Tufan Türenç

2500 sayfa iddianame davayı kilitler

28 Temmuz 2008
BÜYÜK bir merak içindeyim...Ergenekon soruşturmasını yürüten... Gerek AKP iktidarından önce, gerek sonra gerçekleşen kanlı, pis eylemlerin tümünü bu davaya yamayan... 13 ay sonra oturup 2500 sayfalık o evlere şenlik iddianameyi yazan...

Evet, bütün olmazları başaran 3 savcıyı acaba kim bu soruşturma için görevlendirdi?

Hadi birileri birtakım amaçlarla bunu yaptı diyelim.

Peki soruşturmanın içinden çıkılmaz bir yola girdiğini hiç kimse görmedi mi?

Devletin en önemli kurumlarını rahatsız eden, toplumda depremler yaratan soruşturma sürecini izleyenler, malum basına sızdırılan iddiaları okuyanlar, böyle bir iddianame çıkacağını söyleyip durmuyorlar mıydı?

Bu iddianameyi inceleyen Başsavcılık, görevli savcıları uyarma gereğini niye duymadı?

Sonra mahkeme bu iddianameyi hiç incelemeden mi kabul etti?

Şimdi kuyuya atılan bu taşı kim çıkaracak?

Toplumda yaratılan depremin bıraktığı hasar nasıl onarılacak?

Hukukun zedelendiği bu sürecin Türk yargısı üzerine yığdığı kuşkular nasıl temizlenecek?

* * *

İlhan Selçuk... 60 yıllık gazeteci.

Binlerce makaleye imza atmış, boyunca kitaplar yazmış.

Onun hakkında istenen ceza 524 yıl hapis.

Suçu: Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme. Hükümeti zor yoluyla iskata teşebbüs (düşürmeye kalkışma)...

Kemal Alemdaroğlu... Profesör... İstanbul Üniversitesi eski rektörü.

Suçu: Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme. Hükümete karşı isyana tahrik.

İstenen ceza: 524 yıl hapis.

İddiaların ne kadar ipe sapa gelmez olduğunu görün diye bir kez daha yazdım bunları.

Meğer İlhan Abi ile Kemal Hoca ihtilalciymiş de bizim haberimiz olmamış!

Buna kargalar bile güler.

Rahmetli İsmet Paşa sağ olsaydı ve bu iddianameyi okusaydı eminim savcıya kocaman bir "Hadi canım sende..." derdi.

* * *

Bu kadar iddialı bir soruşturma böyle bir iddianame çıkaran bir ekibe verilmemeliydi.

İkinci bir Van faciası yaşıyoruz.

Bu kadar ciddiyetten uzak, delilerden yoksun ve birbiriyle çelişen iddialarla hazırlanan iddianame ile bu davanın bitebileceği konusunda ciddi kuşkularım var.

Hukukçular çok iyi bilir, zaten 2500 sayfa iddianame yazmak davayı kilitlemek demektir.

Bu, görevi kötüye kullanmak değil midir?

Çünkü bu iddianame ile bu dava kolay kolay bitmez, hiçbir şey de aydınlanmaz.

Cezalandırılması gereken kişiler için bile kuşku yaratır.

Bir de şaşırdığım bir nokta da var.

İddianamenin dağıtılmasından beş on dakika sonra bizim meslekten olsun, hukukçulardan olsun bir sürü adam televizyonlara çıkıp ahkám kesmeye başladı.

Oysa hiçbiri o dakikalarda iddianameyi okumamışlardı.

Hemen hepsi iddianamedeki ciddiye alınmayacak iddiaları yüzde yüz doğru olarak kabul edip insanları peşin peşin mahkûm ettiler.

Demokrat, hukuktan yana olan insanlar bunu yapmamalı.

Çıkarları ne olursa olsun yapmamalı.
Yazının Devamını Oku

Halit Deringör’ün ödünsüz yaşam serüveni

26 Temmuz 2008
BİZDEN önceki nesillerin izleme şansını yakaladığı efsane futbolcu Halit Deringör’ün "Kolay mı Fenerbahçeli Olmak" adıyla Gürer Yayınları’ndan çıkan anılarını okuyup bitirdim. Anılar, ödünsüz bir yaşam serüvenini yansıtıyor.

Bu anılarda Halit Deringör ve birlikte oynadığı dönemin yıldız futbolcularının küçücük paralarla futbol oynadıklarını öğreniyoruz.

Bugünkü futbolcuların kazandıkları milyonları düşünürsek ne kadar şanslı olduklarını anlıyoruz.

Anılardan bazı alıntılar aktaralım:

"Yıl 1952... Hem futbol oynuyorum hem de Cibali Sigara Fabrikası’nda stajyerlik yapıyorum. Bana Adalet’ten teklif geldi. Adalet’e geçmem için iki dokuma tezgáhı ile 6 bin lira önerdiler. Bu parayla Bağdat Caddesi’nde iki apartman dairesi alabilirdim. Bir ay düşünmek için süre istedim.

Ne rahatım, ne huzurum kalmıştı."

Halit Deringör
babasına danışır. Babası git der. Ama o babasını da dinlemeyerek Fenerbahçe’de kalmaya karar verir.

"Çoğu kimse bu parasız durumda böyle bir teklifi nasıl geri çevirdiğimi anlayamadı. Ben ise verdiğim bu karardan hiç pişmanlık duymadım. O gün de, bugün de."

* * *

Aynı yıl bir maçta genç bir futbolcuyla çarpışır Halit Deringör.

Genç futbolcunun bacağı kırılır. Hikáyenin gerisi şöyle:

"O esnada soğuk terler dökmeye başlamıştım ve o moral bozukluğu içinde futbolu bırakmaya karar verdim. O genç futbolcu benimle çarpışıp futbolu bırakan üçüncü futbolcu oluyordu. İşin ilginç yönü bu üç çarpışmada da kırmızı kart görmemiştim."

Halit Deringör top ayakkabılarını bile kulübe bırakıp futboldan beş kuruş kazanmayan, hatta bazen cebinden para veren biri olarak bu defteri kapatır.

Fenerbahçe’de başlayıp Fenerbahçe’de son bulan futbol yaşamında unutulmaz gollere imza atmıştı.

Özellikle Galatasaray’a attığı gol...

Şeref Stadı’ndaki maçta Halit’in şutu ağları delmiş, top Çırağan Sarayı’nın önündeki havuza düşmüştü.

* * *

Futboldan sonra Tekel’deki görevini sürdüren Halit Deringör, önce tütün eksperliği, daha sonra yöneticilik yapar.

Sigara fabrikası müdürlüğüne kadar yükselir.

Anılardan ilginç bir öykü de bu döneme ait:

"Bursa’da görev yapıyorum. Bu dönemde Çelik Spor’un Başkanı Bursa’nın tanınmış tütün tüccarı Salih Kiracıbaşı’ydı. Bir gün bana Çelik Spor’u çalıştırmam için teklif yaptı. Kendisini kıramadım. Evet dedim. Hemen koltuğunun arkasındaki kasayı açtı, ’Buradan ne kadar para istersen al’ dedi. Şoke oldum. Çünkü kasa parayla doluydu.

Sonra Çelik Spor’u bir süre çalıştırmam için 9 bin lira verdi. Ne gariptir ki futbol yaşamımda bu kadar toplu parayı bir arada görmemiştim. Sonraları aldığım bu parayı bankaya yatırdım. Bir süre sonra da 20 yıl vadeli kredi alarak İstanbul’da şu anda oturduğum evi satın aldım."

Halit Deringör’ü oynadığı futbolla, hünerleri ve ciddiyetiyle bugüne ışınlayabilsek kim bilir kaç milyonlara oynardı Fenerbahçe’de?

O nedenle bu ilginç anıları bugünkü futbolcuların okuyup ders çıkarmalarında büyük yararlar var.

Bugünün futbolunun onlara ne kadar büyük olanaklar sağladığını belki anlarlar.

Şımarıklık yapmadan, sorumluluklarının bilincine vararak kazandıkları paraların karşılığını sıcak, soğuk demeden statları dolduran futbol seyircisine öderler.
Yazının Devamını Oku

Üniversitelerin fethi başladı

25 Temmuz 2008
HEPİMİZİN gözü aydın.AKP iktidara geldiği günden beri hayal ettiği "üniversitelerin fethi stratejisi"ni sonunda başlattı. Cumhuriyetimize, milletimize hayırlı olsun.

Hiç kuşkunuz olmasın kısa bir süre sonra yeni rektörlerimize teslim edilecek üniversiteler tarikat yuvalarına dönüşecek.

Türban sorunu bitecek.

Çünkü yeni rektörlerimiz türbanla üniversitelere girenlere ses çıkarmayacak.

Üniversitelerin yeni öğretim dönemleri ilahilerle, mehter marşlarıyla açılacak.

Kepli mepli, coşkulu mezuniyet törenleri tatlı bir anı olarak belleklerin bir yerlerinde büzülüp kalacak.

Akademik kadrolar pusuda bekleyen maneviyatı kuvvetli, dini bütün öğretim görevlileri tarafından dolduracak.

Öğrenciler ilmin, irfanın yanında dinini, diyanetini de öğrenecek.

Fena mı olacak? (Tıpkı Başbakanımızın söylediği gibi.)

* * *

AKP iktidarının oluşturduğu YÖK, görevini yerine getirip cumhuriyet üniversitelerini tarikat üniversitelerine dönüştürmek için rektör listelerini bir güzel ayarladı.

Çok yakında 70 milyonun cumhurbaşkanı olacağını açıklayan tarafsız, partilerüstü Abdullah Gül de bu listeleri bir güzel onaylayacak.

Listeleri seçim sonuçlarını hiç dikkate almadan altüst eden YÖK’e destek verdiğini önceki gün zaten Kars’ta açıkladı.

Şöyle dedi:

"Kanun, onlara (YÖK) ve cumhurbaşkanına yetki veriyor. Bu yetki en iyi şekilde kullanılacaktır. Bütün bunlara bakacağım. Hemen bir şey yapacak değilim. Ben de incelemeyi yapacağım. YÖK de, cumhurbaşkanı da her yetkisini en iyi şekilde kullanacaktır. Gerekçeleri nedir bilmiyorum. Bütün bunlara bakacağım."

İyi, güzel de neye bakacak, neyi inceleyecek Cumhurbaşkanı?

YÖK Başkanı’nı bunları yapsın diye kendi elleriyle atamadı mı?

* * *

Peki sonra ne olacak?

Ne olacağını ben yazayım.

Üniversitelerde kargaşa başlayacak.

Anımsarsınız bunun provası Akdeniz Üniversitesi’nde yapılmıştı.

Onun gibi bütün üniversitelerde kavgalar, çatışmalar çıkacak.

Ne bilim kalacak, ne huzur, ne güvenlik.

Cumhurbaşkanı, AKP iktidarı bunu görmüyorlar mı?

Görmüyorlarsa birileri çıkıp onlara "Dünyanın girdiği bilgi çağında tarikat kafasıyla, akıl ve bilim yerine hurafelere dayanan eğitim sistemiyle üniversiteleri yönetmek olanağı yoktur" demiyor mu?

AKP’nin gözü bu kadar mı karardı?

NOT Yorum

Kim kimin kuyruğu

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Deniz Baykal’ı suçluyor.

Baykal’ın söylediklerini anlamadan, işine geldiği gibi yorumlayıp CHP Genel Başkanı’nı Ergenekon’un kuyruğu olmakla suçluyor.

İnsan böyle bir suçlama yaparken önce kendi durumunu düşünmeli.

Baykal da ona "Esas sen kendine bak. Sen sık sık ’Sayın Öcalan!’ diye saygıyla andığın teröristin kuyruğu değil misin?" dese ne yanıt verecek?
Yazının Devamını Oku

Beyni örtmeden başı örtmek olası mı?

23 Temmuz 2008
HAYRUNNİSA Gül’ün İngiliz The Times Gazetesi’nden bir kadın gazeteciye söylediği bir cümlenin üzerinde durmak gerekir. <br><br>Hayrünnisa Hanım gazetecinin örtünme ile ilgili sorusuna "Ben başımı örtüyorum, beynimi değil" yanıtını veriyor. Bayan Gül, bu sözleriyle beyni ile tesettürünün çeliştiğini mi vurguluyor?
NOT Yorum
YÖK yapacağını yaptı

YÖK Yönetim Kurulu, üniversitelerin seçtiği ilerici, aydın, çağdaş rektör adaylarının tümünü siliverdi.

Umut Cumhurbaşkanı’nda!

Bakalım Gül üniversitelerin iradesine saygı gösterecek mi?

Doğrusunu söylemem gerekirse hiç sanmıyorum.


Beyninin çağdaş olduğunu mu anlatmak istiyor.

Ancak bu mümkün değil, çünkü beyin insanın inançlarını, duygularını, davranışlarını, düşüncelerini belirleyen organdır.

Hareketlerin, davranışların, tüm duygu ve düşüncelerin komutunu beyin verir.

Onun için dış görünümler insanın beyin yapısını doğrudan yansıtır.

Bayan Gül konuşmasının bir yerinde de kadınların zorla başörtüsü takmalarının olanaksız olduğunu iddia ediyor.

Yani çevrenin, ailenin, cemaat ve tarikatların baskısını kabul etmiyor.

Bu yanlış, çünkü araştırmalar, tesettüre girmiş milyonlarca kadının içinde bulunduğu koşullar nedeniyle örtünmek zorunda kaldığını ortaya koyuyor.

Bayan Gül de bu milyonlarca kadından biridir.

Eğer kendisi 15 yaşında mutaassıp bir aileden olan Abdullah Gül’le evlenmeseydi, bugün büyük olasılıkla örtünmemiş olacaktı.

Nitekim dünyada başını örtmeyen milyonlarca Müslüman kadın var.

* * *

Şimdi geçtiğimiz ay gazetelerde çıkan bir fotoğrafı anlatmak istiyorum.

Bodrum’da bir toplantıda çekilmiş.

Toplantının konusu "Küresel İklim Değişiklikleri ve sonuçları".

Toplantıya bu konulara duyarlılık gösteren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eşi Hayrünnisa Gül ile birlikte katılmış.

Abdullah Gül’ün hemen yanında oturan Hayrünnisa Gül’ün başında beyaz bir türban, kırmızı deri bir ceket ve upuzun siyah bir etek var.

Yani tesettürü kusursuz.

İki koltuk ötede de Doğal Hayatı Koruma Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Akın Öngör’ün eşi Gülin Öngör oturuyor.

Gülin Hanım kısa saçlı, siyah askılı bir elbise giymiş, büyük olasılıkla havalandırma güçlü çalıştığı için üzerine bir şal almış.


Gülin Hanım’ın kıyafeti modern.

Fotoğrafta Hayrünnisa Hanım başını hafif sağa döndürmüş Gülin Hanım’ı süzüyor.

Daha doğrusu Gülin Hanım’ın giysilerini büyük bir dikkatle inceliyor.

Hayrünnisa Hanım’ın bakışlarında bir kıskançlık yok ama bir özenti var.

Bu özlem dolu duyguyu anlamak hiç de zor değil.

Biri tesettür nedeniyle kadınsı özelliklerini kapatmak zorunda kalıyor, öteki böyle bir zorunluluk içinde kalmadan bunları sergiliyor.

Zaten gazetenin "Kadınsı Bakış!" başlığı bunu tam olarak yansıtıyor.

O fotoğraf Türkiye’deki kapanma sorunu konusunda çok şeyler anlatıyor.
Yazının Devamını Oku

Girit’in hüzünlü öyküsü

21 Temmuz 2008
AŞAĞIDA okuyacağınız yazıyı ben 2003 Aralık ayında yazdım. O zaman da Kıbrıs’ta endişe verici gelişmeler vardı. Şimdi de oluyor. Talat ile Rum lider Hristofyas yayınladıkları ortak bildiride "Gelecekteki Birleşik Kıbrıs’ta tek egemenlik ve tek vatandaşlık konularında ilke anlaşmasına vardıklarını" açıkladılar.

"Tek Egemenlik, tek vatandaşlık" Türklerin Rum egemenliğini kabul etmesi demektir.

Tarih aynı oyunların Girit’te de oynandığını yazıyor. Okuyalım:

"Girit, Muğla kıyılarına 180 kilometre uzaklıktadır. Önce Bizanslıların egemenliğinde olan ada, 823 yılında Arapların eline geçti. 961 yılında ise yeniden Bizanslıların oldu.

Daha sonra adayı Cenevizliler ele geçirdi ve 15 kilo altına Venediklilere sattı.

1645’te Osmanlılar adayı fethetme harekátına girişti. 24 yıl süren kanlı savaşlardan sonra ada Osmanlı egemenliğine geçti.

Türklerin adayı alması Rumlar tarafından büyük bir sevinçle karşılandı.

Venediklilerin kapattığı Ortodoks kiliseleri hemen açıldı.

Türkiye’den getirilen çiftçi, esnaf aileler yerleştirildi, camiler, medreseler, köprüler, kütüphaneler, çeşmeler yapıldı.

Bu özgür ortam nedeniyle çok sayıda Yunanlı da adaya gelip yerleşti.

1760 yılında adada 200 bin Müslümana karşı 60 bin Hıristiyan yaşıyordu.

Girit’teki ilk isyan 1770’te patladı. Ondan sonra da aralıklarla sürdü.

* * *

1821’de başlayan Yunan isyanı 1825’te bastırıldı ama 1830’da Batılı devletlerin zorlamasıyla bağımsız Yunanistan kuruldu. Hemen ardından da Girit’te ayaklanma çıktı.

Bu isyan bastırıldı ancak Rumlar 1841 ve 1859’da yeniden ayaklandı.

Türklere yönelik katliamlar başladı. Bunların en büyüğü ve kanlısı 1866 yılının 16 Ağustos’unda Selino Kasabası’nda oldu.

Binlerce Türk katledildi. Ama Batı bu katliamları görmezden geldi.

Bundan cesaret alan ada Rumları 2 Eylül 1866’da "Enosis" ilan ettiler ve Girit’in Yunanistan’a bağlandığını açıkladılar.

Bu sırada adada 16 tabur Türk askeri bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti hiçbir şey yapamadı.

Katliamlar, Yunan Albay Koreneos önderliğinde aralıksız sürdü.

* * *

Sonunda baskılara dayanamayan Osmanlılar, Girit’e özerklik vermeyi kabul etti ama Rumlar bunu reddetti.

Batılı ülkelerin yoğun baskısıyla bu özerklik daha da genişletildi.

Ardından bir Yunanlı vali atandı. Böylece adada Osmanlı egemenliği fiilen sona ermiş oldu.

1909’a gelindiğinde sallantıda olan Osmanlı İmparatorluğu Girit’i düşünecek halde değildi.

O günlerde Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıkladı. Osmanlı Devleti buna da sesini çıkaramadı.

Bunu fırsat bilen Girit Rumları adanın Yunanistan’a ilhak edildiğini açıkladı. Yunanistan da adayı topraklarına kattığını dünyaya duyurdu.

Bu karar Türk toplumunda büyük infial uyandırdı. Heyecanlı ama hüzün dolu gösteriler yapıldı.

Sonuçta ada milyonlarca insanın "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız" feryatları arasında 1909’da Yunanistan’ın oldu.

Bugün adada tek bir Türk bile yaşamamaktadır."

İşte Girit’in hüzünlü öyküsü böyle.

Kıbrıs şimdi nereye geldi?

Talat’la Hristofyas el sıkışıp "Tek egemenlik, tek vatandaşlık" diyor.

Kıbrıs’a 9 bakanla çıkarma yapan Erdoğan ise "İki halk, siyasi eşitlik, iki kurucu devlet" diyor.
Yazının Devamını Oku

Aygün neden hedefte

19 Temmuz 2008
BİR arkadaşım telefon etti. Sesi endişe doluydu: "9 yaşındaki oğlum durup dururken, ’Baba ben Atatürk’ü çok seviyorum. Polisler beni de alıp götürürler mi?’ diye sordu. Şaşırdım, ’Bunu nereden çıkarıyorsun?’ diye sordum. Anlattı.

Meğer televizyonda Sinan Aygün’ün polisler tarafından götürülüşünü izlemiş ve Aygün’ün gazetecilerin soruları üzerine, ’Atatürk’ü sevdiğim için götürülüyorum’ sözlerini duymuş ve korkmuş.

Dehşete düştüm. Hem ülkem, hem de oğlum adına kahroldum. Oğluma inandırıcı bir açıklama da yapamadım."

Evet, gerçekten AKP iktidarı Türkiye’yi bir korku toplumuna dönüştürdü. Üstelik bu bilinçli bir şekilde yapıldı.

* * *

Tutuklanmasından yaklaşık bir hafta on gün kadar önce Sinan Aygün’den bir mektup aldım.

Sizler de bu mektubu okuyunca Aygün’ün neden hedef seçildiğini anlayacaksınız:

"Sayın Türenç,

’Bitmez tükenmez bir aymazlık’ başlıklı yazınızı okudum. Yazınızın son bölümünde yer alan ’...İş áleminin büyük bir bölümü iktidarın kanatları altına girip şakşakçı olmuş...’ sözleriniz beni yakından ilgilendirdiği için size yazma gereği hissettim.

Yerden göğe kadar hakkınız var. Toplumumuz ölü toprağı serpilmiş gibi.

Hükümetin yanlış uygulamalarını eleştirdiğim için Sayın Başbakan beni ’felaket tellallığı’ ile suçladı.

Ben de doğruları söylemek felaket tellallığı ise bunu kabul ettiğimi söyledim.

* * *

Sayın Başbakan ekranlardan hemen her gün ’başarılarını!’ anlatıyor. Resmi verilere bakıyorum ama başarıyı bir türlü göremiyorum.

2002-2007 döneminde Türkiye’nin toplam iç ve dış borçları 221.3 milyar dolardan 466.4 milyar dolara çıktı.

2007’yi yüzde 4.5’lik büyümeyle kapattık. Bu rakam dünya ekonomisinin yüzde 4.9 olan büyüme hızının da altında kaldı.

Oysa gelişmiş ülkelerle aramızdaki açığı kapatmak için her yıl ortalama yüzde 7 büyümemiz gerekiyordu.

Türkiye, dünyanın en yüksek faiz oranını ödemesine rağmen son iki yıldır enflasyon hedefini tutturamıyor.

Temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki yüzde yüzü bulan artışlar enflasyonu azdırırken yoksul halkı da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.

1923-2002’yi kapsayan 80 yılda Türkiye’nin toplam cari açığı 57 milyar dolar iken, 2003-2007 arasında 114 milyar dolar oldu.

Dış ticaret açığımız 68.7 milyar dolara çıktı.

2002’de 6.6 milyar YTL olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçlarının tutarı 23 Mayıs 2008 tarihi itibarıyla 107.5 milyar YTL düzeyine çıktı.

Son aylarda esnafın işleri durma noktasına geldi.

2002’de 748 bin 493 adet çek karşılıksız çıkarken, 2007’de bu rakam 1 milyon 397 bine yükseldi.

2002’de 498 bin 748 adet senet protesto olurken, 2007’de bu rakam 1 milyon 470 bin 758’e çıktı.

* * *

Bu rakamlar, içinde bulunduğumuz durumu net bir biçimde ortaya koyuyor. Türkiye’nin bu açmazdan çıkabilmesi için, yardım dağıtmak değil, istihdam imkánı sağlamak; tüketmek değil, üretmek gerekir.

Ankara Ticaret Odası Başkanı olarak her fırsatta ekonomideki sıkıntıları gücüm ve nefesim yettiği sürece aktarmaya kararlıyım."

Şimdi anladınız mı Aygün’ün başına bu dertler neden açıldı.
Yazının Devamını Oku

Ergenekon meğer Ecevit’e bile darbe yapmaya kalkmış!

18 Temmuz 2008
ERGENEKON iddianamesindeki bir garip iddia daha sızdı gazetelere: "Ergenekon Örgütü’nün Ecevit hükümetine karşı darbe girişimi..." İnsanın gerçekten dili tutuluyor. Meğer neymiş bu Ergenekon.

Belli ki bu iddianame açıklandığı zaman tam evlere şenlik bir tablo ile karşı karşıya kalacağız.

İşler bu kadar çığırından çıkarıldığına göre ben de artık yaşadığım bir olayı anlatmalıyım.

2003 Şubat’ı... Basın Konseyi’nin yıllık geleneksel yemeğinin onur konukları Rahşan ve Bülent Ecevit.

Başkan Oktay Ekşi, Ecevitler’i lokantanın kapısında karşıladı.

Yemekte 40 kişi vardı.

Ecevitler’in ortasına Oktay Ekşi oturdu. Ben tam Ecevit’in karışındaydım.

Yemekte çok ilginç konuşmalar oldu. O rahatlık ve samimiyet içinde Bülent Bey’e çeşitli sorular sordum. Bir tanesi şöyleydi:

"Efendim, sizi Başkent Hastanesi doktorları tedavi ediyordu. Onlardan çok memnundunuz. Ama bir gün aniden doktorlarınızı değiştirdiniz. Ne oldu da böyle bir karar aldınız?"

* * *

Ecevit hafifçe gülümsedi, sonra da şöyle dedi:

"Sanırım bir güvensizlik duydum, başka bir doktora gittim. Hepsi bu."

Yanıt beni tatmin etmemişti, ama üstüne gitmemiştim.

Ertesi gün gazetede Oktay Ekşi bana ilginç bir bilgi aktardı:

"Bülent Bey’in yanıtından sonra Rahşan Hanım bana, ’Bülent, Tufan Bey’in sorusuna açık yanıt veremedi. Hastaneye gideceğimizden bir gün önce Bülent’i izleyen ekipten bir doktor bana, size yarın 7 ay yatak istirahati ve çalışamaz raporu verilecek, dedi. Onun için son anda hastaneye gitmeme kararı aldık’ dedi."

Oktay Ekşi’ye, "Rahşan Hanım bunu yazılmamak koşuluyla mı söyledi?" dedim.

"Hayır."

"Öyleyse bunu haber yapabiliriz."

Oktay Ekşi konuyu haber toplantısında açtı. Tartışıldı. Manşet yapılmasına karar verildi.

Bilgileri Ankara’daki arkadaşlara geçtik, haber hazırlamalarını istedik.

* * *

Haber kısa zamanda geldi ve 8 Şubat tarihli Hürriyet’te sürmanşette çıktı.

Ecevitler sürmanşet hakkında herhangi bir açıklama yapmadı.

Başkent Hastanesi ise bu iddiaları tümüyle yalanladı.

Rahşan Hanım’ın bu açıklaması, Bülent Bey’in hastalığı sırasındaki ortalıkta dolaşan söylentilerle örtüşüyordu.

Söylentilere göre, Ecevit’e başbakanlıktan çekilmesi için baskı yapılacak, bu sağlandıktan sonra yerine Hüsamettin Özkan başbakan olacaktı.

Ancak söylentilerin hiçbiri gerçekleşmedi ve Ecevit bütün sağlık sorunlarına karşın erken seçime kadar görevini yürüttü.

O dönemde Ecevit’in çekilmesi gerektiğini hemen her kesimden insan savunuyordu.

Bunları sivili, askeri, bürokratı, politikacısı herkes her zeminde açık açık konuşuyordu.

Hatta bazı komedyenler şovlarında Ecevit’in konuşmasını, hareketlerini, dermansızlığını, yürüyüşünü karikatürize ediyordu.

Ergenekon savcıları, Ecevit’e karşı darbe benzeri girişimde bulunulduğu iddiasını ellerindeki bir belgeye dayanarak mı iddianameye soktular, yoksa onlar da söylentilerden mi etkilendiler?

Bunu, benzersizliğiyle(!) hukuk tarihine geçeceği kesin olan Ergenekon iddianamesi açıklanınca anlayacağız.
Yazının Devamını Oku

Ergenekon oldu, AGARTA

16 Temmuz 2008
BİZİM savcılar yıllardır birlikte yatıp, birlikte kalktığımız "Ergenekon" örgütünün adını bir günde "Agarta"ya döndürüverdiler. Savcılar adını ne koyarlarsa koysunlar, soruşturma tam bir kara mizaha dönüştü.

İş o kadar dallanıp budaklandırıldı ki herkesi dehşetli bir korku sardı.

Bu korku, döndü dolaştı, iktidar partisini bile vurdu.

Baksanıza ters bir rüzgár esse Başbakan evinden dışarı çıkamıyor.

Programı gizleniyor, hatta gazetecilere yanlış bilgi veriliyor.

Başbakan’ın cuma namazını kılmak için gittiği caminin kubbelerine bile keskin nişancılar yerleştiriliyor.

Yurtdışında da böyle.

Başbakan nereye giderse partisinin kapatılmasını önlemek için yabancı devlet adamlarından destek arıyor.

Örneğin Paris’e gitmeden önce Egemen Bağış’ı yollayıp devlet başkanlarına partisinin kapatılmaması için mesajlar vermelerini sağlamak amacıyla kulis yaptırıyor.

* * *

Bu kulislere Avrupa’daki Milli Görüş Teşkilatı yanlısı kuruluşlar, işadamları ve özel olarak görevlendirilen kişiler bütün güçleriyle katılıyor.

Erdoğan’ın Akdeniz Zirvesi toplantıları sırasında bir araya geldiği liderlerle yaptığı görüşmelerde tercümanlığı Egemen Bağış’ın üstlendiğini zirveyi izleyen meslektaşlardan öğreniyoruz.

Kapatma davası ile ilgili olarak kulis yapmaya zorlanan Avrupa’daki bazı Türk işadamları isyan etme noktasına çoktan gelmişler.

Bir işadamı gazetecilere şöyle dert yanıyor:

"Bu kadarı da fazla, kendi devletimiz aleyhinde açıklama yaptırmak istiyorlar, bunu yapamayacağımı söyledim."

AKP’nin bu korkusu, bu endişesi niye?

* * *

Bence yaşadığımız anormalliği en iyi özetleyen haber dünkü Posta’daydı.

Haber şöyle:

"Şovmen Ata Demirer, Ergenekon olayından sonra annesi Ayten Kaçar’ın kendisini telefonla arayıp uyardığını söyledi. Ata’nın söylediğine göre anne Ayten Kaçar oğluna ’Gösterinde birkaç siyasi espri var ya oğlum, ne olur onları şovundan çıkar. Bak etraf çok tehlikeli başına bir iş gelmesin’ demiş. Ata ’Annem Ergenekon’dan öyle korktu ki, espriler yüzünden başıma bir iş gelmesin diye sürekli uyarıp duruyor’ diyor."

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin dün yaptığı açıklamada yasalar izin vermediği için iddianamenin içeriğine değinemedi.

Ama soruşturmadan sorumlu olan savcı Zekeriya Öz gazetecilere iddianamenin en önemli bölümlerini açıkladı.

Bu nasıl iştir?

Başsavcı yasaya uyuyor, savcı ise yasa masa dinlemiyor.

Bakalım başsavcının tutumu ne olacak?

İddianame henüz açıklanmadı ama savcının verdiği bilgilere göre Türkiye’de yıllardan beri eylem koyan hemen hemen bütün örgütler ve işledikleri suçlar iddianameye sokulmuş.

Belli ki savcılar örgütün kökenini 600 yıl önceye dayandıracak kadar işi abartmışlar.

Aylardan beri darbe örgütü diye sunulan Ergenekon son anda terör örgütü olarak tanımlandı.

Bir sürpriz de Özden Örnek Paşa’nın "Bana ait değil" dediği ama bir türlü anlatamadığı "Darbe Günlükleri"nin iddianamede olmaması.

Sanırım Savcı Zekeriya Öz bugüne kadar pek önemsemediği, ciddiye almadığı "Darbe Günlükleri"ni iki paşayı suçlayabilmek için saklıyor olabilir.
Yazının Devamını Oku