10 Nisan 2009
"BAĞIMSIZ yargı yoksa demokrasinin kuvvetler ayrılığı prensibi uygulanamaz. Yargıcın koruyucu bir duvarla çevrilmesi gerekir. Bugün Türkiye’deki duruşmalara bakarsak böyle bir duvarın ne kadar geçerli olduğu tartışılır."
Bu sözler, Basın Konseyi Genel Kurulu’nda konuşan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcı, emekli büyükelçi Rıza Türmen’e ait.
Türmen, "Hukuk Açısından Türkiye’ye Genel Bakış" başlığı altındaki konuşmasında, AKP iktidarı döneminde zedelenen yargı bağımsızlığı ile polis baskısı konusunda demokrasi açısından düşündürücü örnekler verdi.
Örnek 1:
Adana Belediye Başkanı Aytaç Durak’ın eşine ait olan ve kentin gelişme bölgesindeki Süleyman Demirel Bulvarı’nda 11 dönüm arazide yapılan imar düzenlemesi kararı üzerine İçişleri Bakanlığı müfettişleri soruşturma açtı.
Müfettişler, hazırladıkları raporda Aytaç Durak’ın yargılanmasını istediler.
O sırada Durak AKP’li olduğu için bakanlık yargılanma izni vermedi.
Durak, MHP’ye geçince bakanlıktan anında izin çıktı.
Örnek 2:
Başbakan Erdoğan, Avustralya SBS Radyosu’nda Abdullah Öcalan’a "sayın", şehit askerlere de "kelle" dediği iddiasıyla, şehit ailelerince açılan manevi tazminat davasında 3 kuruş ödemeye mahkûm oldu.
Bu karar Başbakan’ı çok kızdırdı. Bu öfkesini grupta şöyle dile getirdi:
"Ben, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’yım. Şahsımla alakalı, düşünebiliyor musunuz, dava açıldı. Neymiş, birisine ben ’sayın’ demişim ve bundan dolayı açılan dava da ne biliyor musunuz? 3 kuruşluk manevi tazminat davası..."
Bu konuşma üzerine Adalet Bakanlığı hemen harekete geçti ve kararı veren Kartal 2. Sulh Hukuk Mahkemesi Yargıcı Sevgi Övüç hakkında "görevi ihmal" suçunu işlediği iddiasıyla dava açtırdı.
Örnek 3:
Polis, Giresun’a giden Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’i bazı kişilerin protesto edeceği duyumları aldı.
Ekipler, Cemil Çiçek’e protesto girişiminde bulunacakları gerekçesiyle Halkevi’nde saz kursu veren Müslüm Karabulut ile 3 öğrenciyi gözaltına aldı.
Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltında tutulan Müslüm Karabulut ile Çocuk Şubesi’nde tutulan 3 öğrenci, Bakan Çiçek’in Giresun’dan ayrılmasının ardından akşam saatlerinde serbest bırakıldı.
Örnek 4:
Erdoğan, 2006’daki Mersin gezisinde, "Çiftçinin hali ne olacak? Anamız ağladı. Hangi yüzle geliyorsun buraya?" diye bağıran çiftçi Mustafa Kemal Öncel’i fena azarlamış, "Artistlik yapma. Ananı da al git" demişti.
Başbakan’ın bu öfkesi üzerine Öncel’e bir sürü dava açılmıştı.
Seçimden önce Başbakan’ın Mersin’e gideceği günden bir gece önce polis, Öncel’in Mezitli’deki evini kuşattı.
Sabah olunca polis, Öncel’i gözaltına aldı.
Polis, "Gözaltı değil, ifadesi alınmak üzere" açıklaması yaptı.
Örnek 5:
Dokunulmazlık nedeniyle milletvekillerine dokunulamadığı için Meclis’teki suç dosyaları kabardıkça kabardı.
AKP’nin bu konudaki engellemelerini protesto eden CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, dokunulmazlığının kaldırılması için Meclis Başkanlığı’na başvurdu.
Ama AKP sıra kendilerine geleceği endişesiyle bunu engelledi.
İşte böyledir AKP’nin demokrasisi...
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
BU ziyaretler bana hep Türkiye’nin değişmeyen yazgısını anımsatır.<br><br>Amerika tarafından yönlendirilen, hatta kullanılan bir ülke olmaktan kurtulamamak. Bu kez de öyle oldu.
Obama son derece nazik ve dürüst bir şekilde ülkesinin Türkiye’den neler beklediğini tebliğ etti:
Ermenistan’la sorunlarınızı giderin ve sınırı açın.
1915’teki acı olayları gündeme getirin ve tarihinizle yüzleşin. Tarih her zaman trajik gerçeklerle dolu, ama geçmiş çözümlenemezse omzunuzda büyük bir ağırlık oluşturur. (Yani soykırımı tanıyın ve yükten kurtulun.)
Ruhban okulunu açın.
Bizimle model ortaklık kurun. (Laiklik, ifade özgürlüğü, refah ve güvenlik temeli’nde bir birlik modeli.)
PKK konusunda Irak hükümeti, Irak’ın Kürt liderleri ile işbirliği yapın. (PKK’nın tasfiyesi konusunda bir söylemi yok.)
Kıbrıs’ta iki toplumlu federasyonu destekliyoruz. (Bunu kabul edin.)
Evet Obama’nın Türkiye’den yerine getirmesini istedikleri özetle böyle.
* * *
Kapkaranlık bir Bush döneminden sonra Obama dünyaya biraz daha aydınlık bir dönem vaat ediyor.
"İslam’la savaşmak istemiyoruz, ama El Kaide’yi yeneceğiz" diyor.
Türkiye’nin bu konuda kendilerine destek vereceğinden emin bir havada söylüyor bunları.
Avrupa Birliği konusunda Amerika’nın desteğinin süreceği konusunda güvence veriyor.
Atatürk’e ve onun yarattığı laik demokratik cumhuriyete büyük önem verdiklerini özellikle vurguluyor.
Bu söylemden sonra Obama Amerika’sının "ılımlı İslam modeli"ni rafa kaldırdığı sonucuna varmak yanlış olmaz.
Danışmanları Başkan’a Doğu insanlarını tavlamanın en kolay yolunun onları övmek olduğunu iyi ezberletmişler.
Hem cumhurbaşkanımızı, hem de başbakanımızı "Liderliklerinden çok etkilendim" diyerek göklere çıkarıyor.
Böylece Türk halkının gururunu okşayarak gezisini tamamladı.
Nedense bu övgüler beni hep kuşkuya düşürür.
Çünkü Batılılar ne zaman bizim liderleri övseler bunun altından mutlaka bir çapanoğlu çıkar.
* * *
Gelelim aynı zamanda ağırladığımız, çıkan kolunu tedavi ettiğimiz NATO’nun yeni Genel Sekreteri Rasmussen’e...
Bu konuda aklıma takılan soru da şu:
Biz Rasmussen’e neden karşı çıktık, sonra neden "peki" dedik.
Ben anlayamadım. Bir anlayan varsa bunu bana da anlatsa.
Ne oldu?
"İslam dünyasından özür dileyecek" dediler, dilemedi.
"Roj TV kapatılacak" dediler, kapatılmadı. Kapatılacağı da yok.
"Rasmussen’in yardımcısı Türk olacak" dediler.
Bakalım göreceğiz olup olmayacağını.
Siz bugüne kadar NATO Genel Sekreter yardımcısının adını, sanını, yetkisinin ne olduğunu duydunuz mu?
Ben gazeteci olarak duymadım.
Rasmussen’in yardımcısı Türk olsa ne olur, olmasa ne olur?
Bunlar avutmadır, yutturmadır, uyutmadır.
Galiba "evet" dedirtmek için bizimkilerin dudaklarına bir parmak bal çaldılar.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2009
TÜRKİYE, NATO Genel Sekreterliği için üzerinde anlaşılan Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’e onay vermeyince kriz çıkmıştı. Erdoğan, Rasmussen’i Roj TV yayınlarını durdurmadığı, ülkesinde yayınlanan Hazreti Muhammed karikatürlerini engellemediği gerekçesiyle veto edeceğimizi açıklamıştı.
60 yıldır kararlarını tüm üye ülkelerin katılımıyla alan NATO ilk kez böyle bir kriz yaşıyordu ve bunun şaşkınlığı içindeydi.
Türkiye Rasmussen’e neden karşı olduğunu daha diplomatik bir yaklaşım ve tutumla örgüt üyelerine anlatabilirdi.
Böylece sonradan vazgeçeceği bir krizi yaratan müttefik durumuna düşmezdi.
Avrupa Birliği liderlerinin ikna çabalarını elinin tersiyle itip, ABD başkanının verdiği güvencelere itibar ederek vetodan vazgeçilmesi diplomatik değildi.
Böyle bir tutumun, girmek için çaba harcadığımız Avrupa ailesinin bize karşı olan güvenini biraz daha sarsacağı kesindir.
Dış politika duygularla değil, akıl ve mantıkla yürütülürse kazanç sağlanabilir.
İç politikada kahramanlık payeleri kazanmak, dışarıda uyumsuz ve şantajcı durumuna düşmek diplomaside başarı getirmez.
* * *
Eğer kendi kafanıza göre dış politika yapmaya kalkarsanız, uzun vadede bunun ağır faturaları önünüze gelir.
Türkiye hiçbir döneminde dış ilişkilerinde şantaj olarak algılanacak bir politika uygulamamıştır.
Başbakan Erdoğan, Türk milletinin büyük çoğunluğunun Rasmussen’e Roj TV ve karikatürler konusunda duyduğu büyük öfkeden yararlanmak istedi.
Bu nedenle Türkiye’de milyonlarca insan da kendisine "Helal olsun" dedi.
Akılsız dostları tarafından şimdi siyasi kariyerine "Davos fatihi"nden sonra bir de "NATO fatihi" unvanı eklenecek.
Zaman, bu iki "fatih"liğin ülkeye bir yararı olmayacağını ortaya koyacak.
Erdoğan bugüne kadar Avrupa Birliği’nin bir "Hıristiyan birliği" olmaması gerektiğini haklı olarak vurgulayıp durmuştu.
Bundan sonra bu söyleminin geçerliliği kalmamıştır.
Çünkü Avrupa, bu olayla AKP Türkiye’sinin dış politikadaki ana çizgisinin dini tercihler olduğunu gördü.
* * *
Rasmussen hakkındaki veto kararının, Obama tarafından verilen güvenceler üzerine kaldırılması Türkiye’ye yakışan bir duruş olmadı.
Bize verilen güvenceler genel sekreterin yardımcısının Türk olacağı, bu kişinin aynı zamanda genel sekreterin vekilliğini de üstleneceği, üst komutada Türk subayların bulunacağı, Rasmussen’in İslam dünyasından özür dileyeceği ve Roj TV’nin durumunun ele alınacağı...
Sonuç ne oldu?
Türkiye’nin NATO Genel Sekreteri olmasını sakıncalı bulduğu Rusmussen bu göreve geldi.
Verdiği demeçte "Müslüman dünyası ile işbirliği içinde olacağını" söyledi.
ROJ TV konusunda ise "PKK ile ekonomik bağlantısı ve terörü teşvik gibi konularda delilleri inceliyoruz. Yeterli delil bulursak kapatırız" dedi.
Bu demektir ki ROJ TV’nin kapatılması kesin değil.
Dilerim kapatılır da Tayyip Bey’in "NATO kahramanlığı" da havada kalmaz.
Yandaş medya daha ilk günden "Zafer" diye naralar atmaya başladı.
Hiç kuşkunuz olmasın yarın öbür gün Tayyip Bey’i "NATO fatihi" olarak da ilan edecekler.
Tarih sayısız örneklerle doludur.
Bir iktidarı akıllı düşmanlar değil, akılsız dostlar mahveder.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
SEÇİMDEN aylar önce kürsülerde IMF’ye bas bas bağırmıştı: "Size ümüğümü sıktırmam."
Seçim bitti. IMF olmadığı için oy uğruna bol bol para harcadı.
Ama halka dağıttığı rüşvetler beklediği oyu getirmedi.
Bütçe bir yıllık açığı iki ay içinde verdi.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, "gerçek bir bütçe yapılması gerektiği" konusunda hükümeti uyardı.
Hükümetin seçim atmosferinden hemen çıkarak ekonomik konulara odaklanması ve gerekli önlemleri hızla alması gerektiğini söyledi.
Son 3 ayda Türkiye kendilerinin mahir ellerinde 6.2 oranında küçüldü.
Bu küçülmeyle G-20’lerin arasında küçülme lideri oldu.
"GlobeScan"ın araştırmasına göre Türk halkı global krizden G-20 ülkeleri halklarından iki kat daha fazla olumsuz etkilendi.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, geçen 5 ayın iyi değerlendirilmediğini vurgulayarak şöyle dedi:
"Küçülme oranları sürpriz değil. 2009’un ilk çeyreğinde de benzer boyutta küçülme yaşanacaktır. Sanayi üretim hacmimizin dörtte birini kaybetmiş durumdayız."
* * *
Global krizin başından beri, "Allah’ın izniyle bize bir şey olmaz. Bizi teğet geçer" diyeceksin.
Ciddi uyarılar yapan uzmanları, işadamlarını, yazarları, çizerleri "şeamet tellallığı" ile suçlayacaksın.
IMF’ye seçim harcamalarını engellemesin diye kürsülerden "Sana ümüğümü sıktırmam" diye meydan okuyacaksın.
Ekonomiyi berbat edip Türkiye’yi yerlerde sürünecek hale getireceksin.
Sonra da kürsülerde halkın gözünü boyamak için yaptığın efelikleri unutup ümüğünü kuzu kuzu IMF’ye uzatacaksın.
Londra’daki G-20 zirvesinde IMF Başkanı’na, "Sizi bekliyoruz. Emirlerinize amadeyiz" diyeceksin.
Sonra da memlekete haber uçuracaksın: "IMF her istediğimizi kabul etti. Anlaşma sağlandı."
Yalanla, dolanla memleket yönetilemez.
Yönetmeye kalkarsanız işte böyle memleketi yerlerde sürünecek hale getirirsiniz.
Yüzde 39 da sizin hakkınız değil.
Talabani aynı Talabani
1990’ların başında Dışişleri Bakanı olan Hikmet Çetin’le bakanlıkta bir söyleşi yapıyoruz.
O günlerde Talabani yine gündemdeydi. Yine bugünkü gibi kıvrak danslar ediyordu.
Hikmet Bey’e, "Talabani’ye güvenir misiniz?" diye sormuştum.
Teybi kapatmamı istedi.
Sonra da "Zerre kadar güvenmem" dedi.
Şimdi Talabani’nin son danslarını izlerken aklıma bu olay geldi.
Talabani aynı Talabani...
Kıvrak, bugün dediğini ertesi gün inkár eden ve tersini söyleyen...
Bizim iktidar da Talabani’ye güvenerek PKK’yı tasfiye edeceğine inanıyor.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2009
İLGİNÇ bir seçim yaşadık. Sonuçlarıyla, daha sonraki gelişmeleriyle... Isparta’da AKP’li Belediye Başkanı Hasan Balaman seçimi kaybedince halk kentte bayram yaptı.
Eski başkanın baskı ve zulmünden kurtulan esnaf iki gündür halka helva dağıtıyor.
Adını açıklamayan bir grup işadamı da aynı gerekçeyle deve kesti.
* * *
Önceki gün mazbatasını alan eski rektör Prof. Dr. Mustafa Akaydın, "Bu sonuçlara ben de şaşırdım" diyen Adalet Bakanı Antalya Milletvekili Mehmet Ali Şahin’e teşekkür etti.
Akaydın Hoca şöyle dedi:
"Sonuçlar beni ve partimizi şaşırtmadı. Bu başarının kazanılmasında dolaylı olarak Adalet Bakanı’nın da katkısı vardır. Ona minnet borçluyum. Çünkü Antalya halkı tehdit edilmeye taviz vermediğini gösterdi."
Bunun ötesinde Antalya halkı hocayı birinci olduğu halde rektörlüğe atamayan Cumhurbaşkanı Abdullah Bey’e de anlamlı bir selam çaktı.
Hoca nazik insan, bunu Cumhurbaşkanı’nın yüzüne vurmadı.
* * *
Gaziantep İslahiye İlçesi’nde seçimi DP adayı Malike Uludağ kazandı.
Malike Hanım özel yaşamında türban takıyor.
Ama ilçe seçim kuruluna yaptığı başvurudaki fotoğrafında başı açıktı.
Malike Hanım AKP’li başkanı geride bırakarak seçimi kazanınca AKP’liler soluğu ilçe seçim kurulunda aldılar.
Dediler ki, "Malike Hanım türbanlıdır. Belediye başkanı olamaz."
İlçe seçim kurulu yetkilisi "Biz başvurudaki fotoğrafa bakarız. Gerisi bizi ilgilendirmez" diyerek şikáyeti dikkate almadı.
Malike Hanım’ın görevini yaparken yasaların öngördüğü kurallara uyacağı açıklandı.
* * *
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek seçim değerlendirmesi yaparken şu garip görüşü ileri sürdü:
"Türkiye’nin belli bir bölgesinde DTP’den başka bir parti kalmadı. Iğdır’ı da aldılar, yani Ermenistan sınırını da aldılar. Dikkatle bakmak gerekir."
Bu değerlendirmeye Başbakan’ın yanıtı şöyle oldu:
"Bu ülke hepimizin. Burada ayrımcılığa müsaade etmemiz mümkün değil. Ne demek bu? Bir şehir belediyesini almış diye kalkıp böyle bir değerlendirme yapmak bana göre yanlış."
Şimdi gelin çıkın işin içinden. Bana göre Tayyip Bey’in yaklaşımı daha mantıki.
* * *
Sonunda Başbakan damadının gazetesine da fırça attı.
Damadın gazetesi geçen gün, bazı bakanların kabine değişikliği için Başbakan’ı rahatlatmak amacıyla istifa dilekçesi verdiğini manşetten yayınlamıştı.
Başbakan bu haberi yalanladı ve öfkesini şöyle dile getirdi:
"Sen hangi hakla kalkıp da Bakanlar Kurulu’ndan ’şu bakan bana söyledi, bu bakan bana söyledi’ diyorsun. Hangi bakan söylemişse gel bana söyle bakalım. Bunu sorduğun zaman ’Altı bakandan ben bunu teyit ettim’ diyor. Böyle habercilik olur mu? 6 bakan nasıl olur da gizli bir toplantıyı size deşifre eder? Bunu ettiği anda o bakan, bakan olmaktan çıkmıştır. Bana bunu söylesinler, ben 6 bakanın altısını da dışarı koyayım."
Fırça epeyce sert. Damadın işi zor.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2009
SEÇMEN sayısı arttı, katılım çok yüksek oldu ama buna karşın AKP’nin oyu düştü. <br><br>Üstelik AKP oyu düşen tek parti oldu. Oysa Başbakan ve arkadaşları bu seçimde büyük bir oy artışı bekliyorlardı.
Baykal’ın koyduğu yüzde 52 çizgisi ezbere söylenmiş bir ölçüt değildi.
CHP lideri AKP’lilerin beklentisinin yüzde 50’nin üzerinde olduğunu biliyordu.
Erdoğan yüzde 52’nin altında kalmaları durumunda Baykal’ın bunu diline dolamasını önlemek için gardını yüzde 42’ye indirdi.
Yoksa oylarının yüzde 42’ye ineceğini aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Sonuçlar beklentilerinin çok çok altında oldu.
Bir de "Davos çıkışı" ile dağıtılan sadakaların getirisi olmasaydı AKP’nin oyu daha da aşağılara inebilirdi.
Bence Başbakan bazı illeri almakla görevlendirdiği bakanları suçlu olarak görmesin.
Halkın yaptığı uyarının nedenini kendi kavgacı, tehditkár, şantajcı tutum ve davranışında arasın.
* * *
AKP erime sürecine girdiğine ve bu süreç önümüzdeki dönemde daha da hızlanacağına göre Türk siyaseti seçmenin önüne yeni bir seçenek koymak zorundadır.
Bu seçenek siyasal yelpazede eksik olan "merkez sağ parti"dir.
Onun için merkez sağda kısa zamanda partiye dönüşecek bir hareket başlatılmalıdır.
Bu hareketin mimarlığı ve yol göstericiliği için siyasetin deneyimli liderlerine gereksim vardır.
Demirel, Yılmaz, Cindoruk ve Abdüllatif Şener güçlerini birleştirip bu oluşumun planlamasını yapmalıdırlar.
Geniş kitleleri içine alacak bir örgütlenmeyi bu dört duayen politikacı gerçekleştirebilir.
Hareket tüm ülkeye yayıldıktan sonra hızla partileşmeye gitmeli ve halkın benimseyeceği, seveceği bir lider bulunup başına oturtulmalıdır.
Abdüllatif Şener dışında bu liderlerin tümü arka planda kalırlar.
Parti oturduktan sonra onlar da görevlerini yerine getirmiş insanlar olarak huzur içinde kendi yaşamlarına dönerler.
O zaman inişe geçmiş bir AKP’nin karşısına Türkiye’nin ihtiyacı olan merkez sağ bir parti konmuş olur.
Böyle bir parti sola oy vermek istemeyen seçmeni de, Türkiye’yi de rahatlatır.
* * *
Seçim sonuçları CHP’ye de bazı önemli görevler getirmektedir.
CHP bugün Doğu, Güneydoğu ve Orta Anadolu’da bir varlık gösteremiyor.
Ana muhalefet partisinin Orta Anadolu’nun pek çok kentinde yüzde 10’un, hatta bazı illerde yüzde 5’in altında kalması kabul edilemez.
O nedenle CHP bir sosyal demokrat parti olarak bu yörelerdeki yoksul kitlelerin yeniden umudu haline gelebilecek örgütsel ve partisel yapılanmayı gerçekleştirmek zorundadır.
Böyle bir görev CHP’ye düşen bir yurt görevidir.
Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin’in ve CHP örgütünün İstanbul’da gösterdiği olağanüstü performans genel merkez için mükemmel bir model olabilir.
CHP sosyal demokrat parti olarak bir politika değişikliği de Doğu ve Güneydoğu’da yapmalı ve oradaki insanları kazanmalıdır.
Unutulmasın ki bunu yapamayan bir CHP sittin sene iktidar olamaz.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2009
AKP’de bir erime olduğu görülüyor. Bu erimenin genel seçime doğru daha da hızlanacağını tahmin etmek yanıltıcı olmaz.
İktidarın yanlışlarından dönmeyi bile kendine yediremeyen aşırı güveni...
Dünya ekonomisindeki tatlı baharın sona ermesi ile AKP’nin yelkenlerini dolduran dış kaynaklı rüzgárların kesilmesi...
Yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk ve talan...
İşte bu etkenler AKP’nin erime sürecini başlattı.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
DÜN öğle saatlerinde yazıyı yazarken helikoptere ulaşıldığı haberi geldi. Kazanın üzerinden tam 47 saat geçmişti. Tamam, hava koşulları çok kötüydü, arama tarama çalışmalarını yürütmek çok zordu.
Ama yine de kayıp helikoptere 47 saat sonra ulaşılmasını insanın mantığı almıyor.
Sanırım bir şeyler eksik gibi...
Altyapı mı, bilgi mi, teknoloji mi?
Bu çağda, teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada Türkiye böyle bir dram yaşamamalıydı.
Helikoptere erken ulaşılabilseydi hiç değilse kazadan sonra sağ kalan ve 112’yi arayarak yardım isteyen meslektaşımız kurtarılabilirdi.
Ne yazık ki helikopterdeki 6 kişi de yaşamını yitirdi.
Yazıcıoğlu ile beraberindekilere Tanrı’dan rahmet diliyorum.
* * *
Önceki gece, arama tarama çalışmalarının durdurulduğu ve umutların azaldığı saatlerde Başbakan bir televizyonda ilginç açıklamalar yapıyordu.
Başbakan, telefonların dinlenmesi konusunda bakın neler diyordu:
"Telefon firmaları telefonları dinleyebilir. Onun için ben de konuşmalarıma dikkat ediyorum. Telefonda rahat değilim. Bunu yasalarla engellememiz mümkün değil."
Başbakan dinlemeleri engelleyemediklerini itiraf ediyor, vatandaşlara "Konuşurken dikkatli olun" tavsiyesinde bulunuyordu.
Ülkemizde insanları dinlemede beceriler olağanüstü... Ama sıra sinyal almaya gelince inanılmaz bir çaresizlik içindeyiz.
O programa katılan gazeteci arkadaşlar, sanırım çekindikleri için Başbakan’a şu soruyu soramadılar:
"Sayın Başbakan, dinlemeleri engellemiyorsunuz tamam ama bu konuşmaların bireylerin özgürlüğünü engellemek için kullanılmasını niye engellemiyorsunuz?"
Meslektaşlar, Başbakan’a ikinci iddianamedeki üçüncü kişilerin konuşmalarında adı geçen yüzlerce insanın iddianameye konmasının bir hukuk devletine yakışıp yakışmadığını da sormadılar.
Yaşananlar nereden bakarsanız bakın tam trajikomik bir durum.
Sanatçıların isyanı
SABRETTİLER, sabrettiler sonunda patladılar. Dün "Dünya Tiyatrolar Günü"ydü.
Sanatçılar mayıs ayı sonunda onarım nedeniyle boşaltılan ama bugüne kadar bir çivi bile çakılmayan Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde toplandılar ve olayı protesto ettiler.
Arkada İstanbul’un en önemli kültür merkezi, bir ölü evi sessizliğindeydi.
Konuşanlar, binanın sanatsal kişiliğinin yok edileceğini, opera, bale ve klasik müzik konserlerinin merkezi olma özelliğinin ortadan kaldırılacağını söylediler.
Opera korosu, Carl Orff’un Carmina Burana’sından bir bölümü söyledi.
Hemen arkasından bir tenor, Puccini’nin Turandot Operası’ndan "Uyumayın, yarın bambaşka bir gün olacak" aryasını seslendirdi.
İsyanın nedeni, AKM’nin akıbetinin belirsizliğiydi.
Opera, bale ve senfoni orkestrası mayıstan beri sokaklarda.
Onlar, provalarını Üsküdar’daki eski Tekel binasında yapmak zorundalar.
Çünkü, Kültür Bakanlığı onlara küf kokan bu binayı buldu.
Orada İstanbul’un çeşitli salonlarında gezgin birer trup gibi sergiledikleri operaları, baleleri ve konserleri küf kokan bu binada hazırlıyorlar. İşte Türkiye’yi yöneten iktidarın sanata ve sanatçılara duyduğu saygı.
Bu da başka trajikomik bir durum.
Yazının Devamını Oku