16 Haziran 2008
ÜLKE sorunlarına duyarlı 23 kişi önceki gün öğle yemeğinde buluştuk. Davet sahibi, eski milletvekili İsmail Amasyalı’ydı. Kimse heveslenmesin, bu yemekte kimse "darbe" sözcüğünü ağzına bile almadı.
Herkes ülkenin içinde bulunduğu durumu değerlendirdi ve önemli çözüm önerilerinde bulundu.
Şimdi değerlendirmelerden ve önerilerden ilginç olanları kısa kısa özetleyelim.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu, Türkiye’nin bir korku toplumuna dönüştüğünü vurguladı ve şöyle dedi:
"Hiç kimse 21. yüzyılda askerin çare olmasını beklememeli. Tek çıkar yol demokratik çözümdür. Asker, Türkiye’nin demokrasi ile yönetilmesi gerektiğine inanır."
Orhan Gencebay ülkenin her tarafından yükselen şikáyetlerin ayyuka çıktığını söyledi.
"Şikáyetleri ve endişeleri gidermek hükümete düşer. Huzura ihtiyacımız var" dedi.
Bülent Tanla son 30 yılın en büyük krizinin yaşandığını belirtti ama bu krizin halk tarafından henüz algılanmadığını söyledi.
"Krizleri Erdoğan çıkarıyor ve sonra da bu krizlerden besleniyor. Halk ayrışıyor. Bunu mutlaka önlemek gerekir. Bir parti cennete bilet kesiyorsa onunla mücadeleye etme şansınız yoktur" dedi.
* * *
2500 esnafın yer aldığı PERPA’nın Yönetim Kurulu Başkanı Mithat Yümlü çarpıcı bir saptama yaptı:
"Bu iktidar, yolsuzlukları daha büyük boyutlara getirdi. Elde edilen paraların bir kısmını fakirlere dağıtarak oy topladı. 2007 yılında üyelerimizin yüzde 30’u aidatlarını ödeyemedi. 2001 krizinde bile böyle bir şey yaşanmadı."
Eski milletvekili ve bakan Safder Gaydalı, doğup büyüdüğü Güneydoğu’yu, Kürt sorununu çok iyi bilen bir insan. Değerlendirmeleri şöyle:
"İktidarın stratejisi, halkı fakirleştirmek ve kendine muhtaç hale getirmek, sonra da onlara yardım ederek oylarını almak.
Güneydoğu’da hamile olmayan kadın yok. Hükümet kadınlara çocuk başına ayda 25 lira veriyor. Bu nedenle doğumlarda patlama var.
Bir muhtar ’10 çocuğum var. Aldığım para tütünün getirdiğinden fazla’ dedi.
Bugün Türkiye’de radikal İslamcılarla bölücüler ittifak halinde. Halk bir kurtarıcı bekliyor."
* * *
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Mesut Parlak, "Bugüne kadar yaşanmamış bir süreçten geçiyoruz" diyerek başladı söze.
Cumhurbaşkanlığı ve YÖK Başkanlığı seçimlerinin bu süreci daha vahim hale getirdiğini söyledi.
Sonra çok yaşamsal bir konuya dikkat çekti:
"Yakında 24 üniversiteye rektör atanacak. Üniversiteleri ele geçirdikleri takdirde Türkiye çok zor durumda kalır."
Prof Süheyl Batum, Cumhuriyet’in 80 yılın en büyük krizini yaşadığını belirtti: "Böyle giderse laik, demokratik, çağdaş, üniter Türkiye Cumhuriyeti başka bir şekle bürünecek."
Eski Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, Türkiye’de 29 tarikat olduğunu, sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların etkisizleştirildiğini söyleyerek şöyle dedi:
"Yeni bir orta sınıf doğdu. Bunlarla ilişki kurmadan iktidar olunamaz. Avrupa, Cumhuriyet’in 100. yılını, 2023’ü hedef seçti. Verheugen bana ’Sizin Güneydoğu var. 2023 yılına kadar ömrünüz var. Atatürk ilkeleri sizi statükocu yapıyor’ dedi."
Değerlendirmeler, AKP hükümetinin yönettiği Türkiye için duyulan endişeler böyle.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2008
FATİH Altaylı, iki türbanlı kızı niye çıkardı programına?<br><br>Neden onların abuk sabuk konuşmalarına izin verdi? Amacı medyada kendisinden ve programından bahsettirmek miydi?
Yani mesleksel tatmin miydi?
Sanmıyorum.
Tanıdığım Fatih’in böyle bir mesleksel tatmine ve başarıya hiç ihtiyacı yok.
Yoksa reytingini artırıp meslekteki parasal değerini yükseltmek mi istiyordu?
Bunu da sanmıyorum.
Fatih parasal tutkusunun esiri olacak bir kişiliğe sahip değildir.
Peki öyleyse ne?
Doğrusu bunu çözemedim.
Böyle bir program yankı yapsa da Fatih’e bir şey kazandırmadı.
Bu iki türbanlı kız, programda Atatürk’ü sevmediklerini söylediler, "Humeyni’yi seviyoruz" dediler.
Bence bu doğal.
Çünkü her ikisi de bilgisiz bırakılmışlar, bu nedenle de çağlarından kopmuşlar.
Her ikisi de cumhuriyet düşmanlığını yıllardan beri sürdüren siyasi İslamcı tarikatların ürünüdür.
* * *
1980’li yıllarda, İslam devriminden sonra bozulan ve zaman zaman tehlikeli boyutlara tırmanan Türk-İran gerginliğiyle ilgili yayınlar nedeniyle hemen bütün gazetelere gerici çevrelerden tepkiler gelirdi.
Hiç unutmam, bir gün bir telefon bağladı arkadaşlar. Bir erkek sesi, Humeyni’yi kastederek aynen şunları söyledi:
"O muhterem adam için ne biçim yazıyorsunuz? Bir gün bunların hesabı sorulacak."
Ben de "Sen Türk değil misin? Senin ülkene düşmanca davranan bir adamı neden savunuyorsun?" diye sordum.
Öfkeli bir sesle şu yanıtı verdi:
"Ben Türk değilim, Müslümanım. Eğer aramızda savaş çıksa ben Humeyni’nin yanında Türkiye’ye karşı savaşırım."
Tartışmayı daha fazla uzatmadan telefonu kapattım.
Sonra uzun uzun şunu düşündüm: "Cumhuriyet nasıl böyle bir nesil yetiştirdi?"
Türbanlı kızlar olayı da öyle.
* * *
Bunlarla tartışmak, yıllardan beri yıkanan beyinlerini düzeltmek olanaksızdır.
İsmet İnönü’yü millet düşmanı ilan eden gazeteci bozuntusuyla aynı görüşü Meclis’te savunan AKP milletvekilinin, türbanlı kızlarla aynı tornanın mamulatı olduğundan kuşku duymaya gerek var mı?
Bu insanların, çağlarından nasıl koparıldıklarını, nasıl cahil bırakıldıklarını, sorgulama ve merak dürtülerinin nasıl dumura uğratıldığını ciddi şekilde düşünmeliyiz.
Bunun tek çaresi, çocuklarımızı nitelikli çağdaş eğitimle yetiştirmektir.
Ancak, ülkeyi, bu nesilleri yetiştiren tarikatlara teslim eden AKP iktidarıyla nasıl olacak bu iş?
* * *
Bu iki kızımız hakkında Beyoğlu Savcılığı’nın başlattığı soruşturmaya gelince...
Bunun hiçbir yararı yok.
Biz bataklığı kurutmadan sivrisineklerle istediğimiz kadar savaşalım.
Sivrisineklerin çoğalmasını önleyemeyiz.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2008
BAŞBAKAN grup konuşmasında Anayasa Mahkemesi’ne yüklenirken şöyle dedi: "Ben yaptım oldu anlayışı, demokratik hukuk devletinin kimyasını bozar."
Oysa ilk günden beri bu anlayışı en pervasız bir şekilde kullanan kendisi.
Devlet yönetiminde, dış politikada, ihale düzeni ve yatırımlar konusunda, hatta Anayasa değişikliğinde neyi kiminle paylaştı?
İşin özeti şu: Başbakan, Anayasa Mahkemesi’nde Haşim Kılıç ile Sacit Adalı gibi 11 üye istiyor.
Başbakan iktidara geldiğinden beri de kendisine engel çıkarmayan bir anayasa yapmayı düşlüyor.
Onun istediği anayasayı kimsenin desteklemeyeceğini de bildiği için bunu gizlilik içinde yapmayı deniyor.
Son bir yılda yürüttüğü siyasi strateji gözden geçirilirse Erdoğan’ın iki büyük hata yaptığı görülür.
Birincisi, Bülent Arınç’ın, "Bu Meclis dindar bir cumhurbaşkanı seçecek" dayatmasına sessiz kalması.
Seçimden sonra ise Bahçeli’nin, Abdullah Gül’ün seçilebilmesi için 367 engelinin aşılması konusunda verdiği desteğe direnememesi ve Gül’ün cumhurbaşkanlığına engel olamaması.
İkincisi, türbanın Anayasa yoluyla serbest bırakılması konusunda Bahçeli’nin "Hodri meydan"ına boyun eğmek zorunda kalması.
* * *
Erdoğan bu iki büyük hatasının faturasını ağır ödedi.
Hem dindar cumhurbaşkanı seçmek, hem türbanı Anayasa’ya sokmak, partisi hakkında kapatma davası açılmasının en önemli gerekçesi oldu.
Gül’ün seçilmesiyle Çankaya, rejimin supabı olma özelliğini yitirdi.
Köşk, AKP iktidarının bir noteri gibi çalışmaya başladı.
Türbanın Anayasa’ya sokulması ise laikliğin ortadan kaldırılmasının ilk adımı olarak kabul edildi.
Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi, türban olayıyla ilgili Anayasa değişikliklerini reddetti.
Bu karar AKP içindeki şahinleri ve partinin basındaki militan kalemşorlarını çıldırtmaya yetti.
Bunlar, akla hayale gelmez yollar önerdiler.
Yüksek mahkeme üyelerine tehditler yağdıracak kadar kendilerini kaybettiler.
Bütün bunların üzerine bir de kapatma kararı gelirse AKP bunun altından kalkabilir mi?
Halk şöyle düşünebilir: "Ona bu kadar oy verdik. ’Ülkeyi güzel güzel yönet, sıkıntılarımıza çare bul’ dedik. Ama o önüne gelenle kavga etti. Kavganın sonu olmadığını göremedi."
* * *
Bir politikacı, politikanın bu kadar önemli hataları kaldırmayacağını bilmelidir.
Politikacının görevi, kavga etmeden, gerginlik yaratmadan, rejimin değerleriyle, kurallarıyla oynamadan ülkeyi yönetmektir.
Eğer Erdoğan, "Dindar bir cumhurbaşkanı yanlış olur" diyebilseydi ve partilerüstü, tarafsız bir kişiliği Çankaya’ya seçtirebilseydi neler olurdu onu düşünmekte yarar var.
Tarafsız bir cumhurbaşkanı, türbanın Anayasa’ya sokulmasının rejim açısından sakıncalarını görür ve Anayasa değişikliğini geri çevirirdi.
Tayyip Bey’e bu değişiklikte ısrar etmemesini telkin eder, bu ısrarın rejimi ciddi olarak sıkıntıya sokacağını anlatırdı.
Bunun yararı olur muydu?
Buna kesin bir yanıt verilemez ama en azından Çankaya’nın laik, demokratik rejim için bir supap görevini yürüttüğü güvencesi toplumu rahatlatırdı.
Ama olmadı. Erdoğan hem kendisi, hem de partisi için yaşamsal olan bu gerçeği göremedi.
Şimdi Arınç ile Bahçeli’nin tuzaklarına düşmenin faturasını ödüyor.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2008
HÜLYA Avşar’ın Başbakan Erdoğan’la ilgili izlenimlerini kendi kalemlerinden okuyunca doğrusu yüreğime su serpildi. Ülkemize şeriat geleceği konusundaki bütün endişelerim kaybolup gitti.
Bu nedenle
Hülya Hanım’a teşekkür ederim.
Kendileri, programında ağırladığı Başbakan’a hem kişisel, hem de halkın merakı olan ve her babayiğidin sormaya cesaret edemeyeceği soruyu da sormuş.
Hem de öyle bazı meslektaşlar gibi evire çevire değil, direkt olarak sormuş.
Başbakan’ın,
"Ne biçim soru bu ya? Böyle soruyu sen hangi hakla sorarsın? Sen ulema mısın ya? Hadi şimdi ananı da al git..." der diye hiç korkmamış.
Helal olsun.
Doğrusu ben olsam korkardım.
Hülya Hanım, Başbakan’ın bu soruya verdiği yanıtlardan endişe edilecek bir durum olmadığını da anlayıvermiş.
Tayyip Bey’in öyle korkulacak biri olmadığını da özellikle vurguluyor.
Başbakan’dan sık sık papara yiyen vatandaşlar, gazeteciler, işadamları ile bürokratlar sanırım
Hülya Hanım’la aynı düşüncede değiller.
Belli ki Başbakan,
Hülya Hanım’a bir hayli tolerans göstermiş.
* * *
Bu arada
Hülya Hanım izlenimlerinde isteyenin türban takmasından yana olduğunu belirtiyor.
Bunu Başbakan’a şirin görünmek için yapmamış.
"Bu düşüncem Sayın Başbakan’la tanışmadan, konuşmadan önce de vardı" diyor.
Ama... Bir başka düşüncesini de yüreklice ortaya koyuyor:
"Ne var ki kara çarşaftan yana değilim. Kara çarşaflıların çoğalmaması gerektiğini düşünüyorum."Ancak bu düşüncelerini Başbakan’a söyleyip söylemediğini yazmıyor.
Efendim,
Hülya Hanım’a göre Başbakan’ın bir ışığı ve karizması var.
"Sakin ve soğukkanlı. Çok kuvvetli bir kişiliğe sahip" diyor.
Ancak buna rağmen Başbakan’ın kendisini iyi ifade edemediğini, buna çok üzüldüğünü özellikle vurguluyor.
Programdan sonra Başbakan,
Hülya Hanım’a kahve ikram etmiş.
Sadettin Bey’le kızı
Zehra’yı sorma nezaketini göstermiş.
Başbakan’ın bu ilgisi,
Hülya Hanım’ı çok mutlu etmiş.
"Bu sohbet sırasında Sayın Başbakan’dan bana sıcak bir elektrik geçti" diyor.
Hülya Hanım’a bizi aydınlatan ve şeriat korkusundan kurtaran böyle bir sohbeti gerçekleştirdiği için minnettarım.
Başbakan’dan geçen sıcak elektriğin kendilerine büyük güç ve dinamizm vereceğine de eminim.
Bu elektriği güle güle kullansın.
Ama sakın Başbakan’ın "Çocuk yap" önerisine uymasın. Çünkü o elektrikle dördüz mördüz doğurup perişan olabilir.
NOT YORUM
Ahmet İyimaya
AHMET Bey gibi deneyimli bir siyasetçinin önerdiği formülü ben anlayamadım.
Anlayanın olduğunu da sanmıyorum.
İyimaya keşke lafı döndürüp dolaşacağına, "Şu Anaya Mahkemesi’ni kapatmak için Anayasa’yı değiştirelim" deseydi.
Böyle bir öneri daha anlaşılır, daha dürüst bir yaklaşım olurdu.
Demek ki politika insanları böyle "eksantrik" öneriler yapma durumunda bırakıyor.
Olmadı, İyimaya ortaya iyi bir maya çıkaramadı.
Bu iş biraz Nasreddin Hoca’nın maya hikáyesine döndü. |
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2008
ÖNCE Milli Nizam Partisi kapatıldı. Gerekçe, "Laiklik için tehlike olan eylemlerin odağı olmak"tı. Yerine Milli Selamet Partisi kuruldu.
MSP, CHP ile koalisyon kurarak iktidar ortağı oldu.
Ama MSP de kapatıldı. Gerekçe aynıydı.
MSP yerine Refah Partisi kuruldu.
RP, Doğru Yol Partisi ile ortaklık yaptı ve Erbakan Başbakan oldu.
RP de aynı gerekçelerle kapatıldı.
Arkasından Fazilet Partisi kuruldu.
FP’yi de aynı son bekliyordu. O da kapatılmaktan kurtulamadı.
Sonunda FP içinde bir grup baktı ki bu iş yürümüyor, ayrılıp AKP’yi kurdu.
Yeni partinin ağır topları Erdoğan, Gül, Arınç ve Şener’di.
Dördü de her fırsatta ellerine sarıldıkları "muhterem hocalarını" bırakıp kendi yürüyüşlerini başlattılar.
* * *
Oturup kendilerine bir yol haritası çizdiler ve çok önemli bir karar aldılar:
"Artık rejimle kavga etmeyeceğiz."
Hızla "Milli Görüş gömleğini çıkardık" diyerek parti programını hazırladılar.
Ama iktidarı kucaklarında bulunca programı unuttular.
İlkeler, kararlar, hedefler, hepsi, hepsi programın sayfalarında kaldı.
"Çıkardık" dedikleri "Milli Görüş gömleğini" yeniden giydiler.
İktidarlarının ilk döneminde pek bulaşmak istemedikleri türbanı yüzde 47’den sonra üniversitelere sokmak için Anayasa’yı değiştirdiler.
"Sosyal yaşama kesinlikle karışmayacağız" diye söz vermişlerdi. Ama sözlerini çiğnediler.
Acele etmeden, herkesi uyutacaklarını sanarak günlük yaşamı Arap ülkelerinin çizgisine doğru çektiler.
İçki yasaklarını yaygınlaştırdılar.
Giyim kuşama karışmanın söz konusu olmadığını söylediler ama kadınların örtünmesi için her türlü baskı yöntemini uyguladılar.
Parti toplantılarında harem selamlık oturma şeklini uyguladılar.
İnanılmaz bir kadrolaşmaya gittiler.
Devletin en kritik makamlarına getirdikleri kişilerin liyakatine değil, eşinin türbanlı olup olmadığına baktılar.
* * *
12 yıllık zorunlu eğitim projesini rafa kaldırdılar.
Çağdaş eğitimin içine din eğitimini sokmak için her türlü yolu kullandılar.
İmam hatiplere ve Kuran kurslarına her türlü desteği verdiler.
Üniversiteleri ele geçirmek, buraları kendi dünya görüşlerine uygun hale getirmek için her yolu denediler.
İş álemini "Müslümanlar ve öbürleri" diye ikiye böldüler.
Medyayı ele geçirmek için her fırsatı kullandılar.
İslamiyet’in kutsal günlerinin kandillerle kutlanmasıyla yetinmeyip "Kutlu Doğum Haftası" diye hiçbir İslam ülkesinde olmayan bir hafta icat ettiler.
Bunu okullar dahil bütün Türkiye’ye yaydılar.
Dini ayin şeklindeki kutlamaları parti olarak düzenlediler. Bu toplantılara Başbakan, bakan ve milletvekilleri katıldı.
Ve sonunda onlar da "laikliğe karşı eylemlerin odağı" olmaktan kurtulamadılar.
MNP, MSP, RP ve FP gibi onlar için de kapatma davası açıldı.
Şimdi oturup "Yanlışlarımız neler oldu, bunları nasıl düzeltiriz?" diye özeleştiri yapacaklarına ABD’de, AB ülkelerinde kapı kapı dolaşıp yardım istiyorlar.
En büyük yanlışları, yaşadıklarından ders almamaları oldu.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
FARAH, İran’da "İslam devrimi" başladığında ablasıyla birlikte üniversitede okuyordu. <br><br>İki kardeş de başları açık, modayı izleyen güzel kızlardı. Humeyni’nin İran’a dönmesiyle başlayan "İslam devrimi" daha gerçek yüzünü göstermeden ve ülkenin yüzünü karartmadan Farah’ın babası, iki kızını da karşısına aldı.
Geleceklerinin acılarla dolu olacağını sezen baba, canı kadar sevdiği ve üzerlerine titrediği iki kızına şöyle dedi:
"İran felakete gidiyor. Artık burada öğreniminizi sürdüremezsiniz. Ya evlenin, ya da Türkiye’ye gidin ve orada okuyun."
Farah ile ablası, babalarının önsezilerine güveniyorlardı.
Hemen toparlandılar ve ülkelerini terk ederek Türkiye’ye geldiler.
İkisi de kadın olarak özgürlüklerini yitirmekten kurtulup üniversite eğitimlerini sürdürdüler.
Türkiye güzeldi. Bu ülkede kadınlar özgürdü.
İran’da ise kara bulutlar yoğunlaşmaya başlamış, caddeler idam sehpalarıyla dolmuştu.
* * *
Çok geçmeden şeriatla yönetilecek olan İran, İslam cumhuriyetinin kurulduğunu dünyaya açıkladı.
Mollalar, İranlı kadınların özgürlüklerini ortadan kaldırdılar.
Yıllar hızla akıp geçti.
Farah ile ablası, üniversiteyi bitirdi.
Ablası İran’a döndü, Farah ise Türkiye’de kalarak bir Türk gencine áşık oldu ve onunla evlenip yuva kurdu.
Çok mutluydu. Kocasını çok seviyordu. Bir oğlu oldu. Evlilikleri çok daha güzel ve anlamlı hale geldi. Ama zaman geçtikçe mutlulukları, bazı sorunlarla gölgelenmeye başladı.
Kocası uçarıydı. Eşini ve çocuğunu ihmal ederek bekárlığındaki gece hayatına yeniden kaptırdı kendini.
Farah, kocasını daha seyrek görmeye başlamıştı.
Evliliğinin geleceğinin karanlık olduğunu, babasından miras kalan önsezi gücüyle gördü.
Zaman yitirmenin anlamı yoktu. Kocasından boşanıp kendisine ve oğluna yeni bir hayat kurdu.
İyi bir işi vardı; evliliği bitmişti ama Türkiye’de mutluydu. Sevdiği dostları, arkadaşları vardı.
İran’a dönmeyi hiçbir zaman düşünmedi.
Ama oğlunu doğurduğu andan itibaren yüreğine düşen bir özlemi vardı.
Bir gün ülkesine gidecek, sularına dalarak büyüdüğü Hazar Denizi’ne girip oğlunu, yaşamdaki en değerli varlığını bağrına basacaktı.
Canı kadar sevdiği oğlu ile Hazar’ın büyülü sularında bütünleşecekti.
* * *
Oğlu altı yaşına gelince onu alıp ülkesine gitti.
Ailesiyle kucaklaşıp özlem giderdikten sonra oğluyla birlikte doğru Hazar’a gitti.
Ama genç kızlığında bikiniyle kumsalında güneşlendiği, sularına dalıp saatlerce yüzdüğü o güzelim plaj, tam ortasından yüksek bir perdeyle ikiye bölünmüştü.
Bir tarafta kadınlar, öbür tarafta erkekler vardı. Oğlunu kadınlar tarafına sokmadılar.
Farah yıllarca sürdürdüğü, Hazar’ın sularında oğlunu kucaklayıp bağrına basmak için büyüttüğü özlemini gideremedi.
İslam cumhuriyeti, anne ile oğlunun Hazar’da kucaklaşmasına izin vermedi.
Farah’ın öyküsü bu kadar...
Bu öyküyü anlattıktan sonra Farah gözlerimin içine baktı. Kararlı bir biçimde, "Türkiye buna izin vermez. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum" dedi.
Ben de ona bütün kalbimle, "Ben de inanıyorum" dedim.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2008
AKP’nin yaptığı türbanla ilgili Anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nden döndü.<br><br>Mahkeme, değişiklikleri iptal etti ve yürütmeyi durdurdu. Türbanın serbest kalması hem ülkede, hem de üniversitelerde büyük gerginliklere yol açacaktı.
Ayrıca bu kurumlarımızda yıllardan beri bütün provokasyonlara rağmen süren huzur ortamı da bozulacaktı.
Üniversiteleri yöneten rektörler, bu konuda AKP hükümetini defalarca uyardılar.
"Yapmayın etmeyin, üniversiteleri büyük bir huzursuzluğun içine atarsınız.
Bu hepimizi zor durumda bırakır. Üzücü faturalar ödemek zorunda kalırız" dediler.
Ama hükümet, rektörlerin bu uyarılarını dinlemedi.
Hükümet, türbanın Anayasa’ya sokulmasının sakıncalarını anlatan hukukçuları da dikkate almadı.
O günlerde yapılan yoğun tartışmalar üniversitelere de yansıdı ve yüreğimizi ağzımıza getiren olaylar yaşandı.
Bu olaylar bile hükümeti sağduyu çizgisine getiremedi.
* * *
Şimdi filmi biraz geriye saralım ve olayın gelişimini anımsayalım.
Tayyip Bey, İspanya ziyareti sırasında hiç gündemde yokken birdenbire türban fitilini ateşledi.
Türkiye’de yer yerinden oynadı.
Sonra Türkiye’ye geldi Başbakan.
Ama Erdoğan’ı tanıyanlar, Başbakan’ın bu olayın üzerine fazla gitmeyeceği kanısındaydı.
Nitekim Başbakan da bu konuda fazla ileri gitmeye pek niyetli görünmüyordu.
İşte o sırada beklenmedik bir gelişme oldu.
MHP Genel Başkanı Bahçeli, sürpriz bir çıkış yaptı ve ortalık karıştı.
MHP lideri, türban serbestisini sağlayacak Anayasa değişikliklerine yeşil ışık yaktı.
Erdoğan bundan önce defalarca yaptığı gibi sorunu ortaya atıp peşinden gitmeme taktiğini Bahçeli’nin bu çıkışı üzerine uygulamaya koyamadı.
Bahçeli, AKP’yi zor durumda bırakmıştı.
Erdoğan çaresiz her şeyi göze alıp Anayasa değişikliğine soyunmak zorunda kaldı.
Sonunda gerekli değişiklikler yapıldı.
CHP önceden açıkladığı gibi Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
* * *
Sanırım mahkemenin bu kararı en fazla üniversiteleri ve rektörleri rahatlattı.
Doğal olarak bu kararı değişik şekilde yorumlayanlar, hatta eleştirenler olacak.
Ancak Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir ve değişmesi söz konusu değildir.
Önceki gün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden gelen kararın Anayasa Mahkemesi’ni etkilediği yorumları ise ciddiye alınamaz.
AKP bu kararı büyük olasılıkla Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini aştığı şeklinde yorumlayacak ve tepki gösterecektir.
Böyle bir yaklaşım, AKP açısından büyük bir yanlış olur.
Olayı sağduyuyla değerlendirmek AKP için tutulacak en doğru yoldur.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı artık üniversitelerdeki türban tartışmalarını sona erdirmelidir.
Keşke AKP, Bahçeli’nin dolduruşuna gelmeseydi.
Başbakan Erdoğan, iktidar olmanın her istediğini yapabilmek olmadığını artık kabul etmelidir.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2008
KASTELLİ, Türkiye’de yaşanan kural dışı bir dönemin simgesiydi. İmparatorluğunu, ustaca pazarladığı bir yalancı cennet üzerine kurmuştu.
Binlerce insan, milyarlarca lirasını götürüp ona teslim etmişti.
Bu işin sonunun olmadığını bilenler bile Kastelli’nin verdiği yüksek faizin çekiciliğine kapılmıştı.
Sonunda 1982 yazında deniz bitti... Kastelli, İsviçre’ye kaçtı.
Bir gün Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili beni aradı.
"İki gün sonra Kastelli’yi Tunus’tan alıp getiriyoruz, haberin olsun" dedi.
Heyecandan elim ayağım titredi.
"Ne zaman? Hangi gün? Kaç uçağıyla? Kaç görevli alıp gelecek? Onlar ne zaman gidecekler?"
Kaynak başka bilgi vermemekte direniyordu:
"Ben sana söyleyeceğimi söyledim. Gerisi sana ait."
Israr ettim, biraz daha bilgi alabilmek için dakikalarca dil döktüm.
Ama sonunda uçağın gününü ve saatini öğrendim.
Telefonu kapattıktan sonra bir süre kafamda hızlı bir değerlendirme yaptım.
Pasaportu hazır olan bir arkadaşı bulmam gerekiyordu.
Gazetede bu işi kıvırabilecek kim varsa onunla konuştum.
Ancak Tunus uçağına binebilecek, pasaportu ve dövizi hazır kimse yoktu.
Tek umudum kalmıştı: Altan Öymen.
* * *
Hemen onu aradım. Pasaportu hazırdı, dövizi de vardı.
İlk uçakla gidebilirdi.
Olayı anlattım.
Yarın kalkacak Cezayir uçağı, ertesi gün Tunus’a uğrayacak ve Kastelli’yi alıp Türkiye’ye getirecekti.
Altan Öymen’in yarınki uçağa mutlaka binmesi gerekiyordu.
"Tamam ben hazırım, sen bilet işini ayarlat."
Ertesi gün Altan Öymen o uçağa bindi.
O zamanlar cep telefonu diye bir olay olmadığı için aramızdaki iletişim kesilmişti.
Altan Öymen’in Kastelli’yi getiren uçağa binebilmek için tüm gazetecilik hünerini kullanması gerekiyordu.
Merak içinde bekliyorduk. Ama ben, usta gazetecinin bunu başaracağını bildiğim için rahattım.
Uçak döndü. Altan Öymen uçaktaki tek Türk gazetecisiydi.
Olayı manşetten verdik.
Altan Öymen hem fotoğraf çekmiş, hem de Kastelli’yle konuşmayı başarmıştı.
Gerçekten büyük bir gazetecilikti yaptığı.
Kastelli röportajı ile o yılın en büyük gazetecilik ödülünü kazandı.
* * *
Kastelli ile ilgili yaşadığım ikinci ilginç olay da şöyle oldu.
Zengin bir arkadaşım vardı.
Bir gün ona rastladım.
Son zamanlarda aileden kalma bütün mallarını satıp yemiş ve ekonomik sıkıntıya düşmüştü.
Ama o gün çok neşeliydi.
"Son kalan malı da sattım ama bu sefer harcamadım, doğru Kastelli’ye götürüp verdim. Artık rahatım" dedi.
Şimdi miktarı unuttum ama her ay büyük faiz alacaktı.
Bu aylık gelir, onun rahat rahat yaşamasına yetip de artacaktı.
Hatta o gün bunun şerefine kadeh tokuşturduk.
Ama iki veya üç gün sonra bomba patladı.
Kastelli, İsviçre’ye kaçmıştı.
Arkadaşımın bütün umutları sönmüş, son varlığı da saadet zincirinin kopmasıyla birlikte dağılıp gitmişti.
Kastelli de İsviçre’ye kaçarak yaşamının son perdesini oynamaya başlamıştı.
Son perdeyi de önceki gün ağzına sıktığı bir kurşunla bir daha açılmamak üzere kapattı.
Yazının Devamını Oku