30 Haziran 2008
DOSTLARLA yapılan sohbetlerde söz dönüp dolaşıp ülke sorunlarına kilitleniyor. Yani laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve Atatürk devrimleri.. En büyük endişe AKP iktidarının Türkiye Cumhuriyeti’ni nereye doğru sürüklediği.
Tartışmalar uzadıkça uzuyor...
Önemli görevlerde bulunmuş olan emekli büyükelçi Fahir Alaçam bir anısını anlattı.
Bu ilginç ve derslerle dolu anıyı Dengir Mir Mehmet Fırat Bey başta olmak üzere tüm AKP’lilere ve yandaşlarına ithaf ediyorum.
Yıl 1968... Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin davetlisi olarak İran’ı ziyaret eder.
Cevdet Sunay’a dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ile Dışişleri Ortadoğu Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Fahir Alaçam eşlik eder.
Sunay’ı havaalanında Şah Rıza Pehlevi karşılar.
Programa göre o gün hemen görüşmelere geçilecek, akşam da Şah Sunay’ın onuruna bir akşam yemeği verecek.
Ancak programda ani bir değişiklik olur ve Şah çok önemli konuda görüşme isteyerek Sunay’a bir öğle yemeği verir.
Yemekte her iki taraftan 5’er kişi bulunacaktır.
Türk tarafından bu özel yemeğe Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin Tahran büyükelçisi ve Dışişleri Ortadoğu Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Fahir Alaçam katılır.
Türk tarafı Şah’ın bu program dışı yemekte hangi konuyu gündeme getireceğini merak eder.
* * *
Şah önce Türk milletini çok sevdiğini, Türkiye’nin dostluğuna büyük önem verdiğini anlatır, sonra da şöyle der:
"Bakın benim size bir önerim var. Şu laiklik konusundan vazgeçin. Çünkü sizin bu ısrarınız ve tutumunuz İslam dünyasına zarar veriyor. Çünkü Müslümanlar bölünüyorlar. Bakın ben bu işi gayet kolay hallettim. Mollaları paraya boğdum. Şimdi sesleri solukları çıkmıyor. Köşelerinde uslu uslu oturuyorlar. Siz de benim yaptığımı yapın ve laikliği bırakın."
Şah’ın bu sözlerini Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay yanıtlar.
Sunay da Şah gibi önce İran-Türkiye dostluğundan söz eder, her iki ülkenin tarihsel bağları olduğunu, ülke olarak buna büyük önem verdiklerini anlatır.
Sonra da konuya girerek şöyle der:
"Bizim için laiklik hayati bir meseledir. Biz ondan vazgeçemeyiz. Şunu iyi biliniz ki, laiklik kesinlikle dinsizlik değildir. Laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır."
Sunay daha sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Şimdi ben de size bir tavsiyede bulunayım. İran’da ordu sizin ordunuzdur. Allah gecinden versin size bir şey olsa ordunuz ertesi gün dağılır. Bizim ordumuz milletin ordusudur. Bence siz de bir an önce ordunuzu milletin ordusu haline getiriniz."
* * *
Bu sözler Şah’ın pek hoşuna gitmez, hafifçe gülümser ve yemeğe devam edilir.
Şah, Sunay’ın tavsiyesini dinlemez ve bildiği yolda yürür.
Aradan on yıl geçtikten sonra İran’ın başına bilinen felaketler gelir.
Şah’ın paraya boğduğunu sandığı mollalar kendisini terk eder ve Humeyni’nin safına geçer. Şah, İran’ı terk etmek zorunda kalır.
Ordusu ise bir gecede dağılır.
İran, İslam devrimi ile dünyadan koparak karanlık bir döneme girer. On binlerce insan darağaçlarına gönderilir.
Şah bir süre sonra kansere yakalanır ve ölür. İran’ı dünyadan koparan, milyonlarca insanı perişan eden ve ülkenin üzerine kara bir kábus gibi çöken molla rejimi ise 30 yıl geçmesine rağmen hálá sürmektedir.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2008
HALUK Özdalga...Eski CHP’li, sonra DSP’li. Yani eski sosyal demokrat. <br><br>Hatta bir zamanlar bu işin sıkı teorisyenlerindendi. Ancak son seçimden kısa bir süre önce birden saf değiştirerek AKP’ye girdi ve Ankara’dan milletvekili seçildi.
Şimdi yeni partisine hizmet etmek, Başbakan’ına yaranmak için tek yapacağı işi yapıyor ve yakın geçmişte bağlı olduğu bütün değerleri bir kenara bırakarak sosyal demokratlara ihanet ediyor.
Bu Haluk Özdalga oturuyor, Sosyalist Enternasyonal üyesi Avrupalı sosyal demokrat parti liderlerine birer mektup yazıyor ve CHP’nin artık sosyal demokrat bir parti olmadığı iddia ederek Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılmasını istiyor.
Bununla da kalmıyor, verdiği demeçlerde CHP’yi demokrasi ve özgürlük karşıtı olmakla suçluyor.
Hatta daha ileri giderek CHP’ye şu iftirayı atıyor: "CHP iktidara karşı askeri kışkırtıyor."
Ne diyelim, bu soylu, ilkeli davranışından dolayı kendisini kutlarız.
Artık Başbakan’ından okkalı bir aferin alır. Kendisi için ne büyük onur!
* * *
Bu ihanet defterini burada kapayalım da başbakanlığın olağanüstü harcamalarını biraz irdeleyelim.
Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nün 2007 bütçesinde bir önceki yıla göre 9 kat artırılan ve 290 milyon YTL’ye çıkarılan paranın hesabına bakalım.
Bu olağanüstü artışın nedeni ve bu paraların nerelere harcandığı, CHP Milletvekili Ahmet Ersin’in merakına yol açmış ve bunu Başbakan’a sormuş.
Vatan Gazetesi de bunu haber yapmış.
Vay sen misin bunu soran, haber yapan...
Başbakan küplere binmiş. Batman’da Vatan’a basıyor fırçayı:
"Bunun hesabını biz bu gazetenin patronlarına vermeye mecbur değiliz."
Oysa mecbur. Yalnız Tayyip Erdoğan değil, demokratik ülkelerin bütün başbakanları, harcamalarının hesaplarını vermek zorunda.
Ve başbakanlar bu hesabı verirler.
Ama bizim Başbakan yalnız bunun değil, yaptığı hiçbir işin, harcamanın hesabını vermiyor.
Yalnız şunu iyi bilsin ki bundan kaçış yok.
İktidarı bittiği anda bütün hesapları istese de istemese de verecek.
Eşe, dosta, yandaşa dağıtılan ihalelerin, özelleştirmelerin, edindiği malların, mülklerin, çocuklarına verilen bursların, kredilerin, aldığı hediyelerin, ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetmenin, hepsinin hepsinin hesabını verecek.
* * *
Bir başka önemli konuya gelelim...
Fethullah Gülen’in beraat kararının Yargıtay’da kesinleşmesi, cemaatini büyük sevince boğdu.
Ama aksiliğe bakın ki Amerika’dan gelen tatsız haberler bu sevinçleri gölgeledi.
Amerika, 10 yıldır ağırladığı Fethullah Gülen’in oturma izninin uzatılması isteğini nedense reddetti.
Bunun iki nedeni olabilir. Ya Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesini ve ılımlı İslam projesindeki görevinin başında olmasını istiyor...
Ya da bazı isteklerini yerine getirmeyen Fethullah Gülen’i cezalandırıyor.
Fethullah Gülen de dönmeye pek niyetli gibi değil.
"Eğer Türkiye’ye dönersem kendim gibi dönerim" diyor ve Humeyni ile özdeşleştirilmesine şiddetle karşı çıkıyor.
Hazır olun.
Önümüzdeki günler ilginç gelişmeler olacak.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2008
BÖYLE bir maçtan sonra ancak ağıt yazılabilir.Almanya’yı sakat ve cezalı 9 eksikle çıkıp sahada 90 dakika eziyorsun, ama kaybediyorsun. Düşünün, sahaya çıkardığın 11 kişiden başka elinde kala kala 3 futbolcu kalmış.
Onun için yedek kaleciyi de oynatabilme izni istemişsin.
Bir savunma oyuncusu sakatlansa yerine alabileceğin kimse yok.
Çaresiz yerine bir forveti sokmak zorunda kalacaksın.
Bunu bildikleri için futbolcular diken üstünde oynuyorlar.
Bunun yarattığı psikolojik baskı dayanılır gibi değil.
Bu kadar olanaksızlıklarla yarı final maçına çıkıyorsunuz.
Karşınızdaki takım turnuvanın en güçlü takımlarından biri.
Ve maç boyunca o takımı eziyorsunuz.
Futbolu onlar değil, siz oynuyorsunuz.
Ağırlıklı olarak saldıran sizsiniz. İki topunuz direkten dönüyor, atılan şutlar az farkla dışarı çıkıyor.
Onların doğru dürüst şutları bile yok.
Antrenörü, teknik adamları, yedekleri, seyircileri 90’ıncı dakikada attıkları gole kadar korku içinde izliyorlar maçı.
* * *
Hepimiz, ezdiğimiz bir takıma karşı kaybetmenin üzüntüsünü iliklerimize kadar hissettik önceki gece.
Kuşkusuz futbolda sonuç önemlidir.
Ama bütün dünya kabul edecektir ki Türkiye bu turnuvanın efsane takımı olmuştur.
Ben iddia ediyorum, hiçbir takım 9 eksikle Türkiye’nin gösterdiği başarıyı gösteremezdi.
Nasıl oldu bu mucize? Bunun mimarı kim?
Kuşkusuz Fatih Terim...
Tartışmasız turnuvanın en başarılı antrenörü.
Onu sevmeyenler de bu gerçeği görmek ve içlerine sindirmek zorunda.
Düzeyli eleştiriler yapanlara bir sözüm yok, ama kişisel öfkeleri nedeniyle hakarete varan yazılar yazanlar Fatih Terim’e hakkını verme olgunluğunu göstersinler.
Ve herkes, ama herkes Terim’in milli takımın başında kalması için çaba göstermeli.
Yakalanan bu istikrarın, bu uyumun bozulmasına izin verilmemeli.
Bu sağlanırsa ben iddia ediyorum ki, Türk milli takımı önümüzdeki şampiyonalarda turnuvaların en büyük favorisi olur.
Türk futbolcuları hem Avrupa hem de dünya kupalarını Türkiye’ye getirirler.
* * *
Bunun bir tek koşulu var.
Fatih Terim ve teknik ekibi en az 5 yıl Türk milli takımının başında kalmalı.
Hatta yetkileri daha da genişletilmeli.
Kendisine ve ekibine her türlü olanak sağlanmalı.
Onun işine kesinlikle karışılmamalı.
Çünkü Fatih Terim, futbolcularına üzerlerindeki ezikliği atmalarını, karşılarında oynayan futbolculardan daha yetenekli olduklarını öğretiyor.
Emeğin, dökülen terlerin karşılıksız kalmayacağına onları inandırıyor.
Ve onlara sahada tıkır tıkır futbol oynayarak en güçlü takımları bile yenebilecekleri inancını aşılıyor.
Bunu bu turnuvada bütün dünya gördü.
Şuna inanın ki, Euro 2008’i izleyenler şampiyon olanı değil, Türk milli takımını unutmayacaklar.
Hiç kuşku yok ki, turnuvanın efsanesi Türk milli takımıydı.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2008
DENGİR Mir Mehmet Fırat, eksantrik bir tip olduğunu bir kez daha gösterdi.<br><br>Bu zatın cumhuriyet karşıtı sözleri, malum kafanın düşünce birikimlerinin travmatik bir hezeyanla dışa vurumudur. Aslında Dengir Mir Mehmet Fırat’ın düşünceleri, Abdullah Bey’in, Tayyip Bey’in, Bülent Bey’in ve öteki AKP’lilerin düşüncelerinin bir kopyasıdır.
Zaten AKP iktidarının Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük, ülkenin rejimini, Atatürk’ü, cumhuriyet devrimlerini dünyada tartışılır hale getirmesidir.
Dünyada hiçbir ülkenin rejimi, Türkiye’nin rejimi ve değerleri kadar pervasızca bir yıpratılma kampanyasına muhatap değildir.
Bunun sorumlusu, bu yolu açan ve altyapısını hazırlayan AKP iktidarıdır. Bence içte ve dışta yarattıkları bu ortam, ülke içinde yaptıklarından çok daha vahimdir.
Hedef açıktır: Cumhuriyet, değerleri, kazanımları ve Atatürk...
Bunların yıpratılması, karalanması...
Ben Dengir Mir’e kızmıyorum. O AKP misyonunun fedaisi... Hepsi bu.
* * *
Sabrina Tavernise...
The New York Times’ın Türkiye muhabiri.
Türkiye’deki görevini AKP’nin gazetecisi olarak sürdürüyor.
Gazetesine gönderdiği haberlerin, yorumların hemen tümü AKP’nin yukarda anlatmaya çalıştığım misyonuna hizmet ediyor.
Benim anladığım kadarıyla Dengir Mir Mehmet Fırat Amerikalı muhabirin dolduruşuna gelmiş.
Hep böyle oluyor, kafalarında sürekli gemledikleri cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığını ellerinde olmadan bazen boşaltıveriyorlar:
"Türk toplumuna travma yaşatıldı. Bir gecede kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri söylendi. Dinsel yolları dağıtıldı."
Aslında bu sözlerin tercümesi şöyle:
"Tepeden inme bir zorlamayla halkımız dininden, imanından, geçmişinden, örfünden, ananelerinden zorla koparıldı.
Camileri kapatıldı. İbadet yapmaları bile yasaklandı."
Zaten Sabrina, yorum haberinde Dengir Mir Mehmet’in söyleyemediklerini de tamamlıyor.
Türkiye’deki kavganın (cumhuriyetçilerle-gericiler arasındaki kavga) 1920’lerde başladığını, Avrupa’ya yönelen Atatürk’ün Doğu ile bağlantıları kopardığını, alfabeyi değiştirdiğini, camileri devlet denetimine aldığını ve dini hiyerarşiyi ezdiğini yazıyor.
Bunlar malum kafaların ayakta alkışlayacakları sözler değil mi?
* * *
Dedik ya Sabrina AKP’nin gazetecisi.
Türkiye’ye malum misyonla gelmiş, daha doğrusu gönderilmiş.
O misyonu eksiksiz yerine getiriyor.
Hemen her haberinde, yazısında Türkiye’deki cumhuriyeti, laik düzeni, Atatürk devrimlerini karalayıp duruyor.
Bunu yaparken hem iktidardan hem de belli çevrelerden büyük destek görüyor.
Şimdi düşünün, dünyanın hangi ülkesinde yabancı bir muhabir Sabrina gibi o ülkeye karşı pervasızca haber yazabilir, yorum yapabilir?
Örneğin Washington’daki Türk gazetecileri böyle bir misyonu yürütebilirler mi?
Özgür Amerika’da mümkün değil yapamazlar, ama özgür olmayan(!) Türkiye’de bal gibi yaparlar.
Ama Sabrina Türkiye’de daha büyük bir ayrıcalığa sahip.
O istediğini yazar, istediği yorumu yapar.
Çünkü onun arkasında iktidar var.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2008
BUGÜNLERDE futbolla yatıp futbolla kalkıyoruz. Ne AKP’nin darmadağınıklığı, ne ekonominin özellikle dar gelirlileri ciddi şekilde ezmeye başlaması, ne dış politikadaki sorunlar, ne laiklik, ne şu, ne bu aklımıza geliyor.
Milli takımımızın kazandığı başarılar bizi büyülüyor.
Bize her derdimizi unutturuyor.
Futbol, çağımızda toplumların sorunlarından uzaklaşmasının ve mutlu olmasının güçlü bir aracı.
Sanki bir tür afyon.
Ciddiyetinin bozulacağı endişesiyle gülmeye, espri yapmaya bile korkan, kürsülerden kükreyen Başbakan Erdoğan bile protokol tribününde kendini frenleyemeyerek havalara zıpladı kaç kez.
Doğrusu Tayyip Bey’in bu insani tarafını görmek hoşuma gitti.
Bu kupada şunu bir kez daha gördüm.
Biz Türk insanı olarak kişisel egolarımızdan, hırslarımızdan, öfkelerimizden bir türlü kurtulamıyoruz.
Değerlendirmelerimizde, eleştirilerimizde aklımızın değil, duygularımızın tutsağı oluyoruz.
Bu da çok kritik bir dönem geçiren milli takımımıza zarar veriyor.
Onların morallerini olumsuz etkiliyor.
* * *
Örneğin spor yazarı meslektaşlarımız Fatih Terim’e karşı olan öfkeleri nedeniyle hakarete varan eleştiriler yapıyorlar.
Bu eleştiriler sadece Fatih Terim’le sınırlı kalmıyor, futbolcuları da perişan ediyor.
Bu çocukların zor bir dönemden geçtiklerini, maç öncesi büyük bir stres altında olduklarını unutuyoruz.
Kalemlerimizi onların ruh dünyalarını karartacak kadar insafsızca kullanıyoruz.
Şunu çok iyi biliyorum ki, hiçbir yazar arkadaşımız bunu kötü niyetle yapmıyor.
Ama bazılarımızın Fatih Terim’e duyduğu öfke ölçüyü kaçırmalarına neden oluyor.
Kimi onu "ultra milliyetçi" diye suçluyor, kimi takımı kurarken adaletli davranmadığını iddia ediyor.
Kimi de Fatih Terim’in maçlarda takımı yönetişini artistlik olarak kabul ediyor ve buna öfkeleniyor.
Fatih Terim karşıtları nedense pek çok hocanın maç sırasında onun gibi hareket ettiğini görmüyor.
* * *
Örneğin Hırvatistan karşısında kazandığımız, Başbakan Erdoğan’ı bile havalara zıplatan maçtan sonra yazılanları okuyunca şaşkınlık içinde kaldım.
Çünkü bazı yazar arkadaşlarımızın hálá yukarda anlatmaya çalıştığım Fatih Terim kompleksini inatla sürdürdüklerini gördüm.
Birçoğu, takımımızın maçın son saniyesine kadar sürdürdüğü olağanüstü çabayı bir kenara itip, maçın en kritik döneminde Fatih Terim’in büyük bir risk alarak oyuna ilerde basma taktiğini görmezden gelip, kazanılan zaferin tek nedeninin şans olduğunu yazıyor.
Bu inadın nedeninin Fatih Terim’in başarısını itiraf etmeye gönüllerini yatıramamak olduğunu biliyorum.
Ama bu çok büyük haksızlık, çok büyük vefasızlık, çok büyük insani bir zaaf, hatta emeğe saygısızlık değil mi?
Bu tutumun ne kadar etkileyici olduğunu bakın Nihat nasıl anlatıyor:
"Sonunda bize inanmayanları da inandırdık."
Hırvatistan maçını değerlendiren Fransız kanalı da şu yorumu yapıyor:
"Türkler Fatih Terim’in heykelini diksin. Bir ona bakın, bir de bizim hocamıza."
Fransız kanalı haklı, Türkiye bugün Avrupa’nın dört takımından biri, Fransa ise grubundan bile çıkamadı.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
GEÇTİĞİMİZ günlerde yitirdiğimiz ünlü yazar Cengiz Aytmatov bir efsaneydi. <br><br>Aytmatov’un kalem ve anlatım gücü, milyonlarca insanı etkilemiş, kitapları onu ölümsüzler arasına sokmuştu. Yalnız Kırgız değil, Rus edebiyatının da temel direklerinden biriydi ünlü yazar ve düşünür.
Türk operasının yetiştirdiği en ünlü baritonlardan biri olan Devlet Sanatçısı Mete Uğur, Aytmatov’un öldüğü gün aradı.
Aytmatov’un ölümü onu çok üzmüştü.
Ünlü yazarla ilgili bir anısını anlattı.
1972’de Mete Uğur Kırgızistan’a davet edilir.
Önce Rigoletto’yu, ardından da Travotore’yi oynar.
Kırgız operasının yöneticileri ünlü baritondan Aida’yı da oynamasını rica ederler.
Kalır ve Aida’yı da oynar.
Oyundan sonra Kırgız operasının yönetici ve sanatçıları odasına gelerek Mete Uğur’u içtenlikle kutlarlar.
Opera yöneticisi, "Bu gece harikaydınız. Sizi, onurunuza verilen bir davete götürmek istiyoruz. Lütfen kabul ediniz" der.
Mete Uğur sorar: "Davet sahibi kim?"
Yönetici, "Sürpriz. Gidince görecek ve çok mutlu olacaksınız" diye yanıtlar.
* * *
Mete Uğur davetin sahibinin kim olduğunu ancak eve girince öğrenir.
Davet sahibi ünlü yazar Cengiz Aytmatov’dur.
Aytmatov Türk sanatçıyı kapıda karşılar ve sarılıp öper.
"Bu gece sizi izledim. Hayran oldum. Onun için sizi evime davet ettim. Geldiğiniz için çok teşekkür ederim" der.
Gerisini Mete Uğur şöyle anlatıyor:
"Aytmatov temsilden sonra opera yöneticisine ’Mete Uğur’u mutlaka evimde ağırlamak istiyorum. Onu getirirseniz çok mutlu olurum’ demiş. Bu davranışı beni çok mutlu etti. Bizi o kadar güzel ağırladı ki, balerin olan karısı harika Kırgız yemekleri yapmıştı."
Uzun uzun sohbet etmişler ve Türkiye’den konuşmuşlar. Aytmatov, Mete Uğur’dan bir şey istemiş:
"Bak özüm Türkiye’ye dönünce benden Türkan Şoray’a çok selam söyle. O benim romanımdan yapılan filmde oynamıştı. Ona sevgilerimi ilet."
Geç saatlere kadar Türkiye’den kilometrelerce uzaklarda hasret gidermişler.
Sonra veda saati gelip çatmış.
Aytmatov masanın üzerinde duran ve bütün konukların çok beğendiği Kırgız işi el oyması çok değerli tahta káseyi alıp Mete Uğur’a uzatmış, "Benden sana bir anı olsun. Gördükçe beni hatırlarsın" demiş.
* * *
Mete Uğur, Aytmatov’un hediye ettiği o káseyi büyük bir gururla alıp Türkiye getirmiş ve evinin baş köşesine koymuş.
Aytmatov gibi dünyaca ünlü efsane bir yazarın bir opera sanatçısına gösterdiği saygıyıTürkiye ölçülerine göre değerlendirmek oldukça zor.
Çünkü Türkiye’de böyle değer bilirlikler pek yaşanmaz.
Türk operasına ömrünü vermiş, temel direklerinden biri olmuş bir sanatçıdır Mete Uğur.
O ömrünü adadığı operayı bıraktı.
Ne bir veda gecesi yapıldı, ne de kendisine plaket verildi.
Ne yazık ki, bizim ülkemizde sanata ve sanatçıya değer verilmez.
Ama Aymatov gibi dünyada efsane olmuş bir yazar Mete Uğur onuruna evinde davet verir, ona evinin baş köşesindeki en değerli eşyayı armağan eder.
Türkiye’de zaten pek yok ama dünyada da Aytmatov gibi değer bilen bilgelerin nesli tükeniyor.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2008
ALİ Babacan, modern görünümünün ötesinde aileden gelen dinci dünya görüşüne sahip bir insan. Aile kuşaktan kuşağa koyu bir dindarlıktan ayrılmayarak ticari işlerini büyütmüş, varlıklı bir duruma gelmiş.
Ancak bu varlık, ailenin İslami yaşamını değiştirmemiş.
İslami yaşam tarzını sürdüren ailenin bütün kadınları tesettürlü.
Babacanlar AKP iktidarı ile genç Ali’yi siyasete sokmuşlar.
Ali Bey, bugün Avrupa Birliği Başmüzakerecisi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı.
Ancak kendisi Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı gibi hareket etmiyor.
Son olarak katıldığı Avrupa Birliği Hükümetlerarası Katılım Konferansı’nda anamuhalefet partisini, "AB uyum yasalarını Meclis’te engelliyor" diye yabancılara şikáyet ediyor.
Bugüne kadar hiçbir dışişleri bakanı bunu yapmadı.
Babacan AKP’nin sözcüsü değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı’dır.
Maalesef...
* * *
Aynı dünya görüşünün Türkiye’yi nerelere sürüklemekte olduğunu gösteren bir başka konu.
Geçtiğimiz günlerde Hürriyet’te Mısır’daki bir olay manşet oldu.
Kahire’de Nil Nehri kenarındaki 5 yıldızlı Grand Hyatt Oteli’nin sahibi olan Suudi kraliyet ailesinden bir şeyh, içki servisini yasakladı.
Şeyh, otelde bulunan 2500 şişe çeşit çeşit içkiyi tuvaletlere döktürerek imha ettirdi.
Mısır Turizm Bakanı ile Oteller Birliği Başkanı bu yasağa karşı çıktılar ve şeyhi uyardılar:
"Otelinde içki yasağı koymak gibi bir hakkın yok. Burası turizme bel bağlamış bir ülke. Ya içki servisini başlatırsın ya da otelinin yıldızlarından ikisini sileriz."
* * *
Bu manşetten sonra CHP Milletvekili Canan Arıtman aradı.
İstanbul’da Yıldız Parkı’ndaki ünlü Yıldız Porselen Tesisleri’nin nefis Boğaz manzarasına sahip bir lokantası var.
Canan Arıtman burada yemek yemek istemiş, ancak içki servisinin yasak olduğunu söylemişler.
Meclis’e bağlı olan bu lokantada içki verilmediğini öğrenen turistler, masadan kalkıp yemek yemekten vazgeçiyorlarmış.
Arıtman bir yasal engel olup olmadığını araştırmış. Öyle bir engel yok.
Anlaşılan Bülent Arınç döneminden kalan bir karar.
Canan Arıtman aynı kuralların Yıldız’daki TBMM konukevinde de yürütüldüğünü söyledi.
Hem Yıldız Porselen Tesisleri’nde hem de konukevinde türbanlı çalışanlar çoğunluktaymış.
Demek ki TBMM’de hálá Bülent Arınç’ın kuralları geçerli.
Arıtman, bu konuda Köksal Toptan’ın yanıtlaması isteğiyle bir soru önergesi vermiş.
Mısır yöneticilerinin, otel sahibi şeyhe karşı gösterdikleri tepki örnek olmalı.
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Meclis’ine bağlı tesislerde içki yasağı uygulamasının kaldırılması için Mısır’ı örnek göstermek üzücü ama yapacak başka bir şey yok.
Türkiye’de bu aşırı dinci anlayış iklimi AKP iktidarı ile giderek yaygınlaşıyor.
Çağdaş yaşamın sınırları her geçen gün daralıyor.
Örtünme hızla artıyor, sosyal yaşama aşırı dincilerin koydukları kurallar giderek ağırlaşıyor.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2008
SEVENLER de, sevmeyenler de Fatih Terim’in sıradışı bir karakter olduğunu kabul etmelidir.<br><br>Terim hem futbolculuğunda, hem antrenörlüğünde hep büyük hedefleri kovaladı. Onun başarıyı yakalamak için inanılmaz bir hırsı var.
Maçları sahadaki futbolcusuyla birlikte yaşar.
Hatta onlardan daha çok ter döker.
Çek zaferinden sonra yaptığı basın toplantısında medyanın hem kendisini, hem de futbolcularını olumsuz etkilediğini dile getirdi.
Türkiye’ye dönünce kişiliklerine saldıran medya mensuplarıyla hesaplaşacaklarını söyledi.
Hatta şöyle dedi: "Eğer yenilseydik bizim için darağaçları kurulacağını biliyorduk. Hem rakiplerimizi, hem de darağaçlarını yıkıp geldik."
Belli ki, Terim’in, yardımcılarının ve futbolcularının ruh halleri medyanın tutumundan ciddi şekilde etkilenmiş.
* * *
Terim’in ve futbolcularının daha tahammüllü olmaları gerektiğini kabul ediyorum.
Ama hepimiz et ve kemikten yaratılmışız. Zaman zaman insanların sinirleri bazı saldırıları kaldıramıyor.
Bazı meslektaşların eleştiri dozunu ayarlamakta duyarlı davranmadıklarını da biliyoruz.
İzlenirlik ve okunurluk kaygısının bazı meslektaşlarımızı sivrilik yarışına zorladığı da bir gerçek.
Bir gerçeği daha vurgulamak gerekir. Meslektaşlarımızın büyük çoğunluğu sorumluluk çizgisini koruyabiliyor.
Kişiliklerle uğraşanlar azınlıkta ama demek ki o kadarı bile Terim’in ve futbolcularının ruh halini olumsuz etkileyebiliyor.
Şimdi sizlere yaşanmış örnek bir olayı aktarmak istiyorum.
* * *
Yıl 1998... Dünya Kupası Fransa’da düzenleniyor.
Fransız halkı ülkesindeki şampiyonada kupayı kazanmak istiyor.
Milli takımlarının başında Aime Jacquet var.
Ama medya daha hazırlık sürecinden başlayarak eleştiri oklarını Jacquet’ye saplamaya başlıyor.
Antrenörü yanlış takım seçmekle suçluyor.
Cantona, Papin ve Ginola gibi ünlü futbolcuları saf dışı bırakıp, genç ve deneyimsiz isimlerle takım kurduğu için onu yerden yere vuruyorlar.
Saldırılar o kadar yoğunlaşıyor ki Aime Jacquet televizyonlardaki mizah programlarına konu oluyor.
Ama Jacquet bu havanın ruhunda yarattığı fırtınaları, isyanları belli etmiyor ve inandığı yolda ilerliyor.
Sonunda Fransa finale kalıyor ve Brezilya’yı yenerek dünya şampiyonu olmayı başarıyor.
Aime Jacquet’nin genç futbolcuları Stade de France’ta kupayı kaldırırken bütün Fransa onları ve hocalarını alkışlıyor.
Maçtan sonra Jacquet yaptığı basın toplantısında gazetecilere "İşte beğenmediğiniz, eleştirdiğiniz Fransa Milli Takımı, işte dünya kupası" diyor.
Sonra da istifa edeceğini, eleştirileri kişisel kin haline getiren l’Equipe Gazetesi’ne de dava açacağını açıklıyor.
Zaferinden sonra bu kez onu göklere çıkaran l’Equipe Gazetesi’nin röportaj başvurularını geri çeviriyor ve onlarla hiçbir zaman görüşmüyor.
Cumhurbaşkanı Chirac, Aime Jacquet’ye ülkenin en büyük nişanı olan Legion d’honneur veriyor.
Bütün ısrarlara rağmen Jacquet kararından dönmüyor ve emekliye ayrılıyor.
Anladığım kadarıyla eleştirilerin Fatih Terim’in ruhunda yarattığı fırtınalar da Aime Jacquet’ninkinden az değil.
Yazının Devamını Oku