27 Eylül 2010
TÜRKİYE siyasi tarihinde bu kadar hızlı bir lider değişimi olmadı. Baykal istifa ettikten sonra bir hafta içinde lider konusunda uzlaşmaya varıldı.
CHP’nin örgütü, milletvekilleri ve yönetimi Kemal Kılıçdaroğlu adı etrafında birleşti.
Kılıçdaroğlu olağanüstü kurultayda karşıt oy çıkmadan seçildi ve genel başkan oldu.
Kılıçdaroğlu adı, hem örgütte, hem de halkta büyük bir heyecan yarattı.
İktidar alternatifi olan ikinci partideki bu değişim, AKP’de ve bu partiye destek veren kesimlerde rahatsızlık yarattı.
Daha ilk günden Kılıçdaroğlu türlü karalama, küçümseme, gözden düşürülme odağı haline getirildi.
Baykal kasedi ile birtakım karanlık güçler CHP’nin parçalanıp güçsüz hale getirilmesini planlanmıştı.
Ama Kılıçdaroğlu adı bütün hesapları bozdu ve CHP umulanın tersine bu kaostan güçlenerek çıktı.
CHP’yi parçalayarak AKP’yi tamamen seçeneksiz hale getirme planı da suya düşmüş oldu.
* * *
Şimdi CHP’nin atması gereken çok yaşamsal adımlar var.
Baykal’ın zorunlu istifasıyla başlayan değişimin tamamlanması, partinin yapısının ve vitrininin baştan aşağı yenilenmesini gerektiriyor.
Bu noktada, Genel Sekreter Önder Sav ve parti yöneticileri demokrasi adına bir özveride bulunmalıdırlar.
Hem de hiç zaman yitirmeden.
Yapılması gereken şudur:
Önder Sav istifa ederek yerini genç, dinamik bir genel sekretere bırakmalıdır.
Genel Sekreterlik CHP’de tarihsel bir önem ve sorumluluk taşıyan makamdır. Bugün yönetimde olan Sav’a yakın olan yöneticiler de koltuklarını boşaltmalıdırlar.
Onların yerlerini genç, dinamik, çalışkan, parti örgütüne Kemal Bey’in getirdiği heyecanı ülkenin en ücra köşesine kadar taşıyacak partililer almalıdır.
Bu yapılmaz, Sav ve ekibi partinin yönetiminde kalmakta ısrarlı olurlarsa genel başkan değişiminin yarattığı heyecan umutsuzluğa dönüşebilir.
Ecevit dönemini parti içinde yaşayanlar atılması gereken bu adımın ne kadar yaşamsal olduğunu çok iyi bilirler.
* * *
Bu saptamalar ışığında gerçek sosyal demokrat partinin izlemesi gereken yol şu olmalıdır:
CHP örgütleri kurultay endeksli örgütler haline getirilmiştir. Gözden geçirilmesi kaçınılmazdır.
CHP sadece şikâyetle bir yere varamaz. İnandırıcı ve gerçekçi projeler geliştirilmelidir.
Bunun için parti içinde bulunan ama bugüne kadar isimleri ön plana çıkarılmayan yetenekli uzmanlara görev verilmelidir.
Güneydoğu ile Doğu’ya ne pahasına olursa olsun gidilmeli, küstürülen halkla barışılmalıdır.
CHP gerçek sosyal demokrat parti kimliğine bürünürse Doğu ve Güneydoğu’da eski gücüne kavuşur.
CHP daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları, daha fazla hukuk devleti, daha fazla sosyal ve ekonomik reform savunucusu olmalıdır.
Emeğin, hakkıyla kazancı hedeflemiş girişimcinin hep yanında olmalıdır.
Laiklik konusunda dindar insanları kırıcı değil, kucaklayıcı bir politika oluşturmalıdır. Bu konuda samimi ve dürüst projeler üretmelidir.
Teröre ve Kürt sorununa içtenlikle eğilinmeli, bu sorunun kalıcı ve hakkaniyetli bir barışla sonlandırılması için çaba harcamalıdır.
CHP daima 72 milyonun hakkının, hukukunun, refahının güvencesi olduğunu ortaya koyan politikalar yürütmelidir.
Partinin, örgütü ve yönetici kadrosuyla yeni genel başkana köstek değil, destek olmak için hızlı bir değişimi gerçekleştirmesi hem demokrasimiz, hem rejimimiz, hem de hukuk devleti için her zamankinden daha fazla yaşamsallık taşımaktadır.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2010
SİYASİ kavgalar, gerginlikler, baskılar, şiddet, hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, toplumda yaratılan kutuplaşma... Bütün bunların üzerine bir de gepegenç yavrularımızı bizden koparıp götüren acımasız terör...
İşte böyle bir cadı kazanının içinde yaşamaya çalışıyoruz.
Her sabah bir başka sıkıntıyla uyanarak...
Felaketin birini yaşayıp, hemen arkasından bir yenisi yaşamaya başlayarak geçiyor günlerimiz.
İnsanların giderek daha mutsuz ve umutsuz hale geldiğini gözlemliyorum.
Bugün biraz Hindistan’ın milli ve dini lideri, Mahatma’sı (Yüce ruhu), Babu’su (Babası) şiddet karşıtı direnişçi Mahatma Gandi’nin felsefesinden söz etmek istiyorum.
Onun derslerle dolu sözlerinden örnekler vermek, biraz olsun ruhlarımızın rahatlamasını sağlayabilir diye düşünüyorum.
İngiliz emperyalizmine karşı yoksul ve umutsuz Hintlilerin simgesi haline gelen bağımsızlık hareketinin de babası olan Gandi’nin ideolojisi şuydu:
“Şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği ve dinlere saygı.”
Gandi bunu şöyle açıklıyor:
“Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, benim inancımın da son maddesidir.”
* * *
Gandi şiddet karşıtı ideolojisine bağlı kalarak uyguladığı kararlı pasif direniş yöntemiyle Hint insanının haklarını korumuş, İngiliz emperyalizmini dize getirmeyi başarmış bir bilge insandı.
Şimdi onun her biri insanlığa ders olarak kalan sözlerinden örnek verelim:
“Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahların gücünden üstündür.”
......
Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.”
......
“Sıkılmış yumrukla el sıkışamazsınız.”
......
“Toplum hayatı için bireysel özgürlük ve bağımsızlık şarttır.”
......
“İnsanları mahvedenler şunlardır: İlkesiz siyaset, vicdansız sefaat, çalışmadan zengin olmak, bilgili ama karaktersiz insanlar, insan sevgisinden yoksun bilim, özveri içermeyen ibadet.”
......
“Zayıf insanlar affetmezler. Affetmek güçlülere has bir özelliktir.”
......
“Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir.”
......
“Kendi elinizle teslim etmedikçe, kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz.”
......
“Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür. Sevginin olduğu yerde hayat vardır.”
......
“Bir insan yaptıklarının toplamıdır.”
* * *
1869’da dünyaya gelen Gandi, şiddete başvurmadan Hint toplumunun İngiliz emperyalizmine karşı verdiği direnişi yönlendirdi ve bağımsızlık hareketinin babası oldu.
Yaşamını Hint toplumunun özgürlüğüne adayan, Hintlilerin “Mahatma”sı, “Babu”su olan bu yüce insan 30 Ocak 1948’de radikal bir milliyetçinin silahından çıkan kurşunlarla yaşamını yitirdi.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2010
İSTANBUL’u yönetenler Tophane’deki olayları küçültmeye, hele hele şu nedenle veya bu nedenle önemsizleştirmeye çalışmasınlar. Olaylar vahimdir.
Beyler, arkadaşlar, pek farkında değil gibisiniz ama yaşadığımız kent 2010 Avrupa Kültür Başkenti’dir.
Bu kentte içki içiliyor bahanesiyle sanat galerileri eli sopalı insanlar tarafından basılıyor.
Camlar, çerçeveler aşağı indiriliyor, kadın, erkek dövülüyor.
Türkiye’yi yönetenler ise hâlâ işin vahametini anlamış değiller.
Yaşadığımız hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün nedeni, birilerinde kabaran, karşıtlarını yok etmeye yönelik öfkedir.
Politikacılar siyasi rantlarını yükseltmek için toplumu bölme politikalarını sürdürdükçe demokratik iklim böyle bozulur.
Estirilen sert rüzgârlar toplumu birbirine katar.
Güçlü olan, yasaları yok sayarak, karşısındakine kendi yasasını kabul ettirmek için işte böyle şiddet uygular.
Vurur, kırar, döker...
Hızını alamazsa kızdığı insanları “bertaraf” eder.
Bu hava, Avrupa’nın başkentini hoşgörüsüz, acımasız eşkıyaların kenti haline getirir.
* * *
Saldırganların kısa sürede yakalanmalarına hepimiz sevindik.
Ama savcı tarafından serbest bırakılmalarına da kahrolduk.
Kimsenin kuşkusu olmasın, bu hızlı serbest bırakılma yeni saldırıları davet eder.
Saldırganların cezalandırılması için insanların linç edilmesi mi gerekiyordu?
İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Tophane, kentin en değerli bölgelerinden biridir.
Giderek daha da değerlenecektir.
Mekânların standardı yükselecek, emlak fiyatları da artacaktır.
Bunun durdurulması olanaksızdır.
Oralarda yaşayan insanlar bundan olumsuz etkilenebilirler.
O insanların mağdur olmasını önlemek devletin görevidir.
Kimse kimseyi kandırmasın, olayın tek nedeni mahalle ile ilgili değişim değildir.
Türkiye’de yaratılan siyasi iklimin, tutuculuğu körüklemesidir.
Kimse bütün yurtta hızla yayılan bu olguyu göz ardı ederek değerlendirme yapmasın.
Mahalleli galerilere gelen sanatseverlerin sokaklarda içki içtiğini iddia ediyor.
Bu dayanaksız bir bahanedir.
* * *
Geçenlerde ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşu “Marshall Fonu”nun araştırmasında Türkiye ile ilgili ilginç, ama bizim açımızdan endişe verici bulgulara yer verildi.
Araştırmada “Türk halkının son yıllarda Batı’nın ortak değerlerini paylaşmayan bir görüntü verdiği” vurgulanıyor.
Bu nedenle de Türkiye’nin konumu için araştırmaya özel bir bölüm açılıyor.
Bölümün başlığı da şu:
“Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu?”
İktidar buna şiddetle karşı çıkıyor ama Türkiye’nin Batı’dan görünen fotoğrafı böyle bir algı yaratıyor.
Bunun en somut kanıtı da araştırmadaki “Türkiye en yakın kiminle işbirliği yapmalı” sorusunun rakamsal karşılığı.
Bu rakamlara göre “Türkiye, Ortadoğu ülkeleriyle yakın işbirliğine girmeli” diyenlerin oranı iki katına çıkıyor.
Buna karşın AB ülkeleriyle işbirliği yapmasını isteyenlerin oranı ise yarı yarıya azalıyor.
Bugün Türkiye genelinde yaşanan olaylar da bu araştırmayı doğruluyor.
En taze örnek de Tophane’deki saldırılar.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2010
1950-1960 arası Türkiye’yi on yıl süreyle yöneten Başbakan Adnan Menderes’i bugünkü nesillerin tanıması için anlatmaya devam edelim. Çok çapkın bir insandı. İktidara geldiği ilk yıl bir kokteylde o dönemin en ünlü ve güzel opera sanatçısı Soprano Ayhan Aydan’a rastladı ve anında âşık oldu.
Derhal yanına giderek ondan çok etkilendiğini söyledi ve ünlü sopranoyu kolundan tuttuğu gibi terasa çıkararak ona ilan-ı aşk etti.
Ayhan Hanım evliydi. Adnan Menderes bunu hiç önemsemedi ve onu kocasından boşattı. O sırada Adnan Bey 50, Aydan ise 25 yaşındaydı.
Genç operacı da kısa sürede bu karizmatik adamın etkisine girdi ve ona âşık oldu.
Yassıada Mahkemesi’nde tanık olarak çağrılan Aydan, Menderes’e âşık olduğunu, kendi isteğiyle ondan hamile kaldığını ancak çocuğunun ölü doğduğunu anlattı.
“Yaşadıklarımdan pişman değilim, çünkü onu hâlâ seviyorum” dedi.
Menderes’in aynı dönemde İstanbul’da da bir sevgilisi vardı. Roman yazarı Suzan Sözen. O da çok güzel bir kadındı ve İstanbul Emniyet Müdürü ile evliydi.
Başbakan İstanbul’a geldiği zaman mutlaka Sözen’in Nişantaşı’ndaki evine gider, çoğu kez orada kalırdı.
* * *
Menderes aklına koyduğunu yapan bir insandı. Milliyetçiydi. Kıbrıs’ta Rum yeraltı örgütü EOKA’ya karşı Türk yeraltı örgütü Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurdurdu ve adaya gizlice silah gönderdi.
Kıbrıs olaylarında Rumlarla çarpışan “Mücahitler” Türk Mukavemet Teşkilatı’nın yetiştirdiği milislerdi.
Menderes dönemin ünlü politikacısı Millet Partisi Lideri Osman Bölükbaşı’na oy veren memleketi Kırşehir’i haritadan silmeye karar verdi ve orayı ilçe yaptı.
Bir ili ilçe yapacak kadar kızmasının nedeni şuydu: O dönemde geçerli olan seçim sistemine göre bir ilde en çok oyu alan parti o ildeki bütün milletvekillerini çıkarmış sayılıyordu.
Menderes’in bütün baskılarına karşın Kırşehir, hemşerisi Osman Bölükbaşı’dan vazgeçmiyor, oylarını onun partisine veriyordu.
* * *
Menderes muhalefeti tümüyle silmek amacıyla Vatan Cephesi’ni kurdu. Radyolarda her gün saatlerce Vatan Cephesi’ne katılanların isimleri okunurdu. Üye olmayanların, hatta ölülerin bile isimleri okunurdu.
Suç icat edilerek politikacılar, gazeteciler, yazarlar sürekli hapse atılırdı.
Hemen her gün gazetelerin bazı bölümleri beyaz çıkardı. Son dakikada yasaklanan haber ve yazıların yerine başka haber ve yazı konamayacağı için o bölümler sayfalardan kazınırdı.
Türkiye’nin dünyadaki imajını berbat eden 6-7 Eylül olaylarında Menderes hükümetinin çok büyük ihmali vardı.
Geç alınan önlemler nedeniyle olaylar çok büyüdü ve İstanbul’daki Rumların malları mülkleri yakılıp yıkılarak yağma edildi. Türkiye bunun faturasını çok ağır ödedi.
Menderes despotizminin belki de bardağı taşıran son damlası Tahkikat Komisyonu çılgınlığı oldu.
Başbakan o kadar kontrolden çıkmıştı ki Meclis’te iktidar milletvekillerinin üye olduğu, yargının bütün yetkilerine sahip bir mahkeme kurdurdu.
Demokrasilerde ve hukuk devletinde kabul edilemeyecek olan bu olay tam bir diktatörlüktü.
Tahkikat Komisyonu bir mahkeme gibi yargılama yapıyor ve mahkûmiyet kararı veriyordu.
Menderes’in hazırlattığı yasaya göre Tahkikat Komisyonu’nun kararlarına itiraz da edilemiyordu. Kararlar kesindi.
İşte Menderes’in demokrasisi böyleydi.
O bir konuşmasında muhalefete “Allah bana idam sehpası kurmayı inşallah nasip etmez” diye tehdit savuracak kadar da çıldırmıştı.
Ne acıdır ki bu çılgınlık onun felaketi oldu.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2010
BAŞBAKAN Erdoğan birdenbire Adnan Menderes hayranı kesiliverdi, ilk kez ölüm yıldönümü anma törenine katıldı. Büyük bir duygusallık içinde şiir okudu.
Başbakan’ın bu vefası kuşkusuz güzeldi ama güzel olmayan rahmetli Menderes’i iç politikada figürü olarak kullanmasıydı. Neyse...
Başbakan’ın büyük saygı ile söz ettiği Menderes’i tanımayan genç nesillere anlatmaya çalışalım.
Menderes büyük toprakların sahibi bir ailenin çocuğuydu. Çok küçük yaşta annesi ile babasını yitirdi, onu anneannesi büyüttü.
Ailenin Ege’nin bereketli topraklarında binlerce dönüm arazileri vardı.
Amerikan Koleji’nde okuyan Adnan, 1930’da Fethi Bey’e Atatürk’ün kurdurduğu Serbest Fırka’da politikaya atıldı. Ancak bu partinin ömrü çok kısa oldu. Genç Menderes de CHP’ye girdi ve Aydın İl Başkanı oldu. Bu arada hukuku bitirdi.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2010
ÜSTAT Burhan Felek bizim meslekte “Şeyhül Muharririn”, yani “yazarların ustası” unvanıyla anılır. 1982 yılında 93 yaşında yitirdiğimiz üstat, gazeteciliğe 1909’da başlamıştı. 73 yıllık meslek yaşamı olan üstat tam 57 yıl köşe yazarlığı yapmış, bu nedenle kendisine “Şeyhül Muharririn” unvanı verilmişti.
Ben Burhan Felek’le Milliyet’e uzun yıllar beraber oldum.
Üstat sık sık yazıişlerine iner bizlerle sohbet ederdi.
Renkli bir kişiliğe sahip olan üstat ilginç anılar anlatır, espriler yapar, ortalığı kırar geçirirdi.
Gazetecilik için hiç unutmadığım değerlendirmesi şöyleydi:
“Gazeteci yamuklukları, yanlışlıkları görür. Onları yazar. Düzgün ve normal işler onun pek ilgisini çekmez. Haberi yakaladığı zaman babasının gözünün yaşına bakmaz, oturur yazar. Onun için de gazeteci pek sevimli değildir. Ne yapacaksınız mesleğin karakteri bunu gerektirir.”
Üstadın ne kadar haklı olduğunu meslekte yıllarımı tüketmeye başladığım zaman çok iyi anladım.
* * *
Gerçekten de gazeteci babasının gözünün yaşına bakmaz.
Zaten yufka yürekli bir gazetecinin habercilik yapması zordur.
Çünkü gazeteciğin şaşmaz ilkesi doğru haberi en kısa sürede okuruna iletmektir.
Haber saklamak ya da işine gelen haberi yazmak gazetecilik etiğine, mesleksel ilke ve kurallara sığmaz.
Bu haftaki Leman Dergisi’nin kapak karikatürünü görünce bunları düşündüm.
Karikatür acımasız, haşin bir eleştiri içeriyor ama şaka yollu da olsa bir gerçeği yansıtıyor.
Zaten bizim mesleğin en cesur adamları karikatüristlerdir.
Onlar makalelerini, yorumlarını çizgiyle yaparlar.
Leman’ın kapak karikatürü şöyle:
Başbakan ve yanındaki kişi basket maçını izliyor.
Oyunda mola verilmiş, sahada ponpon kızlar gösteri yapıyorlar.
Ancak gösteri yapanlar bazı maçlarda dans etmeleri engellenen kızlar değil. Onların yerine Başbakan’a yakın, onu destekleyen köşe yazarları.
Başbakan yanındaki kişiye şöyle diyor:
“Hah. Şimdi bu ponpon kızları seyrederim işte!..”
Karikatürist hem Başbakan’ı, hem de köşe yazarlarını son derece neşeli ve güler yüzlü çizmiş.
Köşe yazarları gülücükler içinde ellerindeki ponponları havaya kaldırmış coşkuyla dans ediyorlar.
* * *
Biliyorum şiddetli bir merak içindesiniz.
“Kimler var?” diye soruyorsunuz.
Merakınızı gidermek istiyorsanız Leman’ın son sayısını hemen alın.
Karikatüre bakar bakmaz ponpon dansı yapanları hemen tanıyacaksınız.
Yazının başında üstat Burhan Felek’in gazeteci tanımını yazdım.
Bu karikatürü görünce üstadın ne kadar haklı olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Gerçekten de gazetecinin işi gücü yamuklukları ve yanlışlıkları yakalamak.
Onları yazmak, onları çizmek.
Bunu yaparken de babasının bile gözünün yaşına bakmamak.
Karikatürist arkadaşımız da bunu yapmış.
Yakaladığı espriyi gerektiği gibi değerlendirmiş.
Bunlar gazeteci diye görmezden gelmemiş.
Kimsenin bu karikatüre alınmaması gerekir. Çünkü karikatürist arkadaşımız mesleğinin gereğini yerine getirmiş.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2010
HRANT Dink’in katledilişi, katillerinin yargılanma süreci, onların devlet görevlileri tarafından korunmaları bu ülkenin insanları için hem büyük bir acı, hem de büyük bir utanç oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten hemen bütün hükümetler siyasi cinayetlerin aydınlatılması, tetikçilerin ve arkalarındaki güçlerin ortaya çıkarılması konusunda büyük duyarsızlık sergiledi.
Bu bizler için daha büyük bir utançtır.
Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun, Muammer Aksoy’un, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Çetin Emeç’in, Ümit Kaftancıoğlu’nun ve daha birçok saygın gazeteci-yazar, düşün ve bilim adamının kanı yerde bırakıldı.
Çok iyi biliyorum ki Hrant Dink’in de kanı yerde kalacaktır.
Bu kahpece işlenmiş cinayetleri kimlerin tezgâhladığının ortaya çıkarılmayacağına eminim.
Bu hepimiz için daha büyük bir utanç olacaktır.
Tetikçisi yakalandı, onu yönlendirenlerin bir kısmı yakalandı ama olayı planlayanlar ve vur emrini verenlere dokunulmadı.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2010
REFERANDUM akşamı Erdoğan’ın hesaplarını yazmış, hedefinin “Başkanlık” olduğunu vurgulamıştım. Başkanlık sitemini özetlemekte yarar var.
Başbakan Erdoğan’ın ilk hesabı anayasayı değiştirip yargıyı denetimi altına almaktı.
Referandumla o başarıldı.
Şimdi sırada 2011 seçimlerinde tek başına iktidar olmak var.
Her şey bu seçimi kazanmaya bağlı.
Yazının Devamını Oku