2 Ağustos 2010
ÜNLÜ yazarı 1995’te yitirmiştik. Ölümünden önce yazdığı bir yazısında sanki bugünleri anlatıyor.
Dilerim bu yazıdan hepimiz birtakım dersler çıkarırız:
“Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) yapıcısı Mithat Paşa, Yıldız’daki uydurma mahkemede, kiralık yargıçlar önünde yapma ve uydurma suçlardan mahkûm edilir.
Sonradan boğdurulacağı zindana sürgün edilecektir. Bir gemiye bindirilir.
Ama gemi Boğaz’dan dışarı çıkmaz. Kızkulesi önüne gelince demir atar, durur. Kırk sekiz saat burada yatar. Neden sonra yola çıktığı bir türlü anlaşılamamış.
Mithat Paşa kimdir, ne yapmak istemiştir; Abdülhamid ona neden kızmıştır?
Mithat Paşa’nın bindirildiği geminin kazanı mı patladı?, makinesi mi bozuldu, daha yolun başında dibi mi delindi? Nedir; ne oldu da gemi birkaç yüz metre açıldıktan sonra, kırk sekiz saat Kızkulesi açığında demir atıp durdu?
* * *
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2010
ÜNİVERSİTEYE yeni başlamıştım. Yıl 1966... Arabesk müziğin yaratıcısı olan Orhan Gencebay o dönemin ünlü türkücüsü Ahmet Sezgin’in arkasında saz çalıyordu.
Yakışıklı ve yetenekli bir gençti.
Bir ayrıcalığı olduğunu Ahmet Sezgin’in ona özel önem vermesinden çıkarıyorduk.
O sıralarda bilmiyordum ama bu genç adam değişik tarzda besteler de yapıyormuş.
Derken 1968’de Orhan Gencebay adı yaygın bir şekilde ağızlarda dolaşmaya başladı. İki plağı çıkmıştı ve bizim Aksaray’ın bütün meyhanelerinde onlar çalınıyordu.
Bir yıl sonra ise “Bir teselli ver” adlı bestesiyle tam bir patlama yaptı.
Hele bu parçanın “Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum” dizesini o kendine özgü yanık ve hüzünlü sesiyle okurken tüm varoş insanlarının damarlarından giriyor, onları mest ediyordu.
Şarkılar, şarkıları kovaladı. Şarkıcılar, türkücüler, onu ve melankolik müziğini taklit etmeye başladılar.
Ama hiçbiri onun çizgisini tutturamadı.
Gencebay Türk müziğinde yeni bir tür ararken bilmeden köylerden kentlere göç etmiş, sıkıntı ve kahır içinde olan insanların tesellisi olmuş, onları yaptığı melankolik müzikle karamsarlığa iterek sarhoş etmişti.
O ve onu taklit edenler bütün yoksul ve çaresiz insanları “Her acının tiryakisi” yapmışlardı.
¡ ¡ ¡
O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı ama toplum arabesk illetinden bir türlü kurtulamadı.
Gencebay’ın her geçen gün daha da yozlaştırılan müziğini toplumun damarlarından temizlemek olanağı artık kalmamıştı.
Arabesk yalnız ezilen, acı çeken insanları değil, elit kesimi de tutsak haline getirmişti.
Kentin pahalı müzikli mekânlarının kızlı erkekli müdavimleri artık dans etmiyorlar, arabesk parçalarıyla göbek atarak eğlenmeyi seviyorlardı.
Arabesk öyle bir hızla yayılıp toplumu sardı ki, Türk popu dediğimiz Türkçe sözlü Batı müziği bile arabeskin etkisi altına girdi.
Plakları satmayan pop müzik sanatçıları arabesk kokan parçalarla dolduruyorlardı repertuvarlarını.
Yaptıkları CD’ler de yine arabesk kokulu parçalardan oluşuyordu.
Kırk yılın türkücülerinin çoğu da aynı yolu izlemek zorunda kaldılar.
Bugün popçularla, otantik türküler okuyan sanatçıların pek azı buna karşı direniyorlar.
Bir zamanlar arabesk kokan parçalara dahi izin vermeyen TRT bile bugün artık bu müziğe teslim olmuş duruma geldi.
Arabesk, müzik dünyasını sildi süpürdü.
¡ ¡ ¡
İşte böyle bir ortamda yaşarken ve buna karşı sanatçılar susarken bir adam çıktı ve arabesk müziğe karşı amansız bir savaş açtı.
Doğal olarak kıyametler koptu.
Arabesk sayesinde büyük paralar kazanan şarkıcılar başta olmak üzere binlerce insan Fazıl Say’a saldırmaya başladılar.
Ama Say direndi. Sözlerinin arkasında durduğunu açıkladı.
Ona göre arabesk kimliksiz, kestirmeci bir müzikti ve toplumun beğeni zevkini köreltiyordu.
Bir toplum böyle uydurma, emek vermeden yapılıveren bir müzikle bir yere varamazdı.
Fazıl Say’ın söyledikleri yerden göğe kadar doğrudur.
Dünyanın hiçbir ülkesinde arabesk gibi devşirme bir müzik yoktur.
Türkiye’de çoktan bitmesi gereken bir müzik olmalıydı arabesk.
Ama yok olacağına daha yayılıp toplumun bütün katmanları tarafından benimseniyor.
Bu, Türk toplumunun kültür açısından ileri değil, geriye gittiğinin bir kanıtıdır.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2010
VATANDAŞLARIMIZ hiç endişelenmesin. <br><br>Hele hele ülkemiz bölünür filan diye korkmasın... Meğer hem İnegöl’de, hem de Dörtyol’da çıkan olaylar öyle önemli şeyler değilmiş.
İnegöl’deki hepimizi kara kara düşündüren olaylar için vali bey gazeteci arkadaşlarımızın soruları üzerine büyük bir vukufla provokatörleri açıkladı:
“Üç-beş sarhoş!”
Bizim meslektaşlar “Vay be!” diye şaşırıp kaldılar.
Daha sonra İçişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamalar yüreğimizi daha da ferahlattı:
“Endişe edilecek bir durum yok. Her yerde çıkabilecek basit bir asayiş sorunu! Üç beş amigonun işi.”
Demek ki neymiş bütün bu yakıp yıkmalar, onlarca insanın yaralanması.
Hepsi basit birer asayiş sorunu ve de üç beş kendini bilmezin provokasyonu...
İçişleri Bakanımız bütün önlemlerin alındığını, halkımızın huzur içinde işine gücüne bakmasını istedi.
İnegöl defterini bir dahaki olaya kadar bir daha açılmamak üzere kapadı.
* * *
Başbakan Erdoğan hem İnegöl hem de Dörtyol’daki olaylar için ilk günlerde bir açıklama yapmadı.
Doğrusu düşüncelerini merak ediyorduk ki, önceki gün kendileri Kütahya mitinginde bu konulara değindi.
Öğrendik ki, olayların sorumlusu meğer muhalefetmiş.
Hükümetin ise her zaman olduğu gibi yine en ufak bir suçu yokmuş.
Öyle ya, Türkiye’yi iktidar değil, muhalefet yönetiyor.
Başbakan’a göre muhalefet liderleri olay çıkaranları teşvik ediyorlarmış.
Bunu yapmamalıymışlar, sorumlu hareket etmeliymişler.
Bizim Başbakan’ın taktiği belli:
İlgisi olsun olmasın, muhalefeti suçlu ilan etmek.
Olayların sorumlusu olarak da muhalefet liderlerini göstermek.
Bu kez de muhalefet liderlerinin “üç tane oy için ülkenin huzurunu bozduğunu” söylüyor.
Durun daha bitmedi!
Bütün gün söylemleriyle, icraatlarıyla ülkeyi geren Başbakan bunun da sorumlusunun muhalefet liderleri olduğunu iddia ediyor:
“Açık söylüyorum, terör saldırılarını gerekçe göstererek şehirleri birbirine katmak, vatandaşlarımızı mağdur etmek, saldırganları teşvik edecek söylemlerde bulunmak büyük bir fitnedir.”
* * *
Başbakan’ın valisi, İçişleri Bakanı ve kendileri bu kafada oldukları sürece bu memlekete huzur gelir mi?
Bu memlekette gerilim biter mi?
Bu memleketin insanları birbirinin boğazına sarılmaz mı?
Bu memlekette barış ve kardeşlik kurulabilir mi?
Ben bir vatandaş, bir gazeteci olarak bu sorulara olumlu yanıt veremiyorum.
Başbakan’ın ne amaçla referandum işini bu milletin başına sardığını ve bundan ne yarar sağlayacağını da anlayamıyorum.
Ama bildiğim ve anladığım şudur:
Başbakan kendine göre bir demokrasi, emrine amade bir yargı, biat eden kurumlar ve insanlar istiyor.
Peki, ya Dubai anlaşması, ya gizli Dolmabahçe görüşmesi, ya hukuk ilke ve kurallarını hiçe sayan yargılamalar, ya muhaliflerin yıllarca tutuklu tutulmaları, ya dokunulmazlıkların kaldırılması, ya sümen altına atılan yolsuzluk dosyaları, ya ekonomik sıkıntılar ve halkın perişanlığı...
Bütün bunlar ne olacak?
Bunlar mı? Bırakın canım, bunlar sadece teferruat...
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
AKP iktidarı iki hedef üzerine odaklandı. Ne pahasına olursa olsun bu hedefleri ele geçirmek istiyor. Birincisi yargıyı siyasallaştırıp emri altına almak, ikincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisiz hale getirip, yeniden dizayn etmek.
Onun için Anayasa değişikliğini yaptı.
Onun için de hukuk normlarının çiğnendiği, kural dışı yargılamaları görmezden geliyor.
Bunlardan biri de Balyoz davası...
Bu davanın ilk duruşması 16 Aralık’ta. Yani daha 5 ay var.
Ama 102 sanık için cuma günü mahkeme kararıyla yakalama emri çıkartılıyor.
Davanın bir numaralı sanığı Birinci Ordu eski Komutanı Emekli Orgeneral Çetin Doğan cumartesi günü gazetecilere “Pazartesi günü gidip teslim olacağım” diyor.
Ancak pazar günü de Bodrum’daki evinden İstanbul’a gitmek için geldiği havaalanında gözaltına alınıyor.
Amaç belli... Türk ordusunun orgeneralliğe yükselmiş bir askerini rencide etmek.
Avukatları “Teslim olmaya gidiyoruz” diyorlar ama dinletemiyorlar.
Ama polisin hakkını yemeyelim, hiç değilse Çetin Paşa’ya kelepçe vurmuyor.
Akıllarına gelmemiş olmalı. Gelseydi onu da yaparlardı.
Ayıptır. Bu ülke bir diktatörlük değil. Yapılanlar bir hukuk devletine yakışmıyor.
* * *
Bu davranışın çirkinliği ve yakışıksızlığı AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’i bile rahatsız ediyor.
O bile yapılanları eleştiriyor.
Eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek de ilginç bir çıkış yapıyor.
“Hâkim dosyaya sadece hukuk açısından bakar. Başka konuları dikkate alırsa bu yargının siyasallaşması olur.”
Bilmiyorum Cemil Çiçek atları alanların Üsküdar’ı çoktaaan geçtiğinin farkında mı?
Peki Tayyip Bey farkında mı?
Sanmıyorum, çünkü Erdoğan’ın gözü referandumdan başka bir şey görmüyor.
Sanki bütün kaderini referanduma bağlamış gibi.
“Hayır” oyu kullanacakları darbe yanlısı olarak ilan ediyor.
Sekiz yıllık iktidarı boyunca hemen her konuda toplumu bölme politikaları yetmezmiş gibi şimdi de “Darbe yanlıları-Darbe karşıtları” diye milleti birbirine düşürüyor.
* * *
8 yıllık AKP iktidarı yönetiminde Türkiye’nin nerelere geldiği ortada.
Oy hesaplarına dayalı plansız, programsız açılımlar etnik ayrışmanın derinleşmesine yol açmaktan başka bir sonuç getirmedi.
Bunun acı faturaları önümüze önce Bursa İnegöl’de, ardından da Hatay Dörtyol’da kondu.
Dörtyol’da teröristler tarafından kahpece şehit edilen 4 polisin cenazesinde hüzün verici, ama daha da önemlisi mutlaka birilerinin ders alması gereken bir olay yaşandı.
Cenaze törenine İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile Balyoz’da hakkında yakalama kararı çıkarılan 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek de katıldı.
İçişleri Başkanı yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Bölge valileri burada, bölge komutanları burada, kaymakamlar burada, bu Amanoslar’ı ne yapıp edip teröristlerden temizleyin.”
Kimdi muhatabı Beşir Bey’in?
Kim Amanoslar’ı teröristlerden temizleyecek olan?
Hakkında yakalama emri olan Korgeneral Nejat Bek...
Dinleyenler arasındaki CHP İl yönetim Kurulu üyelerinden Abeydullah Kolcu dayanamayıp bağırdı:
“Komutanları içeri atıyorsunuz, Amanoslar’ı kim temizleyecek?”
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2010
BİR hukuk devletinde, hukuk adına bu yapılanlar asla yaşanmaz.<br><br>Bir hukuk davasında iki kez bırakma, üç kez alma yapılırsa bu hukuk değil siyaset olur. Hukukçuların değerlendirmesi böyle.
Peki, Balyoz sanıklarının tahliyelerinden sonra ne değişti de 102 insan hakkında yeniden yakalama kararı alındı.
Yeni ve kuvvetli bir delil mi bulundu?
Avukatların söylediklerine göre dosyaya giren yeni bir bilgi yok.
Ama kararı alan mahkemenin kanaati kuvvetli bir delil olduğu yolunda.
Diyelim ki öyle.
Hukukçular diyor ki: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre sadece kuvvetli delil, tutuklama için yeterli olamaz. Sanıkların delilleri karartacağına veya kaçacağına dair kesin şüphe olması gerekir.”
Böyle bir durum yok.
Çünkü iki kez tahliye edilen bu insanların serbest kaldıkları sürece hiçbir yere kaçmadıkları ortada.
Bunların artık delileri karartma olanakları da yok.
O zaman yeniden tutuklanmaları için başka nedenler olmalı.
Bu nedenler de siyasetten başka bir şey olamaz.
İşte özel yetkili mahkemeler budur.
* * *
Bu mahkemelerin yürüttüğü yargılamalardaki hukuka aykırı uygulamalara sık sık tanık oluyoruz.
Bu konuda hem yurtiçinde hem yurtdışında tepkiler var.
Ortada geçerli hukuki bir gerekçe olmadan referandum arifesinde 26’sı muvazzaf, 27’si emekli general olmak üzere 102 subayın toplanmasının bir amacı olmalı.
Bu amaç referandumda hükümetin elini güçlendirmek olamaz mı?
Bal gibi olur ve bu tutuklamalar AKP’nin çok işine yarar.
Başbakan meydanlarda “Darbecilere hayır demek için evet oyu verin” diye bas bas bağırmıyor mu?
Sanırım durum açık seçik ortada.
Burası Türkiye... Ancak bizim ülkemizde olur böyle vakalar.
* * *
Başbakan 30 yıl önce idam edilmiş ve 30 yıldır ağzına almadığı, hatta aklına getirmediği delikanlılar için televizyonların önünde ağlamıyor mu?
Bu gözyaşlarını referandumda oy toplamak için akıtmıyor mu?
Dünyada bunun bir örneği var mı?
O anayasaya “Evet” diyeceğini ilan eden gazeteci arkadaşlarımız, entellerimiz hâlâ iktidarın niyetini anlamadı mı?
Burası Türkiye... Bu ülkede insanlar işlerine gelmeyeni anlamaz.
Çünkü Türkiye’de akıl, mantık, vicdan değil, çıkarlar ağır basar.
* * *
Kamer Genç Meclis’te uğraşmış ama seçildiği kentte depremde evleri hasar gören seçmenlerinin sıkıntılarına bir çare bulamamış.
Bunun üzerine Başbakanlığa siyah çelenk koymaya karar vermiş.
Ama Başbakan’ın korumaları önünü kesip kendisine engel olmuşlar.
Bununla kalmayıp otomobilinin bagajını açıp çelengini kaçırmışlar.
Düşünün, bu zorbalık bir milletvekiline yapılıyor.
Kamer Bey bağırıp çağırıyor ama korumalar tınmıyor bile.
Kamer Bey deneyimli bir siyasetçidir.
Hiç böyle oy toplamak için ağlayan bir başbakan gördü mü?
Ya milletvekilini itip kakan, bagajını açıp çelengini kaçıran koruma polisleri...
Bunca yıllık politikacı olarak böyle bir iktidarla karşılaştı mı?
Ama Kamer Bey bunların daha iyi günler olduğunu bilir.
Ben de biliyorum ki eğer referandumdan “Evet” çıkarsa Türkiye yandı demektir.
Ne hukuk devleti kalır ortada, ne insanların hakları, ne de özgürlükleri...
Söylemeye dilim varmıyor ama bu işin sonu faşizmdir, faşizm...
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2010
MARİNA’nın iki futbol sahası büyüklüğündeki çekek alanı tıklım tıklımdı.
Bodrum’da ne kadar sandalye varsa toplanmış ama yetmemişti. Binlerce insan dışarıda kalmıştı.
Fazıl Say ve arkadaşları kemanda Cihat Aşkın, viyolonselde Çağ Erçağ, bandeneonda Tolga Salman, bariton Güvenç Dağüstün, neyde Burcu Karadağ, viyolada Efdal Aytun, kemanda Sevilay Ulucan’ın verdiği konser olağanüstüydü.
Bu kadronun iki küçük sanatçısı vardı.
Biri piyanist Iraz Yıldız... Schubert’ten bir parça çaldı.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2010
D-MARİN Turgutreis 6. Uluslararası Klasik Müzik Festivali artık Turgutreis’in festivali olmanın çok ötesine geçti.
İlk günkü konseri tam 5 bin kişi izledi.
Büyük kentlerde bile böyle kalabalıkları toplamak kolay değildir.
Bu hem sevinilecek, hem de övünülecek bir olay.
Festivalin bütün giderini karşılayan Doğuş Grubu’nun sanata yaptığı bu katkıdan bir klasik müzik izleyicisi olarak büyük mutluluk duydum.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2010
ÖNCELİKLE demokrasilerin en temel ilkesini bilmeyenler ya da bilmek istemeyenler için bir kez daha yazalım.
Demokrasilerde bireylerin en önemli hakkı kişi özgürlüğü ve güvenilirliğidir.
Bunu sağlayamayan, tersine bu değerleri çiğneyen ülkelerde demokrasi iğdiş edilmiş demektir.
Her gün kürsülere çıkıp saatlerce demokrasi nutku atsanız da demokratik bir ülke yönetmiş olmazsınız.
Hele hele ülkenin temel yasasını kendi kafanıza göre değiştirip “Bunu demokrasi adına yapıyorum” diyerek demokrasiyi boğarsanız bir demokrat değil, bir otokrat olursunuz.
Yazının Devamını Oku