27 Şubat 2009
BAYKAL’ın açıkladığı 7 maddelik krizden çıkış önerileri ciddidir. <br><br>Bu öneriler, "İç talebin canlandırılması, istihdamdaki erozyonun durdurulabilmesi için vergi indirimleri getirilmesi ve kamu harcamalarının artırılması" şeklinde özetlenebilir. Ekonomistlerin de olumlu bulduğu bu önlemleri
Tayyip Bey hafife almamalıdır.
Çünkü
Baykal, "Erdoğan bu önerileri uygularsa biz de destek veririz" diye iktidara bir de açık çek sundu.
Vedat Yenerer’e gözdağı VEDAT 11 ay içerde yatırıldı. Sonra bırakıldı. Peki, 11 ay cezaevinde niçin yatırıldı?
Yatıranlar ona bu sorunun yanıtını veremedi. Vedat da yaşamından 11 ay çalınmasını haklı olarak eleştirdi.
Konuşması savcıları kızdırdı, onu polis zoruyla adliyeye getirttiler.
"Konuşma. Konuşursan senin için iyi olmaz" dediler ve hakkında savcıyı hedef göstermekten, Terörle Mücadele Kanunu’na muhalefet etmekten ve yargıyı etkilemeye teşebbüsten soruşturma açtılar.
Yani avukatının dediği gibi Vedat’a gözdağı verdiler. |
Tayyip Bey, bulutların üzerinde uçtuğu için bu önerilere,
"Baykal sen işine bak, bana akıl verme" diye burun kıvırdı.
Yalnız
Tayyip Bey o kürsülerden inip ayaklarını yere bassa çok iyi olur.
Meydanlara aldanmasın, çünkü durum hiç de iç açıcı değil.
* * *
Önceki akşam yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum.
Kadıköy’den bir taksiye bindim. Sürücü çok kibar bir insandı.
Laf lafı açtı ve konuşmamız anında krize odaklandı.
Üniversite mezunuymuş. Büyük bir şirkette çalışıyormuş, işine son vermişler. İş bulması olanaksız olduğu için taksicilik yapmaya başlamış.
"İnanın durum çok kötü... İnsanlar çaresizlik içinde. Ben de öyleyim. Ekmek parası kazanmam gerekiyor. Onun için bir süre bu işi yapmak zorundayım" dedi.
* * *
Bir yerde karşılaştığım işadamı, hal hatır sormadan
"Çıldırmak üzereyim" dedi.
Sonra içini boşaltıverdi:
"Bak dostum... Türkiye hiç iyiye gitmiyor. Bunu görüyorum ve inan bana çok üzülüyorum. Başbakan, bakanlar televizyonlarda öyle şeyler söylüyorlar ki çıldırmamak mümkün değil." Ben bu işadamını iyi tanırım. Temkinli, düşünmeden konuşmayan ve duygularını uluorta açıklamayan bir insandır.
Böyle bir üslupla konuşmasına ilk kez tanık oluyorum. Demek ki durumlar gerçekten çok kötü.
* * *
Aş ve iş artık aslanın ağzında değil, midesinde.
Son rakamlara göre işsizlik yüzde 12.3’e yükseldi. 3 milyon insan şu anda işsiz güçsüz.
Yani evine, çoluğuna çocuğuna ekmek götüremiyor.
Üstelik bunlar resmi rakamlar. Uzmanlara göre gerçek işsizlik yüzde 20’lerin üzerinde.
Çünkü bir başka rakama göre artık umudunu kesip iş aramayanların sayısı 5 milyona yaklaştı.
Bizden söylemesi,
Tayyip Bey meydanlara aldanmasın.
Aşsızlığın ve işsizliğin önünde hiçbir iktidar duramaz.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2009
FRANSA Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy krizden büyük darbe yiyen basın sektörüne 600 milyon Euro’luk acil yardım paketi hazırlattı. Ne yaptı?
18 yaşından büyük her Fransız istediği gazeteye abone olabilecek, ücreti devlet ödeyecek.
Ayrıca ekonomik açıdan zor durumda kalan gazetelere yardım edilecek.
Sarkozy, Fransız halkına şu garantiyi de verdi:
"Endişelenmeyin, bu yardımlar basın özgürlüğüne de zarar vermeyecek."
Fransa Cumhurbaşkanı şu mesajı verdi: "Ben bu yardımlar karşılığında basından hiçbir şey istemeyeceğim."
Peki demokratlığı kimselere bırakmayan bizim Başbakan ne yapıyor?
Kendisine biat etmeyen, övgüler düzmeyen medya için "Almayın, okumayın" diye kampanya açıyor.
Kendisi, bakanları, belediye başkanları ve çocukları hakkındaki yolsuzluk iddialarını yazan medyayı yıkmak, yok etmek için akıl almaz vergi cezaları yazdırtıyor.
Doğan Medya Grubu’na yapılanları yalnız Türkiye değil, bütün dünya şaşkınlıkla izliyor.
Türkiye’nin en fazla vergi veren medya kuruluşunu ve patronunu vergi kaçakçılığıyla suçlatıyor.
Sonra da yapılanların kendileriyle ilgisi olmadığını yandaş medyaya ve yazarlara yazdırtıyor.
* * *
Başbakan seçim gezilerinde büyük bir pervasızlık içinde devletin uçağını, araçlarını, valilerini, kadrolarını kullanıyor.
Seçim mitingi düzenlediği illerde işi kılıfına uydurmak için de bir-iki açılış icat ediyor.
Partisine oy toplamak için beyaz eşya, gıda paketleri, kömür, alışveriş çekleri, para dağıttırıyor.
Sosyal devleti bir sadaka devleti haline getiriyor.
Bütün bu oy avcılığını seçimi kazanmak için hepimizin ödediği vergileri harcayarak yapıyor.
Gittiği illerde açılışı daha önce yapılmış yerleri yeniden açıyor.
Özel sektör yatırımlarının kurdelelerini kendi iktidarı yapmış gibi kesiyor.
Patlayan işsizliğe önlem alacağına muhalefeti suçluyor.
"İşsizliğe bir çare varsa açıkla. Yerine getirmezsem siyaseti bırakım" diyor.
Davos’taki devlet adamlığına ve diplomasiye sığmayan davranışlarını savunuyor.
"O moderatöre vurmakla vurmamak arasında gittim geldim" diyor.
* * *
Başbakanı böyle davranınca bakanı durur mu?
O da seçim bölgesi Antalya’da "AKP’li belediye başkanlarına oy vermezseniz hiçbir işiniz yapılmaz" diye seçmenlere şantaj yapıyor.
Seçim yasasına göre suç olan bu sözleri üzerine muhalefet kendisini istifaya çağırıyor.
Adalet Bakanı oralı bile olmuyor.
Aynı bakan birkaç gün önce patlayan ve demokratik bir ülkede büyük bir skandal sayılacak olay için de aynı vurdumduymazlığı sergiliyor.
İstanbul’un gelişen bir bölgesinin AKP’li belediye başkanına kendisine arsa kapatması için vekalet veriyor.
Basın bunu alıp manşet yapıyor.
AKP iktidarı büyük bir şerbetlilik içinde hiç oralı bile olmuyor.
Bu iş arada kaynayıp gidiyor.
Gidiyor çünkü halk da yaşaya yaşaya bu şerbetlilik alışkanlığı içine girdi.
Hiç kuşkunuz olmasın, Almanya’dan gelen Deniz Feneri dosyası da aynı anlayış içinde bu iktidar tarafından sumen altı edilecektir.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2009
TÜRKİYE’de insanlar tek güvenceleri olan yargıya da güvenemez hale geldiler. İktidarın bireyleri ve kurumları "biat"a zorlamak için yaptığı saldırılara karşı insanlar yalnızlık ve çaresizlik içindeler. Onun için de toplumda korku giderek büyüyor.
AKP iktidarında Uzanlar’ın, Çukurova Grubu’nun, Cavit Çağlar’ın, Şevket Demirel’in ve daha birçoklarının başına gelenler...
Hangi hukuka sığar?
Ya "Ergenekon Terör Örgütü" üyesi diye laiklikten, cumhuriyetten, demokrasiden, Atatürk ilke ve devrimlerinden yana olan, Türkiye’nin karanlığa sürüklenmesine karşı çıkan insanların başına gelenler...
Sabahın köründe evlerine yapılan baskınlar, hoyratça enselerinden tutulup götürülmeler, onur kırıcı bir şekilde sorgulanmalar, suçlarının ne olduğu kendilerine söylenmeden hapislere atılmalar ve davanın iddianamesi bile hazırlanmadığı halde aylarca, yıllarca hapislerde yatırılmalar...
Soruyorum, bütün bunlar hangi hukuka sığar?
Son olarak da Aydın Doğan’ı yok etmek için Doğan Grubu’na yapılan baskılar...
Böyle bir siyasi baskı, bırakın hukukun geçerli olduğu ülkeleri, diktatörlerin yönettiği ülkelerde bile görülmez.
* * *
Vergi kaçakçılığıyla suçlanan Doğan Grubu’nun kurucusu, patronu Aydın Doğan, 1994-2007 arasında tam 13 kez Türkiye rekortmeni oldu.
Aydın Doğan’ın vergi karnesi şöyle:
6 kez Türkiye birincisi.
10 kez İstanbul birincisi.
6 kez Türkiye ikincisi.
2 kez İstanbul ikincisi.
1 kez Türkiye, bir kez de İstanbul beşincisi.
Aydın Doğan’ın şirketleri 5 yılda devlete tam 29 milyar 600 milyon lira ödeme yaptı.
Bu, bugünkü kurla 21 milyar 363 milyon 397 bin dolar eder.
AKP yandaşları önlerine bu rakamı koysunlar, bugün Türkiye’nin üç beş milyar dolar kredi alabilmek için İMF’nin önünde nasıl taklalar attığını düşünsünler.
Türkiye maliyesine 5 yılda bu kadar para ödeyen Doğan Grubu’nu ve Aydın Doğan’ı vergi kaçakçısı olarak ilan etmek utancını bu iktidar bakalım nasıl taşıyacak?
* * *
Bugün Aydın Doğan’ı suçlayan, gazetelerinin boykot edilmesi için durmadan çağrılarda bulunan, üzerine sürekli vergicileri salan ve akıl almaz ceza yazdıran Başbakan’a bir sorum var.
Acaba 1994-2007 arasında kendileri, hanımefendi, ticaret yapan mahdumları, hatta sülaleleri devlete kaç lira vergi verdiler?
Acaba Maliye Bakanı Unakıtan ile öteki bakanlar, onların ticaret yapan çocukları, hatta sülaleleri ne kadar ödediler?
Şunları bir açıklasalar da öğrensek.
Biz hiç şaşırmayız.
Ama 24 saat kendisine şakşakçılık yapan, övgüler düzen yandaşları ne yaparlar?
Sanırım yine ona da bir kılıf bulurlar.
Şimdi Başbakan’ın Diyarbakır’da söylediklerine bakın.
Kendilerinin 3 temel ilkeleri varmış...
Bunlar "Hukuk, hürriyet, hizmet"miş...
AKP’nin hizmeti Türkiye’ye verdiği zarar ve yarar açısından irdelenebilir.
"Hukuk ve hürriyet" ilkeleri için ise gönül rahatlığıyla İsmet Paşa’nın şu sözüyle yanıt verebilirim:
"Hadi canım sen de..."
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2009
KARA Kuvvetleri ve Jandarma eski komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, emekli olduktan sonra kitap ve makale yazımına yoğunlaştı.<br><br>Özellikle müzik konusuna eğilen Yalman, yaptığı çalışmalar ve etkinliklere verdiği destek ile kültür ve sanat yaşamına katkı sağlıyor. Yalman Paşa son zamanlarda oratoryo, senfoni ve opera metinleri yazdı.
Son yazdığı "Sakarya’da Diriliş Operası" beste aşamasında.
Aytaç Paşa, son yazdığı "Vatan Sevgisi ve Sanat" adlı kitabında vatan sevgisinin doğmasında ve gelişmesinde sanatın rolünü irdeliyor, ilginç örnekler veriyor.
Paşa’nın vatan sevgisi tanımı şöyle:
"Aynı ülkede yaşayan, aynı devlete ve millete mensup, aynı değerleri paylaşan insanların ortak paydası."
Yalman, vatanseverlik kavramının içeriğini de şöyle açıklıyor:
"Vatanseverlik, içinde farklı görüş ve fikirleri barındırabildiği ve onları vatanın ve ulusun kültürel zenginliği olarak görebildiği ölçüde güçlenir. Aksi takdirde, emperyalist fikir ve düşüncelere hizmet edilmiş olunur."
* * *
Aytaç Yalman, katı milliyetçiliğe karşı. Bunu şöyle anlatıyor:
"Vatanseverliği katı bir milliyetçilik içinde yorumlamak, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde ve bizim coğrafyamızda mümkün değildir.
Birbirimizin farklılıklarına -incitmemek ve incinmemek üzere- katlanabilirsek vatanperver oluruz. Çünkü üzerinde yaşadığımız toprakları seven insanların ortak paydası, vatanseverlik olmalıdır.
Onun içindir ki ulusumuz ve vatanımızın bütünlüğü ve birliği, vatandaşlık bilinci gelişmiş gerçek vatanperverliğe ihtiyaç duymaktadır."
Vatanın maddi unsurunun belli bir toprağı ifade ettiğini vurgulayan Yalman, manevi unsuru da şöyle belirtiyor:
"Birlikte yaşama iradesi, eşitlik, kardeşlik, fedakárlık, sahiplenme ve sadakat..."
Kitapta vatan sevgisinin gelişmesinde sanatın katkıları anlatılıyor, özellikle müzik konusunda ilginç örnekler veriliyor.
* * *
Beethoven 3. senfonisini Napolyon’a adıyor. Ancak Napolyon’un kendisini imparator ilan etmesi onu hayal kırıklığına uğratıyor. Bunun üzerine yapıtının adını "İsimsiz Bir Savaş Kahramanına" diye değiştiriyor.
Fransız devriminin etkisinde kalan sanatçı, Fidelio Operası ve Egmont Uvertürü’nü yurtseverlik ve zorbalığa karşı kazanılan zaferin coşkusuyla yazıyor.
Polonyalı olan Chopin, müziğinde özgürlük uğruna savaş veren, ezilen bir ulusu anlatıyor.
1830’da sanatını kanıtlamak için gittiği Viyana’da Rusların Varşova’yı işgal ettiği haberini alıyor ve ünlü "İhtilal" etüdünü yazıyor.
Chopin, Mazurka ve Polonezleri’nde ülkesine duyduğu özlemi anlatır.
Verdi’nin ünlü operası olan Nabucco’da Yahudi tutsaklar için yazdığı "Esirler Korosu-Va Persiero" 19. yüzyılın ilk yarısında Avusturya boyunduruğundan kurtularak, ulusal bir devlet kurma mücadelesi veren İtalyan halkı tarafından bir özgürlük şarkısı olarak benimsenir.
Ulusal kahraman olarak algılanan Verdi’nin cenazesi kaldırılırken binlerce İtalyan, ünlü bestecinin ardından o içli müziği "Va Persiero"yu söylüyordu.
Yalman Paşa’nın Verdi ile ilgili son saptaması da şöyle:
"Bizde nasıl Cemal Reşit Rey’in ’10. Yıl Marşı’ kuşaktan kuşağa bir cumhuriyet türküsü olarak yaşıyor ve söyleniyorsa, Verdi’nin ’Esirler Korosu’ da İtalya’da hálá ulusal duyguları ayaklandıran bir işlev görüyor."
Sevgili okurlar, sizlere yaşamakta olduğumuz, hepimizin ruhunu karartan bu karmaşık dönemde önce "Esirler Korosu"nu, ardından da "Onuncu Yıl Marşı"nı dinlemenizi öneririm.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2009
BU başlık birçoğunuza ürkütücü gelebilir, ama ne yazık ki gerçek bu...<br><br>Türkiye’deki laik demokratik rejim hızla hukukun dışına, bilinmeyen mecralara doğru kayıyor. Türkiye’nin en büyük yayın holdingisiniz.
Size bağlı TV şirketinin yüzde 25 hissesini Almanya’nın önde gelen medya grubu Axel Springer’e 796.8 milyon liraya satıyorsunuz.
Hükümetin görevlendirdiği vergi denetçisi bir şeyler bulmak talimatıyla incelemeler yapmak üzere geliyor.
İncelemelerinin sonunda haksız ve yanlış bir yorumla durumu vergi kaçakçılığı olarak niteleyerek size tam 826.3 milyon lira vergi cezası çıkarıyor.
* * *
Dün Türk tiyatrosunun devi Gazanfer Özcan’ı, sırtına yüklenmiş 500 bin lira vergi borcuyla sonsuzluğa uğurladık.
2002 yılında önce eşi sonra kendisi hastalandığı için vergilerini ödeyemeyen sanatçı, devlete 40 bin lira borçlanıyor.
Bu borç hastalıkların uzaması nedeniyle ödenemiyor, üzerine devlet tarafından faizler yükleniyor ve borç 500 bin lirayı buluyor.
Gazanfer Özcan’ın 78 yaşına rağmen tiyatro çalışmalarının yanı sıra oynadığı TV dizisinden kazandığı para vergi borcunu ödemeye yetmiyor.
Geçen yıl vergi dairesine 110 bin lira ödüyor ama 500 bin liralık borç yerli yerinde duruyor.
Gazanfer Özcan’ı bu borçtan ancak ölüm kurtarıyor.
Borç ise várislerinin sırtına yükleniyor.
* * *
Gazeteci Hasan Tüfekçi yaptığı haberler, çektiği fotoğraflar Başbakan’ı kızdırdığı için önce Başbakanlığa sokulmuyor.
Sonra "Başbakan seni istemiyor" gerekçesiyle Erdoğan’ın Nevşehir’deki mitinginde alana girmesi yasaklanıyor.
Hasan bir gazeteci olarak sokakta bile Başbakan’ı izleyemiyor.
* * *
Bırakın milletvekillerini AKP’li bakanlar, üst düzel bürokratlar dahi Başbakan’a gelişmelerle ilgili görüşlerini açıklayamıyorlar.
Başbakan’ın çevresindeki insanları zaman zaman azarladığı gazete sayfalarına yansıyor.
Her konuşmasında muhalefet partilerine ağza alınmayacak sözlerle saldırıyor.
Medyaya, iş çevrelerine, sendikalara, sivil toplum örgütlerine, meslek odalarına meydanlarda tehditler savuruyor, şantaj yapıyor.
* * *
Hükümetin eli yargının, polisin, bürokrasinin, üniversitelerin, kurumların içinde. Yargı ve polis üzerindeki iktidar baskısı giderek artıyor.
Başbakan devletin valilerine partisine oy kazandırmak için sürekli sadaka dağıttırıyor.
Dini sürekli politikaya alet ediyor.
Hukuk dışına çıkan soruşturmalar ve yargılamalar giderek yaygınlaşıyor.
İktidar bütün uyarılara rağmen kendi suçlularını koruyor.
Telefon ve alan dinlemeleri sonucunda insanlar suçlanıp cezaevine kapatılıyor.
Kimse kimseyle konuşamaz, birbirlerine düşüncelerini açıklamaya korkar hale getiriliyor.
Toplum tam bir korku toplumuna dönüştürülüyor.
* * *
Gidiş bu... Böyle bir hukuk devleti olur mu? Türkiye hızla demokrasiden, laiklikten ve hukuktan uzaklaşıyor...
Evet, Türkiye bir yerlere doğru sürükleniyor.
Bu sürükleniş Batı’ya doğru değil, Doğu’ya doğru...
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2009
BU öfkeler hiç iyi değil...Bu öfkelerin getirdiği küfürler, bağırmalar, çağırmalar, çevresindeki insanları azarlamalar, medyaya dönük şantajlar, tehditler hiç ama hiç iyiye alamet değil. Genellikle bizim siyasi yaşamımızda tek başına iktidar olan liderlerin ilk dört yılından sonra bu tip gelişmeler hep oluyor.
Demokrat Parti Genel Başkanı Başbakan Adnan Menderes (1950’de iktidara geldi. 1960 yılında ihtilalle gitti) üç seçim kazandı ama üçüncü dönemi tamamlayamadı.
Süleyman Demirel iki dönem iktidar oldu (1965 ve 1969) ama ikinci dönemi tamamlayamadı.
Turgut Özal da iki seçim kazandı (1983 ve 1987) ama o da ikinci dönemin ikinci yılında cumhurbaşkanlığına gitti. Partisi ikinci dönemi tamamladı ama üçüncü seçimi yitirdi.
Tayyip Erdoğan ise iki kez seçim kazandı (2002 ve 2007). Bakalım ikinci dönemini bu öfkeyle, bu antidemokratik tutum ve davranışlarıyla bitirebilecek mi?
Tayyip Bey her kürsüye çıkışta dürüstlükten, onurdan, hoşgörüden, insan sevgisinden, haktan, adaletten, çalışmaktan, hizmetten ve demokratlıktan dem vuruyor.
Sonra birdenbire başlıyor bağırmaya...
Medyaya, muhalefete, memura, işçiye, bürokrata, işadamlarına, sendikalara, sivil toplum örgütlerine ağır sözlerle saldırıyor.
Bu öfkenin Başbakan’ın kimyasını giderek bozduğu anlaşılıyor.
* * *
Başbakan’ın yapmayı alışkanlık haline getirdiği bir başka yanlışlık da şu. Yapmadığı hizmetleri kendisine ve iktidarına mal etmek.
Örneğin Samsun’da 12 hükümetin gelip gittiğini ama Karadeniz Otoyolu’nun sadece yüzde 35’ini yapabildiklerini, gerisini kendilerinin tamamladığını söyledi.
Bu gerçek değil. Otoyolun temeli, 1998 yılında Mesut Yılmaz’ın Başbakan, Yaşar Topçu’nun Bayındırlık Bakanı olduğu hükümet tarafından atıldı.
Tayyip Bey iktidara geldiği zaman yolun yüzde 70’i tamamlanmıştı.
AKP 3 yıl süreyle inşaatı durdurdu ve soruşturma başlattı.
Mesut Yılmaz ile Yaşar Topçu’yu siyasi bir kararla Yüce Divan’a yollandı.
Ama bilindiği gibi Yüce Divan’dan Tayyip Bey’in beklediği sonuç çıkmadı.
Sonra yeniden inşaat başlatıldı ve yol tamamlanarak 2007 yılında açıldı.
Tayyip Bey’in "Biz yaptık" dediği yolda Mesut Yılmaz ve Ecevit hükümetlerinin emekleri ve hakları var.
Bunu Tayyip Bey’i dinleyen Samsun halkı çok iyi biliyor. Ama AKP Genel Başkanı halkın gözünün içine baka baka "Yolu biz yaptık" diyebiliyor. Tayyip Bey’in sıkıntısı iktidar olduğundan bu yana büyük bir eser yaratamamak. Onun için işi şovlarla idare ediyor.
Açılmış fabrikaları yeniden açıyor, özel sektörün yaptığı yatırımların kurdelelerini kendi iktidarının eserleriymiş gibi kesiyor.
* * *
Başbakan Davos’ta öfkesi tepesine vurunca İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e Tevrat’taki 10 Emir’in 6’ncı maddesini okumuştu.
Bu maddede Tevrat "Öldürmeyeceksin" diyor.
Ama 8’inci ve 9’uncu maddeleri okumadı.
8’inci madde "Çalmayacaksın" diyor.
9’uncu madde ise "Yalan söylemeyeceksin" diyor.
Bizim kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim de aynı şeyleri emrediyor.
"Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin" diyor.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2009
AKP’nin devri iktidarında nereye el atsanız oradan şeytana külahını ters giydirecek hinoğlu hinliklerle sürdürülen vurgunlar, talanlar fışkırıyor. Aslında ortaya çıkan pislikler buzdağının görünen bölümü. Ya suyun altındakiler?
Bu hepimizin, özellikle de AKP’nin sadaka dağıtarak oylarını topladığı yoksul insanların haklarının birtakım açıkgözler tarafından çalınmasıdır.
Bugün yaşadıklarımız, çocukluğumda bir Anadolu kentindeki olayı anımsattı bana...
Emin Ağa kentin en varlıklı insanlarından biri. Toptan bakkaliyecilik yapıyor.
Bir gün kentin milletvekillerinden biri ona yakında şekere ve una büyük zam yapılacağı haberini veriyor, "Önlemini al" diyor.
Emin Ağa bu işleri bilen bir insan. Hemen şeker ve un stoklayıp deposunu dolduruyor.
Gerçekten de bir iki gün içinde piyasada şeker ve un sıkıntısı başlıyor.
Emin Ağa’nın keyfi yerinde, zammı bekliyor.
* * *
Üç beş gün sonra hükümet şekere ve una yapılan zammı bin dereden su getirerek açıklıyor.
Elinde stok bulunanlara bunları bildirmeleri uyarısında bulunuyor.
Emin Ağa oralı olmuyor. Satışa başlamak için acele etmiyor. Bekliyor.
Bir sabah depodaki çırak nefes nefese zabıtaların depoyu bastığı haberini getiriyor.
Emin Ağa çırağa "Depoya koş, zabıtalara ’Mallar bizim değil, Hacı emmi onları emaneten tutuyor. Malların kimin olduğunu biz bilmiyoruz. Kendisi az sonra gelir’ desinler" diyor.
Emin Ağa bu işlerde deneyimli olduğu için çözümü çabucak buluveriyor.
Evden çıkıp doğru Çocuk Esirgeme Kurumu’na gidiyor. Müdürün odasına çıkıyor.
Müdür, Emin Ağa’yı ayakta karşılıyor: "Hacı Bey bu ne şeref..."
"Estağfurullah müdür bey bir hatırını sorayım dedim."
Hatır gönül muhabbetinden sonra Emin Ağa doğrudan söze giriyor:
"Bak müdür bey, bilirsin ben pek çok hayır işi yaparım ama nedense burayı hep ihmal ettim. Cuma günü karar verdim, pazartesi sabahı erkenden kuruma gidip büyük bir yardım yapayım, dedim."
Emin Ağa müdüre gizli tutulmak kaydıyla bin torba şeker, bin torba un bağışlayacağını söylüyor.
Müdür, kimsesiz çocuklar adına Emin Ağa’ya binlerce kez teşekkürler ediyor.
* * *
Emin Ağa tam çıkarken aklına yeni gelmiş gibi dönüp müdüre "Benim küçük bir isteğim daha var. Bana bu malları size hibe ettiğime dair bir káğıt ver. Hatta önemli değil ama bağışı yapmaya niyetlendiğim cuma gününün tarihini atıver" diyor.
Emin Ağa káğıdı cebine koyarak depoya geliyor, sayım yapan memurlara malların Çocuk Esirgeme Kurumu’na hibe edildiğine dair yazıyı gösteriyor.
Böylece zabıtalar hiçbir işlem yapmadan çekip gitmek zorunda kalıyorlar.
Emin Ağa paçayı kurtarmıştı ama bin çuval şekerle, bin çuval unu da gitmişti.
Kahvesini söylüyor ve kendisini kimin gammazladığını düşünmeye başlıyor.
Aradan yıllar geçmiş ama Türkiye hálá aynı vurgunların Türkiyesi.
Kuşkusuz kapatılan mallar değişik, vurgunlar çok daha büyük.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2009
OYUNU izlerken iki şey beni fena halde koltuğuma mıhladı. <br><br>Nevra Serezli ile Cihan Ünal’ın mesleklerine olan tutkuları ve oyunun temel öğesi olan dansların büyüsü... Gencay Gürün’ün sanat yönetmenliğini yaptığı ve ayakta tutmak için çırpındığı Tiyatro İstanbul’da oynanan "Altı Haftada Altı Dans Dersi" adlı ilginç oyunun içeriği ve dansları beni soluksuz bıraktı.
Öncelikle Nevra Serezli ile Cihan Ünal’a olan hayranlığım ve saygım daha da arttı.
İki sanatçı, bu zor rolün altından kalkabilmek için işi ucundan tutmamışlar, dansları kusursuz yapabilmek için aylarca dans dersleri almışlar.
Zaman zaman ciddi sakatlıklar yaşamışlar.
Bütün zorluklara katlanıp ikisi de usta birer dansçı olmuşlar.
Oyunun yazarı Richard Alfieri çok usta bir yazar.
Metni, felsefi diyaloglarla oya gibi işlemiş.
Dansın büyüsü, yalnızlığından biraz olsun kurtulmak için 72 yaşında dans dersleri almaya karar veren yaşlı bir kadın ile dans öğretmeni arasında büyük bir sevgi ve dostluk doğmasına neden oluyor.
* * *
Oyunun iki karakteri dans öğretmeni Michael ile Bayan Lilly...
İkisi de derin bir yalnızlık içinde yaşayan mutsuz insanlardır.
Ama dansın insanları bütünleştiren büyüsü bu ikiliyi sevgi dolu bir dostluğa sürüklüyor.
Birlikte büyük bir uyum içinde ve coşkuyla yaptıkları dansların yarattığı duygular, aralarındaki yaş farkı nedeniyle sekse yönelmeyen bir aşka dönüşüyor.
Onları mutsuz eden ve yaşamlarının dramı olan yanlızlığı küçük ve zararsız yalanlarla birbirlerinden saklıyorlar.
Bu yüzden de başlangıçta aralarında gerginlikler yaşanıyor.
Ama dans ikisi arasındaki buzları hızla eritiyor.
Büyük bir sevgi ile birbirlerini tamamlamaya başlıyorlar.
Dans öğretmeni Michael bir genç kıza kur yaparmışçasına Lilly’ye bir gece dışarı çıkmayı önerir.
72 yaşındaki Lilly bir genç kız heyecanıyla biraz nazlanır ama gururunu okşayan bu teklifi kabul eder.
Gece geç saatte coşku ve mutluluk içinde eve dönerler.
İkisi de birbirine tutkuyla bağlı iki sevgili gibidir.
Ama bu uzun sürmez çünkü Lilly kanserdir.
Tedaviye başlanır. Michael onu hiç yalnız bırakmaz.
Bir gün tedaviden döndükten sonra yine dans ederken Lilly’nin Michael’in kollarında can vermesiyle oyun sona erer.
* * *
İzleyiciyi danslarla coşturan, güldüren oyun, güçlü ve anlamlı diyaloglarla da hüzünlendirip düşündürür.
Gencay Gürün, bir sanat yönetmeni olarak dünya tiyatro sahnelerinde oynanmakta olan flaş oyunları Türk sahnelerine anında taşımaya sürekli özen gösteriyor.
Böylece Türk tiyatrosunun dünyadaki güncelliği yakalamasını sağlıyor.
Nevra Serezli ile Cihan Ünal’ı uzun uzun anlatmaya, ya da onlara övgüler yağdırmaya gerek yok.
Yazının başında da anlatmaya çalıştığım gibi, iki ustanın sanat adına gösterdikleri özveriye büyük saygı duyulması gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum.
Türk tiyatrosunun bu iki ünlü ve usta sanatçının olağanüstü oyunlarına ve danslarına gelince...
İşte ona ancak şapka çıkartılabilir.
Yazının Devamını Oku