21 Haziran 2010
VAN Havaalanı’nda düzenlenen tören yürek parçalayıcıydı.
Ekrandaki görüntüleri acıyla izledim. Ama şehitlerimizin tabutları uçaklara taşınırken gözyaşlarımı tutamadım.
Eminim benim gibi milyonlarca insan da o tablo karşısında ağladı.
Ben böyle törenlerde devlet büyüklerinin metanetlerine hep hayret ederim.
Onların da yürekleri yanıyor. Peki gözyaşlarını nasıl engelliyorlar? Tanrı onlara güç veriyor olmalı.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
EĞER kalp hastası iseniz, Cleveland Clinic’in ünlü kalp damar hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Murat Tuzcu’nun yeni çıkan kitabını (*) özenle okuyun. Eğer kalp hastası değilseniz çok daha büyük bir özenle, üstelik de defalarca okuyun.
Hatta başucunuzdan hiç ayırmayın.
Çünkü şunu unutmamak gerekir ki, sağlam kalple yaşamak günümüzde, özellikle de Türkiye’de büyük bir ayrıcalıktır.
Araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre kalp ve damar hastalıkları dünyada bir numaralı ölüm nedenidir.
Hele Türkiye’de...
Çocukluğumda babamın arkadaşı olan pek çok “amca” bir gün aniden ölüverirdi.
“Kalp sektesinden gitti” derlerdi.
O zamanlar sevdiğim insanların birden yok olup gitmesine neden gösterilen “kalp sektesi”nin ne olduğunu kafamda bir türlü çözemezdim.
Yıllar sonra önce babamın, sonra benim başıma gelince ne olduğunu çok iyi anladım.
15 yıldır bilgisi, sabırlı ve titiz tedavisiyle sağlıklı yaşamamı sağlayan Murat Tuzcu kitabında kalbinizin sağlam kalması için gerekli bütün bilgileri veriyor, yaşamsal uyarılarda bulunuyor.
* * *
Lisedeydim. Bir gün babamın hastalandığını haber verdiler.
Rahmetli annemle deli gibi koşarak hastaneye gittik.
Babam her zamanki gibi sessiz ve sakindi.
Bizi telaşlandırmamak için gıkını çıkarmadan yatıyordu.
Doktorlar şiddetli bir kalp krizi geçirdiğini söylediler.
O zamanki tedavi yöntemleri bugüne göre son derece ilkeldi. Babamı tam 45 gün kıpırdamadan yatırdılar.
Sonra iyileşti ve işine devam etti.
Daha sonraki yıllarda tam 3 kez daha kalp krizi geçirdi. Onu 87 yaşında yitirdik.
15 yıl önce, babam daha sağdı. Saroz’a gidiyorduk.
Tekirdağ’a yaklaştığımızda göğsümün tam ortasında bir yanma hissettim. Hafif terledim.
15-20 saniye sürdü, geçti. On dakika sonra bir daha aynı yanma oldu. Yine hafif terledim.
Doğru Tekirdağ hastanesine gittik. Hemen elektro çektiler ve bir kalp krizi geçirdiğim belirlendi.
Ambulansla International Hospital’a götürüldüm, hemen yoğun bakıma aldılar. Anjiyoda üç damarın tıkalı olduğunu belirlendi.
Sonra dostların araya girmesiyle çok sayıda uzmana muayene oldum.
Kimisi by-pass önerdi, kimisi stentle sorunun çözüleceğini söylendi.
Kafamız fena halde karıştı. Sanki bir boşluğa düştük.
* * *
Sonunda bizi bu çıkmazdan Tuzcu’nun “Hemen atlayıp buraya gelin” çağrısı kurtardı. Sigara içip içmediğimi sordu, “İçiyorsan bırak, 15 gün sonra gel” dedi.
Atlayıp gittik. Gerekli incelemeler yapıldı ve “by-pass”a karar verildi.
Yattık, ameliyat olduk ve kısa zamanda normal yaşamımıza döndük.
Aradan 12 yıl geçtikten sonra kalbe giren ana damar kapağındaki anadan doğma deformasyon sorun çıkardı.
Murat Tuzcu kapağın değiştirilmesi gerektiğine karar verdi.
Yeniden ameliyat masasına yattık ve aort kapağı değiştirildi.
Şimdilik sağlımız iyi. Ama Murat Tuzcu’nun uyarılarına harfiyen uyuyoruz.
İşte bu kadar çileleri çekmemek için Murat Tuzcu’nun kitabını kalp hastası olsanız da, olmasanız da özenle okuyun diyorum.
Ve de başucunuzdan ayırmayın.
Kitapta, kalbinizin yaşam boyunca sizi üzmemesi için her türlü formül var.
Yapacağınız tek şey Murat Tuzcu’nun uyarılarını yerine getirmek olacak.
* Prof. Dr. Murat Tuzcu/Kalbimizi Dinleyelim / Doğan Kitap
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2010
BİR hukuk adamı... Üstelik akademisyen, doçent...
Çıkıyor, demokratik rejimin kuvvetler ayrılığı ilkesinin üç ayağından birine, yargıya düpedüz kurşun sıkıyor.
Öyle kışkırtıcı bir hüküm savuruyor ki, ortalığı karıştırıyor.
“Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliği ile ilgili maddelerin bir kısmını iptal ederse bu yok sayılsın” diyor.
Bir hukuk adamı yasama ve yürütmeye “Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararı tanımayın” diyor.
Ayrıca toplumu ve sivil toplum kuruluşlarını da kararı kabul etmemeye çağırıyor.
Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararı şimdiden 11 kişinin siyasi eylemi olarak ilan ediyor.
Bu zat Osman Can’dır.
Ne zamandan beri kışkırtıcı bir ajan gibi çıkışlar yapıyordu.
Beklediği ilgiyi görememiş olmalı ki, bu kez işi, rejimin varlığına yönelik tehdit niteliğinde bir kışkırtmaya kadar götürüyor.
Ülkeyi hukuksuzluğa davet ediyor.
Ve bunu bir hukuk adamı olarak yapıyor.
Bu açık bir “akıl tutulması”dır.
¡ ¡ ¡
Osman Can’a destek verenler de var.
Tahmin edileceği gibi bunların başında malum medya geliyor.
AKP’nin dünyadan habersiz bazı milletvekilleri...
Ve bazı hukukçular...
Bunların tutumunu da “akıl tutulması” olarak nitelemek gerekir.
Başbakan ise nedense, bir hukuk devletinde yürütmeyi, yasamayı, toplumu hukuksuzluğa davet eden bu saçmalığa karşı susuyor.
Hiçbir açıklama yapmıyor.
Hemen her konuda ahkâm kesen, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması durumunda kendisini başbakanlığa hazırlayan yardımcısı Arınç da susuyor.
İlginçtir, onların yerine Adalet Bakanı ile AKP Genel Başkan Yardımcısı karara uyulması gerektiğini söylüyor.
Koca İsrail cumhurbaşkanı Peres’e “One minute”, diplomatlara “Monşer” diyen, köşe yazarlarını yerden yere vuran Başbakan’ı bu “hukuksuzluğa davet” pek rahatsız etmemiş görünüyor.
Örneğin ben Başbakan’dan şöyle bir çıkış bekliyordum:
“Sen kimsin ya? Sen yasamaya, yürütmeye ne yapacaklarını hangi yetkine dayanarak söylüyorsun? Herkes haddini bilsin.”
Hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim.
¡ ¡ ¡
Şimdi çok önemli bir görevi yerine getirmem gerektiğine inanıyorum.
Bu benim için boyun borcudur.
Yargının ayağına kurşun sıkan...
Ülkeyi hukuksuzluğa davet eden...
Bu çok değerli hukuk adamını yetiştiren ve onu ülkemize kazandıran hocalarını bütün kalbimle kutluyorum.
Kendisini keşfedip Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü’ne atayanlara da şükranlarımı sunuyorum.
Bütün önemli davalarda bu değerli hukuk adamını raportör olarak görevlendiren Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a hem kendi adıma, hem de aziz milletimiz adına sonsuz teşekkürlerimi yolluyorum.
Hepsine helal olsun!
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
CHP’de demokratik olgunlukla gerçekleşen değişimin tek mimarı halktır. <br><br>Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkanlık koltuğuna halkın rüzgârı getirip oturtmuştur. Hiç kimse buna sahip çıkmasın.
Ve bunun karşılığında da bir şeyler beklemeye kalkışmasın.
Kemal Bey’in genel başkanlık için hiç kimseye, hiçbir gruba, cemaate, tarikata diyet borcu yoktur.
Herhangi yabancı bir ülkeden icazet de almamıştır.
Ne Önder Sav, ne Gürsel Tekin, ne milletvekilleri, ne de CHP örgütü Kemal Bey’i başkan yapmıştır.
Baykal gibi karizmatik bir liderin istifasından sonra halk öyle bir rüzgâr estirdi ki bunun önünde kimsenin durması mümkün değildi.
Öyle de oldu.
Kemal Bey adaylığını açıkladıktan sonra milletvekilleri ve ertesi gün de il başkanları kendisine destek verdiler.
Dört gün sonraki kurultayda da bütün delegelerin imzalarıyla genel başkanlığa aday gösterildi.
Hiç kimse CHP’de böyle bir birlik beraberlik beklemiyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde bütün örgüt Kemal Bey’in çevresinde toplanıverdi.
Bu gücün sahibi halktır, tabandır.
* * *
Aynı halk, aynı taban Ecevit’i de genel başkan yapmıştı.
Hem de Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet Paşa’ya karşı...
O zaman da Kılıçdaroğlu için esen rüzgârın aynısı esmişti.
O rüzgâr Ecevit’i önce genel başkanlığa daha sonra da iktidara taşımıştı.
Demirel Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra DYP kongresinde de aynı rüzgâr bu kez Çiller için esmişti.
O kongrede Çiller delegelerin oyları ile Köksal Toptan ve İsmet Sezgin’e karşı büyük bir zafer kazandı.
DYP’nin genel başkanlığına seçildi.
Hemen her delege oylamalardan önce oyunun rengini soran gazetecilere hep aynı yanıtı vermişti:
“Dün buraya gelirken hanım Tansu Çiller’e oy vermem için Kuran’a el bastırdı.”
Halkın gücü Tansu Çiller’i başbakanlık koltuğuna oturttu.
* * *
Halk Kılıçdaroğlu’nun dürüstlüğüne inandı.
Onun yolsuzluklarla, talanla nasıl savaştığını gördü.
Bunlara izin vermeyeceğini anladı.
Onu kendisi gibi olduğu için sevdi ve benimsedi.
Onun için meydanlar dolup taşıyor.
İktidara yakın medya istediği kadar anti-Kemal propagandası yapsın.
Başbakan istediği kadar “Manşetle gelen manşetle gider” desin...
Bütün bunlar boş çabalardır.
Halkın sevdiği, benimsediği ve inandığı politikacı için bu tür karşı kampanyalar onu halkın gözünde daha da büyütür.
CHP önemli bir hava yakaladı, her partili için bu havayı heba etmemek tarihi bir görevdir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun hiç kimseye, hiçbir gruba, hiçbir yabancı ülkeye diyet borcu yoktur.
O sadece, onu seven, onu benimseyip bağrına basan ve ona inanan halka borçludur...
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2010
“ÖĞRENCİMİZ dünyaya örnek oldu. Onunla gururluyuz, mutluyuz, üzüntülüyüz. Öğrencimiz yüreğini ortaya koyarak, ölümü göze alarak bu onurlu göreve katıldı. O hepimize örnek oldu.” Lütfen bu sözleri dikkatle okuyun.
Ve nasıl bir kafa ile karşı karşıyayız, ibretle görün.
Çünkü bu sözler çocuklarımızı emanet ettiğimiz bir eğitimcinin sözleridir.
Mavi Marmara’da ölen lise öğrencisi Furkan’ın okuduğu okulun müdürünün...
Bir okul müdürü, bir eğitimci ona emanet edilen öğrencisinin ölümünü nasıl gururla karşılıyor.
Dahası var.
Şu sözler de İsrail askerleri tarafından öldürülen Furkan’ın dedesine ait:
“Üzüntü ile mutluluğu bir arada yaşıyoruz. Zira torunum şehit oldu. Bir yandan hayatını kaybettiğine üzülüyoruz bir yandan da kutsal bir davada şehit olmasından mutluluk duyuyoruz.”
Bu dede, torununun kutsal bir davada ölmesinden mutluluk duyabiliyor...
Bu mantığı anlamak gerçekten zor.
Ya şu sözler:
“Furkan’ın ölümüne hiçbirimiz üzülmüyoruz, onunla gurur duyuyoruz.”
Bu, evladı Mavi Marmara’da öldürülen babanın duyguları.
Bir insan evladının ölümünden nasıl gurur duyabilir?
Bunun için nasıl bir ruh haline bürünmüş olabilir?
Nasıl bir insani anlayıştır bu?
Nasıl bir dünya görüşüdür?
Bir insan olarak bunu anlamak olanaksız.
* * *
İstediğiniz kadar İsrail askerlerine öfke duyun.
Onların yaptığı insanlık dışı saldırıyı kınayın.
Gösteriler yapın, İsrail’e lanetler okuyun.
Bayraklarını yakın.
Nutuklar atın, bağırıp çağırın...
Bunların hiçbiri 19 yaşındaki bir çocuğun cihat mantığı ile ölüme gitmesine izin vermenin yanlışlığını, sorumluluğunu değiştirmez.
Bir dedenin, bir babanın, bir eğitimcinin ölümden gurur duymasının mantığını anlatamaz.
Sonuçta, Furkan’ın daha yaşamının baharındayken, dünyanın güzelliklerini tadamadan ölümünü haklı kılamaz.
Cihat kültürü bu çağda Türkiye’yi felakete sürükler.
Yıllardan beri dünyanın çözemediği Filistin sorununu Furkan’cıkların acı ölümü asla çözemez.
Çağımızda sorunlar cihatla değil, ancak akıl ve diplomasiyle çözülebilir.
Kalabalıklar tarafından “Mücahit” diye göklere çıkarılan liderler tarafından hiç çözülemez.
Ülkesinin sorunlarını bir kenara iterek Arap dünyasının liderliğine oynayarak da Filistin sorunu sonlandırılamaz.
Ortadoğu’nun lider ülkesi olsanız bile bu sorun çözülemez.
* * *
“Kudüs’ün kaderi İstanbul’dan, Gazze’nin kaderi Ankara’dan ayrı değil” politikalarının akıl ve mantıkla bağdaşır yanı yoktur.
“Hamas, kendi topraklarını koruyan direnişçilerdir. Ben Hamas’ı terör örgütü kabul etmiyorum” diyerek dünyaya kafa tutmak, ne Türkiye’ye ne de insanlığa bir yarar sağlar.
Hamas’ın Erdoğan’ın bu dünyadaki hiçbir liderin söylemediği bu sözlerin arkasından Ankara’nın Filistin örgütü ile arabulucu olma önerisini kabul etmemesi, bu politikaların ne kadar gerçekdışı olduğunun somut bir göstergesidir.
Çünkü dış politikada tek geçerli olan çıkarlardır.
Furkan’ları boş yere ölüme göndermeyelim.
Onlara yazık oluyor.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
ILIK bir Pire akşamında Ankara Gemisi’nin güvertesi Türk ve Yunanlı konuklarla tıklım tıklım. Türk denizcilerinin geleneksel davetine ilgi büyük.
Sahnede Türkiye’den gelen pop şarkıcısı Ziynet Sali nefis şarkılar söylüyor.
Önce Türkçe başlıyor, ara ara Rumcaya dönüyor.
Romantik parçalardan sonra sıra her iki toplumun ortak zevki olan kıvrak şarkılara geliyor.
Ziynet Sali’nin nefis sesiyle kalabalık da hareketleniyor.
Türk ve Rum gençleri hep birlikte müziğin ritmine uyarak dans etmeye başlıyorlar.
Bir ara Ziynet Sali kıvrak parçaları kesip yeniden romantik şarkılara dönüyor ve İsmet Nedim’in Agora Meyhanesi bestesini söylüyor.
Agora Meyhanesi beni çok çok eskilere götürüyor. Bu şarkının çok ilginç bir öyküsü var.
Şarkının sözleri benim çocukluk arkadaşım şair Onur Şenli’ye ait.
Onur benim Afyon’dan arkadaşım. İkimizin de babası memurdu. Orada arkadaş olmuştuk.
Onur ilk şiirini 13 yaşında yazmıştı. Şiir, Çanakkale Boğazı’nda batan ve yüze yakın denizcimizin öldüğü faciayı anlatıyordu.
Şiirini Dumlupınar şehitlerini anma gününde düzenlenen törende okumuştu.
Şiir herkesi çok etkilemiş ve Onur’u ilk kutlayan da sınıf arkadaşı geleceğin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olmuştu.
İşte Onur’un şairliği böyle tescil edilmişti.
O günden sonra hepimiz ona şair gözüyle bakar olduk. Sonra babalarımız başka illere atandı.
Biz de birbirimi kaybettik.
* * *
Aradan yıllar yıllar geçti...
Onur’un tıbbiyede okuduğunu ve doktor olduğunu duydum.
Bir gün Agora Meyhanesi adlı bir şarkısı çıktı ortaya.
Sonradan bu şarkının sözlerinin Onur’a ait olduğunu bir gazete haberinden öğrendim.
Bestekâr İsmet Nedim bu şiiri tıp dergisi Neşter’de görmüş, çok etkilenmiş ve bestelemiş.
Ancak sözlerin sahibi şairin
adını koymamış.
Bunu öğrenen Onur hemen maddi ve manevi dava açmış.
Mahkeme yıllarca sürmüş ve dizelerin Onur’a ait olduğu mahkeme tarafından karar altına alınmış.
Böylece Agora Meyhanesi’nin sözlerinin Onur’a ait olduğu kabul edilmiş.
Aslında Onur’un yazdığı şiir çok daha uzun. Ancak bestekâr bu uzun şiirin içinden bazı satırları alıp şarkıyı bestelemiş.
Şiirin şarkı olarak bestelenen satırları şöyle:
Burası Agora meyhanesi
Burda yaşar aşkların en divanesi en şahanesi
Bu gece benim gecem, bu gece benim gecem.
Cama vuran her damlada seni hatırlıyorum.
Ve sana susuzluğumu...
Bu akşam ümitlerimi meze yapıp içiyorum
İçiyor içiyorum.
Şiirden alınan satırlar bunlar. Hatta son iki satır biraz da değiştirilmiş.
* * *
Onur kaldığı lojmanda bir komşusunun kızına âşık olmuş ve aşkına karşılık alamamış.
Zaten çok içli ve duygusal bir insandı.
Bu karşılıksız aşk onu çok incitmiş ve oturup bu şiiri yazmış.
Şiirin tamamı çok daha iyi bir şekilde Onur’un duygularını dile getiriyor. Karşılıksız aşkı çok daha etkili bir biçimde yansıtıyor.
İşte Türkiye’ye özgü bir aşk öyküsü.
Bir şaire verilen değer ve saygı işte bu kadar.
Onur şimdi nerelerdedir bilemiyorum.
Belki 50 yıldır ondan haber alamadım.
İşte bazen güzel bir yaz gecesinde bir şarkı insanı nerelere götürüyor.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2010
YIL 1941, 27 Nisan... <br><br>Avrupa’yı boydan boya hallaç pamuğu gibi atan Hitler’in orduları 27 Nisan’da Yunanistan’a girip yıldırım hızıyla bu ülkeyi işgal ediyor. Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü diken üstünde.
Hitler’in Türkiye’yi işgale kalkmaması için ince ve kararlı bir politika sürdürüyor.
Ancak aylar ilerledikçe Yunanistan’da büyük bir kıtlık başlıyor.
Türkiye Hitler’in tehditlerine aldırmadan Yunanistan’a yardım gönderilmesine karar veriyor.
Kurtuluş gemisine eldeki olanaklar ölçüsünde gıda malzemesi yükleniyor ve gemi bir sabah Karaköy Limanı’ndan Yunanistan’a gitmek için demir alıyor.
Yunanlıların dört gözle beklediği gemi Pire Limanı’na vardığında, ağır Alman bombardımanından limanın gemi mezarlığına döndüğünü görüyor.
Usta manevralarla batıklar arasından sıyrılarak limana yanaşıyor ve getirdiği yiyecek malzemesini boşaltıyor.
İki yıl süreyle Kurtuluş gemisini Yunanlılar dört gözle bekliyorlar. Çünkü bu süre içinde Türk gemisi tam 4 kez Yunanistan’a her türlü tehlikeyi göze alarak yardım götürüyor.
Bütün dünya Hitler’in şerrinden korkarken Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Yunanistan’a yardım elini uzatmaktan çekinmiyor.
Bunu yapan da Başbakan Erdoğan’ın faşistlikle suçladığı CHP hükümeti ile Hitler’e benzettiği Cumhurbaşkanı Milli Şef İsmet İnönü’dür.
Yunanlıların yardım meleği Kurtuluş, 20 Şubat 1942’de Yunanistan’a 5’inci seferini yaparken Marmara Adası açıklarında kayalara çarparak 2 bin ton gıda ile sulara gömülüyor.
* * *
Bugün de Türk denizcileri zor günler yaşayan Yunanlılara destek olmak için kendi sıkıntılarına aldırmadan onların yanında yer alıyorlar.
Bu kez de Pire Limanı’na Ankara gemisi ile demir atıyorlar.
Posidonia Deniz Ticaret Fuarı’na katılarak onlara dostluk ellerini uzatıyorlar.
Ege Denizi iki yakasındaki Türk ve Yunan halklarının dost olmalarını zorunlu kılıyor.
Çünkü deniz, ayrılık gayrılık tanımıyor.
Çünkü denize ne yaparsanız yapın sınır çekilemiyor, duvar örülemiyor.
Çünkü dostluk ve kardeşlik denizin kuralıdır.
Denizin kutsal büyüsü kültür ve din farkını da ortadan kaldırıyor.
Deniz, iki yakasındaki insanlara cömertçe sunduğu nimetlerini eşit şekilde paylaştırıyor.
Güzel ve kutsal Ege, lacivert sularıyla iki halkın yazgısını barış ve kardeşlikte birleştiriyor.
* * *
Bir armatör şöyle diyor:
“Biz deniz ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yunanlılar ise denizci bir ülke.”
Armatörlerin hemen hemen tamamı Doğu Karadenizlidir. Çünkü doğa insanı denize mahkûm eder.
Bir Rizeli, arkadaşına memleketinin güzelliklerini, bereketini anlatıyormuş.
Arkadaşı, “Yahu ne bu kadar övüyorsun. Altı üstü küçücük bir il” demiş.
Rizeli, öfkenmiş ve şöyle yanıtlamış arkadaşını:
“Sen Rize’nin küçük göründüğüne bakma, bir ütüle de gör onun ne kadar büyük olduğunu.”
Gerçekten de Doğu Kara-deniz’de düzlük bulmak zordur.
Çaycılık dimdik yamaçlarda yapılır.
Onun için Karadeniz’in insanı denize mahkûmdur.
Tıpkı Ege’nin iki ülkeyi barış ve kardeşliğe mahkûm ettiği gibi.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2010
PİRE ve Atina sokaklarında dolaşırken insanların rahat olmadığını hemen görüyorsunuz.<br><br>Komşu sıkıntılı.
Ama uzmanlara göre Yunan vatandaşları sıkıntıyı henüz hissetmediler. 5-6 ay içinde bu sıkıntı çok daha sert ve derin olarak hissedilecek. Turizm sezonunun başlaması Yunanlılar için büyük bir şans.
Sonbaharda turizm sezonu bittikten sonra ekonomik sıkıntının Yunanlıları ağır bir şekilde etkileyeceği kesin.
Ancak Yunanistan’da herkes başlarının daha çok sıkışacağını biliyor.
O nedenle insanların yavaş yavaş harcamalarını kıstığı söyleniyor.
Yazının Devamını Oku