Tolga Tanış

Bu devirde kimse siyaseten doğru kalamaz

22 Şubat 2009
New York Post’un bastığı o maymun karikatürü, Amerika’daki dönüşümün çok güzel bir özeti. Herkes ırkçılık mı hortladı diye sabahlara kadar tartışıyor ama başka bir yanı var aslında bu karikatürün. Uzun süredir kendini belli eden, krizin tetiklediği bir sosyal boşalma. Cumhuriyetçi bir tabloid gazetenin Demokrat Başkan’a karşı yürüttüğü ırkçılık tavrı değil sadece.

Hafta içi Türkiye’nin eski Merkez Bankası yöneticilerinden biriyle ekonomik krizi konuşuyorduk. İş dönüp dolaşıp sokağa geldi. "Bu para politikaları hızlı değişir ama sosyal değişimi ben daha derin hissediyorum" dedi. "Kötü yönde bir değişim yaşanıyor Amerika’da."

Ayrımcılık, Amerika’da en yapamayacağınız şey diye bilinirdi. Birini maymuna benzetebilirsiniz örneğin. Tıpkı yıllarca Bush’a yaptıkları gibi. Ama gider siyah birini maymuna benzetirseniz, siyah ayrımcılığı yapmış olursunuz ve başınızı belaya sokarsınız. Ya da çok para kazanan bir Wall Street yöneticisine kızabilirsiniz. Ama adamın Yahudi olduğunu araya sıkıştırırsanız, altından kalkamazsınız.

New York Post’un karikatürü, içinde Obama var diye bu kadar gürültü kopardı ama uzun süredir bir sürü benzer olay yaşanıyor Amerika’da. Şimdi ayrımcılığa uğradık diyen siyahlar New Orleans’ta inşaatta çalışan Hispaniklere (Güney Amerika göçmenleri) saldırıyorlar mesela.

Geçen ay New York Times gazetesinde, Cumhuriyetçi Parti yanlısı William Kristol, Obama ekibinin hepsine açık açık "köpek" dedi. 2 hafta sonra gazeteden ayrıldığı açıklandı ama yazı hálá arşivde duruyor. New York’un aylardır süren Madoff skandalı yüzünden ise kentteki hahamlar sık sık toplanıp oluşan antisemitizmi nasıl önleyeceklerini düşünüyorlar. Bernard Madoff bir Yahudi de ondan.

Başka bir çözülme var Amerika’da. "Politicaly correct" dedikleri siyaseten doğruculuğun sona erdiği, kimsenin "Ayrımcılık yapıyorsun" lafına aldırmadığı başka bir dönem.

En agresif örgütün sırrı

Sosyal normlar değişiyor dedim ama Amerika’da hálá tek bir konuda yutkunmadan konuşamazsınız: Hayvan hakları.

Hafta içi 5. Cadde’de Armani’nin mağaza açılışı vardı. Kentteki Moda Haftası’na denk getirmişler açılışı ve Belediye Başkanı Michael Bloomberg’den film yıldızlarına herkesi çağırmışlar. Ama bütün o şaşaaya rağmen herkes binaya ufak bir şok yaşayıp öyle giriyordu. Kürk satıyor diye uzun süredir Armani’yi protesto eden hayvan hakları örgütü PETA gelmişti çünkü. 20 kişilik tavşan kostümlü gösterici grubu içeri giren herkese bağırdı.

Aynı sahnenin daha ağırını geçen kasım Şükran Günü’nde de yaşadım ben. Sabahın saat 5’inde indirimli ürün kapmak için Macy’s mağazasına akın eden binlerce New York’luyu, o gün dışarıda önce PETA’cılar karşıladı. Sokağın ortasına dev bir ekran kurmuşlar, içeri girenlere derisi canlı canlı yüzülen hayvanların can çekişmesini izlettirdiler.

30 yıl önce kurulan ve 2 milyon üyesiyle bugün Hindistan’a kadar yayılmış PETA’nın durumu şu açıdan ilginç. Hayvan hakları için çalışıyorlar ve bunu yaparken hiçbir şekilde siyaseten doğru olma kaygısı taşımıyorlar.

5 yıl önce tavuk çiftliklerini Yahudi toplama kamplarına benzettiler örneğin. Tavuk eti üretiminin Yahudi soykırımından farksız olduğunu savundular. Kıyamet koptu, yine de bir gıdım geri gitmediler. İsrail’e saldırırken eşekleri kullandığı için Yaser Arafat’a da mektup göndermişlerdi. "Orada insanlar ölüyor, sizin eşeklerle ne ilginiz var" diyenlere ise aynen şunu söylediler: "Biz insanların işine karışmayız, hayvanları savaşa bulaştırmasınlar yeter."

Tek bir amaç için çalışan, onun dışında dikkatini dağıtmayan bir örgüt PETA. Bunu yaparken de sonuna kadar provokatif ve olabildiğince agresif.

Başarılarının sırrı, galiba o gün Armani’nin önündeki eylemcilerin de dile getirdiği prensip: "İşinize sakın hayvanları karıştırmayın, biz başka bir şey istemiyoruz." Enerjilerini bölmüyorlar.

Nate Silver’ın Oscar tahminleri

Başkanlık seçimlerinden beri Amerikalıların her olayda ağzının içine baktığı, Nate Silver adında 31 yaşında bir istatistikçi var. Bir beyzbol istatistikçisi aslında ama ön seçimden itibaren Obama’nın aldığı oy oranlarını öyle iyi tahmin etti ki, FiveThirtyEight.com sitesinde politik tahminler yapmaya başladı. Şimdi herkes Silver’ın Oscar tahminlerini konuşuyor. O yüzden Hürriyet Pazar’ın her yıl yaptığı eleştirmen anketine, ben de Nate Silver’ın yüzdelikli Oscar tahminlerini ekleyeyim dedim.

Film: Milyoner (yüzde 99) Yönetmen: Danny Boyle, Milyoner (yüzde 99.7) Kadın Oyuncu: Kate Winslet, Okuyucu (yüzde 68)

Erkek Oyuncu: Mickey Rourke, The Wrestler (yüzde 71) Yardımcı Kadın: Taraji P. Henson, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi (yüzde 51) Yardımcı Erkek: Heath Ledger, Kara Şövalye (yüzde 86)
Yazının Devamını Oku

175 dolarlık mönüye niye hücum ediyorlar

15 Şubat 2009
Amerika’daki reklam piyasasıyla ilgili bir analiz okumuştum. Krizde şirketler reklam harcamalarını kısmış, izleyici oranları önceki yıla göre yüzde 10 düşmüş olsa da, televizyonların reklam gelirleri artmış. Çünkü medya ajansları azalan bütçelerini en garanti yere yatırmak istemişler. En risksiz mecra olarak da televizyonları görmüşler. Hafta içi gittiğim Daniel’de o raporu hatırladım. Krizde sadece reklamcıların değil, herkesin düsturu aynı. Herkes sağlamcı.
Daniel, New York’un en iyi 5 restoranından biri. Upper East Side’da 90 yıllık bir binanın alt katında, Daniel Boulud’nün kurduğu bir Fransız lokantası. Jean Georges, Per Se ve Le Bernardin üçlüsünden sonra geliyor ama Daniel üçünden de daha New Yorklu. Çünkü turistlerden çok New Yorkluların gittiği, kentteki zenginlerin en çok randevu aldığı yer burası.
Boulud ile buluştuğumuzda, Sevgililer Günü’nden önce bahsetmek istemediler. Çünkü 25 masalık salonları için o güne tam 500 kişilik rezervasyon almışlar. Fabrika zannetmesin bizi kimse, dedi bir yönetici.
Krizde herkes sağlamcı davranıyor derken, tam da bunu söylemek istemiştim işte. Şarap hariç kişi başı 175 dolarlık mönüsü olan Daniel aynı gün 500 kişi çekerken, yeni açılmış ya da orta karar idare eden fakat adı New York Times’da hiç çıkmamış yerler sürünüyor. Sokakta yürürken artık adım başı bir kiralık dükkan ilanı görüyorsunuz ve çoğu da, bu restoranlardan o ince çizgiyi geçmeyi başaramamış olanlara ait oluyor. Şimdiye kadar becerememişse, krizde yok oluyor.
İki hafta önce bir cuma akşamı kentin en ünlü şeflerinden Mario Batali’nin Village’daki İtalyan lokantası Babbo’ya gitmek istedik. Öğlen aradığımda, rezervasyonlar doldu, akşam gelip şansınızı deneyin, dediler. Gittiğimizde tek bir boş sandalye yoktu.
Chelsea’de kentin en iyi paellasını yapan yer diye adını duyurmayı başarmış, Socarrat diye ufak bir tapas bar var. Ortasında ince uzun bir masa duruyor sadece, dizilip omuz omuza yiyorsunuz. Rezervasyon kabul etmedikleri için bir akşam saat 7’de gittik, tam iki buçuk saat sonra oturabildik. Halbuki istesek hemen köşedeki Yunan lokantasında ya da bir üstteki lazanyacıda hiç beklemezdik. İkisi de bomboştu.
Anlayacağınız, New York’ta bu aralar herkes o sağlamcı reklam ajanslarından farksız. Bildiği ya da duyduğu restorandan da pek şaşmıyor. Az çıkıyor, çıktığında da maceraya atılmıyor.
Martha Stewart’ın şovuna çıkıp yemek tarifi veren şefler daha rahatlar. Kriz, yenileri vurdu. Yenileri ve eski olup da vasat kalanları... Bütün sektörlerdeki gibi.

RESTORANLARIN KRİZ GÜNLÜĞÜ

? Rezervasyonlar azaldı. Restoran müşterilerinin çoğu, sokakta yürürken içeri girenler.
? Müşteri sayısında çok büyük dengesizlik yaşanıyor. Bir akşam ağzına kadar dolu olan restoran, bir hafta sonra aynı gün sinek avlıyor.
? 11 Eylül’den sonra insanlar nasıl Manhattan’dan kaçtıysa şimdi de öyle. Bazıları Brooklyn’de yiyor. Ama bu sefer güvenlik korkusundan değil, orası daha ucuz diye.
? Daha önce başarısızlık yaşamış ama hâlâ parası olanlar, son bir deneme yapıyor. Robert De Niro, bir türlü tutturamadığı restoranı Ago’ya krizin ortasında yeni şef transfer etti.
? İyi olan şu: Hizmet kalitesi arttı, çoğu mekan fiyatlarını düşürdü. New York Times’dan Frank Bruni de yazmış 2 hafta önce. Nereye gitsem kucaklandığımı hissediyorum, diyor.

Daniel sabah 11’den gece 2’ye kadar mesaide

Daniel’in ünlü tatlısı Mascarpone’lu çikolatalı brownie. Şef Daniel Boulud ile konuştuğumuz gün, restoranın pasta şefi Dominique Ansel’in Amerika’nın en iyi 10 pasta şefinden biri seçildiği haberi geldi.

Daniel, Daniel Boulud’nun sahip olduğu tek yer değil. Kurduğu Dinex Grubu, Pekin’e kadar dünya genelinde 9 restorana sahip. Patron ama her sabah 11’de üst katında oturduğu Daniel’e inip gece 2’lere kadar çalışıyor. Ben akşam gittiğimde, mutfağının içindeki stadyum localarına benzeyen bölmesinden aşağı izliyor ve kriz toplantısı yapıyordu.
Çalışanların üçte biri Fransız. Daha önce yanında çalışmış Latin kökenlilerin ayrımcılık yapıyor diye Daniel’i mahkemeye verdiğini okumuştum. Sorunca, herkes burada eşit, Fransızların avantajı yok dediler.
Daniel yeni dekorasyonuyla da çok gündeme geldi ama Rönesans figürlerine Rauschenberg kolajları ekledikleri konsept biraz tedirgin etmiş Boulud’yü. New Yorkluların nasıl karşılayacaklarını merak etmişler ama “İlk tepkiler iyi” diyorlar.
Kriz yüzünden Ocak cirosu geçen seneye göre yüzde 5 düşmüş. Ancak yılbaşı öncesi o kadar çok iş olmuş ki, farkı tolere edebiliyorlar. Yöneticilerden biri “Noel’de Aspen’e (kayak merkezi) gitmek yerine New York’ta kalanlar sayesinde işlerimiz arttı” dedi.
Mutfaklarındaki hiyerarşi, klasik (Fransız) organizasyona uygun. Tepede bir executive şef, altında sous-chef, sonra sosçu, balıkçı, sebzeci, öyle gidiyor... 9 restoranda 1000 kişilik kadroları var ve şimdiye kadar hiç kimseyi işten çıkarmamışlar. “Tek amacımız yerimizi korumak, kâr etmeyi geçtik, ufalmayalım yeter” diyorlar.
Özel partiler azalınca hafta içi 17.30-18.30 arasına ucuz mönü eklemişler. Ayrıca yeni dekorasyonun tanıtımı için halkla ilişkiler atağı başlatmışlar. Dişlerini sıkmış 2009’un bitmesini bekliyorlar. Halbuki daha yeni başladı.

Kendi restoran parkurunuzu yaratın

İki kişi 500 dolar verebilecekseniz Daniel’i deneyin elbette. Per Se, Le Bernardin, Jean Georges hepsi üç aşağı beş yukarı aynı. Ama vaktiniz bol, paranız kısıtlıysa New York’ta yapılacak en iyi iş, yürüye yürüye keşfetmek. 16 bin 700 yeme içme mekanı var Manhattan’da. Önemli olan parkuru belirlemek. Mesela bir gün 8. Cadde tarafından West Fourth’a girip solda Waverly, sağda Bleecker, zikzaklar çize çize aşağı inerseniz, her gün deneyecek güzel restoranlar bulursunuz. The Spotted Pig, Tartine, Mary’s Fish Camp, Extra Virgin derken kendi rehberinizi yaratabilirsiniz. Bu sadece bir bölge. Aynı şeyi yukarıda Harlem’den aşağıda Battery Park’a kadar her mahallede yapmak mümkün. Geçenlerde bir araştırma yayınlandı. Manhattan’da herkes dışarı çıktığında vaktini yine kendi mahallesinde geçiriyormuş. Her semtte iyi yerler var çünkü. İhtiyacınız olan, biraz Zagat biraz şans...
Yazının Devamını Oku

Nedir bu New York’taki Yahudi lobisi

8 Şubat 2009
Tayyip Erdoğan 2004 başında New York’a geldiğinde, HSBC binasında onuruna bir öğlen yemeği verilmişti. Kentin işadamları, politikacıları, güç simsarları, toplam 500 kişi katıldı yemeğe. İşte Amerikan Yahudi Kongresi adına düzenlenen ve Başbakan’a bir ödül de verilen o buluşmayı, ünlü bir Yahudi avukat ayarladı: Norman Liss.

İnsan bilmediği şeyden korkar derler. Davos’taki panel krizinden sonra Türkiye’nin uğrayacağı misilleme konuşulurken de, sanırım hep bu duygu ağır bastı. New York’taki esrarengiz Yahudiler bakalım şimdi ne yapacak, meselesi. Peki kim bu adamlar? Yani New York’u Jew (Yahudi) York yapan, kentin ekonomisini yöneten insanlar... Bu soruyu, ben de ofisinde görüştüğüm Norman Liss’e sordum. İki hafta önce Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’nı azarlayan Başbakan’ın beş yıl önceki gönüllü lobicisine.

100 SİYONİST ÖRGÜT Amerika’da bugün Yahudilere ait 100 civarında Siyonist örgüt bulunuyor. Niye bu kadar çok oldukları meçhul. Liss de, "Çok anlamsız, ben uzun süredir birleşmeleri için çalışıyorum" dedi. Ancak önemli olan, sayıları çok olsa da aslında aralarında temel bir fark yok. "Yüzde 90 hepsi aynıdır. Konu İsrail olduğunda hepsi aynı çizgidedir" diyor Liss.

NEW JERSEY FÜZELERİ Örgütler, her fırsatta İsrail Hükümeti’nin etkisinde olmadıklarını söylüyorlar. "Ben 22 kere gittim İsrail’e. Devlet yetkilileriyle de buluştum ama bir kere bile telkin işitmedim" diyor Liss de. Doğruysa, inanılmaz bir durum demektir. Şimon Peres, Tayyip Erdoğan’a "İstanbul’a roket atılsaydı siz ne yapardınız" demişti ya. Örneğin buradaki Yahudi derneklerinden ADL, çok önce New Yorklular için benzer bir kampanya hazırlayıp gazetelere ilanlar vermişti. Bir grafikte komşu eyalet New Jersey’den Manhattan’a füze yollandığı resmediliyor. Altında da Peres’in sorusu duruyor: "Siz olsaydınız ne yapardınız?"

DOWNTOWN’DA TOPLANTI Bu örgütler aralarında sürekli istişare ediyorlar. Bazen şemsiye örgütleri CPMAJO üzerinden bazen de toplantılarla. Örneğin Liss, eğer benimle görüşmesi olmasa o gün Downtown’da yapılacak bir istişare toplantısına katılacağını söyledi.

UZMANLARA SORULUYOR Nasıl karar alındığı ise işin en açık kısmı. Liss, New York’taki Yahudiler arasında Türkiye uzmanı olarak biliniyor. O yüzden Türkiye’yle ilgili bir hamle yapılacaksa, mutlaka Liss ve diğer Türkiye uzmanlarından görüş alınıyor. Bir de üniversitelerdeki, zaman zaman popüler olan öğretim üyeleri dinleniyor. Başbakan’a Türkiye’deki antisemitizmle ilgili mektup da böyle mi gitti diye sordum Liss’e, "Evet" dedi.

HER BİRİ ANGAJE Kentteki bütün örgütlü Yahudiler, İsrail iç politikasına hákim. Hepsi de bir siyasi partiye angaje. Aralarında Liss gibi ABD’de Demokrat Parti üyesi olup İsrail’de muhafazakár Benjamin Netanyahu’yu destekleyenler de var, İşçi Partili Ehud Barakçılar da. Ancak diğer ülkelerde durum değişiyor. Örneğin Liss, yıllar önce Miami’de Mustafa Sarıgül ve eski eşiyle tanışıp dost olmuş. Hatta Türkiye’ye gidip Sarıgül’ün Şişli’deki bir seçim kampanyasını bile izlemiş. Ama Sarıgül’ü AKP’li zannediyor!...

SABRINA TAVERNISE NE YAZSA OKUYORLAR Amerika ve İsrail dışındaki ülkeler hakkında, kişisel dostluklar ve New York Times yazıları kanalıyla bilgi ediniyorlar. Şu sıralar gazeteci Sabrina Tavernise İstanbul’dan ne yazsa satır satır okuyorlar. İşadamları dışında konuştukları kişiler ise hep diplomatlar oluyor. Liss’le buluştuğumuzda bana az evvel bir Türk diplomatla konuştuğunu söyledi, "Erdoğan’ın Davos’taki tavrını desteklemiyormuş" dedi.

BİR ŞEY DEĞİŞMEYECEK Özetle her olaya vakıf olduğu, gizli kararlar alıp devletlere empoze ettiği söylenen New York’taki "güçlü" Yahudilerin durumu bu. Ben neyi merak ediyorsam onlar da öyle: Post-Davos’a kilitlenmişler. "Ne olur bundan sonra" diye sordum ben de. "Bilmiyorum ama çok bir şey değişeceğini sanmıyorum" dedi. "Sizin Ermeni Soykırımı iddialarına karşı Türkiye’yi artık desteklemeyeceğiniz doğru mu peki" diye sordum. "Bir tasarı gelirse ben yine karşı çıkarım ama yanıma diğerlerini katmak zor olur" diye yanıtladı. "O zaman soykırım yasası kabul edilecek" dedim. Biraz durakladı. Sonra da "Bu krizin ortasında kimse uğraşmaz o tasarıyla" diye cevap verdi.

PARA ALMADAN ÇALIŞIYOR

Norman Liss, Türkiye ile Irak’ın işgalinden önceki tezkere görüşmelerinde ilgilenmeye başlıyor. Sonra da gönüllü lobici oluyor. Aynı zamanda Türkiye’nin en köklü ailelerinden birinin New York’taki temsilcisi. Adalet Bakanlığı kayıtlarına göre geçen Nisan’a kadar Türkiye için lobi yapmış. Tüccar bir yanı var, bir gazeteciyle konuşurken reklamının yapılacağını da düşünüyor ama nedense lobi faaliyetleri için Türkiye’den ücret almamış. "Neden para almadınız" diyorum, "Ben gönüllüyüm" diyor.

Hepsi 3. Cadde üstünde

Davos’taki tartışmadan bir hafta önce, antisemitizme karşı uyarıda bulunmak için Başbakan’a ortak mektup yollayan Amerikalı 5 Yahudi örgütü şunlardı: Amerikan Yahudi Komitesi (AJC), İftira Karşıtı Birlik (ADL), B’nai B’rith (Ahitin Çocukları), ABD Yahudi Dernekleri Başkanları Konferansı (CPMAJO) ve Ulusal Güvenlik İşleri İçin Yahudi Enstitüsü (JINSA).

İsrail yanlısı lobicilik faaliyeti için kurulmuş olan AIPAC, bugün Amerika’daki Yahudi derneklerinin tartışmasız en güçlüsü sayılıyor. Başbakan’a gönderilen mektuptaki beşli ise AIPAC’tan sonraki en büyükler diye kabul ediliyor. JINSA ve B’nai B’rith dışındakilerin hepsinin merkezi New York. Üçüncü Cadde’de yürürseniz sırayla binalarının önünden geçersiniz. Niye aynı yerdeler diye merak ettim. Meğer bu bölgenin mimarisi Yahudilerin fıkıh kitabı Talmud’a da uygunmuş. "Eruv" yani Yahudilerin dini kurallara uygun yaşayabileceği bölge olarak kabul ediliyormuş.
Yazının Devamını Oku

Krizde koleksiyonunu satıp kapanan müzeler var

1 Şubat 2009
Geçen Eylül-Aralık döneminde Amerika’daki gazete haberleri, yeni başlayanlar için Wall Street oryantasyonu gibiydi. Batan şirketlerin öykülerini anlatan yazılar, ölen insanların arkasından hazırlanan "obituary"lere benziyordu çünkü. Ve size Amerikan ekonomisinin yakın tarihini öğretiyordu. Yeni yılla birlikte iş değişti. Olay, batan şirket öykülerinden kriz yönetimi tüyolarına kaydı. Özellikle de bu konuda en çok sıkıntısı olan kültür sanat kurumlarının kriz yönetimine. Tiyatroların seyirci azlığından kapanmasını ya da kitap yayıncılarının yeni projeleri durdurup işten eleman çıkarmalarını bir yana koyuyorum. Amerika’da asıl müzecilik ciddi bir tehlike yaşıyor.

Yaşanan çöküntünün sebebi, müze yönetimlerinin büyük para kaynaklarını kaybetmiş olması. Örneğin borsada kaptığının bir kısmını kurumsal iletişim yapacağım diye yıllarca ülke genelindeki müzelere, sergilere akıtan Lehman Brothers artık yok. Hálá batmamış olan şirketler ise imaj düşünecek halde değiller, ilk kıstıkları yer bu tür sponsorluk harcamaları. Bunların üstüne bir de bütçe açığını kapatmak isteyen belediyelerin müze ödeneklerini kaldırması eklenince, gazetelerde her gün bir müze haberi çıkmaya başladı.

Geçen gün Boston’daki Brandeis Üniversitesi’nin para bulmak için müzesini kapatıp 8 bin parçalık koleksiyonunu satmaya karar verdiğini okudum mesela. Ay sonunu getirmek için evindeki eşyaları satan aileler gibi...

Ondan önce de Los Angeles’taki Çağdaş Sanat Müzesi’nin (MOCA) batmamak için kendini zengin bir sanatsevere teslim ettiği ortaya çıkmıştı. Bunu yapmayıp kendi başlarına ayakta kalmaya çalışan müzelerin ise çok fazla seçeneği yok. Ya koleksiyonlarındaki bazı parçaları satıyorlar ya da sahip oldukları gayrimenkulleri devrediyorlar.

Üç hafta önce Modern Sanat Müzesi’ndeydim (MoMA). Öğlen saatlerinde içerisi tıklım tıklımdı. Yani sorun müzelerin gördüğü ilgi değil. MoMA’nın da 2008’de satışlarını yüzde 5 artırdığı açıklandı zaten. Dediğim gibi arkalarındaki şirketleri, üniversiteleri, büyük bağışçıları yitiriyorlar. Eğer şimdiye kadar kurumsal bir yönetim oturtamamışlarsa, ya Los Angeles’taki gibi birinin vesayeti altına giriyor ya da Boston’daki gibi yok olup gidiyorlar.

Bizde de İstanbul Modern, Pera, Sabancı gibi özel müzeler çoğalıyor biliyorsunuz. Diyeceğim, müzeyi kurup fonunu hazırlamak yetmiyor. Kurumsal yönetiliyor mu yönetilmiyor mu? O fon emin ellerde mi değil mi?

Peygamber Upper West’te sahneye çıktı

Tiyatroyu, kentte kıyıda köşede kalmış yerleri keşfetmeye çalıştığım sırada buldum. Upper West Side’da, bir lokantanın üstünde, ufak bir salon.

Oyunun tanıtımında bir din hicvi olduğu yazıyordu. Sahneye koyan bir Yahudi kumpanyası. Oyunun ismi de Yahudi mitolojisinden alınmaydı.

Öykü, Amerikalı yeni evli bir Yahudi çiftin gerdek için binlerce kilometre yol katedip kutsal bir dağa gitmesiyle başlıyor. Sonra uzun süre ortodoks bir Yahudi olan damadın, geline anlattığı hurafelerle devam ediyor.

Stand-up şovların yapıldığı barlardaki gibi masa düzenli salonda, insanlar önce bu Yahudi tipine güldü. Bir süre sonra Hıristiyanlıkla ilgili fasıl başladı. Damat karısına 200 çocuk doğurtup Yahudi olmayan herkesi sapıkça katletmekten bahsederken, gelin de aslında Tanrı’nın karısı olduğunu söyleyerek Meryem Ana’yla dalga geçiyordu.

Din eleştirisi konusunda Batılıların sınır tanımadığını biliyorum. Bestseller romanlardan South Park türü çizgi filmlere kadar birçok yerde Hz. İsa’nın ne altı kalıyor ne üstü. İşte Yahudilik, Hıristiyanlık derken, böyle bir havada, sahne sırası Müslümanlığa geldi.

O ana kadar salonda izleyicilerle oturan Bedevi kıyafetli oyuncu "Ben Peygamber Muhammed’im" diyerek bir anda ayağa fırladı. Uzun süre devam eden bu pasajın sonunda da, gelin dayanamayıp kendi dinini kurdu, herkesi müridi yaptı ve perde kapandı.

Oyunun yazarı kentteki tiyatro eleştirmenlerinin "Üretken Provokatif" diye lakap taktığı ünlü bir yazar.

Benim izlediğim oyunda bir taşkınlık olmadı. İki gün sonra ofisinde görüştüğümde, yazarına "Diğer temsillerde bir sorun çıktı mı" dedim, "Çıkmadı" dedi. "Müslümanlar var mıydı peki izlemeye gelen?" diye sordum. Suudi Arabistan ve Pakistan’dan gruplar olduğunu ama yine hiçbirinde bir olumsuzluk yaşanmadığını anlattı.

Oyunun ana fikri din eleştirisiydi. Üç semavi dinin de karşısında duran, hümanizmi savunan, çok provokatif bir metne dayalı, bazen hakarete varan bir din hicvi.

New York’ta 3 ay sahnelendi ve bitti. Hiçbir tabuya, hiçbir dogmaya aldırmadan hikayelerini 2 bin kişiye izlettirip sahneden indiler.
Yazının Devamını Oku

New York’lular DC’yi çok kıskandı

25 Ocak 2009
West Village’da Grove Street’in köşesinde bir piyano bar var. Gelenlerin koro halinde Broadway müzikalleri söylediği yeraltında ufak bir yer. A Chorus Line, Mary Poppins derken içeridekilerin temposu biraz düştü mü, piyanist her seferinde aynı şeyi yapıyor. New York New York’a geçiyor ve kalabalık bir anda kendine geliyor. İnsanlar avazı çıktığı kadar yine şarkı söylemeye başlıyor. Dünyada yaşadığı kente bu kadar aşık başka bir topluluk var mıdır bilmiyorum. Göç ettiği şehirde memleketten gelen muhtarın oğluna iş ayarlamış vefalı hemşeriden bahsetmiyorum. Dar bölge milliyetçiliği değil, New York’luların New York’a duydukları bağlılık duygusu söylediğim.

Şöyle anlatırsam belki daha kolay olur. New York bu hafta Washington’ı kıskandı.

Eskiden para Wall Street’te, yıldızlar Upper East’teydi. Halbuki şimdi 800 milyar dolarlık kurtarma paketi, Washington Post’tan başka gazete, lacivertten başka renk bilmeyen bir DC bürokratının elinde. Obama en büyük yıldız. New York’un en ünlü iki politik figürü Hillary Clinton ve Timothy Geithner ise artık yok. Kabineye giriyorlar, ikisi de DC yolcusu. E bütün bunların üstüne bir de Obama’nın taç giyme töreni eklenince hikaye New York’lulara fazla geldi.

Ben devir teslimi Columbia Üniversitesi’nde izledim. Obama Columbia mezunu olduğu için rektör kampusa dev bir ekran yerleştirip orta alanda konuşma yaptı çünkü. "Gurur duyuyoruz" konuşması. "Onlar Washington’da, biz de New York’tayız" diyordu. Yanımdaki New York’lu bir öğrenci ise bana bu krizin çok büyük olduğunu ama işi yine New York’un çözeceğini, o yüzden bu devir teslimin aslında sembolik olarak New York’ta yapılması gerektiğini anlatıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim.

Daha önce banka batışlarında da oldu. Lehman çökünce, "Wall Street hemen toparlansın, yoksa bankacılığın merkezi Charlotte olur, müsaade etmeyelim" dedi birkaçı. Charlotte, Bank of America’nın bulunduğu kent. Teknoloji şirketlerinin balonu patlamadan önce de California New York’u geçecek mi, diye çekiniyorlardı. Basquiat tablolarının fiyatı düşecek, Rockefeller’daki Noel ağacının boyu kısalacak diye ödleri kopuyor.

İstemiyorlar. New York hep en tepede olsun istiyorlar. En önde, en popüler, en cazip olsun... Ne müzik zevki ne de Afganistan-Irak politikası dışında bir kitap okumuşluğu olan protokol budalası başkentliler ise fazla abartılmasın.

60 dolara Sex and the City nikáhı

Amerika’nın bir numaralı evlilik destinasyonu Las Vegas’tır. Karşınıza hiçbir formalite çıkartılmadan anında evlendirir, balayı paketinizi de verir yollarlar. İşte hırslı New York’luların bu hafta en son el attığı iş, bu evlilik turizmi meselesiydi.

Proje, Belediye Başkanı Michael Bloomberg’e ait. Chinatown’un altındaki belediye binalarından birini renove ederek evlendirme dairesi yapmış, sonra da ekibine, New York’u dünyanın evlilik başkenti haline getirin, demiş.

Geçen hafta açılan binaya gidip baş memur Michael McSweeney’le görüştüm. Nereden çıktı bu evlendirme atağı, diye sormaya.

"Biz dünyanın en romantik kentiyiz. Niye insanlar ucuz bir Elvis Presley taklidi görmek için ta Las Vegas’a gitsin ki, buraya gelsinler" diyor.

Bütün dünyadan müşteri bekliyorlar. İlk hafta bir Japon ve Çin akını yaşanmış zaten ama belediyenin gözü Avrupalılarda. Orada tuttu mu her yere yayılır çünkü.

Başvuru çok basit. İnternetten bir form dolduruyorsunuz, 60 doları da verdiğinizde ertesi gün bir odada sizi 5 dakikada evlendiriyorlar. Etraftaki oteller de daha ilk haftadan uyanmış. Onlar da yeni evliler için özel paketler hazırlamışlar. İsterseniz buralarda bir davet de verebiliyorsunuz.

Sex and The City filmini izleyenler bilir. Onca aksiliğin ardından Carrie Bradshaw’un nikáhı, en sonunda New York Belediyesi’nde kıyılıyordu. McSweeney’e "Filmi de bedava bir tanıtım gibi kullanabiliriz diye düşünüp esinlendiniz mi" dedim. "Hayır hayır, kesinlikle esinlenmedik" dedi. "Her şeyi başkanımız düşündü."

9 reklam ajansı ordu için çalışıyor

Amerika’da ordunun 2006’dan 2011’e kadar 1.35 milyar dolarlık bir reklam bütçesi var. "Army strong" (ordu kadar güçlü) sloganıyla 17-24 yaş arası gençleri askere yazılmaya çağırıyorlar. Kampanyanın başında Pentagon’da görevli bir pazarlama subayı duruyor. İşin prodüksiyon ve medya kısmı için ise McCann Grubu önderliğinde 9 reklam ajansı çalışıyor. Pazarlama subayı, New York Times’a kampanyayı anlatırken, reklamla ordunun fiziksel, ruhsal, zihni faydalarını aktarmaya çalıştıklarını söylemiş. Kampanyanın başarısını ise kaç kişiyi askere alabildikleriyle ölçtüklerini anlatmış. Profesyonel, şeffaf ve amacı belli gayet net bir iş. Oyunun kuralı neyse ona göre davranıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Gerçek New York’u hissedebileceğiniz son yer

18 Ocak 2009
Hiçbir büyük mağazanın dükkan açmadığı, hiçbir otobüsün zamanında gelmediği Harlem’in eski halini özleyenler var New York’ta. Yazar Fran Lebowitz, bir keresinde kentte gecelerin artık gündüze benzediğini, ilham verici tarafının kalmadığını söylemişti. Torbacıları West Village’tan attı diye eski belediye başkanı Rudy Giuliani’ye söven birini bile tanıyorum.

15 günlük New York tatiline gelen bir Türk’ün bunları anlaması mümkün değil tabii. Gündüz amfibik ördeğe binip Hudson Nehri’ni dolaştıktan sonra akşam çocuklarıyla oteline güvenli bir şekilde dönebiliyorsa, gerisi romantik saçmalıklardır. Ama New Yorklular için "gentrification" (önceden değersiz olan mahallelerin değer kazanması) dedikleri durumun takıntı olduğunu bilin.

Hafta içi Flatiron’da, Cutting Room’un kapanış gecesi vardı. Norah Jones, Gwyneth Paltrow gibi yıldızların sahneye çıktığı, 10 yıl önce açılmış bir performans kulübü burası. İki ortağından biri, Sex and the City dizisindeki Mr. Big (Chris Noth).

Gece için hazırladıkları basın bildirisinde, "Kira çok geldi o yüzden taşınıyoruz" demişler. Kapanış için sahne alan stand-up’çı Joan Rivers’ı izlemek için salı akşamı Cutting Room’a gittim ben de. Gösteriden sonra diğer ortak Steve Walter açıklama yapmaya başladı. "Tribeca’da bir yer bulduk. Oraya taşınabiliriz" dedi. Biri "Neresi" diye sorunca da "Hell’s Kitchen" diye yanıtladı: "Çünkü Hell’s Kitchen, gerçek New York’u hissedebileceğiniz son yer."

Bahsettiği yeri anlatayım: Daha çok İrlanda kökenlilerin oturduğu, Midtown’un Hudson Nehri’ne yakın bölümü. 20 yıl öncesine kadar Manhattan’ın gördüğü en acımasız çetelerden Westies’in merkezi. Ondan önce, yine kaçak içkiden kadın ticaretine her türlü kanunsuz işin döndüğü suç bölgesi. Geçen yılki istatistiklere göre 300 ev soygunuyla tepede. Kiralar da bu yüzden diğer yerlere göre dipte...

Walter’ın böyle bir mahalle için "New York’u hissedebileceğiniz son yer" demesi, işte bahsettiğim o New Yorklu bakış açısının sonucu. Eski bir Tarlabaşı evinin yıkılmasına karşı çıkmak gibi bir şey değil bu. 5 ev yıkılıp yerine bir gökdelen dikilince yan binadaki insanın kirası da artıyor ama onun mahalleden taşınmasını istemiyorlar. Bu kadar basit...

Kentin 55 yıllık gazetesi Village Voice’un yazarı Tom Robbins, geçen yıl gentrification üzerine bir kitap çıkarmıştı. Bir röportajda ona Giuliani’yi sormuşlar. "Seviyor musunuz, sevmiyor musunuz" diye. "New York’u bir kaleye dönüştürdüğü için sevmiyorum" demişti.

Kent temizlendiği için mi bu kadar rahat konuşuyorlar diye düşünüyordum ama sonunda inandım. New Yorklu’ya kalsa, hırsızı bile korur. Yeter ki, kent kültürü çeşitlensin.

Salı Obama’nın günü

á Barack Obama Beyaz Saray’da görevi devralırken, Amerika’nın her yerinde "Devir-Teslim Baloları" düzenlenecek. Sadece Washington’da, tören akşamı 10 ayrı resmi balo olacak.

á Pepsi ve Ikea ortaklaşa bir balo organize edecek.

á Google, törene katılan yönetici sayısında Microsoft’u geçti.

á New Yorklular, o gece Tribeca Sineması’nda toplanacak. "Mavi Balo"ya herkes Demokratların rengi mavi kıyafetleriyle katılacak.
Yazının Devamını Oku

Burnu sürtülmüş bir Wall Street prototipi

11 Ocak 2009
11 Eylül saldırıları olduğunda bir arkadaşımızın evinde toplanmıştık. Herkes öyle kötü oldu, böyle kötü oldu diye anlatıyor. Derken aramızdan en patavatsızı çıkıp şöyle bir şey dedi: "Valla sizi bilmem ama ben şimdi New York’taki şirketlere iş başvurusunda bulunacağım. Eleman açığı oluştu çünkü."

"Kriz fırsattır" klişesi kabak tadı verdi, biliyorum ama doğru. Kulelerde 3 bin kişi ölmüşken, dünyanın öbür ucundaki hırslı bir hesap uzmanı nasıl fırsat kollayabiliyorsa, bu krizde de işini kaybeden binlerce insandan fayda üretmeye çalışanlar olabiliyor.

İki hafta önce New York’a Çinli finansçılar geldi. LaGuardia Havalimanı’nın yanında bir otele yerleşip kamp kurdular. Sonra da günlerce otelde mülakatlar yaptılar. Fotoğraflara baktım herkesin gözler çekik. İşsiz kalan vasıflı Çinlileri toplayıp Çin’e götürmek için gelmişler meğer...

Uzun süredir aradığım ve sonunda bu hafta bulduğum, işini kaybetmiş bir Wall Street prototipi olan Stefano Chao’nun Çinlilere denk gelmesi, bu açıdan da iyi oldu. LaGuardia’ya gidenlerden değilmiş ama hikaye yine Çin’e bağlanıyor.

29 yaşında. Anne-baba Çinli. İtalya’da doğmuş, üniversite için New York’a gelmiş. Yale’de ekonomi okuyor, mezun olduktan sonra da yatırım bankası Lehman Brothers’a giriyor. 7 yılda Başkan Yardımcılığına kadar yükseliyor. Eylülde Lehman’ın battığı açıklandığından beri bir Wall Street işsizi.

Mülakatlara niye gitmedin, diye sordum önce. Çin’e MBA yapmaya gidiyormuş. "Bir süre okuyacağım sonra orada işe gireceğim" dedi. Çin’de kalmaya kararlı. "New York artık çöktü" diyor.

7 YILDA KAZANDIĞIM PARAYLA 20 YIL YAŞARIM

İşsiz kaldığından beri hayatında değişen hiçbir şey yok. "Eskiden kumar oynuyordum şimdi onu bıraktım" dedi. New York’a 4 saat uzaklıkta, Atlantic City diye Las Vegas’a benzeyen bir kumar kenti var. Bütün Wall Street, fırsat bulduğunda oraya gidiyor. Çoğu kumar bağımlısı çünkü.

Hiçbir hobisi yok. Ben "hobi" deyince, 7 yıl boyunca hafta sonları dahil günde 14 saat çalışan biri olarak suratıma baktı sadece. "Ne yapıyorsun gün içinde" diye sordum. "Kendi paramla borsa oyunuyorum" dedi. Üstelik açığa satış denilen en riskli yöntemle, bütün parasını yatırarak... Umurunda değil... Kumar kısmında da değişen bir şey yok anlayacağınız.

Stefano, dediğim gibi, bir prototip. Para harcamayı bilmeyen, kibirli, zeki, zengin bir Wall Street profesyonelinin tipik örneği.

Konuşurken uzun süredir kafa yorduğum bir sorunun da cevabını buldum bu arada. "7 yılda biriktirdiğin parayla, hiç çalışmadan New York’ta ne kadar yaşayabilirsin" diye sorunca, "20 yıl" dedi. Buna Midtown’daki 2 bin 800 dolar aylık kira verdiği daire de dahil. 5 bin Lehman’cı var onun durumunda. "Hepiniz mi böylesiniz" dedim. "Hepimiz böyleyiz" dedi. New York’ta kiralar niye hálá düşmüyor, diyordum, öğrenmiş oldum.

Konuştuk, konuştuk, ama ben hálá değişen kesin bir şeyler olmuştur, diye üsteliyorum. Sonunda bir şey söyledi. "Eskiden çok kibirliydim şimdi o kadar değilim. Daha çok insana selam veriyorum, daha mütevazıyım" dedi.

Üç gün önce o patavatsız arkadaşımla konuştuk yine. Stefano’yu anlattım. "Ooohhh burunları sürtülsün biraz" dedi. "O kadar para kazandılar ki, iyi oldu."

Harvard’da Cehennem Haftası

Amerika’daki işten çıkarmaları biliyorsunuz. İşe alımlar ne durumda, ben size bir de onu anlatayım. Harvard Business School (HBS) diploması, Amerika’da işe giriş garantisi sayılır. Bu yüzden daha ikinci sene başlar başlamaz düzenledikleri "Cehennem Haftası"nda, şirketler okula gelip öğrencilerle mülakat yapar ve iş teklif eder. Siz sadece gelen teklifleri değerlendirir, aralarından birini seçersiniz. İki yıl önce Türkiye’deki işinden istifa edip HBS’e gelen bir arkadaşım var. Bu sene bitiriyor. Eylüldeki "Cehennem Haftası"nda öyle şeyler yaşanmış ki, "Mülakatlar sürerken pozisyon kapatıyorlardı" dedi. Dekan, 900 öğrenciye birden mektup yollamış. "Teklif aldığınızda daha esnek davranın arkadaşlar. İsterseniz birkaç yıl sonra değiştirirsiniz" demek için. Bu anlattığım Harvard kısmı. Amerika’nın geri kalan üniversitelerinde ise durum korkunç. Cehennem senesi.

New York’ta Fatih Akın yılı

Türk olduğumu duyan herkes bana hemen "Fatih Akın" ve "Yaşamın Kıyısında" diyor. New Yorker’a göre yılın en iyi 10 filminden biri, New York Times’ın 2 sinema eleştirmenine göre Oscar’a aday olabilecek bir film.

Hollywood sinemada ne kadar piyasaysa, New York o kadar seçkincidir. O yüzden kentin bağımsız yapımlara karşı her zaman bir zaafı olmuş. Sırf bu türden filmler gösteren sinema salonları, New York’ta entelektüellerin buluşma noktası örneğin. Houston Caddesi’ndeki Film Forum ve Angelika’da film seyretmek, bir statü sembolü sayılıyor. Bir film yapımcısının dediği gibi New York, bağımsız sinemacıların nefes aldığı, beslendiği seksi bir menba.

İşte böyle bir sinema çevresine sahip New York’ta, 2008’in Fatih Akın yılı olarak geçtiğini söyleyebilirim. 2005’te Duvara Karşı’yı Angelika’da, geçen yıl da Yaşamın Kıyısında’yı Film Forum’da izleyen New Yorklular, artık büyük bir yönetmen keşfettiklerinden eminler.

Fatih Akın kentte o kadar yankı uyandırdı ki, New Yorker Dergisi’nin Yaşamın Kıyısında’yı yılın en iyi 10 filmi arasında göstermesi bir sonuç sadece. Ucundan sinemaya ilgi duyan kiminle konuşsam, Türk olduğumu öğrenince bana Yaşamın Kıyısında’yı anlatıyor. New York Times’daki kritikleri okuyup izlemiş gibi mi yapıyorlar, kentte bir grup var ve Fatih Akın için mütemadiyen DVD partileri mi düzenliyor, yoksa herkesi gerçekten o ufacık salona sığdırmış olabilirler mi bilmiyorum ama en son Brooklyn’de avukatlık yapan futbol düşkünü bir Amerikalı da bana "Yaşamın Kıyısında" deyince artık pes dedim.

Filmle ilgili asıl sürpriz, geçen hafta oldu. New York Times’ın 3 film eleştirmeni, her yıl Oscar adayları açıklanmadan önce Akademi üyelerine kendi önerilerini söylerler. Herkes, 8 büyük dalda, kendi 5’ini açıklar. İşte geçen pazar verdikleri özel ekte, bu 3 yazardan 2’si, Yaşamın Kıyısında’yı, Akademi üyelerine 4 ayrı dalda Oscar adayı olarak önerdiler. Anthony O. Scott, filmin "Yardımcı Kadın" ve "Özgün Senaryo", Stephen Holden ise bunlara ek olarak bir de "En İyi Film" ve "En İyi Yönetmen" dallarında aday gösterilmesini istedi. Hem de 2007 yapımı olan film, geçen yıl "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında Almanya adına yarışıp ilk 5 aday arasına giremediği halde...
Yazının Devamını Oku

Donlu küheylan çıplak equus

7 Ocak 2009
Daniel Radcliffe, Harry Potter’ı oynamaya başladığında 12 yaşındaydı. Sesi kalınlaşmasın, adem elması çıkmasın diye yapımcılar 6 bölüm uğraştılar.

Hafta içi New York Broadhurst Tiyatrosu’nda "Equus"u seyrettikten sonra, hiç bitmeyecekmiş gibi duran bu Harry Potter meselesinin sonunda artık tamamen kapandığına ikna oldum: Yaşı 19, sesi çatallı, vücudu ağırlık çalışmaktan şişmiş, sakalları çıkmış. Ayrıca sahnede çırılçıplak kalıp bir kızla sevişti.     

Geçen yıl Londra’da başladıktan sonra bu sezon New York’a geldi "Equus". Eylül sonundan beri de Broadway’in en sansasyonel oyunu. Bizde daha önce "Küheylan" adıyla sahnelenen, Mehmet Ali Erbil ve Tolga Çevik’in rol aldıkları piyes.

Peter Schaffer, bu psikodramayı 1973’te yazmış. Cinselliği keşfederken ergenlik çağı bunalımına giren 17 yaşında sorunlu bir gencin hikayesini anlatıyor. Radcliffe oyunda işte o çocuk. Atlarla tanrısal bir ilişki kuran, kızlardan çekinen, bastırılmış bir genç.

Başta çok tedirgin, çok heyecanlı görünüyor. Sonra sahnedeki o bağırışları, yaşadığı krizleri belli bir tekniğe oturttuğunu anlıyorsunuz. Bir de karşısındaki efsanevi oyuncu Richard Griffiths (61) öyle bir performans sergiliyor ki, hiçbir teatral abartının olmadığı, kusursuz bir banallik sunuyor size. İki İngiliz bir aradayken denge oluşuyor.

Herkesin konuştuğu, oyunu izlemeye gelenlerin beklediği tartışmalı sahne finalde. Radcliffe ve partneri Anna Camp, 3 metre önünüzde sevişiyorlar. Erbil ve Çevik’in Türkiye’de donla oynadığı bölümde, ikisi de sahnede çırılçıplak kalıyorlar. Öyle geçiştirme filan da yok, yaklaşık 5 dakika boyunca o halde sahnede oradan oraya koşturuyorlar ayrıca. Tamamen pornografik.

ESKİDEN PLAYBOY’A SOYUNURLARDI ŞİMDİ BROADWAY’DE SOYUNUYORLAR

Oyunla ilgili çok fazla eleştiri çıktı. Soyunmaları gerekir miydi, diyen çok oldu. New York Times’ın tiyatro eleştirmeni Ben Brantley, "Eskiden ilgi çekmek isteyenler Playboy’a soyunurdu, şimdi gelip Broadway’de soyunurlar" diye yazdı örneğin.

Ben tiyatroda ilk defa böyle bir şey gördüm ve şaşırdım tabii. Ama şuna dikkat ettim, iki oyuncu da o halde olmalarına ve alenen sevişmelerine rağmen seyirciye hiçbir cinsellik hissettirmediler. İki çocuğun başarısızlıkla sonuçlanan ilk deneyimini gösterdiler sadece. Radcliffe’in, atları (maske takmış oyuncular canlandırıyor) sevdiği bölüm, bu sahneden çok daha fazla erotizm içeriyordu. 34 yıl önce Erbil Küheylan’da donla nasıl oynadı bilmiyorum ama Equus’taki çıplaklığı gördüğümde bu sahnenin başka türlü olamayacağını düşündüm.

Yazının Devamını Oku