13 Eylül 2010
REFERANDUM sonuçları beklendiği gibi çok erken belli oldu. <br><br>Halkımız anayasa değişikliklerine “Evet” dedi. Sonucu demokrasiye inanan herkes kabul etmelidir.
Artık tartışmaları bir yana bırakıp yeni, demokratik bir anayasa yapmak için bir demokratik uzlaşma ortamı yaratmalıyız.
Toplum olarak bunu başarmak zorundayız.
Tersi toplumumuz için ağır bir yıkım olur.
Önümüzdeki sürecin belirleyicisi ve sorumlusu iktidardır.
Tayyip Bey meydanlarda ve referandum gecesi yaptığı konuşmada verdiği sözlerin sorumluluğunu yerine getirmek zorundadır.
Ama Başbakan’ın büyük hedefleri var. Biraz bunu irdeleyelim.
Başbakan Erdoğan’ın Batılıların “akredite” dedikleri gazetecileri var.
Toplantılarına, gezilerine çok güvendiği bu gazetecileri çağırır.
Önemli açıklamalarını onlara yapar.
Televizyon programlarına onlarla çıkar.
Güvendiği gazetecilerden biri de Taha Akyol’dur. Onunla birkaç gün önce yaptığı söyleşide uzun zamandan beri düşündüğü önemli bir konuyu açıkladı.
Başbakan’ın patlattığı bomba şuydu:
“Başkanlık sistemi konusu üzerinde çalışılabilir, gerekirse halkoylamasına gidilebilir. Başkanlık sisteminde parlamenter sistem yok edilmiyor ki. Muhalefet hilafet getirecekler diyor. Ne alakası var. ABD kongresinin gücü belli. Başkan Kongre’den izinsiz silah alımı yapamaz.”
Bu şu demektir:
“Başkanlık sistemi geliyor.”
* * *
Erdoğan neden şu sıkışık ortamda böyle bir açıklama yaptı dersiniz.
Başbakan 2012’de Çankaya’ya çıkmaya hazırlanıyor da ondan.
Ama Çankaya’ya cumhurbaşkanı olarak değil, başkan olarak çıkmayı düşlüyor.
Tabii işler hesap ettiği gibi giderse...
Sonraki hedefi de 2017’deki başkanlık seçimine ikinci kez aday olmak ve onu da kazanıp 2022’ye kadar ülkenin başında kalmak.
İşte Taha Akyol’a yaptığı açıklama ile bu süreci başlattı Başbakan.
Hesaplarının ilk ayağı referandumdu. O tuttu. Şimdi sıra 2011 seçimlerini kazanmak ve tek başına iktidar olmak.
Eğer seçimlerde tek başına iktidar olamazsa Tayyip Bey’in hedefi gerçekleşmez.
Hesaplar tutarsa Başbakan’ın önünde uzun bir iktidar dönemi olacak demektir.
Tam 68 yaşına kadar Çankaya’da oturacak.
Kim ne derse desin çok büyük bir hedef.
* * *
Dünkü gazeteleri okurken Sabah’taki bir haber dikkatimi çekti.
Haberi okuyunca Tayyip Bey’in 2022 hedefi aklıma geldi.
Haber şöyle.
Rusya’nın Yaroslavl kentinde düzenlenen Dünya Politika Formu’nda Rusya Başbakanı Putin, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin insan ömrünü 120 seneye çıkarma çalışmaları yapan bir kurumun sponsoru olduğunu öğrenince arkadaşına takılmış:
“120 yaşımıza kadar ülkelerimizi yönetelim.”
Berlusconi de gülmüş, “İşlerimiz çok yoğun, böyle bir şey mümkün değil” demiş. Putin yaşarsa Rusya’da bu mümkün ama İtalya gibi demokrasinin yerleşmiş olduğu bir ülkede Berlusconi 120 yaşına kadar yaşasa da bu mümkün değil.
Biliyorsunuz Tayyip Bey’in en iyi iki arkadaşı Putin ile Berlusconi.
Bilmiyorum Tayyip Bey Putin’in bu şakası için ne der?
Çünkü Tayyip Bey’in iktidar hedefi 120 yaşına kadar uzanmıyor.
12 yıl sonra 68 yaşında bitiyor.
Ama hesaplar tutarsa.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2010
GÜNLERDİR hemen bütün gazete sayfalarını kaplayan AKP ilanlarından birinde halka şu soru soruluyordu: <br><br>“Üstünlerin hukuku mu?<br><br>Hukukun üstünlüğü mü?” Bu ilanda vatandaşa verilen mesaj şuydu:
“Eğer hukukun üstünlüğünden yanaysanız ‘evet’ verin.”
Bu soruya muhatap olan vatandaşa şöyle bir soru yöneltmek gerekir:
“Silivri’de geçerli olan hukukun üstünlüğü mü? Yoksa iktidarın hukuku mu?”
Yani dünyaca ünlü bilim adamı Prof. Mehmet Haberal hukukun üstünlüğü uğruna mı iki yıla yakın bir süredir hapiste?
Onun için mi suçu söylenmeden, deliller açıklanmadan demir parmaklıklar arkasında?
Onun için mi bu haksızlığa katlanmak zorunda kalıyor?
Silivri’de uygulanan iktidar hukukuna vicdanı sızlayan AKP’liler yok mu?
Başbakan Prof. Haberal, Prof. Fatih Hilmioğlu, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, yazarlar, aydınlar, askerler hukukun üstünlüğü nedeniyle yatıyor diyebilir mi?
Bir gün devran dönerse Silivri hukukunun kimleri aynı şekilde yargılayacağını tahmin etmek çok mu zor?
Onun için sağduyu sahibi insanlar “Hukuk devletiyle oynamayın, hukuku siyasallaştırmayın” diyor.
Onun için “Yapmayın, bu çok tehlikeli bir şeydir” diye uyarıyorlar.
Ama dinleyen kim?
* * *
Geçen gün Başbakan malum gazetecilerin karşısına oturup paketi savunurken HSYK’ya birinci sınıf yargıçların 10 üye seçeceğini söylüyor.
“Bu demokratik değil mi?” diye soruyordu.
Evet değil. Nedenini açıklayalım.
Seçilecek olan bu 10 üye 4 yıl görev yapacak.
Bunlar Ankara’ya yerleşecek, çocuklarını okula verecekler, düzenlerini kuracaklar. Peki 4 yıl sonra sonra ne olacak?
Nereye atanacaklar? Bu belirsiz.
Hepsi iyi bir yere atanmak, Ankara’daki düzenlerinin bozulmaması için görev yaptıkları sürede bakanın gözünün içine bakacaklar.
Bakan kendisinin sözünü dinleyeni Ankara’da bakanlıkta görevlendirecek.
Yani bu yargıç ve savcıların kaderi dört yıl sonra adalet bakanına bağlı olacak.
Bu üyelerden görevlerini yaparken bağımsız olmaları nasıl beklenebilir?
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin ise durumu daha da vahim.
17 üyenin 3’ünü Meclis, 3’ünü YÖK, 4’ünü Cumhurbaşkanı seçecek.
Etti mi 10 üye.
Bu 10 üyenin hepsinin de AKP’nin istediği isimler olacağı konusunda bir kuşku var mı?
Peki, 17 üyeden 10’unun iktidar tarafından belirlendiği bir Anayasa Mahkemesi tarafsız olabilir mi?
“Yeterli değil ama evet” diyenlerin vicdanlarına sunulur. Şimdi ben düşünüyorum da Tayyip Bey yangından mal kaçırır gibi iki araya bir dereye sıkıştırmadan şu işi yapsaydı.
Danışarak, görüşerek, tartışarak, elbirliğiyle bir demokratik anayasa hazırlansaydı.
Yepyeni anayasa referanduma gerek kalmadan Meclis’te kabul edilseydi ve millet olarak hepimiz demokratik bir anayasa yapmanın gururunu taşısaydık olmaz mıydı?
Olmazdı.
Çünkü Tayyip Bey’in istediği anayasa böyle bir anayasa değil.
O kendini garanti altına almak istiyor.
Ona böyle bir anayasa gerekiyordu. Onu da yaptı.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2010
MİLLİYET Gazetesi’nin efsane genel yönetmeni Abdi İpekçi günlük haber toplantılarında gazeteyi baştan aşağı lime lime ederdi. Bazı haberlerin çok kötü yazıldığını söyler, yazı işlerine “Bu haberi kötü yazılmış bir haber örneği olarak genç arkadaşlara gösterebilirsiniz” derdi.
Başbakan Erdoğan’la televizyon kanallarında arka arkaya yapılan söyleşileri izlerken rahmetli Abdi Bey’in bu sözlerini anımsadım.
Erdoğan’la yapılan programların da genç televizyonculara, iletişim fakültelerinin öğrencilerine kötü program örneği olarak izlettirilmesi gerekir.
Bu programları gönüllü olarak yapanlar dışındaki meslektaşlarımı eleştirmiyorum.
Onların, çalıştıkları kurumun yöneticilerinin istekleri doğrultusunda layt sorular sormak zorunda kaldıklarını çok iyi biliyorum.
Zorunlu olarak ya söyleneni yapacaklarını, ya da işlerinden olacaklarını da... Başbakan da bu rahatlık içinde istediği gibi konuştu.
Hiçbir meslektaş da Başbakan’ı gerçekleri söylemeye zorlayacak soruları soramadı.
O nedenle hemen bütün programlar al gülüm, ver gülüm şeklinde geçti.
Yandaş kanallardaki programları zaten anlatmaya gerek yok.
Orada çalışan gazeteciler birer misyoner. Hep çanak sorular sordular.
Hem AKP’liler hem de yandaşları bu programları izlemekten çok mutlu oldular.
Bu programları rahmetli Abdi İpekçi izleseydi suratını buruşturur ve şöyle derdi: “Böyle gazetecilik olmaz. Başbakan’ın böyle bir programa razı olmaması gerekir.”
* * *
Bir de kötü bir bahaneye dikkat çekmek istiyorum.
Bazı gazeteciler ile eski solcular vicdanlarını rahatlatabilmek için şöyle diyorlar:
“Yeterli değil ama evet.”
İsmet Paşa olsa “Hadi canım sen de” derdi.
Bana göre “Yeterli değil ama evet” demek riyakarlıktır.
Böyle bir mazerete sığınmak kendi kendini kandırmaktır.
Onlar da biliyor ki, bu paket sadece iki madde için hazırlandı.
Bunca çaba, mitingler, gerginlik, harcanan milyonlar hep bu iki madde içindi.
Tayyip Bey’in iki amacı var:
Birincisi iktidarın önündeki Anayasa Mahkemesi frenini ortadan kaldırmak. Böylece istediği yasayı çıkarmak.
İkincisi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu kendi emri altına alarak yargıya istediği savcı ve yargıçları yerleştirmek.
Bütün yargıyı özel yetkili mahkemelere benzetmek.
* * *
Ya geriye kalan maddeler diyeceksiniz? Onlar işin süsü.
Göreceksiniz eğer “Evet” çıkar da değişiklikler kabul edilirse AKP o maddeleri anımsamayacak bile.
Ve o allı pullu maddelerin tümü kâğıt üzerinde kalacak.
Aslında demokratik ülkelerin anayasalarında bu tip maddeler yazılmaz bile.
Zaten bizim yasalarımızda da bunların birçoğu güvence altına alınmış.
Başbakan’a göre bu değişiklikler kabul edilirse demokrasinin önündeki bütün engeller kalkacakmış.
Hangi demokrasinin?
Engizisyon mahkemelerine döndürülen Silivri yargılamaları hangi hukuk devletinde var?
Hangi hukuk devletinde muhalif bilim adamları, gazeteciler, yazarlar, çizerler, aydınlar böyle eften püften nedenlerle hapislere tıkılıyor?
İnsanlar suçları açıklanmadan, deliller ortaya konmadan aylarca yatırılıyor?
Böyle bir demokratik ülke var mı?
Bu anayasa paketi kabul edilirse Silivri’ler yurdun her tarafına yayılacak.
Bunun ne demek olduğunu o zaman “Evet” diyenler de anlayacak.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2010
REFERANDUMDA “hayır” çıkarsa bu sonuç hem ülke, hem demokrasi, hem de AKP için “hayır”lı olacak. Çünkü Türkiye normalleşecek.
Ülkemiz Başbakan’ın iki dudağı arasına sıkışıp kalmış bir ülke olmaktan kurtulacak.
İktidar partisi kampanyasında halka gerçekleri anlatmadı.
Bugüne kadar Türkiye tarihinde görülmemiş yoğunlukta baskıcı bir kampanya yürüttü.
Kişilere, kurum ve kuruluşlara demokrasiyi hiçe sayan bir tutumla şantaj yapıldı, tehditler yağdırıldı.
İnsanlar korkudan “Oyum hayır” diyemeyecek hale getirildi.
Bir de toplumun tanıdığı malum insanların yarattığı hazin bir tablo var. Kimi bilmeden, anlamadan, olacakların farkına varmadan iktidara yaranmak için “Evet” diye dolanıyorlar ortada.
Kimi kimliğini, çizgisini, kişiliğini, onurunu yok ederek “Evet” diyeceğini açıklıyor.
Ne yazık ki bazı insanlar çıkarları uğruna ülke sevgisini, demokrasiyi silip bir kenara atıyorlar.
“Evet”in bu ülkeye büyük zarar vereceğini görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
¡ ¡ ¡
Türkiye öyle anormal bir süreçten geçiyor ki bazı insanlar şirazesinden çıkıyor.
Örneğin Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu...
Bakın DİSK eski genel başkanı sendikacı Rıdvan Budak, Salim Uslu’yu nasıl tanımlıyor.
“Her devrim sendikacısıdır. Hangi iktidar gelirse onun yanında yer alır. Örneğin bugün Başbakan’ın çok kızdığı eski bakanlardan Mehmet Moğoltay’ı Çalışma Bakanlığı zamanında Hak-iş kongresinde dakikalarca alkışlatmıştır.
Salim Uslu buna rağmen efendi, terbiyeli bir insandı. Ama iktidara yakın olmak onu şaşırtmış olmalı. TOBB’a, Türk-İş’e, DİSK’e, TESK’e, TİSK’e, TÜSİAD’a ‘Bunlar sivil toplum kuruluşu değil, sivil toplum konsomatrisidir’ diyecek kadar kendini kaybetmiştir.”
İktidar anayasa değişiklik paketine bir işçinin iki sendikaya birden üye olmasını getiriyor ve bunu demokrasinin bir kazanımı olarak yutturuyor.
“Evet” vereceğim diyenler bunu hiç düşündüler mi?
Bu madde yürürlüğe girdiği zaman ne Türk-İş kalacak, ne de DİSK.
Bütün işçiler yandaş sarı sendikalara geçirilecek.
Yani yargı gibi, sendikalar da iktidara bağlanacak.
İşte değişiklik paketi böyle bir demokrasi getiriyor.
KPSS, YGS rezaleti
? ÖNCE KPSS, sonra YGS sorularının sızdırıldığı belirlendi.
18-19 Eylül’deki TUS ile 26 Eylül’deki yeni KPSS ertelendi.
Diğerlerinin ne olacağını kimse bilmiyor. Binlerce, on binlerce memur adayı, doktor, öğrenci ile aileleri tedirgin.
Ama bu vahim gelişmeler ne hükümetin, ne Milli Eğitim Bakanı’nın ne de anlı şanlı YÖK Başkanı’nın umurunda.
Cindoruk’un
Davutoğlu
tanımlaması
? GEÇEN akşam Cem TV’de DP Genel Başkanı Cindoruk her zamanki mizahi bakışıyla Davutoğlu’nun dış politikasını şöyle değerlendirdi:
“Elinde bir çanta dolaşıp duruyor. Oraya buraya gidip arabuluculuk istiyor musunuz diye soruyor.
Adam sanki tamirci...”
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2010
GEÇTİĞİMİZ hafta Washington’da önemli bir zirve toplandı. Zirve, Filistin-İsrail barış görüşmelerinin yeniden başlamasını amaçlıyordu.
Ancak televizyonlardaki görüntüler beni ve sanıyorum benim gibi pek çok insanı şaşırttı.
Zirveyi düzenleyen Amerika Birleşik Devletleri’ydi.
Taraflar Filistin ile İsrail’di.
Masada arabulucu olarak da Mısır ile Ürdün yer alıyordu.
AKP hükümetinin ağzından düşürmediği “Bölgenin parlayan yıldızı Türkiye” ne yazık ki zirveye alınmadı.
Halkımıza her fırsatta Ortadoğu fatihi olarak sunulan Başbakan Erdoğan’a gözlemci sıfatı bile çok görülmüştü.
Neden?
Birincisi Davos’taki “One minute” tiradı.
İkincisi de Hamas ve İran yandaşlığı...
AKP, Dışişleri’ni dışlayarak kendi kafasına göre oluşturduğu Ortadoğu politikaları ile bölgedeki radikal unsurların avukatı oldu.
Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e dönük hakarete varan söylemleri Batı’da tepki gördü. Terör yanlısı Hamas’a ve uranyum zenginleştirmesi ile dünyayla inatlaşan İran’a kol kanat germesi, bölgenin öteki ülkeleri tarafından da hoş karşılanmıyor.
Ortadoğu halkının Erdoğan hayranlığı Türkiye’nin uluslararası ağırlığına olumlu bir destek kazandırmıyor.
Sonuç: Erdoğan Filistin-İsrail görüşmelerinde devre dışı kaldı.
¡ ¡ ¡
İç politikaya gelirsek, orada da tutarsızlıklar diz boyu...
Taze bir örnek verelim.
Diyarbakır mitinginden bir gün önce Başbakan şöyle diyordu:
“Biz Tekirdağ’da ne söylüyorsak, Ağrı’da da aynı şeyleri söylüyoruz. Bizden orada başka, burada başka bir söylem kimse beklemesin.”
Ancak Başbakan’ın Diyarbakır’da yaptığı konuşma ile bir gün sonra Mersin’de söyledikleri daha önceki söylemlerini yalanladı.
Çünkü Diyarbakır’da ne “Tek bayraktan, ne tek milletten, ne de PKK’dan” söz etti.
Ama Mersin’de Diyarbakır’da dokunmadığı konuları yine hançeresini patlatırcasına söyledi.
Bir önemli konuyu da anımsatmakta yarar var.
Çünkü Menderes’in dediği gibi: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür - İnsan belleği unutma hastalığına sahiptir.”
Başbakan’ın kürsülerden günlerce halka anlattığı açılımlar ne oldu?
Kürt açılımı, Roman açılımı, Alevi açılımı, Ermeni açılımı unutuldu gitti.
Halkımız biraz bunları anımsasa referandumda oyunu daha bir duyarlılıkla kullanır.
¡ ¡ ¡
Yine geçtiğimiz günlerde Başbakan katıldığı iftar yemeklerinden birinde ülkenin başbakanı olarak yargıyı şöyle eleştirdi:
“İnanın ayaklarımızda pranga var. Türkiye’de parlamentonun da, yürütmenin de üzerinde bir yargı gücü var. Seni engelliyor. Ben bugün vali ataması yapamıyorum. Beni engelliyor, atadığım valiyi geri iade ediyor.”
Başbakan vali atayamıyorum diyor ama maşallah valiler AKP’nin il başkanları gibi çalışıyorlar.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Kadir Özbek, Erdoğan’ın bu sözlerine şöyle yanıt verdi:
“Başbakan’ın dediği pranga değil hukuk devleti.”
Evet, Başbakan hukuk devletini bir pranga olarak görüyor.
Yani hukuk devletini istemiyor ve kendi denetimi altına sokmak istiyor.
Onun için anayasaya paketine tuzak maddeler yerleştirdiler.
Durmadan 12 Eylül’den hesap sormak için “Evet” deyin diye halka çağrıda bulunuyor.
Ama hukukçular 12 Eylül’ü yapanların dava ve ceza zamanaşımına geçtikleri için hiçbir şekilde yargılanamayacağını açıklıyor.
Böylece Başbakan’ın “Evet” gerekçeleri gerçeklerle bağdaşmıyor.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2010
GALİBA Tarkan da Fazıl Say gibi hükümetle papaz oldu. <br><br>Fazıl Say’ın suçu hükümeti eleştirmek... Laik, demokratik cumhuriyetten, Atatürk ilke ve devrimlerinden, aydınlanmadan, çağdaşlıktan yana olmak...
Tarkan’ın ise bu kadar büyük suçları da yok.
Onunki baraj suları altında kalacak olan İzmir Bergama’daki Allianoi Antik Kenti’ni korumak için yürütülen “Allianoi yok olmasın” kampanyasına destek vermek.
Hepsi bu.
Fazıl Say’a yapılanları az çok biliyorsunuz.
Hükümet yandaşları onu hakaret bombardımanına tuttular.
Birtakım televizyoncular arabeskçileri ekrana çıkarıp ona saldırttılar.
Yandaş basın günlerce iftiralarla dolu linç kampanyaları düzenledi.
Dünyanın en ünlü piyanist ve bestekârlarından biri olan sanatçıyı Türkiye’den kovmaya kadar işi götürdüler.
Hakaret dolu yüzlerce makale yazıldı.
Yetmedi.
Fazıl Say’ı bir kez bile dinlememiş olan, onun dünyanın sayılı piyanist ve yorumcularından biri olduğunu bilmeyen ama kendilerini sanatçı sananlar da hükümete yaranmak için ona hakaretler yağdırdılar.
* * *
AKP iktidarı belli ki Tarkan’a da Fazıl Say gibi kızdı.
Artık onun da önüne bir sürü engeller konacak.
Fazıl kadar olmasa da ona da saldırılar olacak.
Ancak Tarkan açısından sevinilecek bir gelişme oldu.
Bazı “evet”çi şarkıcılar nasıl olduysa ona arka çıktılar.
Bunu nasıl yaptılar anlayamadım.
Hükümeti kızdırabileceklerini düşünmediler mi?
Çünkü Çevre Bakanı’nın yerden yere vurduğu Tarkan’a arka çıkmak, hükümetin kanatları altına sığınan insanlar için çok tehlikelidir.
Çevre Bakanı Veysel Bey yarın kalkıp onlara da Tarkan’a söylediklerini söyleyebilir.
“Bilmediğiniz konuya burnunuzu sokmayın” diyebilir.
Biliyorsunuz Veysel Bey profesördür.
Eğer bu sanatçılar duruşlarını yine de sürdürme cesareti gösterirlerse haberleri olsun burunları sürtülebilir.
* * *
AKP iktidarı sanatı sevmiyor ki sanatçıları sevsin, onlara hoşgörü ile yaklaşsın.
Oysa Fazıl Say dünyanın 5 kıtasında yılda 100-110 konser veren bir sanatçı.
Hem de bu konserlerini dünyanın en ünlü şefleri yönetiyor, ona dünyanın en ünlü orkestraları eşlik ediyor.
Müzik eleştirmenlerine göre o çağının en iyi yorumcularından biri.
Dünyanın her yerinde verdiği konserlerin biletleri iki üç ay öncesinde satılıp bitiyor.
Başbakan ve bakanlara Fazıl Say’ın yurtdışında verdiği konserlerden birini izlemelerini öneririm.
O zaman onun değerini ve önemini anlarlar.
Tarkan’a gelince...
Acaba Profesör Veysel Eroğlu, Tarkan’ın dünyanın birçok ülkesinde tanınan, şarkıları dinlenen bir sanatçı olduğunu biliyor mu?
Böyle bir sanatçının çevre sorunlarına duyarlılık göstermesine Çevre Bakanı’nın bu kadar sert bir üslupla karşılık vermesi hiç yakışır mı?
Sanatçıların konumları gereği toplumu yönlendirmek ve insanlara örnek olmak gibi bir görevleri vardır.
İktidarlar bilmelidirler ki, kendilerine ancak ülke ve toplumun yararı için taraf olan ve dik durabilen sanatçılar doğru yolu gösterebilir.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2010
FUTBOLDA ve basketbolda bazı takımlar zaman zaman bu taktiği uygularlar. <br><br>Amaç, rakip takımın oyununu bozmak, istediği futbolu sergilemesine engel olmaktır. “Tam saha pres”i kusursuz uygulamayı başaran takımlar çoğu zaman olumlu sonuç alırlar.
Bugün Türkiye’de yürütülen referandum kampanyasında iktidar partisi de aynı taktiği uyguluyor.
Hem de eşitliği bozacak yoğunlukta...
Muhalefet partileri ile “Hayır” diyecek seçmene nefes aldırmıyorlar.
İktidar partisi “tam saha pres”i hemen bütün alanlarda yapıyor.
Kentler, ilçeler ve bütün sokaklar dev “Evet” afişleriyle dolu.
“Hayır” afişlerinin asılması çeşitli gerekçelerle engelleniyor.
Hemen tüm gazetelerde iktidar partisinin çarşaf çarşaf tam sayfa “Evet” ilanları insanların gözüne sokuluyor.
Meslek kuruluşları, odalar, sivil toplum örgütleri, sendikalar, dernek ve vakıflar “Oyumuz evet” açıklaması için iktidar tarafından zorlanıyor.
Başbakan tarafsız kalmaya dikkat eden kurum ve kuruluşlara “Bitaraf olan bertaraf olur” diye tehditler yağdırıyor.
Bununla da kalmıyor “Şimdi susarsanız, yarın bize geldiğiniz zaman biz de susarız” diye işi şantaja kadar götürüyor.
* * *
Bunların dışında, devlet radyo ve televizyonlarında kampanya eşit olarak yansıtılmıyor.
Halkın vergileriyle ayakta duran devlet radyo ve televizyonları hükümet organı gibi yayın yapıyor.
Bu nedenle Yüksek Seçim Kurulu TRT’yi uyarmak zorunda kalıyor.
İktidar partisi büyük paralar harcarken, öteki partiler ciddi şekilde zorlanıyor.
İktidar partisine para yağdıran çevreler, muhalefete selam vermeye bile korkuyor.
Bu da kampanyanın dengesini iktidar partisi lehine bozuyor.
Referandum kampanyasında bırakın eşitliği iktidar partisinin tam saha presi toplumu bunaltıyor.
Demokratik toplumlardaki referandum kampanyalarında görülmeyen bu durum, Türkiye’de yaşanıyor.
* * *
Demokratik ülkelerde referandum kampanyaları Türkiye’deki gibi olmaz.
Buna hem yasalar, hem toplum, hem de ilke ve kurallar izin vermez.
O ülkelerde olumlu oy kullanacak olanlarla, olumsuz oy verecekler kararlarını özgürce belirlerler.
Kimse kimseye baskı yapamaz.
Hele hele iktidar partisi Türkiye’deki gibi “tam saha pres” uygulayamaz.
Zaten uygulamak da kimsenin aklına gelmez.
İnsanların kanaatlerinin oluşması için özgür bir ortam titizlikle yaratılır.
Toplum bizdeki gibi kesinlikle tek taraflı propaganda bombardımanına tutulmaz.
Demokratik ülkelerde bu sorumluluk hükümete aittir.
Türkiye’de ise bunun tam tersi yaşanır.
Bugün insanlar iradelerini bile özgürce açıklayamayacak noktaya getirilmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında sürdürülen kampanya demokratik değildir.
Değildir çünkü hükümet “Evet” oylarının sandıktan çıkması için her türlü silahı kullanıyor.
İktidar, devletin bütün gücünü sandıktan “Evet” çıkması için seferber edebiliyor.
Bu nedenle sürdürülen kampanya, 2011 seçimlerinin demokratik bir ortamda yapılacağına olan inancı da giderek zayıflatıyor.
Dürüst, özgür, tarafsız bir seçim olacağına dair endişeler ise giderek artıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
ÇAĞIMIZIN astığı astık, kestiği kestik liderlerinden biri Hugo Chavez. <br><br>Zengin petrol yataklarına sahip Güney Amerika ülkesi Venezüella’nın devlet başkanı. Ülkesini demir yumrukla yönetiyor, hukuk mukuk tanımıyor.
1954 yılında dünyaya yoksul bir ailenin çocuğu olarak gelen Chavez, ülkesindeki yoksulluğa isyan ederek, 1992 yılında arkadaşlarıyla birlikte Devlet Başkanı Carlos Perez’e karşı bir darbe girişiminde bulundu.
Başarısız oldu ve cezaevine girdi. Ancak Perez azledilince serbest bırakıldı.
Yoksullar için bu yaptıkları onu halk kahramanı haline getirdi.
1997 yılında Beşinci Cumhuriyet Hareketi adı altında bir parti kurarak siyasete soyundu ve hemen büyük bir kampanya başlattı.
Halk onu bağrına bastı. 1998 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde oyların % 56’sını alarak seçimin ilk turunda devlet başkanlığını kazandı.
Halkın kahramanı artık yoksul halkın tek umuduydu.
Başlangıçta Chavez’in antiemperyalist çıkışları, neoliberal politikalara karşı sert eleştirileri, Üçüncü Dünya ülkelerinin haklarını savunması, Amerika’nın hegemonyacı politikalarına kafa tutması bütün dünyada sempatiyle karşılandı.
* * *
İsrail’in Filistin halkına karşı orantısız güç kullanmasına karşı sert eleştirileri Chavez’e İslam âleminde de büyük saygınlık ve sevgi kazandırdı.
Yola demokrat, adil, haksever, yoksulluğa karşı savaş veren bir lider olarak çıkan Chavez, zamanla kendisini kahraman yapan bu özelliklerinden uzaklaştı.
Ülkesindeki muhaliflere karşı giderek daha hoşgörüsüz davranmaya başladı.
Kendisini eleştiren bütün muhalif kanatlara karşı savaş açtı.
Onları susturmak için elindeki her türlü gücü kullanmaktan çekinmiyordu.
Önce muhalif medyanın üzerine çullandı.
Yayınlarından hoşlanmadığı televizyonları ve gazeteleri kapattı.
Muhalif politikacıları içeri tıktı.
Yargıyı kendi kontrolüne almak için savcı ve yargıçlar atadı.
Bütün bu antidemokratik uygulamalarını “Tam olarak katılımcı ve vatandaş önderliğinde bir demokrasi” kurma amacıyla yaptığı söylüyordu.
Oysa Chavez çoktaaaan diktatör olmuştu.
* * *
Geçtiğimiz günlerde son numarasını da yaptı.
Kadın yargıç Maria Lourdes Afiuni’yi beğenmediği bir karara imza attı diye tutuklattırarak cezaevine kapattı.
47 yaşındaki Afiuni, Chavez’i neden çılgına çevirmişti?
Olay şöyle gelişti.
Eligio Cedeno adlı Chavez’e muhalif bir işadamı 3 yıl önce kaçakçılık suçundan tutuklandı.
3 yıl içerde yargılanmadan yatan işadamının dosyası 12 temmuzda yargıç Afiuni’nin önüne geldi.
Kadın yargıç, dosyada işadamının tutuklu kalmasını gerektirecek hiçbir suç unsuru olamadığını gördü ve büyük bir yüreklilikle tahliye kararı verdi.
Çılgına dönen Chavez, yarım saat içinde kendisine sadık savcı ve hâkimleri harekete geçirerek Afiuni’yi “yetkisini kötüye kullandı” gerekçesiyle tutuklattı.
Afiuni, kendi verdiği kararlarla hapse giren en azılı kadın mahkûmların bulunduğu cezaevine kapatıldı. Mahkûmlar Afiuni’yi yakarak öldürmeye kalktılar.
Kadın yargıç şimdi yaz sonunda başlayacak yargılamayı bekliyor.
İşte Chavez demokrasisi böyle.
Allah’tan Chavez bize çok çok uzak.
Bilmiyorum, belki de çok yakın.
Yazının Devamını Oku