Tufan Türenç

Türk tersanecilerinin yüreklerindeki acı

7 Haziran 2010
SANIRIM Posidonia Uluslararası Denizcilik Fuarı’na bu üçüncü gidişim. Dünyanın en büyük deniz ticaret fuarlarından biri olan Atina’daki Posidonia’ya Türk denizcileri 8 yıldır sürekli katılıyorlar.
Bu katılımlar iki ülke denizcileri arasında büyük bir yakınlık sağlamış.
Bu sayede de ticari ilişkiler hızla gelişmiş.
Yunanlıların deniz ticaret filosu bizden çok büyük.
Biz deniz taşımacılığında kendi kendimize bile yeterli değiliz.
Bizim ticari mallarımızın yüzde 20’sinden fazlasını Yunan gemileri taşıyor.
Ancak son yıllarda olağanüstü gelişen tersanelerimiz de Yunan gemilerinin bakım ve onarımlarını yapıyor.
Taşımacılıkta onlar ilerde, bakım ve onarımda da biz.
Tersanecilik deyince hiç kuşkusuz akla hemen Tuzla tersaneleri geliyor.
Hani krizden önce meydana gelen işçi ölümleri nedeniyle adı ölüm tersanelerine çıkan Tuzla...
Tuzla’daki tersaneler 1985 yılında kuruldu.
2002 yılında dünya tersaneciliğinin altın çağı başlayınca Tuzla’daki tersaneler de baş döndürücü bir hızla büyüdü.
32 olan tersane sayısı 2008 yılında 102’ye yükseldi.
5 bin işçi çalıştırılırken bu sayı 40 bine kadar yükseldi.
Yurtiçinden ve daha çok da yurtdışından siparişler yağmaya başladı.
Sipariş edilen gemi sayısı 250’yi buldu.
Durum gerçekten baş döndürücüydü.
* * *
Ancak bu büyüme birbiri ardına ölümlü kazaları getirdi.
Türk tersaneciliğinin bu altın çağı işçi ölümleri nedeniyle Türk denizcilerinin yüreklerinde derin acılar yarattı.
1985-2010 arasında 134 işçi yaşamını yitirdi Tuzla’daki tersanelerde.
Bu ölümler medyada yer aldıkça Tuzla tersaneleri manşetlerde ölüm tarlalarına benzetildi.
Kamuoyu tersane sahiplerini suçlamaya başladı ve onları ölümlerden sorumlu tuttu. Bu da Türk tersanecileri için ikinci bir acı oldu.
Tersane sahipleri çırpındılar ama ölümleri kamuoyuna anlatamadılar.
Ölümlerin hızlı büyümeden, yetişmiş eleman sıkıntısından kaynaklandığı, verilen eğitimin zamansızlık nedeniyle yetersiz kaldığı yolundaki savunmalar kamuoyunu ve medyayı tatmin etmedi.
Hatta medya bu savunmayı yapan tersanecilere sert tepki göstererek onları ölüm kafası olarak tanımladı.
* * *
Bu hengame içinde 2008 dünya ekonomik krizi patladı.
Dünya birbirine girdi.
En büyük ekonomiler milyarlarca dolar açık veren bankaları kurtarma telaşına kapıldılar.
Birçok ülke batma noktasına geldi.
Bu kriz altın çağını yaşayan Tuzla tersanelerini öyle bir vurdu ki hepsi yerle bir oldu.
40 bin çalıştıran tersaneler işçi çıkarmak için birbirleriyle yarışır hale geldiler.
Siparişler birbiri ardına iptal edilmeye başlandı, yeni sipariş gelmez oldu.
Tuzla tersanelerinde bugün işçi sayısı 13 bine kadar geriledi.
Son aylarda bakım onarım açısından bir kıpırdanma oldu.
Tersaneciler 2010’un ikinci yarısında siparişlerin yeniden başlayacağını umuyorlar.
Yeniden ölümlerin olmaması için o acı deneyimlerin ışığında daha dikkatli ve titiz olacakları muhakkak.        
Ama ölümlerin yüreklerde yarattığı acı ve üzüntü hiç bitmeyecek   
Yazının Devamını Oku

Belgrad’da KEİPA’dan kınama kararı çıkmadı

5 Haziran 2010
KARADENİZ Ekonomik İşbirliği Parlamenter Asamblesi 2-3 Haziran tarihlerinde Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da toplandı. Toplantıda söz alan Türk heyeti başkanı milletvekili ve TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil İsrail’in Doğu Akdeniz’de sivil gemilere karşı gerçekleştirdiği insanlığa aykırı, hukuk dışı baskını anlattı, ağır eleştirilerde bulundu.
Daha sonra da Marmara Grubu Başkanı Akkan Suver konuştu ve şöyle dedi: “Marmara Grubu Vakfı olarak sivil toplum kimliğimizle işbirliğini amaçlayan bütün uluslararası örgütlere, ülkelerini burada temsil eden değerli milletvekillerine Doğu Akdeniz’de yaşanan hukuk dışı olayı kınadığımı belirtmek istiyorum.
Yüksek heyetinizden bu insanlık dışı olayı kınama kararı almanızı, vicdanınıza ve hoşgörünüze sığınarak takdirlerinize arz ediyorum.”
Akkan Suver’in bu önerisi oylandı.
Türkiye, Azerbaycan, Yunanistan ve Rusya milletvekileri İsrail’in kınanması doğrultusunda oy kullandı.
Arnavutluk, Gürcistan, Romanya, Moldova, Bulgaristan, Ukrayna, Sırbistan ve Ermenistan ise kınama kararına karşı çıktı.
Sonuç: Suver’in kınama önerisi reddedildi.     
* * *
Bir ilginç açıklama da Türkiye Kızılay Derneği Başkanı Tekin Küçükali’den.   Küçükali Türk Kızılayı’nın Kudüs, Gazze ve Ramallah’da büroları bulunduğunu, götürdükleri yardım malzemelerini burada toplayıp dağıttıklarını söyledi.
Küçükali “Kızılay olarak biz Filistin’den hiç çıkmadık. Devamlı oradayız. Filistin Devlet Başkanlığı da tapusu Kızılay’da olmak üzere bize 1100 metrekarelik bir yer tahsis etti. İsrail ve Filistin’deki yardım kuruluşlarıyla koordineli olarak çalışıyoruz” dedi.
Küçükali’nin verdiği bilgiye göre, Kızılay Gazze’nin bombalanması sırasında tahrip olan su şebekesini yeniden kurdu.
Bunun için 300 bin dolar harcandı.
Saldırılar sırasında yanan zeytinliklerin yerine 6 bin zeytin fidanı dikildi.
Toprak Mahsulleri Ofisi’nden tahsis edilen unu, Filistin’e TIR’lar ve gemilerle götürdüklerini söyleyen Küçükali, bu hizmetlerin yerine getirilmesinde herhangi bir aksama yaşanmadığını söyledi.
Türk Kızılayı Filistin’e düzenli olarak ve bir sorun yaşanmadan yardım götürdüğüne göre İHH’nin (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) devreye girmesine neden gerek görüldü.
İsrail’in defalarca tanık olduğumuz hukuk tanımazlığını bir kez daha kanıtlamak için bu kadar ölü, bu kadar yaralı vermenin mantığı neydi?
AKP hükümetinin bunu açıklaması gerekir.
* * *
İHH’nin geçmişteki siciline bakıldığı zaman pek de iç açıcı bir görüntüyle karşılaşılmıyor.
Dünya ve Türkiye bu örgütün adını ilk kez Bosna savaşları sırasında duydu.   Örgütün Bosna’da katliama uğrayan insanlara yardım götürmek için topladığı paraların önemli bir bölümünün yerine ulaşmadığı yolunda yoğun kuşkular doğdu.
Soruşturmalardan sonra açılan dolandırıcılık davası ise zamanaşımına uğradı.
İHH’nin Almanya’da görülen Deniz Feneri Derneği iddianamesinde de adı geçti ancak örgüt hakkında herhangi bir suçlamaya yer verilmedi.
Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley İHH’nin terör örgütlerine destek verdiği iddiasında bulundu. 
 20 yıl kadar antiterör birimini yöneten Fransız savcı Jean-Louis Bruguiere de İHH’nin, 1999 yılında Los Angeles Havalimanı’na yönelik El Kaide saldırı planıyla bağlantısı olduğunu iddia etti.
 AKP hükümeti acaba bu iddialardan haberdar mıydı?
Yazının Devamını Oku

Gazze için tek başına kılıç kuşanmak...

4 Haziran 2010
TÜRK dış politikası şu üç temel ilkeye dayanır: Gerçekçilik, Batıcılık, Akılcılık.<br><br>Buna göre son olayları değerlendirirken şu soruyu sormak zorunluluğu doğuyor: <br><br>“Yapılan Gazze eylemi ne işe yaradı?” 9 vatandaşımız öldü, 40 yaralımız var.
Yardım malzemeleri bunu bekleyen insanlara ulaştırılamadı.
İsrail’e karşı zafer kazanıldığını sananlar bu değerlendirmeye kızabilirler:
“Ne yani AKP, İsrail’i pes ettirmedi mi? Bütün dünya İsrail’i kınamadı mı?”
Gözaltına aldığı insanları serbest bırakmak pes etmekse, etti.
Ama İsrail o insanları tutuklayıp ne yapacaktı?
Evet bütün dünya İsrail’i kınadı.
Ama Amerika kınamadı, sadece olaylardan üzüntü duyduğunu açıkladı. “İsrail’in güvenliği bizim için önemini koruyor” diye de üstüne basa basa vurguladı.
Amerika böyle dedikten sonra dünya İsrail’in umurunda bile değil.
Bugüne kadar İsrail yüzlerce defa dünya tarafından kınandı ama bunların hepsi vız geldi, tırıs gitti.
Sonuçta Gazze’ye insani yardım götürme eylemi bir işe yaramadı.
* * *
Dış politika akıl ve mantıkla yapılmaz, duygularla yapılırsa bu önünüze büyük faturalar getirir.
Hele iç politikada, oy toplama hesapları ile yapılırsa bu büyük risk taşır ve ülkenin başını belaya sokabilir.
Şu gerçeği unutmamak gerekir.
İsrail’e düşman olan bir Türkiye, Filistinlilerin haklarını korumakta, Tel Aviv’le iyi ilişkiler içinde olan Türkiye kadar etkili olamaz.
O zaman Gazze’nin hakkını, hukukunu korumada ve onlara gönderilecek insani yardımları ulaştırmada daha akılcı yollar bulunabilirdi.
İsrail’in bu konuda ödün vermeyeceğini bilen bir hükümet, zorlamayla insani yardım götürmeye kalkanları uyarabilirdi.
Onları daha akılcı yollara doğru yönlendirebilirdi.
Tersine, yaşanacak olaylara aldırılmadan yardım operasyonuna göz yumuldu.
Sonuç ortada.
9 ölü, 40 yaralı ve tehlikeli bir şekilde yükselen Yahudi düşmanlığı...
Bugün Türkiye’nin dış politikasının başında gemi baskınını “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” diye niteleyen bir dışişleri bakanı var.
Başbakan ise hepimizin tanık olduğu gibi “One minute”ten sonra İsrail’e dönük giderek sertleşen, diplomasi dışı bir üslup kullanıyor.
Bu anlayışın iki ülkenin ilişkilerini düşmanlığa taşıyacağını kestirmek hiç de zor değil.
Bulunduğumuz coğrafyada bu ne kadar doğru bir dış politika, bunu da iyi düşünmek gerekir.
* * *
Başbakan Erdoğan’ın İsrail ile olan tatsız olayları yine tek başına çözmek tercihi bu kez de görüldü.
Bu politika Türkiye’yi Suriye-İran eksenine iyice yerleştirecek gibi görünüyor.
Batı da bu politikayı daha net görmeye başladı.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile birleşip bütünleşme isteklerine, hele meydanlarda İran görüntülerini aratmayacak sahnelerin sergilendiğini gördükten sonra kimse inanmaz.
Bu olaylarda hem canlarını yitiren insanlarımızın, hem de PKK’nın tırmanan saldırılarında canlarını veren fidanlarımızın acısı atılan zafer naraları arasında kaynayıp gitti.
Gazze için tek başına kılıç kuşanmaya kalkmak, Türkiye için hiç de akıllı bir politika olmaz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye tek başına

2 Haziran 2010
BEYAZ Saray: “Derin üzüntü duyuyoruz. Gerçek aydınlatılsın.”<br><br>AB: “Soruşturma açılsın. Gazze ambargosu kaldırılsın.”

BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon: “Şoke oldum.”
BMGK: “Kınıyoruz.”  
Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya, Norveç, Danimarka, Yunanistan vs... Vs...
Hepsi İsrail’i kınadılar.     
Bütün bu kınamalar, tepkiler sonunda ne olacak?
Ben size söyleyeyim: Hiçbir şey olmayacak, İsrail bildiğini okuyacak.
İsrail, Filistinlilerle o coğrafyayı hakkaniyetle bölüşmeye razı olmadığı, Filistin de terörden iyice arınmadığı sürece o topraklarda barış kurulamaz.

Yazının Devamını Oku

Garip olaylar

31 Mayıs 2010
OLMAZ ya... Diyelim ki oldu. Diyelim ki Fransa’da, İngiltere’de ya da Almanya’da iki saygın gazetenin telefon sartralının dinlendiği ortaya çıktı. O ülkelerde neler olur? Kamuoyu ayağa kalkar, kıyametler kopar.
Önce iletişimle ilgili bakan gider. Ama bu yetmez iş hükümete dayanır.
Sonunda da hükümet de istifa etmek durumunda kalır.
Peki Türkiye’de ne olur?
Hiçbir şeycik olmaz.
Ne ilgili bakanın, ne Başbakan’ın kılı bile kıpırdamaz.
Kamuoyundan tık bile çıkmaz.
Peki yine aynı ülkelerde Adalet Bakanı bir milletvekilinin verdiği soru önergesini yanıtlarken 69 yargıç ile savcının dinlediğini açıklarsa ne olur?
Yine kıyamet kopar.
Soruşturma komisyonları kurulur.
Büyük olasılıkla adalet bakanı, iletişimle ilgili bakan gider.
Hükümet bunalımı çıkar.
Türkiye’de ne olur?
Hiçbir şeycik olmaz.
Milyonlarca insanı dinlenen bir toplum, özgür bir toplum sayılır mı?
Kesinlikle sayılmaz.
¡ ¡ ¡
Önceki günkü CHP Merkez Yürütme Kurulu üyelerine Prof. Haberal’ın kitap haline getirilen Sözlü Silivri Savunması dağıtıldı.
Prof. Haberal’ın savunmasını keşke bütün Türk halkı okuma olanağı bulabilse. Kitabın adı: Suçum Ne?
Sorgusu yapıldığı gün bir yıla yakın tutukluluk durumu olan Prof. Haberal mahkeme başkanına şu soruyu soruyor:
“Acaba nerede hangi terör örgütünü kurdum? Hangi silahlı organizasyona girdim?”
“25 senedir görmediğim, herhangi bir irtibatım olmayan kişiler ile örgüt kurup yönetmem isnadı bir iftiradır.”
“Tutuklama kararımda geçen kuvvetli şüphe ne ise anlaşılsın ki, ben de aziz milletimize, öğrencilerimize, Başkent Üniversitesi ve kuruluşlarında çalışan binlerce arkadaşımıza, Türk devletlerinde, Ortadoğu’da, Asya’da, Uzakdoğu’da, Avrupa ve Amerika’daki bilim insanlarına anlatayım, onlara hesap vereyim.”
Prof. Haberal şöyle diyor:
“Avukatlarımın defalarca tahliye başvurularına karşı mahkeme başkanı tahliye edilmemin gerektiğini ifade ediyor. Ama buna rağmen 2 üyenin karşı oy kullanması ile tahliyem reddedilmiş oluyor.”
¡ ¡ ¡
Ergenekon terör örgütü üyesi olmakla suçlanan, aslında tarikatlarla ilgili soruşturma yaptığı için görevden alınan daha sonra tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner olayı da bir başka skandal.
Yargıtay İlhan Cihaner’in dosyasını Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nden istiyor ama iki aydır dosya gönderilmiyor.
Cihaner Yargıtay’daki duruşmasında şöyle diyor:
“Kendimi bu davada tutulu görmüyorum. Önümün eşkiyalar tarafından kesilip bir yere kapatılmam neyse durumum budur. Görevsiz bir mahkemenin terörüne maruz kalıyorum.”
Yargının bu hallere gelmesi bir hukuk devleti için vahim.
¡ ¡ ¡
Başbakan hemen her konuşmasında Türkiye’nin bir yıldız gibi dünyada parladığını ve saygınlığının arttığını vurguluyor.
Ama Latin Amerika gezisinde bu saygınlığa ters bir gelişme yaşanıyor.
Başbakan Brezilya’dan Arjantin’e geçecekken son anda gezisini iptal ediyor. İptal nedeni bu gezi sırasında açılışı yapılacak olan Atatürk heykelinin Arjantin tarafından programdan çıkarılması.
Ermeni lobileri bastırınca Arjantin’in bu iptal kararını alması...
Nerede kaldı Türkiye’nin dünyadaki saygınlığı?
Bu bir diplomatik skandaldır.
Yazının Devamını Oku

Anma törenini o da hüzünle izlemiş olmalı

29 Mayıs 2010
İSTANBUL rüya gibi büyülü bir kent... Denizlerin buluştuğu, yeşille mavinin kucaklaştığı bir doğa harikası...
Binlerce yıllık tarihi, kültürleri yüreğinde yaşatan kent...
Yirmi dört saati durmaksızın yaşayan dünyanın heyecanla izlediği en ilginç megapollerinden biri.
Üstelik bu İstanbul 2010 Avrupa Sanat ve Kültür Başkenti.
Ama bu İstanbul bugün bir opera binasından yoksun.
Ve Avrupa’nın kültür ve sanat başkentinde bugün opera ve bale oynanamıyor.
Kentin senfoni orkestrası ise konser verecek salon bulamıyor.
Bu yüzden senfoni orkestrası sanatçıları her hafta değişik mekânlarda müzik yapmak için göçebe gibi oradan oraya koşuşturuyorlar.
İşte bu talihsiz İstanbul’da geçtiğimiz hafta ilginç, ilginç olduğu kadar hüzün verici bir konser vardı.
Türk operasının ilk sanatçısı Semiha Berksoy’un 100. yaş kutlaması ancak operetlerin ve küçük operaların oynanabildiği Süreyya Operası’nda yapılabildi.
İyi ki orası vardı...

Semiha Berksoy, 1910 yılında İstanbul’da dünyaya geldi.
Onu müzikle ressam olan annesi Fatma Saime Hanım tanıştırdı ve ona şarkı söylemesini öğretti.
Küçük Semiha büyük yetenekti. Bunu ilk fark eden de annesi oldu.
Kızını hiç düşünmeden Darülbedai tiyatro okuluna verdi.
Şan dersleri alan Semiha üstün yeteneğiyle hızla ilerdi ve konserler vermeye başladı.
1932’de Darülbedai’de çalışmaya başladı ve burada çeşitli oyunlarda başrol oynadı.
Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk Türk filminde kendisine başrol verildi.
Atatürk’ün Adnan Saygun’a bestelettiği Özsoy operasında oynadığı rolde büyük başarı kazandı.
Bütün bu sanatsal çalışmaları yeterli bulmayan Semiha Berksoy açılan sınavı kazanarak Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera bölümüne girdi.
Berlin’de verdiği konserlerde büyük başarı kazandı.
Ancak onun aklı canı kadar sevdiği ülkesindeydi.
Ankara Devlet Operası’nın kurulmasında Carl Ebert ile birlikte görev alan Semiha Berksoy 1941’de profesyonel anlamda ilk opera gösterisi olan Tosca’da oynadı.
Yurtiçinde ve yurtdışında büyük başarılara imza atan bu büyük sanatçı 16 Ağustos 2004’te yaşama veda etti.
Yaşamını operaya adayan Semiha Berksoy, ömrünün sonuna kadar şarkı söylemeyi sürdürdü.

Semiha Berksoy’un yüzüncü doğum günü kutlaması pazartesi akşamı Süreyya Operası’nda mütevazı bir gala ile yapıldı.
Sanata ve sanatçıya değer veren ülkelerde böyle bir sanatçıya çok daha görkemli ve anlamlı kutlamalar yapılır.
Opera ve Bale Genel Müdürü Rengim Gökmen ile İstanbul Operası müdürü Suat Arıkan dışında Kültür Bakanlığı’ndan kimse yoktu.
Opera sanatçısı Prof. Mesut İktu ve sanatçı arkadaşları vardı.
Opera sanatçıları Selva Erdener, Ayşe Sezerman ve Evren Ekşi İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nın eşliğinde ünlü operalardan aryalar söylediler.
İnanıyorum ki, Semiha Hanım’ın ruhu o gece o salondaydı...
Ve kızı tiyatro sanatçısı Zeliha Berksoy ile Prof. Mesut İktu’nun büyük özverilerle yaşattıkları Semiha Berksoy Opera Vakfı’nın dar olanaklarıyla yapılan bu mütevazı anma törenini hüzünle seyrediyordu.
Yazının Devamını Oku

Uyarıyorum... Zaman çabucak geçiverir

28 Mayıs 2010
24 Nisan geçti ya... Obama “soykırım” demedi ya...

“Oh! Dünya varmış” deyip, yan gelip yattık.

Artık 2011’in 24 Nisan’ına kadar daldığımız derin uykudan uyanmayız.

Her yıl Obama Ermenicesini söylese bile “Yaşasın... Soykırım demedi ya...” diye düğün bayram ederiz.

Gelecek marta doğru “Aman Obama soykırım demesin” diye kıvranmaya başlarız.

Yazının Devamını Oku

AKP ile CHP’nin rolleri değişiyor

26 Mayıs 2010
CHP’de bir iç çatışma çıkacağını umanlar, değişimin uyum içinde gerçekleştiğini görünce hüsrana uğradılar.  Bazı kesimlerde ise bu hüsran telaşa dönüştü.
 Bu telaşın göstergeleri az da olsa Başbakan’da da gözlendi.
 Yandaş medya ve yazarlardaki telaş ise inanılmaz boyutta.
 Kemal Kılıçdaroğlu daha genel başkanlık koltuğuna yeni oturdu.
 Evet halkın büyük ilgisi var.
 Üstelik bu ilgi tüm yurtta heyecan yarattı.
 Sanırım onları rahatsız eden de bu hava, esen bu rüzgâr.
 Bu heyecanın oyları etkileyebileceğinden korkuyor olabilirler.
 Çünkü bu konuda yurdun her yöresindeki seçmenlerden sesler yükselmeye başladı.
* * *
AKP halkın içinden gelen insanların kurduğu bir partiydi.
 O sırada siyasette büyük bir boşluk vardı.
 Kamuoyunda Erdoğan ve arkadaşlarına dönük bir rüzgâr esmeye başladı.
 Seçim yaklaştıkça bu rüzgâr daha da kuvvetlendi ve AKP henüz 6 aylık bir partiyken tek başına iktidar oldu.
 Erdoğan ve arkadaşları seçim gezilerinde yoksul halkı rahatlatacak, onların dertlerine derman olacak politikalar uygulayacağına dair sözler verdi.
 Büyük vaatlerde bulundu.
 Ancak iktidar olduktan sonra verilen sözler unutuldu.
 Bu yüzden zaman geçtikçe halkta büyük bir düş kırıklığı oluştu. 
 AKP her geçen gün halktan biraz daha uzaklaşmaya başladı.
 Halkın içinden çıkıp gelen o AKP’liler burjuvalaştılar.
 Önce altlarına lüks otomobiller çektiler.
 Daha sonra yıllardan beri yaşadıkları mahalleleri terk edip havuzlu villalara, bakımlı sitelere taşındılar.
 Giyimleri kuşamları markalaştı.   
 Bu değişimi ilk fark eden de kendilerine yakın bazı yazarlar oldu.
 Ağır eleştiriler yaptılar.
 Hatta bazıları AKP’lilerin benimsediği bu lüks yaşamı Müslümanlık’la bağdaştırmadıklarını bile yazdılar.
* * *
 CHP’deki değişim hareketi ise geniş kitleler tarafından partinin yeniden halkla bütünleşmesi, kucaklaşması olarak algılandı.
 Halk Kılıçdaroğlu’nu kendine yakın görerek sevdi ve benimsedi.
 Kitleler onun CHP’nin başına geçmesinden umutlandı.
 Kılıçdaroğlu da kurultayda yaptığı konuşmada CHP’nin halkla kucaklaşacağını, onların sıkıntılarına derman olacağını açıkladı.
 Bütün Türkiye’yi karış karış gezeceğini, halka CHP’nin yeni politikalarını anlatacağını söyledi.
 Kurultaydaki heyecan bu konuşma ile ülkenin en uzak köşelerine kadar yayılıp, oralarda yaşayan insanları da etkiledi.
 CHP’deki değişimi öyle derin teorik analizlerle anlatmaya gerek yok.
Zaten iki yıl önce başlayan halkla bütünleşme politikasının Kılıçdaroğlu ile daha büyük bir ivme kazanması bekleniyor.
 Kılıçdaroğlu dün ilk gezisini Zonguldak’a yaptı.
 Gerek yol boyundaki yerleşim merkezlerinde, gerek Zonguldak’ta büyük ilgi gördü.
 Önümüzdeki dönemde bu geziler kesintisiz sürecek.
 CHP’deki değişim halkla bütünleştikçe heyecan dalgası daha da hızlanabilir. 
Kılıçdaroğlu olayı “Manşetle gelen, manşetle gider”e indirgenecek kadar yüzeysel değil.
Yazının Devamını Oku