27 Mart 2009
İKİNCİ iddianame de bir sürü tutarsızlıklar içeriyor. Akla, mantığa sığmayan iddialar, suçlamalar, hatta iftiralarla dolu. Uğur Dündar’ın tepkisini anlayabiliyorum ve ona yerden göğe kadar hak veriyorum.
Üstelik ileri sürülen iftiralar kendisi hakkında da değil, eşi hakkında.
Bunu, görevi adalet dağıtmak olan savcılar yapıyorlar.
Bir hukuk devletinde bireylerin haklarını koruyacak, onların güven ve huzur içinde yaşamalarını sağlayacak tek kurum yargıdır.
Yargı, bir insanın namusuna dokunacak böyle bir iftirayı nasıl iddianameye koyabilir.
Doğal olarak Uğur Dündar buna isyan ediyor.
Demokratik hukuk devletinde yaşanmayacak sıradışılıklar yaşıyoruz.
İşin kötüsü, bundan zarar görenler ne yapacaklarını da bilmiyorlar.
Şimdi Uğur Dündar hakkını nerede, nasıl arayacak?
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin boşuna, "Ben yargıya müdahale edemem" bahanesi arkasına gizlenmesin.
Eğer iktidar yargıya müdahale etmeseydi zaten işler bu noktaya gelmezdi.
* * *
İddianameyi çok hızlı bir şekilde gözden geçirdik.
Tam bir çorba.
Örneğin, ben ve eşim Pınar Türenç’in de adı geçiyor iddianamede.
Defalarla okumama rağmen bu iddianameye neden adımızın konduğunu anlayamadım.
Bizim gibi adı hiçbir neden yokken geçen yüzlerce insan var.
İddianameyi hazırlayanlar sanırım bir kirlilik yaratmayı, kafaları karıştırmayı amaçlıyorlar.
Yargıçların bu iddianamelerle sağlıklı ve adil bir yargılama yapmaları da olanaksızdır.
Nasıl çıkacaklar işin içinden?
Bu karmaşa içinde suçlu ile suçsuzu nasıl ayırıp hak ve adalet dağıtacaklar?
Bir hukuk devleti için ürpertici bir durum.
Uğur’un şu sözü her şeyi açıklamaya yetiyor:
"Birisi namusumuzla oynarsa hesabını yargıda sorarız. Ama yargı namusumuzla oynarsa ne yapacağız? Bari gelin de öldürün."
Fazıl Say’a saygısızlık
AKP iktidarı sanatı sevmiyor. Sanatçıyı ise hiç sevmiyor.
Bilimden de hazzetmiyor. Bilim adamından ise nefret ediyor.
Örnek mi?
İktidarın üniversitelere bakış açısı ve Türkiye’nin tek bilim kurumu TÜBİTAK’ın hali...
Sanat ve sanatçı için örnek mi istiyorsunuz.
Fazıl Say’a karşı iktidarın tutumu.
Fazıl Say, tüm dünyanın hayranlıkla dinlediği, çağımızın en büyük bir iki yorumcusundan biri.
Yurtdışında yılda ortalama 120 konser veriyor. Bir Türk sanatçısı olarak her konserinde göğsümüzü kabartıyor, Türkiye’nin imajına inanılmaz katkılarda bulunuyor.
Ama AKP iktidarı, üzerine titremesi gereken böyle bir sanatçının yüzüne bile bakmıyor. Onu dışlıyor.
Názım Hikmet için bestelediği oratoryo nedeniyle sanatçıya teşekkür edeceğine onu Názım Hikmet’in sırtından para kazanmakla suçluyor.
Bu davranış ayıptır ve yüz kızartıcıdır.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2009
BAŞBAKAN hemen bütün mitinglerinde kendisini eleştiren gazetelere çatıyor.<br><br>Kendisine, ailesine ve partisine yalan haberler yazılarak iftira atıldığını iddia ediyor. Ve yandaşlarına bu gazeteleri boykot etmeleri çağrısında bulunuyor.
Düşman olarak gördüğü bu gazetelere ve bağlı kuruluşlarına her türlü baskıyı yapıyor.
Ben şunu merak ediyorum.
Başbakan kendisine yüzde yüz bağlı yandaş medyayı hiç okumuyor mu?
Onların insanlara, kurumlara nasıl iftiralar attığını, sayfalarının baştan aşağı yalanla dolu olduğunu görmüyor mu?
Kendisini göklere çıkaran yandaş gazetelerin, bütün gazetecilik ilke ve kurallarını hiçe sayarak insanları, kurumları karaladığını fark etmiyor mu?
Bu gazeteleri okurken, suçladığı gazeteler ve yazarlar için biraz olsun vicdanı sızlamıyor mu?
Ben bunu gerçekten merak ediyorum.
* * *
Başbakan meydanlarda dürüstlük nutukları atıyor, iyi güzel.
Ama kendi yandaşı olan soyguncuları, kendi belediyelerindeki talanları, yolsuzlukları görmezden geliyor.
Vergisini veren, dürüst insanları kendisine biat etmiyor diye boğmaya kalkıyor.
Bunu yaparken de hukuk devletini hiçe sayıyor.
Sanki iktidardan hiç gitmeyecekmiş gibi pervasızca suç işliyor.
AKP iktidarı yitirdiği zaman bu siyasi kadronun çok büyük bölümünün "Yüce Divan"a gideceğini sokaktaki çocuklar bile biliyor.
Valilere "Benim valim" diyecek kadar devlet geleneğini yok ediyor.
Devleti, ülkeyi kendi çiftliği gibi yönetiyor.
Yargıya, bürokrasiye, devletin tüm kurumlarına karşı yürüttüğü baskıyı giderek artırıyor.
Ama meydanlarda nutuk atarken demokratlığı da kimselere bırakmıyor.
Oysa şu açık bir şekilde görülüyor ki, yarattığı bu ortamda Başbakan’ın diktatörleşme eğilimleri tehlikeli boyutlara ulaşıyor.
Bu tehlikeli gelişmeler yalnız içerde değil, yurtdışında da endişe yaratıyor.
Şakşakçıları ne düşünür bilmiyorum ama, bana göre, Başbakan’ın ve Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike budur.
AKUT’a yüreğimizi uzatalım
Arama Kurtarma Derneği AKUT’u yaratan gönüllü insanların bir tek amacı var.
Doğal afetlerde, büyük kazalarda, yangınlarda, dağ ve doğa koşullarında meydana gelen kaybolmalarda can kurtarmak.
AKUT bir sivil toplum örgütü. Bu örgütte görev alanların bir ikisi dışında hepsi gönüllü.
1994 yılında Nasuh Mahruki ve birkaç arkadaşı öncülüğünde kurulan AKUT 500’ün üzerinde arama kurtarma çalışmasında tam 748 can kurtardı.
Şimdi tek hedefleri var: Daha çok can kurtarmak.
Bunun için de daha çok desteğe gereksinimleri var. Bizlerden daha çok destek almalılar ki bugün ülkenin 18 bölgesindeki AKUT ekipleri yurdun tamamına yayılsın, kurtardığı canlara can katsın.
Bunun için yarın gece İstanbul Conrad Otel’de "Sesimi duyan var mı?" sloganını taşıyan bir yardım gecesi düzenleniyor.
Geceye katılanlar, katılmayanlar, hepimiz AKUT’un sloganını yüreğimizde duyalım ve yardım elimizi uzatalım.
Bir canın kurtarılması bile her şeye değer.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2009
BUGÜNE kadar değinmek fırsatını bulamadım. İçimde kalmasın diye bugün yazıyorum.<br><br>Gazeteci Çiğdem Anad’ın Ertuğrul Özkök’e "İktidar bastırırsa, Bekir Coşkun’u feda eder misiniz?" diye bir soru sormasını müthiş yadırgadım. Bana göre bir gazetecinin Türkiye’nin en büyük gazetesinin yöneticisine böyle bir soru sorma ihtiyacını duyması, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar vahim olduğunu gösterir.
Demek ki, bugün AKP iktidarı tarafından basına uygulanan yoğun baskıyı, medya çalışanları bile olağan karşılar hale getirilmişler.
Demek ki, iktidarın saldığı korku basın çalışanlarını da sindirmiş.
Oysa bir demokratik hukuk devletinde bir gazeteci böyle bir soru sormayı düşünmez.
Ama sorması veya sorma durumunda kalması bence hepimizi düşündürmelidir.
* * *
AKP iktidarının basına uyguladığı saldırı ve baskı yalnız içerde değil, dışarda da tepkiler çekti.
Önce Avrupa Birliği’nden geç de olsa bazı sesler yükseldi.
Ardından ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık Türkiye İnsan Hakları Raporu geldi.
Raporda AKP iktidarının basın özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtladığına işaret edildi.
Hem de Başbakan Erdoğan’ın adı verilerek bu tepki metne girdi.
AB özellikle de Başbakan’ın kendisi ve partisi hakkındaki yolsuzluk iddialarını yazan basına kızdığını, ağır eleştiriler yönelttiğini ve çeşitli baskı yöntemleri uyguladığı vurguluyor.
Bu rapor Başbakan’ı çok kızdırdı.
Hillary Clinton’a sitemini dile getireceği söylendi ama bu gerçekleşti mi bilmiyoruz.
Çünkü Başbakan’ın her görüşmesinde olduğu gibi bu görüşmesiyle ilgili bir açıklama da yapılmadı.
Bu nedenle her zamanki gibi içerde ne konuşulduğunu Türk halkı öğrenemedi.
* * *
Ünlü Fransız tarih yazarı Jacques Julliard Le Nouvel Observateur Dergisi’ndeki yazısında AKP iktidarının basına yönelik baskılarını dile getirdi ve eleştirilerde bulundu.
Julliard’ın çarpıcı değerlendirmesi şöyle:
"Parlamento, seçimler ve siyasi partiler, Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nde de vardı. Ancak demokrasinin olmazsa olmaz kriteri basın özgürlüğüdür."
Sonra da şu saptamayı yaptı:
"Türkiye’de basını boğazlamak gibi 3’üncü Napolyon’a özgü yöntemlere rastlıyoruz."
Julliard yazısını "Müslüman ama laik bir Türkiye’ye evet, ama İslamcı bir Türkiye’ye hayır" diye bitiriyor.
Şimdi kısaca 3. Napolyon kimdir ve ne yapmıştır ona kısaca değinelim.
3’üncü Napolyon olarak tarihe geçen Louis Napoleon ünlü Napoleon Bonaparte’ın yeğenidir.
1848 yılında Fransa’nın ilk cumhuriyet idaresinin başına geçti.
Birinci Cumhuriyet’in ilk devlet başkanı seçilen Louis Napoleon başarısızlıklarını örtmek için muhalefete ve basına baskı uygulamaya başladı.
Koyduğu koyu sansür ile basını susturdu. O artık bir diktatördü.
Başta ona büyük destek veren Fransız aydınları ona karşı çıktılar, sonra da Fransa’yı terk etmek zorunda kaldılar ve gönüllü olarak sürgüne gittiler.
Bugün Türkiye’deki ortamı gören Avrupalı bir yazarın kafasında kendi ülkesindeki 161 yıl önce yaşanan antidemokratik manzaralar canlanıyorsa durum iyi değil demektir.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
FERNANDO Collor de Mello genç, yakışıklı, sportmen bir politikacıydı. Siyasette basamakları hızla çıkarak 1990 yılı başında, 41 yaşında Brezilya Cumhurbaşkanlığı’na seçildi.
15 Mart’ta görevine başladı.
ABD Başbakanı baba Bush, ona hayrandı. Ona, "Latin Amerika’nın Indiana Jones’u" diyordu.
Ancak, arkasında büyük bir iç ve dış destek bulunan bu genç politikacının foyası çok kısa zamanda ortaya çıktı.
Seçildikten bir yıl sonra ilk skandal patladı.
Brezilya’nın dev petrol şirketi Petrobras’ın Başkanı, Cumhurbaşkanı’nın yakın arkadaşı olan Paulo Farias’ın kendisine baskı yaptığını, rüşvet almasını ve yasa dışı işlere izin vermesini istediğini açıkladı.
Bu açıklamalar ülkede bomba gibi patladı.
* * *
Hemen arkasından Cumhurbaşkanı’nın kardeşi, abisinin kirli çamaşırlarını ortaya döktü.
Abisinin kasası olarak bilenen Paulo Farias’ın başkanlığında bir organizasyon kurulduğunu, bu organizasyonda ailenin, yakın dostların ve bazı özel kişilerin yer aldığını anlattı.
Collor de Mollo, yandaşlarını önemli yerlere yerleştirmişti. Bunlar rüşvet alıyorlar, işadamlarına mali baskı kurdurarak haraç topluyorlar, açık artırmaları kurdukları paravan şirketlere veriyorlardı.
Kazanılan milyarlarca dolar Karayipler’deki banka hesaplarına transfer ediliyor, daha sonra da organizasyona dahil kişilerin banka hesaplarına aktarılıyordu.
Bu arada Cumhurbaşkanı’nın eşi Rosana Malta da boş durmuyordu.
First Lady’nin sosyal güvenlik kurumuna ait bazı fonları kendi hesabına geçirdiği ortaya çıktı.
Halk bu rezillikler karşısında büyük öfkeye kapıldı.
26 Mayıs 1992’de Brezilya Meclisi, yolsuzlukların araştırılması için bir komisyon kurulmasına karar verdi.
Ortaya çıkan yolsuzluklar, komisyon üyelerini bile büyük bir şaşkınlık içinde bıraktı. Hazırlanan rapor, meclise sunuldu.
* * *
Meclis, Cumhurbaşkanı’nın görevini yardımcısına devretmesine ve yakınları hakkında soruşturma açılmasına karar verdi.
29 Aralık’ta da Collor de Mello’nun yazgısı senatoda belirlendi.
Oylamadan birkaç dakika önce Collor de Mello istifa etti, ancak senato yine oylamayı yaptı.
Collor de Mello, cumhurbaşkanlığından uzaklaştırıldı. 8 yıl süreyle seçime girmesi yasaklandı.
Ailesiyle birlikte Miami’ye yerleşti. Yakın arkadaşı ve yolsuzlukların planlayıcısı olan kasası Paulo Farias, Tayland’a kaçtı.
Yakalandı, Brezilya’ya getirildi. 6 yıl hapis yattı.
1996 yılında sevgilisiyle birlikte evinde başlarına ikişer kurşun sıkılmış olarak ölü bulundu.
Collor de Mello, 2002’de politikaya yeniden döndü.
Alagoas Eyalet Valisi seçimini yitirdi.
2006’daki genel seçimlerde Alagoas Eyaleti’nden senatör olarak parlamentoya girdi.
Halen bu görevi sürdürüyor.
NOT: Bu öyküyü Milliyet’in yıllarca Arjantin muhabirliğini yapan gazeteci arkadaşım Atilla Atakan’ın "teksatir.com.tr"de yazdığı yazıdan öğrendim.
Nedense bana çok ilginç geldi. Sanırım size de gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2009
18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 94’üncü yıldönümünde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki törende konuşan ünlü yazar Turgut Özakman isyan etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türk Tarih Kurumu’nu eleştiren Özakman şöyle dedi:
"Bakanlık, Çanakkale hakkında hurafelerle dolu kitap basıyor, özel rehberler Çanakkale turlarında insanlara hurafeler anlatıyor. Mehmetçiğin hakkı yeniyor, bu yalanlarla büyüyen çocuklarsa ileride Türkiye’yi yönetecek. Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu ise bu yalanlar karşısında yıllardır bir açıklama yapmıyor."
Gerçekten de savaşların geçtiği Gelibolu yarımadasında uzun zamandır bilinçli bir çalışma var.
Tarikatlar otobüsler dolusu insanı getiriyor, sakallı özel rehberler onlara savaşların yapıldığı yerleri gezdiriyor.
Neler anlatıyorlar neler.
Savaşı evliyaların kazandığını, onların duası ve nefesiyle düşman birliklerinin ilahi güç tarafından ortadan kaldırıldığını vs...
Oraya getirilen genç nesillerin beyinleri uydurma bilgilerle dolduruluyor.
O savaşlarda verilen binlerce şehide bundan daha büyük bir haksızlık, vefasızlık olabilir mi?
Ne uğruna yapılıyor bunlar?
Amaç, Türk ulusunun kazandığı büyük zaferi gölgelemek değil mi?
* * *
Dün Başbakan’ın Çanakkale’de yaptığı konuşmayı dinlerken bu ayıba ve vefasızlığa karşı çıkacağını bekledim.
Tek kelime etmedi.
Mehmetçiğe yapılan haksızlığa ve vefasızlığa karşı çıkmalıydı.
"Benim valilerim bu ayıbı önlesin" demeliydi.
Söylemedi ama Mehmet Akif’ten Çanakkale Zaferi’ni ölümsüzleştiren dizeler okumaktan geri kalmadı.
Mehmet Akif yüreğinden kopup gelen o dizeleri, zaferi canlarını vererek kazanan şehitler için yazmıştı.
Onların hatırası önünde saygıyla eğilmişti.
Başbakan dün Çanakkale’de yapılan ayıba ve vefasızlığa ortak oldu.
Yazık!
Sanatçı yürekli olmalı
İNSANLARIN konuşmaya korktuğu bir Türkiye’de bir sanatçının bu kadar yürekli çıkış yapması şaşırtıcı.
Ama Mehmet Ali Erbil’in söyledikleri beni şaşırtmadı.
Çünkü Çarkıfelek programında zaman zaman yeri geldiğinde sanatçı dürüstlüğü içinde topluma çekinmeden doğru mesajlar veriyordu.
Son yaptığı açıklamalar, yüreğinde ülkesi için sorumluluk duyan bir insanın yapması gereken bir davranıştı. AKP anlayışını ve yönetimini eleştiren, yapılan yasadışılıklara isyan eden sanatçı, insanları şöyle uyardı:
"Tek partili döneme mi döneceğiz acaba? Siz böyle koyun gibi olursanız döneriz valla ona göre. Bunları herkes söyleyemez, yani sıkar sıkar. Ama biz kendimizi biliyoruz. Kanunlara saygılıyız. Allah’tan korkarız.
Önemli olan herkesin bu duygular içinde olmalı. Kanunlara saygılı olacaksın ama maalesef işte. Çok zor günler bekliyor ülkeyi."
Ülkesi için yüreğinde sorumluluk taşıyan Mehmet Ali Erbil ile onun gibi sayıları pek fazla olmayan yürekli sanatçılara yakışan da böyle dik durabilmektir.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2009
2008 yılında eski Fransa Başbakanı Michel Rocard’ın "Oui a\la Turquie-Türkiye’ye Evet" kitabı yayınlandığında tüm Avrupa’da büyük yankılar uyandırmıştı. Bu ilginç kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçe’ye çevirtilerek geçtiğimiz ay içinde piyasaya verildi.
Bana kitabı gönderen Nusret Arsel. Şöyle yazmış:
"İlişikte takdim ettiğim kitabın orijinal Fransızca baskısı, yayına çıktıktan 20 gün sonra elime geçti. Birkaç nokta dışında yazarın ülkemizin Avrupa Birliği’ne dahil olması konusundaki gayretlerini son derece yerinde bulmuştum. Dolayısıyla kitabın Türkçe’ye tercüme edilip topluma kazandırılmasına ön ayak oldum."
Avrupa Birliği’nde uzun yıllar önemli görevlerde bulunan saygın politikacı Michel Rocard sözü dolandırmadan şöyle diyor:
"Türkiye’ye evet diyorum çünkü büsbütün ikna oldum artık; Avrupa’nın geleceği Türkiye’den geçiyor. AB Türkiye’yi kendine dahil etmelidir. Bu ülkeyi kendi kıtamızın sınırları içinde kabul etmek en az Türkler kadar biz Avrupalıların da çıkarınadır... Türkiye’nin kabulü Avrupa için bir hayat sigortasıdır."
* * *
Rocard’ın sağduyulu değerlendirmeleri şöyle devam ediyor:
"Avrupa’nın kapılarını Türkiye’ye açmak ekonomik bakımdan akıllıca, stratejik bakımdan kaçınılmaz, kültürel bakımdan da ilerici bir harekettir."
Dünyanın yaşadığı ekonomik durgunluk nedeniyle kaçınılmaz olan kapitalizmin yeniden dengelenme sürecinin Amerikan yönetimi karşısında Avrupa yönetimine sağlam bir yer kazandıracağını vurgulayan Rocard gerçekleri de açıkça ortaya koyma gereğini duyuyor:
"Türkiye’nin adaylığı hiç bu kadar önemli olmamıştı.
Ancak sizden gizleyecek değilim: Endişeliyim. Gidişat iyi değil.
Türkiye konusunda zaten kararsız olan Avrupa kamuoyunun, şimdi bir de Türkiye’de reformların durdurulması ve ülkenizde hep sorun oluyormuş gibi görünen şu laiklik meselesiyle kafası iyice karışmış gibi görünüyor.
Seçim kaygısından politikacılarımızdan Türkiye’nin adaylığını açıkça destekleyen pek çıkmıyor. Kıbrıs meselesi hem Avrupa’da hem de Türkiye’de üyelik sürecini sürüncemede bırakmayı yeğleyenlerin ardına gizlenebilecekleri ideal bahane halini almış durumda.
Oysa hep söylediğim gibi, müzakereler bisiklet sürmeye benzer, pedal çevirmeyi bıraktın mı düşersin...
Umalım da 2009 yeni bir atılım yılı olsun."
* * *
Rocard uyarılarını şöyle sürdürüyor:
"Türkiye ile Avrupa arasında bir süredir hiçbir şey yolunda gitmiyor. Durum hiç de iç açıcı değil; güvensizlik hat safhada. Avrupa Türklere diyor ki: Reformları yapın, ekonominizi bizim düzenimize uyarlayın. Ama bunlar yapıldıktan sonra işin nasıl noktalanacağı konusunda net bir cevap vermeyi reddediyor, tam üyelik ile sadece imtiyazlı ortaklık arasında kararsız kalıyor. Üstelik her durumda, son anda hayır deme hakkını da saklı tutuyor."
Rocard kitabını şöyle bitiriyor:
"Türkiye ile kader birliğimizi artık açıkça ortaya koyalım. Böylelikle Avrupa, Doğu ile Batı arasındaki diyaloğun hem mümkün olduğunu, hem de yapıcı ve barış getirici, yenilikçi ve yaratıcı olduğunu kanıtlayacaktır.
Avrupa Birliği’ne hoşgeldin Türkiye"
Kuşkusuz Rocard’ın kitabı engin bir sağduyuyu içeriyor.
Ama bugün Türkiye’de bambaşka rüzgárlar esiyor.
Gökyüzü kara bulutlarla kaplı.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2009
YIL 2002... AKP henüz iktidara gelmemiş. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Başbakanı Prof. Dr. Namık Kemal Pak, Türkiye’nin 2002 yılı içinde 9 bin 303 bilimsel yayın yaparak büyük bir sıçrama gerçekleştirdiğini açıkladı ve şu bilgileri verdi:
"Türkiye 80 ülke arasında 25. sıradan 22. sıraya yükseldi. Bu sıçramayla Türkiye Danimarka, Avusturya, Finlandiya, Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve Lüksemburg gibi 7 Avrupa ülkesini geride bıraktı."
O tarihte eski Doğu Bloku ülkeleri henüz Avrupa Birliği’ne üye olmamışlardı. Polonya dışındaki bütün aday ülkeler Türkiye’nin gerisindeydi.
* * *
Tarih 2003 Kasım’ı...
AKP iktidarının birinci yılı...
Başbakan Tayyip Erdoğan TÜBİTAK’ın başına kendi yandaşını getirmek için Prof. Dr. Namık Kemal Pak’ın seçilmesine onay vermedi.
Meclis’e bir yasa değişikliği getirildi.
Değişiklik Başbakan’a kurum başkanını ve Bilim Kurulu’nun 6 üyesini bir defaya mahsus olmak üzere atama yetkisi veriyor.
CHP milletvekili Oya Araslı kürsüye çıkıp yasanın Anayasa’ya, hukuka aykırı olduğunu söyledi.
Ama AKP’lilerin oylarıyla değişiklik Meclis’ten geçti.
Yasa onaylanır onaylanmaz da Bilim Kurulu’na atamalar yapıldı.
Atananlardan biri de Ankaralı bir kuyumcu.
O tarihlerdeki bir yazımda "AKP iktidarı TÜBİTAK’ı katlediyor" diye yazmışım.
* * *
Tarih 2004 Ocak’ı...
Başbakan Erdoğan TÜBİTAK’ın başına Prof. Dr. Nüket Yetiş’i atadı.
Bilim çevrelerine göre Prof. Yetiş’in bilim karnesi cılız. Uluslararası yayınlarda yayınlanan bilimsel makalesi 5’i geçmiyor.
Üniversitede dinci görüşleriyle tanınıyor. Bazı tarikatlara yakın olduğu söyleniyor.
O günlerde yazdığım bir yazıda şu vurguları yapmışım:
"TÜBİTAK’ta çalışanların kanısı, kurumun iktidar tarafından ele geçirdiği yönünde.
Bana göre de TÜBİTAK gitti.
Bundan sonra iflah olmaz. Çünkü bu bilimsel kuruma siyaset sokuldu.
Dünya bilim çevrelerinde saygın bir yeri olan TÜBİTAK ne yazık ki bu niteliğini yitirecek."
* * *
Tarih 2004 Nisan’ı...
TÜBİTAK’taki kadrolaşma tamamlandı. Değerli bilim adamlarının hemen hepsi kurumdan ayrıldı.
TÜBİTAK’in bilimsel performansı birden düştü.
Son olarak da yapılanlara dayanamayan Marmara Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Naci Görür istifa etti.
O gün şöyle yazmışım:
"Şimdi oturup hep beraber TÜBİTAK’ın ruhuna Fatiha okuyalım."
* * *
Tarih 2005 Ekim’i...
İktidarın ele geçirdiği TÜBİTAK perişan durumda. Kurumun yasal statüsü bile yok.
* * *
Tarih 2009 Mart’ı...
TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik Dergisi’nin Mart sayısında Darwin sansür edildi.
Darwin kapağı ve konusu kaldırıldı.
Darwin’i kapak yapan derginin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Çiğdem Atakuman sözlü olarak görevden alındı.
TÜBİTAK’taki bu çağdışı anlayış dünya bilim çevrelerinde de şaşkınlıkla karşılandı.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2009
CAHİT Sıtkı askerliğini yaparken başından geçen bu ilginç öyküyü 1944 yılında bir gazeteciye anlatmış.<br><br>O da Cumhuriyet Gazetesi’ne yazmış. Karşıyaka Lisesi eski edebiyat öğretmeni Yücel İzmirli de bana göndermiş.
Yıl 1941... Cahit Sıtkı Edremit Burhaniye’de yedek subay.
Göreve gittiği gün bölük yazıcısından künye defterini ister. Defteri tararken Abbas oğlu Abbas adı dikkatini çeker.
Eli sakat olduğu için çürüğe ayrılmış bir erdir Abbas...
Askeri çağırtır. İçeri yiğit bir er girer, selam çakıp "Abbas oğlu Abbas, emret komutan!" der.
- Nerelisin Abbas?
- Memleket Mardin, kaza Midyat komutan.
- Abbas benim emir erim olur musun?
- Sen bilir komutan!
Abbas, Cahit Asteğmen’in evinin altındaki boş odaya taşınır ve kısa zamanda zekası ve sıcakkanlığıyla komutanını etkiler.
Sabahları erkenden kalkar, kahvaltısını hazırlar, kıyafetlerini ütüler, evin temizliğini yapar, yemeğini pişirir.
* * *
Akşam olunca çilingir sofrasını kurar, güzel mezeler yapar.
Komutan zamanla bu saf ve temiz Anadolu çocuğunu çok sever.
Akşamları demlenirken onunla dertleşir.
Böyle bir keyif gecesinde Abbas’a şöyle bir soru yöneltir:
- Sen İstanbul’u bilir misin Abbas?
- Bilir komutan.
- Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
- Bilir komutan. Ben orda acemi birlikteydim.
- Orda benim bir sevgilim var... Sen bana kaçırıp onu getirir misin?
- Elbet komutan.
Sabah olur, Cahit Sıtkı bakar Abbas yeni asker kıyafetlerini giymiş, tıraş olmuş, sorar:
- Hayırdır Abbas, neden böyle hazırlık yaptın?
- Ben İstanbul’a gidecek komutan.
- Ne yapacaksın İstanbul’da?
- Sen söyledi. Ben gidecek sana sevgiliyi getirecek!
Şair duygulanır. Gözyaşlarını gizlemek için arkasını dönüp evden çıkar.
* * *
Akşam eve dönünce rakı sofrasını kurdurur ve Abbas’ı karşısına oturtur.
Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı alır kelemi káğıdı eline o sofrada ünlü şiirini yazar:
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Yazının Devamını Oku