Tufan Türenç

Bitmez tükenmez bir aymazlık

2 Haziran 2008
BAŞBAKAN kürsülerden ekonominin kendi mahir ellerinde nasıl mükemmel bir noktaya geldiğini bağıra bağıra anlatıyor. Herkes de sesini soluğunu kesmiş Başbakan’ı dinliyor.

Erdoğan doğruları mı anlatıyor?

Bakalım.

Uluslararası kuruluşların açıklamalarına göre, Türk halkı dünyanın en pahalı benzin ve mazotunu kullanıyor.

Bunun nedeni akaryakıttan alınan vergiler. Bu sayede bütçe açığının önemli bir bölümü kapatılıyor.

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek uyarıyor:

"Doğrudan sermaye girişi 12-13 milyar dolara düşebilir. (Bu düşüş daha fazla da olabilir.) Büyüme de düşecek." (3.9’a geriledi bile.)

Merkez Bankası’nın değerlendirmesi:

"Cari işlemler açığı (döviz geliri ile gideri arasındaki fark) nedeniyle oluşan dış finansman ihtiyacı mart ayı itibarıyla 40.4 milyara ulaştı. (Borçlanma artacak.)

Küresel finansman dalgalanmasının etkileri artık belirginleşmeye başladı. Yapısal reformlar hızlandırılmalı, etkin risk yönetimine geçilmeli. Enflasyon hedefine ulaşma gecikecek."

* * *


TÜSİAD uyarıyor:

"Bugün itibarıyla reform sürecinde geriye gidiş, ekonomi politikalarında ise popülist uygulamalar dönemine geri dönüş işaretleri görüyoruz.

Bu tarz popülist uygulamalar hep kaşıkla verilenin daha sonra kepçeyle alınmasıyla sonuçlanmıştır.


Dileyelim ki bu kez tarih tekerrür etmesin."

TÜSİAD, Başbakan’ın hemen her konuşmasında "Popülist politikalara kesinlikle sapmıyoruz" iddiasına karşı 7 örnek sıralıyor:

" Belediyelere bütçeden aktarılacak pay 4 milyar YTL artırılıyor. (Önümüzdeki yıl yerel seçimler var.)

Özelleştirme gelirleri borç azaltmak yerine kamu yatırımlarında kullanılacak.

İşsizlik sigortası fonu, amacı dışında kamu yatırımları için kullanılıyor.

SSK ve Bağ-Kur prim borçlarına af geliyor.
(Bu demektir ki primlerini ödeyenler enayi duruma getiriliyor.)

Banka borçları ve tarımsal krediler için sicil affı geliyor.

Kamu ihale kanunu değiştiriliyor.

Faiz dışı fazla düşürülüyor."

* * *

Daha bitmedi; AKP iktidara gelince, özelleştirme ile satılacak ne varsa "baba baba sattı".

Buna özel sektör de katıldı.

Bankalar, sigorta şirketleri, tıkır tıkır işleyen fabrikalar, telli telsiz telefonlar hep satıldı.

Sonunda yabancıların rağbet edeceği satılık mal da kalmadı.

Bu paralar yatırıma yöneltilmedi, orda burda çarçur edildi.

Cari açıktan kaynaklanan döviz açığı borç alınarak kapatıldı.

Buna karşılık ne elde ettik?

Borçlarımız ikiye katlandı, tarım çöktü, çiftçi perişan duruma geldi, enflasyon yükseldi, dış açık büyüdü, büyüme hızı düştü.

Durum vaziyet böyle olmasına, Türkiye kötü yönetilmesine rağmen Erdoğan hükümetine yükselmesi gereken tepki toplumun hemen hiçbir katmanında görülmüyor.

İş aleminin bir bölümü sinip köşesine çekilmiş, bir bölümü iktidarın kanatları altına girip şakşakçı olmuş.

Malum gazeteciler, aydınlar ya aymazlıkları, ya da çıkarları nedeniyle iktidarı kollar hale gelmiş.

Ve işte bu nedenlerle Türk toplumu, demokratik haklarını kullanarak hálá başarısız, rejimle savaşan AKP iktidarını ve liderini değiştirecek tepkiyi bir türlü ortaya koyamıyor.
Yazının Devamını Oku

Ya birisi Babacan’a şu soruları sorsaydı

31 Mayıs 2008
TÜRKİYE Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşurken büyük bir çam devirdi. Bakın ne dedi:

"Türkiye’de sadece azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorun yaşıyor."

Komitedeki üyeler, ilk kez bir dışişleri bakanının ülkesini şikáyet ettiğine tanık oldu.

Üstelik bu bakan, yalnız şikayet etmekle kalmadı ülkesine düpedüz iftira attı.

Ya o salondaki Avrupalılardan biri kalkıp şöyle bir soru sorsaydı:

"Sayın Bakan, ben Türkiye’ye çok gittim. Sizin ülkenizde tam 80 bin cami var. Dini özgürlükler konusunda nasıl bir sorunla karşı karşıyasınız, açıklar mısınız?"

Ne yanıt verecekti Babacan?

Adam devam etseydi ve yeni sorular sorsaydı:

"Bu camilerde günde 5 vakit gümbür gümbür ezan okunmuyor mu?"

"İsteyen, bu camilere gidip namazını kılmıyor mu?"

"Bu camilerin bakımını devletiniz karşılamıyor mu? Cami personelinin maaşlarını devletiniz ödemiyor mu?"

"Ülkenizde hacca gitmek yasak mı?"


"Yüz binlerce çocuk, Kuran kurslarına gönderilmiyor mu?"

"İmam hatip liselerinde dini eğitim verilmiyor mu?"

Ya da bir başka üye kalkıp şu soruyu sorsaydı:

"Sayın bakan, ülkenizdeki okul sayısı 67 bin. Demek ki ülkenizde cami, okuldan daha fazla. Bu sizce normal mi?"

Bu sorulara ne yanıt verecekti Ali Bey?

Kürsüde yüzü kızarmayacak mıydı?

* * *

Hele birisi kalkıp şunu sorsaydı:

"Sayın Bakan, benim bildiğim, sizin eşiniz tamamen İslam tesettürüne göre giyiniyor. Müslümanların dini özgürlükleriyle ilgili sorunları olsa eşiniz böyle giyinebilir mi?"

"Başbakan’ınızın ve öteki bakan arkadaşlarınızın çoğunun da eşleri örtülü değil mi?"

"Partiniz üst düzey atamalarda eşleri türbanlı bürokratları seçmiyor mu?"

"Sizin partinize bağlı belediyeler, kendisine ait mekánlarda içkiyi yasaklamıyor mu?"

"Sayın Bakan, bu gerçeklerden sonra hálá ülkenizde Müslüman çoğunluğun dini özgürlükleri konusunda sorunları olduğunu söyleyebilir misiniz?"

Merak ediyorum, eğer Ali Bey bu sorulara muhatap olsaydı ne yanıt verecekti?

Orada partisine destek sağlasın diye ülkesindeki doğruları saptıran bir Dışişleri Bakanı olarak yerin dibine girmeyecek miydi?

Şimdi Nuri Bilge Ceylan’ın Türkiye için "Yalnız ve güzel ülkem" demekle ne kadar haklı olduğunu düşünün...

* * *

Ali Bey’e bir şeyi daha anımsatmak istiyorum:

"Bakan Bey, bugün dünyada Türkiye dışında demokrasiyi benimseyip yaşam biçimine dönüştürmüş bir tek Müslüman ülke yoktur."

Acaba bunun ne anlama geldiğini biliyor mu Ali Babacan?

Bunun değerinin farkında mı?

Ya bu ülkenin bunu Atatürk’e borçlu olduğunu...

Kendisinin de Atatürk sayesinde çıkıp o kürsüde konuşabildiğini hiç düşündü mü?

Sanmıyorum.

Eğer bunları bilseydi ya da bir parça düşünebilseydi, vicdanı bu şekilde konuşmasına izin vermezdi.

Avrupa Parlamentosu’nda konuşurken ülkesine böyle bir iftira atmayı aklının ucundan bile geçirmezdi.
Yazının Devamını Oku

Konuşmaktan korkan bir Türkiye...

30 Mayıs 2008
SÜLEYMAN Demirel 8 yıl süren siyasi yasağı kalktıktan sonra yedinci kez başbakanlığa hazırlandığı dönemde çok önemli bir slogan ortaya atmıştı. En aydınından en cahiline kadar tüm toplumu sarıp sarmalayan ve heyecanlandıran bu slogan şuydu:

"Konuşan Türkiye istiyorum."

Bu slogan, daha çok demokrasi, daha çok düşünce ve söylem özgürlüğü istemini yansıtıyordu.

Demirel 1991 seçimlerinde amacına ulaştı ve SHP ile koalisyon kurarak yedinci kez başbakanlık koltuğuna oturdu.

Türkiye, DYP-SHP koalisyonuyla özlenen kadar olmasa da daha korkusuz bir ülke haline geldi.

O günlerden bu yana Türkiye’de köprülerin altından çok sular aktı.

2002 yılında, yaşadığımız akıl almaz ekonomik ve ona bağlı olarak doğan siyasi krizlerden sonra Türkiye’de dinci AKP iktidara geldi.

AKP’nin 6.5 yıllık iktidarından sonra bugün geldiğimiz noktada "Konuşan Türkiye" ile değil, "Konuşmaktan korkan Türkiye" ile karşı karşıyayız.

* * *

Bugün Türkiye’de insanlar konuşmaktan çok dinlenmekten korkuyor.

Kişisel özgürlüklere, insan haklarına aykırı bir dönem yaşıyoruz.

Birileri insanları baskı altında tutmak, onları suçlamak için aşağılık bir yöntem uyguluyor.

Telefonlar, evler, işyerleri, makamlar dinlenip dosyalar oluşturuluyor.

Bu iğrençliği kim, ne için yapıyor?

İlhan Selçuk’u, Erdoğan Teziç’i, Osman Paksüt’ü ve bazı generalleri kim, hangi amaçla dinliyor?

Dinlenenler arasında daha başka kimler var? Kimse bilmiyor.

Ama binlerce insan tedirginlik içinde başına ne bela açılacak diye bekliyor.

Bunların içinde gazeteciler, işadamları, bürokratlar, sendikacılar, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, emekli generaller, milletvekilleri hatta bakanlar bile var.

Herkes büyük bir korku paranoyası içinde.

* * *

Ülkenin böyle bir korku iklimine sürüklenmesinin sorumlusu hükümettir.

MHP lideri Bahçeli bunu partisinin grup toplantısında çarpıcı bir şekilde "AKP bir korku diktatörlüğü kuruyor" diye tanımladı.

Başkanlık Divanı’nda da partili arkadaşlarını "Dikkat edin, dinlenebilirsiniz" diye uyardı.

Partisinin genel sekreterinin dinlenmesi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı haklı olarak öfkelendirdi.

Şöyle dedi: "Türkiye tam bir çürümenin içinde. Devleti kim yönetiyor?

Başbakan bu rezaletin hesabını vermek zorundadır."

Evet, devleti kim yönetiyor?

Bunu ortaya çıkarmak, devleti ele geçiren tarikat çetelerini temizlemek AKP hükümetinin görevidir.

İktidar, zeytinyağı gibi üste çıkmaya boşu boşuna çabalamasın.

İçişleri Bakanı dinlenen partiyi suçlayacağına, bakanlığını saran tarikatları temizlesin.

Dengir Mir Mehmet Bey, olayı örtbas etmek için "abesle iştigal" etmesin.

Başbakan çıksın diyebilirse, "Dinleme olaylarıyla bizim bir ilgimiz yok.

Bunları yapanları, bu iğrenç tezgáhları kuranları en kısa zamanda bulup çıkaracağız" desin ve gereğini yapsın.

Türkiye’yi yöneten iktidar bunu yapmak zorundadır.

Erdoğan ve arkadaşları unutmasınlar ki bu dinleme çeteleri, onları da dinliyordur.

Bir gün bu silah bumerang gibi kendilerini de vurur.

Korkan değil, korkusuzca konuşan, kendini özgürce anlatan bir Türkiye hepimizin özlemi olmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Nuri Bilge Ceylan’ı alnından öpüyorum

28 Mayıs 2008
AH keşke o salonda olabilseydim. İnanın yerimden fırlar, Nuri Bilge Ceylan’ı kucaklar ve onu alnından öperdim. O cümlesi var ya o cümlesi, beni tam can evimden vurdu.

Ben yıllardan beri yazı yazıyorum ama yıllardan beri onun o tek bir cümleyle anlattıklarını bir türlü anlatamadım.

Nuri Bilge Ceylan benim yüreğimi sürekli kanatan kahredici gerçeği üç dört sözcükle toplayıverdi:

"Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum."

Yok yok... Kesinlikle bu cümleye sığdırılmış anlam ve felsefe sıradan bir insanın söyleyebileceği cinsten değil.

Belli ki o acı gerçek, benim gibi onun da yüreğini kanatıp durmuş.

"Yalnız ve güzel ülkem..."

Gerçekten de güzeldir ve yalnızdır bu canım ülke.

Hem içerde yalnızdır, hem de dışarda yapayalnızdır.

* * *

Yıllardan beri bu ülkenin yazgısıdır; politikacılar sadece ve sadece kendi çıkarlarını düşünürler.

Sadece kendileri, taraf ve etrafları için çalışırlar.

Onun için siyasi yolsuzluklar diz boyudur bu ülkede.

Siyasi gücü elinde tutan bir sürü çapsız politikacının talanından bir türlü kurtulamamıştır.

Onun için yapayalnızdır.

En büyüğünden en küçüğüne kadar iş dünyasının büyük bölümü de kişisel çıkarlarını daima ülkesinin çıkarının önüne koymuştur.

Meslek erbaplarının çoğu da aynı yoldadır.

Bu ülkede yaşayanlar, bu ülkenin nimetinden yararlananlar Türkiye’yi değil kendi çıkarlarını düşünürler genellikle.

Ve Türkiye uğradığı büyük ihanetlerin ortasında yapayalnız bir ülkedir.

Dünyada daha da yalnızdır.

Yaşadığı zor coğrafyada kurulan her türlü tuzakla, her türlü belayla tek başına boğuşur, boğuşur...

Bütün kalbimle inanıyorum ki, bir gün bu güzel ülkenin yalnızlık yazgısını Nuri Bilge Ceylan’lar kıracak.

Hüzünlü bir vefa günü

METİN Altıok...

Bu ülkenin usta şairi...

Onu ve onun gibi aydınları 1993 yılında Sivas’ta yobazlar yaktı.

Şair olarak en verimli çağında katlettiler onu.

Cumartesi günü onun acısını hálá yüreklerinde duyan dostları onu anmak için toplandılar.

Adına verilen şiir ödülünü onun hayranı olan şair Haydar Ergülen aldı.

Dünya sanatçısı Fazıl Say onun için piyanosunun başına geçti.

Say’ın çaldığı melodilerin eşliğinde iki ünlü tiyatrocumuz Cüneyt Türel ile Genco Erkal, Altıok’un insanın içini titreten şiirlerini seslendirdiler.

Fazıl Say’ın bestelediği Metin Altınok Oratoryosu’ndan iki parçayı genç sanatçı Güvenç Dağüstün yine Fazıl Say’ın parmaklarından dökülen müzik eşliğinde seslendirdi.

Sezen Aksu da buğulu sesiyle iki parçasını Metin Altıok için söyledi.

Hüzünlü ama vefa dolu bir anmaydı.

Sivas’ta yakılarak katledilen Metin Altıok ve arkadaşlarının ruhları şad olsun.

Bilsinler ki onlar unutulmadılar.
Yazının Devamını Oku

Esas bu sözler tam ’dam üstünde saksağan’

26 Mayıs 2008
ANIMSARSINIZ, "Yargıtay bildirisi" ekranlara düşer düşmez bir açıklama yapan Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin öfke ile şöyle demişti:<br><br>"Dam üstünde saksağan..." Arkasını getirmemişti.

Malum yazarlar dışında, ben ve benim gibi pek çok yazar, bu sözleri yadırgamış, Yargıtay’ın bildirisini bu şekilde değerlendirmenin bir Adalet Bakanı’na yakışmadığını yazmıştı.

Bakan Şahin’in, önceki gün Antalya’da söyledikleri ise bana göre "dam üstünde saksağan" deyimine tam uydu.

Şöyle diyor Bakan:

"AKP iktidarı, hakim ve savcılarımızın bundan 1.5 yıl önce maaşlarında yüzde 40 artış sağladı. Bakanlık Müsteşarı’nın seviyesine getirildi maaşları, ekonomik sıkıntı çekmesinler diye. Fakat kendilerinden bu millet adına beklentimiz şudur: Adaletten ayrılmayın, haktan ayrılmayın. Günlük siyasi çekişmelerin arasında olmayın."

Adalet Bakanı, kendine yakıştıramadığımız bu sözlerle yargı mensuplarına düpedüz gözdağı veriyor:

"Maaşlarınıza yüklü bir zam yaptık. Onun için bize karşı çıkmayın. Yoksa bir daha zam yüzü göremezsiniz."

* * *

Doğrusu "dam üstünde saksağan" benzetmesi gibi siyasi nezakete sığmayan bu sözleri de tanıdığım Şahin’in söylediğine inanamıyorum.

Çünkü Şahin AKP’de diyalog kurulabilecek nadir isimlerden biridir.

Demek ki AKP’de sinirler sandığımızdan daha gergin.

Hoşgörü yok olmuş.

Bu göstergeler işlerin iyi gitmediğini ortaya koyuyor.

Bu ruh haline sürüklenmiş bir iktidarın ülkeyi yönetmesinin giderek zorlaştığı saptaması hiç de yanlış değil.

Başbakan dün AKP Kadın Kolları 2. Büyük Kongresi’nde yaptığı konuşmada bol bol "Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olan cumhuriyetin üzerine titrediklerini" söyledi.

"Hepimizin sorumluluğu bu rejimi daha da güçlendirmektir" dedi.

Anlayamadığım, Başbakan rejimin hemen bütün kurum ve kuruluşlarıyla kavga ederek rejimi nasıl daha güçlendirecek?

Başbakan ve bakanları acaba birbiri ardına gelen bu bildirileri oturup sakin bir kafayla hiç değerlendirdiler mi?

Yargı mensuplarının bu bildirilerinin derinliklerindeki kişisel olmayan rahatsızlıklarını, endişelerini algıladılar mı?

Bu bildirilere imzalarını koyan insanların Cumhuriyet’in temel değerleri konusundaki duyarlılıklarını görebildiler mi?

Yine bu bildirilerin özünün, yargı bağımsızlığının, hukukun üstünlüğünün AKP iktidarı tarafından yok edilmek istendiği mesajına dayandığını anladılar mı?

* * *

Daha açık bir dille soralım.

Başbakan ve bakanları, yargı mensuplarının laik demokratik cumhuriyet, yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin üstünlüğü konularında bu hükümete güvenmediklerini hálá anlamadılar mı?

Evet anlamadılar. Zaten ta başından beri de anlamıyorlar.

Yalnız yargının değil, tüm cumhuriyet kurumlarının rejimin temel ilkeleri konusunda AKP iktidarına güvenmediğini de anlamadılar.

Çünkü devlet yapısını kendi kafalarındaki yapıya göre şekillendirmeyi amaçladıkları için anlamak istemiyorlar.

Hedef belli: "Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletine dayanan cumhuriyeti, üzerine İslam şalı geçirilmiş bir cumhuriyete dönüştürmek."

İşte yaşadığımız kavganın ve gerginliğin bir türlü bitmemesinin de nedeni bu.
Yazının Devamını Oku

Bizim Brezilyalılar ve bir futbol sihirbazı

24 Mayıs 2008
YAZ geldi, konserler, maçlar bitti... Geçici bir boşluk içinde kaldık. Allahtan kitaplar var. Haziran içinde sanatsal etkinlikler yeniden yoğunlaşır.

Bu yıl bir de Avrupa Futbol Şampiyonası var.

Demek ki günler yine renklenecek.

Bu yıl hüzünlüyüz.

Şampiyon olamadık.

Daha doğrusu olmak istemedik.

Zico’nun deneyimsizliği, Brezilyalı futbolcuların performanslarının şaşırtıcı şekilde düşmesi sonucunda şampiyonluğu Galatasaray’a ikram ettik.

Ancak Galatasaray’ın şampiyonluğu Fenerbahçe’den daha fazla istediği de bir gerçek.

Bugün size, bizi şampiyonluktan eden Brezilyalılara inat futbol sihirbazı bir Brezilyalı’yı anlatmak istiyorum.

Manuel Francisco dos Santos...

1933 yılında Rio’nun varoşlarında yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Çarpık bacaklı, omurgası yamuk, sağlıksız bu bebeğe ablası Garrincha (çirkin çit kuşu) adını taktı.

Yoksul ailenin hiçbir bireyi bir gün bu çarpık çurpuk ucubenin dünyanın en büyük futbolcularından biri olacağını aklından bile geçirmiyordu.

* * *

Ancak bu çarpık çurpuk çocuk ele avuca gelmeye başladığında olağanüstü bir futbol sihirbazı olarak ortaya çıktı.

14 yaşında çalışmaya başladığı tekstil fabrikasının futbol takımının her şeyiydi.

19 yaşında onu ünlü Botafogo Kulübü’nün seçmesine götürdüler.

Seçmeler için yapılan maçta bu çelimsiz delikanlı çalımlarıyla milli takımın sağ beki ünlü Djalma Santos’un başını döndürdü.

Maçtan sonra Djama antrenöre "Bu genci mutlaka takıma al" diyerek onun kaderinin değişmesini sağladı.

Hemen takıma girdi. İnanılmaz çalımları, driplingleri, şutları, ortaları, pasları ve golleri Brezilyalı futbolseverleri ayağa kaldırıyordu.

Seyirciler ona "Futbolun Chaplin"i adını taktılar.

1958 Dünya Kupası için milli takıma seçildi.

Antrenör ona ilk maçlarda yer vermedi.

Oysa takımın Garrincha gibi bir sihirbaza ihtiyacı vardı.

İşte bu noktada Djalma Santos onun yazgısını ikinci kez değiştirdi.

Antrenöre giderek "Eğer Garrincha’yı oynatmazsan ben yarın Brezilya’ya dönüyorum. İşte biletim" dedi.

* * *

Antrenör çaresiz Garrincha’yı takıma aldı.

Garrincha, harikalar yaratarak hem Brezilya’nın hem de dünyanın hayranlığını kazandı.

Brezilya, Garrincha’nın attığı ve attırdı harika gollerle hem 1958, hem de 1962 Dünya Kupası’nı kazandı.

Yıllar sonra ünlü futbolcu Pele, Garrincha’yı soran gazetecilere "O olmasa bu kupaları zor alırdık" dedi.

Gerçek de buydu. Garrincha 60 milli maçta oynamıştı.

Bu maçlarda Brezilya 52 galibiyet, 7 beraberlik almıştı.

Böyle bir ünü, onun altyapısı kaldıramadı.

Alkole ve kadınlara düştü.

Tam 11 çocuğu oldu.

Ama düzenli bir aile yaşamı kuramadı.

Futbolu giderek düşüyordu.

Sonunda dünyada yaptığı en iyi işi, futbol oynamayı bırakmak zorunda kaldı.

Gece gündüz durmadan içiyordu.

19 Ocak 1983 yılında 50 yaşında girdiği alkol komasından çıkamadı ve yaşamını yitirdi.

Ölüm nedeni sirozdu.

Ancak Garrincha halkın kalbinde öyle bir yer edinmişti ki cenaze törenine yüz binlerce insan katıldı.

Bu futbol sihirbazının mezar taşına "O küçük bir çocuktu, kuşlarla konuşurdu" yazdılar.
Yazının Devamını Oku

Uçurum kenarında politika yapmak

23 Mayıs 2008
AKP iktidara geldiğinden beri uçurumun kenarında politika yapıyor. <br><br>Bu tip politikalar hem risklidir, hem de büyük tepkiler çeker. Türkiye için "laik, demokratik rejim" yaşamsaldır.

Bunun öneminin bilincinde olan insanlar bu konuda çok duyarlıdırlar.

Bu insanlar laik, demokratik rejime karşı tehditler olduğu zaman tepki gösterirler.
Fotoğraflar gerçek mi?
KADIN refleksi aşıldı ve Emine Hanım ile Hayrünnisa Hanım barıştılar.

Bizler de mutlu olduk.

Keşke majestelerinin gelişinden önce olsaydı bu barışma.

Neyse, zararın neresinden dönülürse kárdır.

Yalnız bir şeyi merak ediyorum.

Bu barışma, fotoğraflardaki gibi içten miydi, yoksa dedikoduları önlemeyi mi amaçlıyordu.

Önümüzdeki günlerde bu barışmanın içten olup olmadığını olaylar bize gösterecek.

Bakalım gerçekten de "kadın refleksi" aşılabildi mi anlayacağız.


AKP’nin parti olarak politikası, yapmak istedikleri laik, demokratik rejime yönelik tehlikeler yaratıyor.

Zaten rejimi, sosyal yaşamı kendi anlayışana göre yeniden yapılandırmak için uçurumun kenarında politikalar yapıyor.

Hem "demokratım" diyor, hem de "Ben halkımdan oy aldım, her istediğimi yaparım" anlayışı sergiliyor.

Yargıyı, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini, meslek odalarını, sendikaları, medyayı, hatta bilim kurumlarını kendi yandaşı haline getirmek istiyor.

Medya kuruluşlarını kendine yakın olanlara satın aldırtıyor. Muhalefet yapan gazete ve televizyonlara baskı yapıyor.

Üniversiteleri ele geçirmek için çabalıyor.

Yargıyı yandaşı haline getirecek yasal düzenlemeler hazırlıyor.

Sendikaları, sivil toplum örgütlerini etkisizleştirmek için büyük çaba harcıyor.

İş dünyasına egemen olmak için kendi dünya görüşüne yakın olmayan firmaları ihalelere sokmuyor, onların yatırımlarını engelliyor.

Tarikatlara ve kendine yakın vakıflara, sivil toplum örgütlerine büyük yardımlar yapıyor.

Buna karşılık, laik, demokratik rejimi, Atatürk ilke ve devrimlerini savunan, cumhuriyet değerlerine bağlı olanlara yaşam hakkı tanımıyor.

İktidarın demokrasi karşıtı bu tür tutum ve davranışları saymakla bitmez.

* * *

Yargı hukuka, demokrasiye, laikliğe karşı olan bu tutum ve davranışlara tepki gösterince onları "Haddini aşmakla, ülkedeki huzuru bozmakla" suçluyor.

Yargıtay’ın bildirisini Adalet Bakanı, "Dam üstünde saksağan" diye niteleyebiliyor.

Kapatma davası açan Yargıtay Başsavcısı’nı ve yargı kurumlarını hiçbir saygı kuralı tanımadan suçlayıp hedef gösteriyor.

Muhalefet yapan medyayı düşman ilan ediyor.

Demokratik haklarını kullanarak gösteri yapmak isteyen işçileri, malum kesimlere yakın polislere coplatıp tekmeletiyor.

Mimlediği işadamlarına mali denetimlerle korku salıyor.

Tarikatlara, türbana, medrese anlayışına geçit vermeyen üniversitelere ateş püskürüyor.

Hatta işi iktidarın hatalarını eleştirmek olan muhalefete bile tahammül edemiyor.

Kendi kanadındaki yolsuzlukları örtbas ediyor.

Bütün bunları da demokrasiyi ağzından düşürmeden yapıyor.
Yazının Devamını Oku

Herhalde Erdoğan, eşinin de yemeğe gitmediğini unuttu

21 Mayıs 2008
BAŞBAKAN, Konya’daki konuşmasında her kürsüye çıkışında yaptığını yineliyor ve Baykal’a yükleniyordu.<br><br>Belli ki Başbakan, Baykal’a Kraliçe Elizabeth’in onuruna Çankaya’da verilen yemeğe katılmadığı için öfkelenmiş. Bakın ne diyor:

"Buraya gelmekte bile tavır sergileyenler, nasıl oluyor da bu ülkede uzlaşı kültürünün mensubu oluyorlar.

Bu ne kindir, bu ne nefrettir?....

Birlik beraberlik fotoğrafını gölgeleyenler....."

Anamuhalefet partisinin başkanına bu eleştiriyi yöneltirken Erdoğan iki mantık hatası yapıyor.

Bu, Emine Hanım’ın dediği gibi "psikolojik yorgunluk"tan mı ileri geliyor bilemiyorum.

Çünkü aynı yemeğe Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan da katılmadı.

O da birlik beraberlik fotoğrafını gölgeledi.

Başbakan’ı yalnız gören Majesteleri ile eşleri Edinburgh Dükü Prens acaba şöyle düşünmüş olabilirler mi?

"Bize Başbakan’ın evli olduğu bildirildi. Peki eşleri niye davete gelmedi?

Rahatsız mı?

Araları mı bozuk?

Yoksa Cumhurbaşkanı’nın eşiyle mi aralarında bir sorun var?"


* * *

Erdoğan, zaten ülkenin birlik beraberliğinin sorumluluğunu hep karşısındakilere yüklüyor.

Kendisi bu konuda herhangi bir sorumluluk üstlenmiyor.

Birlik beraberlik fotoğrafı madem bu kadar önemli, neden Cumhurbaşkanı seçiminde muhalefetle uzlaşı aramadı?

Neden inatla, "Ben istediğim kişiyi aday gösteririm ve seçtiririm" yaklaşımı içinde oldu?

Gül’
ün adaylığına karşı çıkan, Meclis’e bile gelmeyen Baykal’ı, CHP’yi şimdi hangi hakla "birlik beraberlik fotoğrafını gölgelemekle" suçluyor?

Başbakan bu sözleri söylemeden bir kez değil, birkaç kez düşünmeli.

Özellikle de seçim gecesi, partisinin balkonundan yaptığı konuşmasını anımsamalı.

O konuşmada Türk halkına vaat ettiklerinden hangisini yerine getirdi?

Başbakan bunun muhasebesini yapmalı.

Hani "tüm Türkiye’nin başbakanı" olacaktı?

Hani herkese eşit davranacaktı?

Hani ekonomik ve siyasi reformlar yapacaktı?

Hani dini politikaya kesinlikle alet etmeyecekti?

Hani insanların kafalarında beliren rejim karşıtı olmalarıyla ilgili kuşkuları giderecekti?

Hani bütün partilerle uzlaşı sağlayacaktı.

Başbakan bugün "bu sözlerinin tam tersini yapan bir başbakan" olduğunu unutmamalı.

Sabah düşündürüyor

BEN, Sabah-ATV grubunu çok önemsiyorum.Sabah’ın AKP organı gibi değil, tarafsız bir kitle gazetesi sorumluluğuyla yayın yapmasının, içinde bulunduğumuz dönemde yaşamsal önem taşıdığına inanıyorum.

Önceki günkü yazımı da bunun için yazmak gereğini duydum.

Ama bir gazeteci olarak TMSF ile başlayan ve halen devam eden süreçte Sabah’ın hızla bir başka kulvara kaydığını görüyorum.

Yeni yazarların bunda bir rolü var mı bilmiyorum.

Ama benim bildiğim şu: Sabah gibi bir kitle gazetesi, iktidar şakşakçılığı yaparsa kendi bindiği dalı kesmiş olur.

Bu da ülkemize zarar verir.

Zaten beni düşündüren de bu.
Yazının Devamını Oku