesi akşamı TESEV Başkanı Can Paker ve eşi evlerinde Başbakan Erdoğan ile eşi onuruna bir yemek verdiler. Yemeğe Başbakan Erdoğan’ın istediği gazeteciler davet edildi.
Mehmet Barlas, eşi Canan Barlas (Can Paker’in kardeşi), Ergun Babahan ve eşi, Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal ve eşi, Taha Akyol ve eşi, Cengiz Çandar ve eşi, Mustafa Karaalioğlu ve eşi.
İzin verirseniz Başbakan’ın sakin, dinlendirici bir akşam sofrasında birlikte olmak istediği meslektaşları tanıtmak istiyorum.
Mehmet Barlas’tan başlayalım.
Gençliğinde solcuydu. Sonraki dönemlerinde Demirel’e yakın oldu.
Sonra Özal’ı ve politikalarını inançla savundu.
12 Eylül ara rejim döneminde de Kenan Evren’le arası askeri rejimin hışmına uğrayan bazı meslektaşları affettirecek kadar iyiydi. Şimdi de Erdoğan’a yanağından makas alacak kadar yakın.
Nazlı Ilıcak’ın gazetecilik yaşamında çok değişken siyasi tercihler var. Önce Demirel’ciydi. Bir ara Mehmet Yazar’ı tuttu. Sonra Erbakan’cı oldu. Şimdi Tayyip Bey’in sıkı destekçisi.
Hasan Cemal de gençliğinde solcuydu. Şimdi AKP iktidarına ve Erdoğan’a yakın duruyor.
Taha Akyol’un da siyasi çizgisinde sert virajlar var. Türkeş’in teorisyenlerindendi. Sonra Özal ve Yılmaz’a yakın oldu. Şimdi AKP’yi ve Erdoğan’ı destekliyor.
Cengiz Çandar da gençliğinde solcuydu. Sonra Özalcı oldu. Şimdi AKP ve Erdoğan’a sıcak bakıyor.
Ergun Babahan Sabah’ın başına geçtikten sonra hızlı bir şekilde AKP’ye ve Erdoğan’a yakınlaştı.
Mustafa Karaalioğlu AKP ve Erdoğan’ın en fazla güvendiği gazetecilerin başında geliyor.
* * *
Bu ilginç yemeğin konukları olan meslektaşlarımızı tanıttıktan sonra bir inancımı özellikle belirtmeliyim.
Mustafa Karaalioğlu dışındaki gazeteci arkadaşlarımızın Erdoğan ve AKP ile aynı dünya görüşünü paylaşmadıklarına eminim.
Ama bugün hepsi AKP’ye ve Erdoğan’a yakınlar ve yazılarında onlardan yana bir duruş sergiliyorlar.
Şimdi yemeğe dönersek...
Duyumlarıma göre güzel, sakin ve dinlendirici bir gece olmuş.
Böyle bir dostluk havası içinde gazeteci arkadaşlarımız doğal olarak Başbakan’a onu sinirlendirecek sorular sormamışlar.
Güzel bir sohbet havası egemenmiş yemekte.
Konuklara kuzu eti, zeytinyağlı yemekler, hamur işleri, meyve ve tatlı ikram edilmiş.
Ama Başbakan rejimde olduğu için zeytinyağlıları tercih etmiş.
* * *
Benim bu yemekle ilgili olarak en merak ettiğim konu şu:
Bu davete çağrılması gereken gazeteciler var.
Örneğin Fehmi Koru, Ekrem Dumanlı, Hasan Karakaya, Şamil Tayyar gibi Erdoğan’a ve AKP’ye destek veren bu meslektaşlar neden çağrılmadı?
Belki ikinci yemeğe çağrılırlar.
Yemekte içki ikram edilip edilmediğini bilmiyorum.
2002 seçimlerinden önce Erdoğan bizi AKP genel merkezinde yemeğe davet etmişti.
Orada içki ikram etmemişlerdi. Yemekten sonra nedenini sorduk.
Tayyip Bey "Sizler benim misafirlerimsiniz. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Ben sizin mekánınıza geldiğim zaman sizler istediğinizi içersiniz. Ona ben karışmam ama ben kendi soframda içki ikram etmem" diye yanıt vermişti.
Bu davette Tayyip Bey konuk olduğuna göre belki içki ikram edilmiştir.
Yazının Devamını Oku