Tufan Türenç

Kitle gazeteciliğinden militan gazeteciliğe

14 Temmuz 2008
KİTLE gazetesi olma özelliğini hızla yitiren Sabah militan gazete olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bunu AKP hükümeti istediği için yapıyor.

Bana göre Sabah’ın kendini bu tehlikeli görevden kurtarması olanaksız.

Bunu, TMSF döneminde yukardan gelen talimatla gazeteye monte edilenlerle yeni döneme yaranmak için bir gecede saf değiştiren ve gazetenin yüzünün kirlenmesine neden olan yazarların dışındaki deneyimli meslektaşlarımız da görüyor.

Bu yolun sonu bellidir: İktidar partisinin organı olmak ve yavaş yavaş erimek.

Oysa Sabah daha önce de yazdığım gibi Türkiye için önemli bir gazetedir.

Ülkenin en büyük iki kitle gazetesinden biridir.

Kitle gazeteleri tarafsız, doğru habercilik yaparak toplumu etkileyen, onu yönlendiren gazetelerdir.

Yüklendikleri görev, ülkenin zor günlerinde toplumun moralini ayakta tutmak, onu sağduyuya çağırmaktır.

Şimdi kitle gazetesi olarak bu misyon tek başına Hürriyet’in sırtına yüklendi.

Sabah AKP hükümeti tarafından bilinçli olarak böyle bir misyondan uzaklaştırıldı.

Sabah AKP’nin organı haline getirildi.

Bu bir kitle gazetesinin yok oluşu demektir.

* * *

Dünyanın hiçbir ülkesinde iktidarın yayın organı olan gazeteler varlıklarını sürdürememişlerdir.

Bu tip gazeteler hiçbir zaman kamuoyunda inandırıcı ve etkili de olamamışlardır.

Bunun örnekleri Türkiye’de de yaşandı.

1960 öncesi Zafer ve Havadis gazeteleri iktidardaki Demokrat Parti’nin organıydı.

Her iki gazete sağlanan olanaklara karşın belli bir tirajın üzerine çıkamadı, toplumda etkili hale gelemedi, saygınlık kazanamadı.

Ulus Gazetesi de öyle.

Ulus tek parti dönemi ile muhalefet yıllarında CHP’nin organıydı.

O da Zafer ve Havadis gibi küçük, etkisiz bir gazete olarak kaldı.

Daha sonra Adalet Partisi iktidarındaki Son Havadis var.

Son Havadis, AP’nin organıydı. O da bir şey olamadı.

Erbakan’ın partilerinin organı olan Milli Gazete de hiçbir zaman bir varlık gösteremedi.

Ulus, Zafer, Havadis, Son Havadis artık yok. Milli Gazete ise ufak bir gazete olarak yayın hayatını sürdürüyor.

Sabah eğer AKP organı olarak militan gazeteciliğini sürdürürse aynı sondan kurtulamaz.

Bu da Sabah’ın intiharı olur.

Özkök Paşa’yı anlayamamak

BEN Özkök Paşa’yı anlayamıyorum. Çünkü Paşa konuşuyor ama bir şey söylemiyor.

- Paşam darbe girişimleri iddiaları için ne söyleyeceksiniz?

- Ne vardır ne yoktur derim.

- Paşam, sizin döneminizde görev yapan iki paşa darbecilikle suçlanıyor, ne diyorsunuz?

- Ben darbeciler veya değiller diyemem.

Paşa’nın söyledikleri bilmece gibi.

Ben çözmek için uzun uzun kafa yordum ama işin içinden çıkamadım.

Bir çıkan varsa bana da anlatsa mutlu olurum.
Yazının Devamını Oku

Bir gazetecinin İran notları

12 Temmuz 2008
ATLAS Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek, İran’dan yeni döndü. İzlenimleri ilginç. Hep birlikte okuyalım: "İki yıl önce gitmiştim İran’a, o zaman Ahmedinejad henüz başa geçmemişti. Bir de geçen ay gittim ve üç hafta kaldım.

İki yıl önceki İran, sosyal yaşam açısından daha serbestti.

O zaman kadınlar başörtüsünü yarım örtüyordu, ayak bilekleri de belirli oranlarda gözüküyordu.

Şimdi ise saçlar konusunda en küçük bir hoşgörü yok. Bilekler yüzde yüz örtülü. Bütün kadınlar siyah giyiyor.

Aslında İran’a bin yıllık konuları araştırmak için gittiğimden günlük hayatla ilgilenmek istemiyor, görmemeye, sormamaya çalışıyordum.

Ama yabancı olduğum anlaşıldığı için, pek çok İranlı yanıma yanaşıyor ve rejimden yakınıyordu.

Gördüğüm kadarıyla çok çaresizdiler.

* * *

Konuştuğum insanlar bana, halkın yüzde doksanının molla rejimine karşı olduğunu ileri sürüyorlardı.

Uçakta, çarşıda, otel lobisinde, çayhanede insanlar hep yanıma gelip yakınıyordu. Kimileri ısrarla beni evlerine davet ediyordu. Gitmek istemediğim için hep çeşitli bahaneler ileri sürdüm.

O kadar yoğun ısrarlarla karşı karşıya kaldım ki, bazılarını atlatamadım ve evlerine konuk oldum.

Hepsi molla rejiminden bıkıp usandıklarını anlattı.

İki yıl önce, insanlar, daha çok İslam dini ile rejim arasındaki ayrıma dikkat çekiyorlardı.

Şimdi ise durum çok daha değişik bir havaya bürünmüştü. Çünkü görüştüğüm kimseler arasında, İslam dinini suçlayan, ’Bizim peygamberimiz Zerdüşt’ diyen pek çok sıradan insan vardı.

Rejimin, halkı İslam’dan nefret eder hale getirdiğini söylüyorlardı.

* * *

İran anayasasında, kadınları kısıtlayan pek çok kural var. Bunlardan en önemlisi, kadınların cumhurbaşkanı ya da yargıç olamayacağı şeklindeki açık hüküm...

Fakat, kadınların şarkı söylemesinin yasak olduğunu bu gidişimde öğrendim.

Kasetten dahi kadın sesiyle şarkı söylemek yasaktı, yani Farsça deyimiyle, ’memnu!’

Tabii, içkinin, eğlencenin her türlüsünün de memnu olduğunu söylemeye gerek yok.

Özellikle akşam geç saatlerde, Tahran caddelerinde polisin, araçlardaki kadınların saçlarını, makyajlarını kontrol ettiğini, kurallara uymayanları tutukladığını, yine başkentin merkezinde bu tutukluların konulduğu tutukevinin önünün her zaman kalabalık olduğunu gözlerimle gördüm.

Polisin kadınlar üzerindeki baskısı korkunçtu.

Bunun kadınlar üzerinde nasıl bir korku yarattığına da tanık oldum.

Beni otomobilleriyle gezdiren İranlı arkadaşlarımın yanında kız arkadaşları vardı. Bu çevirmelerde onların nasıl korktuklarını gördüm.

Bir çevirme sırasında hem kadınların hem de bizim başımız ciddi şekilde belaya girebilirdi. Aslında bu gazetecilik açısından işime gelirdi ama araştırmam yarım kalır diye ben de korktum.

Neyse ki şansımıza bizim araba hiç çevrilmedi.

İran’a gittiğim her iki sefer de dini bakımdan önemli günlere rastlamıştı.

Birinde Kerbela törenleri vardı, birinde ise Hz. Muhammed’in kızı Zeynep’in ölüm yıldönümüydü.

Şunu da öğrendim; böyle ’yas’ tatillerinde Tahran boşalıyormuş.

Halk biraz nefes alabilmek için, o kábus dolu yaşamdan biraz olsun kurtulabilmek için Hazar kıyısı başta olmak üzere tatil yerlerine kaçıyormuş."
Yazının Devamını Oku

Anlayamadıklarım

11 Temmuz 2008
BİZ Türk medyası olarak, terör olaylarında olsun, felaketlerde olsun ceset fotoğrafları kullanmama konusunda bir ilke kararı oluşturamadık. Her olaydan sonra aramızda bunu konuşuruz ama gazeteler, televizyonlar bir araya gelip bu konuda bir karar alamazlar.

Batı medyası bunu uyguluyor ve bu tip olaylarda toplumsal morali olumsuz etkileyecek ceset fotoğraflarını kullanmıyor.

Türkiye’de ne yazık ki her konuda görülen ayrışma o kadar derin ki, gazete ve televizyonlar bu insani konuda bile anlaşamıyorlar.

Örneğin Amerikan medyası 11 Eylül olaylarında bir tek ceset fotoğrafı kullanmadı.

Bizde ise sokak ortasına serilmiş gepegenç insanların kan revan içindeki cesetleri TV ekranlarını ve gazete sayfalarını dolduruyor.

Bu görüntüler kanlı olayların toplumda yarattığı travmayı inanılmaz bir şekilde büyütüyor.

Bir gün Türk medyasının bu ilkel anlayıştan kurtulacağı konusunda da pek iyimser değilim.

Baksanıza bir dinci gazete saldırıyı Ergenekoncuların yaptığını ileri sürecek kadar pusulayı şaşırdı.

Bir başkası da Amerikan Başkonsolosluğu’nun altında Boğaz’a uzanan bir su tüneli olduğunu, Amerikalıların bir tehlike anında bu tünelden kaçacaklarını yazdı.

Bu kafalarla önemli bir ilke kararında nasıl buluşacaksınız?

* * *

Toplumdaki ayrışmadan söz edince aklıma Bülent Arınç’ın her zaman olduğu gibi o eşsiz mantığıyla döktürdüğü sözleri geldi.

Arınç, Baykal’a kızmış.

CHP liderinin Ergenekon soruşturmasında hukuk devletine uymayan uygulamalar yapıldığı için eleştirilerde bulunmasını kınıyor.

Baykal’ın "Başbakan savcı gibi konuşuyor. O savcı ise ben de Ergenekon’un avukatıyım" sözleri için "Cinnet geçirme halidir" diyor.

Arınç’ın eşsiz mantığına göre Ergenekon davasındaki sanıklar suçludur. Onları savunmak cinnettir.

Ama Arınç’ın o eşsiz mantığı kendi partisinin davasına gelince tam tersine işliyor.

Bu kez kendisi avukat oluyor.

"Hukuk çıldırmamışsa böyle bir iddianameyle parti kapatmak mümkün olmaz" diyor.

Yani yıllarca avukatlık yapmış olan Arınç Ergenekon soruşturmasının sanıklarının yargılanmaya bile gerek görmeden mahkûm edilmesinden yana oluyor.

Kendi partisinin ise yine yargılanmaya gerek kalmadan aklanmasını istiyor.

Arınç’a hukuk diploması veren hocalar eğer sağ iseler sanırım başlarını eğiyorlardır. Rahmetli olmuşlarsa yattıkları yerde kemikleri sızlıyordur.

* * *

Çankaya’nın partilerüstü olma gelenek ve kuralını cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana sürekli çiğneyen Gül’ün, emekli Orgeneral Özkök’le görüşme nedenini de anlayamadım.

Neden Özkök?

Kendisinin anayasal görevini yapmadığını ima ettiği için mi?

Eski genelkurmay başkanı söyleyeceklerini gazetecilere söyledi.

Devletin kurumları arasındaki uyumu sağlamanın cumhurbaşkanının anayasal görevi olduğunu anımsattı.

Bunun dışında cumhurbaşkanına ne söyleyecek?

Cumhurbaşkanı, bu konuşmalar sonunda partilerüstü görevini yapması gerektiğini anımsarsa bu yararlı olur.

Ama ben o koltuğa AKP tarafından seçilen Gül’ün bunu yapabileceğine inanmıyorum.
Yazının Devamını Oku

İşte polis devleti denen meret budur

9 Temmuz 2008
AKP, demokratlığa oynayarak Türkiye’yi bir polis devleti haline getirdi. <br><br>Bunu yavaş yavaş anlayanlar var ama bir kısım insanlar hálá anlamamakta direniyorlar. Şimdi onlara yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum.

Önceki akşam bir dostumuzun evinde yemeğe davetliydik.

Doğal olarak gecenin tek konusu Ergenekon soruşturması, gözaltılar, tutuklamalar, serbest bırakılmalardı.

Bir ara geçmiş olsun diyemediğim Mustafa Balbay’ı aramak istedim.

Bendeki numaranın ait olduğu telefon emniyette tutuklu kaldığı için Mustafa’yı bulmalarını gazetenin santralından rica ettim.

Biraz sonra Mustafa karşımdaydı.

Serbest bırakılmasına çok sevindiğimi söyledim ve "Geçmiş olsun" dedim.

Mustafa ile konuşurken beni izleyen dostumla göz göze geldim.

Onun da selamları, sevgileri olduğunu söylemeyi geçirdim aklımdan ama sonra vazgeçtim.

Kendi kendime, "Telefon dinleniyordur. Durduk yerde adamın da başını belaya sokmayayım" dedim ve bir şey söylemedim.

* * *

Telefonu kapattıktan sonra dostumla tekrar göz göze geldik.

Bana aynen şunları söyledi:

"Sana bir şey itiraf etmek istiyorum. Ben Mustafa Balbay’ı çok severim. Gözaltına alındığında çok üzüldüm. Ama ’Benim de selamımı söyle, geçmiş olsun diyor, gözlerinden öpüyor’ de demeye çekindim. Telefon dinleniyordur diye korktum."

"Benim de selamını, sevgilerini söylemek aklıma geldi ama aynı korkuyla adını geçirmek istemedim" dedim.

Eve dönerken kafam bu korku işine ciddi şekilde takıldı.

Hem benim hem de dostumum aynı korkuyu duyması vahim bir ruh hali içine sürüklendiğimizin göstergesiydi.

Ben, gazeteci olduğum için Mustafa’yı aramaktan çekinmemiştim ama dostumun selamını, sevgisini iletmeye onun adına korkmuştum.

O da kendi adının bu konuşmada geçmesinden korkmuştu.

"Demek ki Türkiye tam bir polis devleti haline gelmiş ve onun korkusu yüreklerimize sinmiş" dedim kendi kendime.

Sonra aklıma şu soru takıldı:

"Türkiye böyle bir korku ile yaşayabilir mi? Bunun travmatik sonuçları toplumun ruh yapısını nasıl etkiler?"

İtiraf edeyim ki yanıtını bulamadım.

* * *

Bu korku sendromuna sürüklenmemize, örgütün finansörü diye içeri atılan ve ölüm döşeğine düşene kadar tahliye edilmeyen Kuddusi Okkır’ın dramı çok etkili oldu.

Zavallı Okkır, 1 Temmuz’da "Evinde ölsün" diye tahliye edildi ve 5 gün sonra da yaşama gözlerini kapadı.

Ergenekon’un finansörü olmakla suçlanan ve içeri tıkılan Okkır’ın ailesi cenazeyi kaldıracak para bulamadı.

Okkır’ın cenazesi meslektaşlarımızın ricası ile belediye tarafından kaldırıldı.

Bu olay insan olan herkesi allak bullak eder.

Birçok insani olaya müdahale eden Başbakan Erdoğan nedense Okkır skandalıyla hiç ilgilenmedi.

Bu da AKP Türkiyesi’ndeki bölünmüşlüğün acı bir sonucu olmalıydı.

Demek artık ülkemizde insani davranışlar, hiç de insani olmayan ölçütlere göre şekilleniyor.

Ne yazık ki getirildiğimiz vahim nokta bu.
Yazının Devamını Oku

Kapkara bir tünel

7 Temmuz 2008
13 aydır savcının iddianamesini oluşturamadığı "Ergenekon soruşturması" karanlık bir tüneli andırıyor.<br><br>İddiaların hangisi doğru, hangisi yanlış belli değil. 12 aydır hapiste yatan insanların çoğu suçlarının ne olduğunu bile bilmiyor.

Soruşturmayı yürüten savcılığın süreci keyfi bir şekilde uzatması, ucunu açık tutması hukuk sistemimizi ciddi şekilde zedelemiştir.

Savcılığın uygulamasının yasalara aykırı olduğunu söyleyen bazı hukukçular, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz hakkında soruşturma açılmasını istiyorlar.

Ama hükümet bu uyarılara kulak asmıyor.

Hükümete muhalefet yapan önemli insanlar tutuklanıp cezaevine konuyor.

Şakası yok, tarihi bir olayla karşı karşıyayız.

Soruşturmayı yürüten savcı Zekeriya Öz’ün Fetullahçı olduğuna dair yoğun iddialar var.

Milliyet Gazetesi yazarı Can Dündar’ın bu savcı ile yaptığı konuşmayı aktaran yazısını dehşetle okuduk.

2.5 saat süren konuşma sırasında savcı Öz’ün sürekli tespih çekmesi, Can Dündar’ı bilgisine başvurmak amacıyla çağırmasına karşın bir zanlı gibi sorgulaması, bazı bilgileri karıştırması dehşet verici.

Bir gazeteci arkadaşım haklı olarak şu değerlendirmeyi yaptı:

"Can’ın yazısını okurken ürperdiğimi hissettim. Hiç kuşkum yok bu savcı hepimizi gözaltına aldırabilir ve sorgulayabilir."

* * *


İzlediğimiz kadarıyla "Ergenekon soruşturması"na kaynak olan delillerin çoğunun (telefon dinlemeleri gibi) hukuka aykırı yöntemler kullanılarak elde edildiği anlaşılıyor.

Bunu zanlılara sorulan sorular da ortaya koyuyor.

Örneğin gazeteci Ufuk Büyükçelebi’ye savcıların yönelttiği sorular bir garip:

"Telefonda devlet büyüklerine neden küfür ettin?"

"Hurşit Tolon’la neden konuştun?"

"Eski İstanbul Üniversitesi rektörü
Kemal Alemdaroğlu ile neden resim çektirdin?"

Savcılar sanırım şunu bilmiyorlar:

Bir gazeteci işinin gereği aynı gün cumhurbaşkanı ile de konuşur, bir temizlik işçisiyle de...

Her ikisi ile resim de çektirir...

Sanırım Ufuk, böyle sorulara muhatap olan gazeteci olarak dünya adalet tarihine geçecek.

Bir gariplik de davanın başlangıcını oluşturan delillerin (bulunan el bombaları ve TNT kalıpları) imha edilmesi...

* * *

Hukuk devletine inanan, onu savunan herkesin, hepimizin yargının vereceği kararları sabırla ve inançla beklemesi gerekir.

Türk yargısının, siyasi iktidarın baskısı altına gireceğini ve sanıkları bu ruh hali içinde yargılayacağına inanmıyorum.

Yargıçların ve savcıların temel görevi, hukukun üstünlüğüne ve hukuk devletine, faturası ne olursa olsun toz kondurtmamaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin savcı ve yargıçlarından bunu beklemek vatandaşlar olarak hepimizin hakkıdır.

Yargılamanın bu sorumluluk içinde yürütüleceğinden hiçbirimizin kuşkusu olmamalıdır.

Bütün kalbimle şunu dilemek istiyorum:

Ergenekon soruşturması süreci, sorumlu savcının tutumu ve yöntemleri yüzünden birtakım endişe ve kuşkulara neden oldu.

Yargılama bu kuşkuları, endişeleri ve yaratılan olumsuz havayı dağıtacaktır.

Hepimiz sabırla yargının vereceği kararları beklemeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Vurulan kelepçeler

5 Temmuz 2008
ALMAN Sol Parti Federal Milletvekili Prof. Dr. Hakkı Keskin’in gönderdiği ve Avrupalıların gerçek yüzünü ortaya koyan mektubu aynen yayınlıyorum: "Prof. Faruk Şen’in Referans Gazetesi’nde yayınlanan yazısını özenle okudum. Şen, yazısında Yahudi, Ermeni ve Rum azınlıklarının Türkiye’de karşılaştıkları dışlanma ve baskıyı eleştirmektedir. Oysa aynı ülkenin, tarihinde önce 1492’de İspanya’da ülkeyi terk etmek zorunda kalan Sefarad Yahudilerine ve daha sonra da 1933-1945 yıllarında Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalan entelektüellere kucak açmış olduğunu hatırlatmaktadır.

Bu bağlamda Avrupa’da yaşayan Türklerin de eşit haklardan yoksun olduklarından ve dışlanmalarından yakınmakta ’Türkler Avrupa’nın yeni Yahudileridir’ ifadesini kullanmaktadır. Bu kıyaslamayı talihsiz ve yanlış buluyorum.

Nazilerin Almanya ve Avrupa Yahudilerini sanayileştirilmiş bir organizasyonla yok etmeleri tarihte benzeri olmayan bir imha olayıdır. Bu vahşet başka kıyımlarla kıyaslanamayacak tarihsel bir gerçektir.

Ancak Faruk Şen’in yazısı dikkatlice okunduğunda, onun, Yahudilerin yok edilişini değil de, soykırımdan önceki yıllardaki dışlanışlarını Türkler ile yaptığı kıyaslamaya baz olarak aldığı anlaşılmaktadır. Gerçi bu kıyaslamanın uygunluğu da son derece tartışılır.

Anlaşılan o ki, Şen, abartılı bir kıyaslama yaparak, Türklerin yaşadıkları Avrupa ülkelerinde günümüze değin yabancı konumunda ve böylece eksik haklarla yaşamak zorunda bırakılmalarına dikkat çekmektedir.

Prof. Şen geçmişte Almanya’daki uyum sürecine önemli katkılar sağlamıştır. Bu katkı nedeniyle de birçok kez Alman makamları tarafından ödüllendirilmiştir.

Şimdi bu kıyaslama kabul edilir olmasa da, 23 yıldır emek verdiği ve müdürlüğünü yürüttüğü kurumun başından uzaklaştırılmak istenmektedir.

Soruyorum: Almanya’da göklere çıkartılan düşünce özgürlüğü nerede kaldı? Aynı durum Türkiye’de yaşanmış olsaydı, tepkiler nasıl olurdu acaba?

İşte esas mesele de bu: Günlük hayatta yaşanan çifte standartlar! Bu durum asla kabul edilemez!"

* * *

Prof. Faruk Şen’i tanırım. Dürüst bir aydındır.

Kurup büyük emeklerle büyüttüğü Essen’deki Türkiye Araştırmalar Merkezi Direktörü’dür.

Bu makaleden sonra Alman makamları ofisinin anahtarını değiştirdi.

Merkezde çalışanlara onunla konuşmak yasaklandı. Makam otomobiline el kondu. Mail sistemi bloke edildi.

Görevden el çektirme işlemleri de tamamlanmak üzere.

Gördünüz mü demokrat Avrupalıları.

Şen’in suçu sadece Referans’ta yazdığı makaleyle sınırlı değil.

Son aylarda Türklere dönük kundaklama olaylarının bir rastlantı olmadığını söylüyor, hemen önlem alınmasını istiyordu.

Alman makamları Şen’e hemen kelepçeyi geçirdiler.

Bu arada Prof. Hakkı Keskin dostumuza da bir anımsatmada bulunmalıyım.

Şen’i fazla korumasın yoksa o da Almanların hışmına uğrayıverir.

* * *

Gelelim Türkiye’ye...

Bizim Ufuk (Tercüman’ın Genel Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi) serbest bırakıldı.

Şimdi meslektaşımıza katil muamelesi yapıp kelepçe vurulmasının hesabını kim verecek?

İstanbul Emniyet Müdürü mü? Yoksa İçişleri Bakanı mı? Kim?

Ufuk’un çiğnenen onuru nasıl onarılacak?
Yazının Devamını Oku

AKP, Türkiye’yi korku toplumuna dönüştürdü

4 Temmuz 2008
GÖZALTILARIN ertesi günü Türkiye’de yaşayan yabancı bir arkadaşıma rastladım. Gözleri sağa sola kaymış, şaşkınlık içindeydi.

"Türkiye’deki gelişmelerden başım döndü. Endişe içindeyim" dedi.

Bir başka arkadaşım telefon etti:

"Sen bilirsin ne oluyor? Olaylar beni korkutuyor."

AKP yandaşları dışında herkes korku ve endişe içinde.

Hiç kimse telefonla konuşmak istemiyor, "Telefonda olmaz, buluşunca sana uzun uzun anlatırım" diyor.

Telefonların uluorta dinlenmesi, insanların yüreğine korku düşürmüş.

AKP hükümetine karşı olan insanlar, yaptıkları telefon konuşmalarının bir gün kendilerine karşı kullanılacağına inanıyor.

O nedenle özgürce konuşan insanlar artık susmak zorunda olduklarını hissediyor.

Eşiniz, dostunuz, dinlenmediğine emin olmadan telefonla konuşmuyor.

Bunlar sıradan insanlar da değil.

Aralarında AKP’li bakan ve milletvekilleri bile var.

* * *

Anamuhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Baykal, başlatılan ve pervasızlık içinde yürütülen insan avının ancak darbe dönemlerinde görüldüğünü söylüyor.

Aynı değerlendirmeyi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da yapıyor.

Hisarcıklıoğlu, insanlarımızın korkularını şöyle anlatıyor:

"Akşam yatağa yatarken sabah nasıl bir Türkiye ile karşılaşacağımız endişesi içinde olmak istemiyoruz."

TÜSİAD açıklama yapıyor ve "Aman demokrasi ve hukuka güven zedelenmesin" diyor.

TİSK, barolar, meslek ve sivil toplum kuruluşları gelişmelerden endişe duyduklarını söylüyorlar.

Eski AİHM yargıcı, sabaha karşı alıp götürülen insanlara gözaltı nedeninin hemen bildirilmesi gerektiğini söylüyor, "Tutukluluk makul süreyi aşmamalı" diyor.

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Cumhurbaşkanı’na hemen devreye girmesi çağrısında bulunuyor.

* * *

Şimdi bazı can alıcı soruları soralım:

Bir hukuk devletinde, hukuk dışı yöntemlerle toplanan delillere dayanarak ve gerekçe gösterilmeden insan avına çıkılır mı?

Kaçma ve delilleri karartma olasılığı söz konusu olmayan insanları evine baskın yaparak kargatulumba alıp götürmek, demokrasi ve insan hakları ihlali değil mi?

Tutuklanan zanlıların insan hakları çiğnenerek aylarca hapishanelerde yatırılması, hukuk devletinde kabul edilebilir mi?

Savcıların ve polislerin, soruşturma sürerken yandaş medyaya delillendirilmemiş bilgileri sızdırmaları ve zanlıların karalanmasına neden olmaları doğru mu?

Yıllarca terörle mücadele etmiş insanların, hükümeti devirmek için terör örgütü kurmakla suçlanması mantığa sığar mı?

Yaşamları boyunca bir araya gelmesi bile mümkün olmayan insanları aynı suç sepetine koymak, hukuku zorlamak değil mi?

Ya muhalefet yapan işadamlarını, gazetecileri, önüne gelen herkesi darbeci diye içeri almak?

Son iki soru da şöyle:

Anayasa’ya göre, kurumlararası dayanışma ve uyumu sağlamakla görevli olan Cumhurbaşkanı ne yapıyor?

3 Kasım 2002 öncesi Türkiye’sinde bu korkular, bu endişeler var mıydı?
Yazının Devamını Oku

Canım sıkılıyor

2 Temmuz 2008
NASIL sıkılmasın? Ülkemin sonu belli olmayan bir karmaşaya doğru itildiğini görüyorum. <br><br>Tam bir cadı kazanı kaynatılıyor. Bilinmeyen gerekçelerle bir sürü insan gözaltına alınıyor, cezaevlerine atılıyor.

Ortada bir iddianame bile yok.

Bu gözaltıların, "Ergenekon" adı verilen ve bir yıldan daha fazla süredir yürütülen, sürekli genişletilen soruşturma kapsamında olduğu biliniyor.

Savcının gözaltına alınmasını istediği isimlerin tümünün AKP karşıtları olması, güdülen amacın ne olduğunun ipuçlarını veriyor.

Benim canımı sıkan, yaşadığımız gelişmelerin Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950’de Senatör McCarty’nin başlattığı insan avına dönüşmüş olması.

O dönemde hukuk arka plana itilmiş, McCarty önüne geleni sorgulamaya almış, ABD toplumuna büyük bir korku salmıştı.

Arkadaşlarını ihbar etmeyenler işlerinden güçlerinden edilmiş, aileler dağılmış, insanlar perişan olmuştu.

1954 yılında iş o kadar çığırından çıkmıştı ki siyasetçiler, askerler, bürokratlar, gazeteciler ve sanatçılar McCarty’nin hedefi oldu.

Sonunda çizmeyi aşan McCarty suçlu bulunarak görevden alındı ve kapkara utanç dönemi sona erdi.

İşte canımın sıkılmasının nedeni böyle kapkara utanç döneminin şu anda Türkiye’de yaşanmasıdır.

* * *

Sabah sabah gözaltıları duyunca soruşturmayı yürüten savcının McCarty dönemini bile geride bırakmaya başladığını ürpererek düşündüm.

Bizim Mustafa Balbay, darbe yapmak suçlamasıyla sabahın köründe evinde baskına uğruyor. Evi didik didik aranıyor.

Polis onunla da yetinmiyor, Cumhuriyet Gazetesi’nde de arama yapıyor.

Jandarma Genel Komutanlığı yapan Orgeneral Şener Eruygur ile Birinci Ordu Komutanlığı yapmış Orgeneral Hurşit Tolon, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün gözaltına alınanlar arasında.

Bunların dışında 20’den fazla insanın daha gözaltına alındığı söyleniyor.

Daha önce alınanlarla birlikte yüzden fazla insan bu cadı kazanının içine atılmış, kimi serbest bırakılmış, kimi ise tutuklanıp cezaevine kapatılmış.

Bu insanların neyle suçlandıkları bilinmiyor.

Bir darbe sözüdür gidiyor.

Merak ettiğim şu: Bir hukuk devletinin savcısı böylesine ucu açık bir soruşturma yürütür mü?

Aralarında çok önemli kişilerin de olduğu bir sürü insanı gözaltına almaya cesaret edebilir mi?

Yetkisini bu kadar pervasız kullanabilir mi?

Bir hukuk devletinde insanlar tutuklanıp suçları ortaya konulmadan aylarca cezaevlerine kapatılabilir mi?

* * *

Çığırından çıkarıldığı, hukuk kurallarının zorlandığı bu soruşturma daha ne kadar sürecek?

Nereye gidecek? Sonu nasıl bitecek?

Çok iyi biliyorum ki, birileri, bugünkü gelişmeler nedeniyle büyük bir coşku içinde.

Ama ben bunun hayırlı bir gidiş olmadığını, sonuçlarının ülkemizi telafi edilemez bir noktaya doğru sürükleyeceğini görüyorum.

Onun için de ülkem adına çok canım sıkılıyor.

İşte "demokrat AKP iktidarı!"nın 6 yılda Türkiye’yi getirdiği nokta burası.
Yazının Devamını Oku