14 Haziran 2009
Zombi şirket, diyorlar. Bitmiş, fiilen çoktan iflas etmiş ama hâlâ ortalarda dolaşıyor. O zombi şirketlerin zombi patronları var şimdi New York’ta. Boğazına kadar borca batmış, işleri alt üst olmuş, cebinde beş kuruş nakit kalmamış ama hâlâ burnundan kıl aldırmıyor. Hâlâ kuyruğu dimdik... Her öğlen toplanıp yemek bahanesiyle tiyatro çevirdikleri, New York’un en ünlü “power lunch” mekânı Four Seasons restoranına gidin, hepsi orada.
Krizin New York’u nasıl etkilediğini anlatmaya çalışıyorsunuz. Şunun satışı düştü, reklamlar şöyle değişti, sosyal hayat böyle dönüştü gibi örneklerle... Bunların hepsi de genele dair bir fikir veriyor. Ama bazen öyle bir durumla karşılaşıyorsunuz ki, nereye koyacağınızı bilemiyorsunuz. Lüks yatların sayısının 2009’da artması mesela!.. Ya da hafta içi gittiğim Four Seasons’taki kalabalık!.. Matematikçi John Nash, bu oyun teorisini çözmeye çalışırken aklını yitirdi işte. Makro öngörülerini, geniş zamanlı cümlelerle, dudaklarını uzata uzata anlatan ekonomistler de her seferinde burada duvara tosladı: İnsan davranışı.
Power lunch, dediğim gibi bir tiyatro. Bakın ben buradayım, bakalım başka kimler varmış, oyunu. Park Avenue üzerindeki Four Seasons restoranı da, dünyada bu oyunun en iyi sahnelendiği yer.
İçeride iki ayrı salon var. Biri gelen turistlerin kandırıldığı, daha gösterişli havuzlu salon. Ötekisi eski gözüken ama asıl power lunch mekânı olan “Grill Room”. Steve Forbes’dan Rothschild Ailesi’nin fertlerine, Henry Kissinger’a kentin güç simsarlarının her gün yemek yediği salon.
Four Seasons’a, ortaklardan Julian Niccolini ile görüşmek için iki kez gittim. İkisinde de içerisinin tıklım tıklım olduğunu görüp ödenen hesabın sadece yemeğe olmadığını fark ettim.
İçeri alınacakları Niccolini’nin belirlediği salonda, ilk ipucu dekorasyon. Her masa, oturanların etrafı görebileceği bir açıyla yerleştirilmiş. İki kişiyseniz, karşılıklı oturmuyorsunuz örneğin. Yan yana... Çevrenizde ne oluyor görün diye...
Bazen gazetelerde Four Seasons’ın mutfağıyla ilgili eleştiriler okuyorum. Acaba dalga mı geçiyorlardı diye düşünmeye başladım şimdi. Çünkü burada ne yediğinizden çok nerede oturduğunuz önemli. Diyelim, masanız iyi bir yerde değil. Siz başlangıcınızı bitirmeye çalışırken garsonlardan biri yanınıza gelip “Şu masa boşaldı, sizi oraya alabiliriz” diyebiliyor. Görüş açısı en geniş olan köşedeki masalar, bu yüzden daha değerli sayılıyor.
Sadece etrafa bakmak yeterli değil tabii. Yemek sırasında da bol bol gülmek gerekiyor. Kendinizi ne kadar mutlu hissettiğinizi, tuzunuzun ne kadar kuru olduğunu herkese göstermeniz icap ediyor.
Ve oyundaki final...
Neşenizi sergilediniz. Niccolini’nin krizde çıkardığı 59 dolarlık fiks mönüden de almayıp, üstüne foie-gras kondurulmuş bizon bonfileyi getirttiniz ve yemeden öylece bıraktınız. Paranız var ve toksunuz!.. Son olarak iyi bir bahşiş vermeniz gerekiyor. Çünkü eğer o ana kadar bütün rolünüzü eksiksiz oynadığınız halde bahşiş kısmını atlarsanız, garsonlar gülüyorlar. Belki sizin masadaki halinizden daha sessizce ama durumu fark etmenize yetecek kadar belirgin, gülüyorlar. Ve onca emek, onca çaba oracıkta heba oluyor...
NEW YORK’UN JULIAN’I
Julian Niccolini, Four Seasons’ın sadece patronu değil, aynı zamanda vitrini. 56 yaşında. İtalyan göçmeni. 1977’de şef garson olarak başlıyor çalışmaya, köpek gibi koşturduktan sonra da (kendi ifadesi) 1995’te restoranın ortağı oluyor.
Haftanın 6 günü çalıştığını söyledi garsonlardan biri. Benim orada olduğum günlerde de masa masa dolaşıp herkesle sohbet etti. Sipariş aldı. Servis yaptı. İnsanlar kalkarken gidip sandalyelerini çekti. “Benim yeteneğim gelenleri mutlu etmek. Herkese göre farklı oynuyorum” diyor. Peki müşterileri neye göre seçiyorsunuz, diye sordum, “İçimden geldiği gibi” dedi. “Tek kriter çeşitlilik. Modacı, finansçı, politikacı, yayıncı, her kesimden biri olmalı.”
Müşterileriyle kurduğu ilişki çok acayip. Erkeklere karşı alaycı bir tavrı var. Birinin kravatıyla dalga geçiyor mesela. Ya da başka birinin ismini porno yıldızlarınınkine benzetebiliyor. İşyerinde çalışanlarına kötü davranan, eve gidince de karısından azar işitmekten zevk alan erkek patron tipolojisini keşfetmiş. Yakalamış, kaşıyor. Kadınlara karşı ise tam tersi. Olabildiğince nazik.
Her sabah gazeteleri tarayıp o öğlen yemeğe gelecekler hakkında bilgi ediniyor. Kimin kiminle oturacağını düşünüp eşleştirme yapıyor. Geldiklerinde gidip onlarla iş anlaşmaları üstüne konuşuyor. Arada da şakalar yapıyor. “Siz artık hepsiyle arkadaş olmuşsunuz” dedim. “Hayır. Ben kim olduğumun farkındayım. Burada çalışıyorum. Sınırı geçmem” dedi.
SALMAN RÜŞDİ YİNE PARTİDEYDİ
Perşembe akşamı, 1959’da açılan Four Seasons’ın 50. yıldönümü için bir kutlama yapıldı. Partiye gittiğimde, yazar Salman Rüşdi’yi gördüm yine. Bu sefer yanına gidip konuştum. Ancak gazeteci olduğumu öğrenince, birden, kendisiyle hangi konu üzerine konuşmak istediğimi sordu. Açıkçası, ayaküstü sohbet ederken partilere neden bu kadar sık katıldığını sormak istiyordum. Ama Rüşdi öyle deyince, ben de “Yarın İran’da seçim var, onu konuşalım” dedim. Bu konuda konuşamayacağını söyledi. Ben de teşekkür edip ayrıldım. Artık Rüşdi’nin New York’taki süpermarket açılışlarına bile katıldığından şüpheleniyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2009
O kadar katılar ki, uzlaşmıyorlar. Sen evrim teorisini kabul et, ben de fazla kurcalamayayım, yok. Evrimi savunuyorsan, Tanrı’nın olmadığını kabul edeceksin. Dinin bir zehir olduğunu söylüyorlar. Dincilerin faşist olduğunu savunuyorlar.
Papazlarla münazaralara katılıyorlar. Kitaplar yazıyorlar. Belgeseller çekiyorlar. Her fırsatta üstüne üstüne gidiyorlar. Şimdi, eskinin mahcup ateizminden tamamen farklı, “yeni ateizm”in yükselişi yaşanıyor Amerika’da. Ve tam da din güçleniyor denilirken, dört yıl önce adı konulan hareket her geçen gün büyüyor. İşte Amerika’dan gelecek yeni ateizm ve yeni ateistler.
1966’da Time Dergisi meşhur “Tanrı öldü mü” kapağını yaptığında, 40 yılda her şeyin bu kadar hızlı değişeceğini kimse düşünemezdi herhalde. Dini referans alan siyasetçilerin yükseleceğini, onlardan bazılarının haçlı seferlerinden bahsedeceğini, onlara oy verenlerin ise her geçen gün bağnazlaşacağını kim tahmin edebilirdi ki...
Geçen ay bir konuşma yapmak için New York’a yazar Adalet Ağaoğlu geldi. Ben de gittim dinlemeye. Konu Frankfurt Kitap Fuarı’ndan açılınca şunu söyledi: “60’larda nasıl Marksist kitaplar moda olduysa şimdi de tasavvuf, din kitapları revaçta. Benim gibi romancılara ilgi yok.”
Haklı. Union Square’deki Barnes and Noble’a gittiğimde, ortadaki masaların üstünde onlarca bu türden kitap görüyorum ben de. Ancak her seferinde bir şey daha dikkatimi çekiyor. En az onlar kadar çok olan din karşıtı, ateist yayınlar. Yeni ateizm denilen ve son 2 yıldır Amerika’da iyice ağırlık kazanan akımın teori denemeleri...
Yeni ateizm, adı dört yıl önce konulmuş bir hareket. Eskinin sessiz duran ateistlerinden farklı, kavgacı yazarların başını çektiği bir akım. Nasıl dindarlar dinin iyi olduğunu anlatıyorsa, yeni ateistler de dinin aslında ne kadar kötü olduğunu savunuyorlar.
Hareketin miladı, 11 Eylül. Ortaya çıkmasına neden olduğu için değil. Ateistler, 11 Eylül’deki dinci terörün yarattığı tepki ortamından yararlanıp daha net konuşabildikleri için. Aslında hepsi sıradan bir ateistken, retorik iyice radikalleşiyor ve her biri yeni ateiste dönüşüyor.
11 Eylül’ün etkisiyle, akım başta İslam karşıtlığı olarak algılanıyor. Ancak zaman içinde, yeni ateistler İslam eleştirisi sarmalından çıkıyorlar. Klasik bir din karşıtına dönüşüyorlar. Bunda da, Amerika’daki 3 önemli kırılma noktası etkili oluyor: 1) Okullara evrim teorisi karşıtı “akıllı tasarım” tezini sokma çabası. 2) Kök hücre araştırmalarına karşı çıkılması. 3) Eşcinsel evliliğine izin verilmemesi.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2009
Herkes Galatasaray’ın stat inşaatını okurken, New York’taki bir beyzbol stadyumu kimsenin ilgisini çekmez, anlayabiliyorum. Ancak söz konusu olan 2 milyar dolarlık dünyanın en pahalı stadyumu. Geçen hafta yeni Yankee Stadyumu’nu gezdim. Daha doğrusu yeni Yankees eğlence parkını. Klozet paritesi, süit partileri, açgözlü patronun sosisçileri... Notları okuyunca anlayacaksınız. Spor işletmeciliği başlı başına bir alan. Mimarlara bırakılmayacak kadar uzmanlık isteyen bir alan. Ayrıca kuralları çok acımasız, duygusallığa izin vermeyen profesyonel bir iş.
Seinfeld seyredenler George Costanza’nın Yankees kulübünde çalıştığını bilir. İşte dizide yüzü hiçbir zaman görülmeyen ve yazar Larry David tarafından seslendirilen Costanza’nın patronu, Yankees’in gerçek sahibi George Steinbrenner düşünülerek yaratılmıştır. Amerika’da herkesin “The Boss” dediği Steinbrenner’ın geçen ay bir biyografisi (George) çıktı. İçinde Yankees’i satın almasından şimdi kulübü devrettiği beceriksiz oğullarına kadar birçok detay var. Görüştüğüm kulüp yetkilisi, Boss’un aslında hâlâ kulübün hayati meselelerini kendisinin hallettiğini söyledi. Ne mesela, dedim. Emekli olacak formaları o seçer, dedi.
Forma emekliliği, efsaneleşmiş oyuncuların seçtiği numaraların, bir daha hiçbir oyuncuya verilmemesi demek. Sahanın uç kısmında bir yer yapmışlar, hepsini orada sergiliyorlar. Stadyum içindeki müzeden klasik mimariye her şey kulübün tarihinin 100 yılı aştığını göstermek için düşünülmüş.
Oyuncular hep önde tutuluyor. “Oyuncu kulübün üstünde değildir” gibi romantik, hiçbir pazarlama stratejisine uymayan düşünceler yok burada. Takımın tarihçesini bile oyunculara göre bölüyorlar mesela. En başta “Baby Ruth dönemi” ya da en sondaki “Derek Jeter” dönemi gibi.
Maç öncesi antrenör Joe Girardi basın toplantısını yedek kulübesinde yaptı. Gazetecilerin yarısı Japon’du. Kriket oynayan Hintliler gibi Japonlar’a da 2. Dünya Savaşı’ndan beri beyzbol oynatıyorlar. Sonra da oradan oyuncu getirtip şakır şakır forma satıyorlar.
Maçın başında New Jerseyli bir çocuğu sahaya soktular. Lösemi hastasıymış, uzun süre hastanede kaldıktan sonra iyileşebilmiş. Bütün takım, sırayla çocukla konuştu, gazetecilere poz verdi. Hemen her maç birine bu türden bir jest yapıldığını söylediler.
Kültür tarihçisi Jacques Barzun, Amerika’nın kalbini ve mantığını anlamak isteyen herkesin önce beyzbolu öğrenmesi gerektiğini savunur. Oyunun yavaş gibi görünen ama tüm seyri değiştirebilecek temposundan takımların hep bir yıldız etrafında kurulmasına kadar birçok etkeni düşündüğüne eminim Barzun’un. Ama sahada oyun oynanırken stadyumun yarısının oyunu bırakıp sosisli sandviç yiyor oluşu da bu metaforun bir parçası bana kalırsa. Kesinlikle umurlarında değil. Bütün büfeleri Boss’a çalışan, 8 dolara sosisli satılan stadyumda maça hiç bakmadan sadece içeride dolaşıp yemek yiyen seyirciler olduğunu öğrendim.
New York’ta belediyenin tuvaletler konusunda çıkardığı bir yasa var. Kadınlara kamusal binalarda erkeklere oranla iki kat fazla tuvalet ayrılması gerekiyor. Buna da klozet paritesi (potty parity) deniyor. Yankees, kurala uygun bir inşaat yapmış. Kadınların klozet sayısı erkeklerinkinin dört katı.
Stadyum biletlerini kriz var diye ucuzlattılar. Yine de hiçbir vuruşu tam göremediğiniz, en ucuz Bleacher tribününde bile biletler 15-20 dolardan başlıyor. Süitlerde her maçtan önce özel partiler veriyorlar. Pahalı koltuk alanları da stadyum içindeki özel localarda oyuncularla bir araya getiriyorlar.
Gazetecilerin oyuncu ve antrenörlerle ilişkilerini çok kontrollü yürütüyorlar. Antrenörler gazetecilerle asla karşı karşıya bırakılmıyor. Yanlarında hep bir kulüp yetkilisi oluyor. Benim izlediğim maçta Yankees kazandı. Maçtan sonra Girardi’nin yaptığı basın toplantısı kolay geçti o yüzden. Ama yenilgilerden sonra gazetecilerin provokatif sorularına önce kulüp yetkilisi göğüs geriyor, sonra masada oturan Girardi konuşuyor.
Kafaları boş yanakları pembe huzur dolu modern ümmiler
Türk Diyaneti, yoga yeni dini akım, demeden önce, ay başında New York’a Dalay Lama geldi. Upper West Side’daki Beacon Tiyatrosu’na yeni bir öğreti anlatmaya. Bir sabah bir öğlen, iki seansta anlatacak, dediler. Sıkılır mıyım, içeride yine bir Tibet’e özgürlük gösterisi izler miyim derken, önünde 500 metre kuyruk olmuş meditasyon sempozyumuna ben de gittim. Kalın sesi ve şakalarıyla kafamda oluşan lalettayin bir Dalay Lama imajı dışında da, hikayenin ne olduğu konusunda hiçbir fikir edinemeden kendimi dışarı zor attım. Nasıl buldunuz diye sordum birkaç kişiye. Biri bana öğlen biletini teklif etti: Ben bir şey anlamadım, lazımsa siz alın.
New York, Diyanet’in taktığı bu tür ruhani işlerin üretim merkezi. Brooklyn’e giderseniz, her tarafta yeni yoga teknikleri geliştiren, Dalay Lama’nınki gibi öğretiler oluşturan merkezler görürsünüz. Bundan bir süre önce New York’a gelen bir Türk’le tanışmıştım. Bakırköy’de yoga hocasıymış. “Teknikleri araştırmaya geldim” demişti o da.
İşin kent stresi, sosyalleşme boyutlarını geçiyorum. Bunlar Bakırköy-Nişantaşı hattındaki yogacılar için de geçerli. New York’u farklı kılan ise, 90’larda patlayan yoga sektörünün burada artık “tam rekabet”e ulaşmış olması. Yüzlerce yoga merkezinin, telefonculardan daha sert birbiriyle yarışması.
Yoga, New York’ta bir inovasyon konusu çünkü. Her yoga merkezi, yeni bir yöntem bulmaya çalışıyor. Pazar olarak da sadece New Yorkluları değil, tüm dünyayı görüyor. Geçenlerde, üst komşum Alex’in bu türden işler yapan bir şirketin yöneticisi olduğunu öğrendim örneğin. “Bir yoga tekniği bulduk, şimdi Türkiye’de Hillside’a da aktaracağız” dedi.
Sonuçta Diyanet haklı. Herkesin bir coğrafyası var, kimse cemaatini kaptırmak istemez. Ancak madem bir rekabetten bahsediyorlar, imamların bazen yogiler kadar ilgi görmemesinden şikâyet ediyorlar, onların da kendilerini yenilemesi gerek. Tam rekabet ortamında, yeni dua teknikleri, yeni zikir modelleri yaratmaları lazım. Ortada kendini bırakmış bir topluluk var, ilk gelen oturur. İki satır bir şey okuyup kafasını bulandıracağına, huzur uğruna dünyadan bihaber kalmaya razı, stresten bunalmış, modern ümmiler. Kafaları boş, yanakları pembe.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2009
11. Cadde üstünde otomobil galerilerinin arasında eski bir bina. Girişte üniformamsı bir kıyafetle gelenleri karşılayan, çevrilmekten yırtılmış muhasebeci defterine ziyaretçi bilgilerini yazan siyah konsiyerj, 50’lerden kalma.
Her an düşecekmiş gibi çalışan asansörden çıkınca karşılaştığım, analog şifreli kapının arkasında cam bir bölmede oturan, saçları meçli sekreter ise 60’lardan. Lambri dekorasyon, sararmış haritalar, sanki zamanın New York’un bu köşesinde donduğunun kanıtı. Halbuki niye buradayım? Kente belediye başkanı olmak isteyen, dünyanın en zengin ilk 500 kişisinden süpermarket kralıyla randevum burada. Çünkü New York’un en güçlü Yunan kökenli işadamı John Catsimatidis ile burada konuşmam gerekiyor.
New York egzantrik insanların kenti. Buna şüphem yok. Ama 1.7 milyar dolar kişisel servete sahip John Catsimatidis’i duvarları orta sınıf lokantalar gibi ünlülerle çekilmiş fotoğraflarla dolu bir odada, iki yardımcısıyla yan yana oturup sağ gözü artık çapaklanmış halde çalışırken bulunca, egzantrik olmak ne demek, o zaman anladım.
Catsimatidis ile iki nedenden buluştuk. Birincisi, New Yorklu bir zenginin ortalama gününü merak ediyordum. İkincisi, New York politikası konuşmak istedim.
Anne-baba Yunan. 6 aylıkken geliyor kente ve Harlem’de büyüyor. O kadar fakirlik çekiyorlar ki, çocukken çalışmaya başlıyor. Okulu bırakıyor. Harlem’de bir bakkal açıyor. Ve yıllar içinde New York’un en zengin süpermarket patronuna dönüşüyor. Sonra da bir petrol devi, emlak kralı ve medya yatırımcısına...
Küçükken astronot olmak isteyenlerden. Şimdi 2 çocuğu ve bir zamanlar sekreteri olan karısı için yaşıyor.
Sıfırdan gelen birçok kişi gibi işkolik. Gece uyurken kalkıp yardımcılarına mesajlar atıyor. Sıradan bir muhasebeci gibi bütün gün çalışıyor. Ya işlerini düzenliyor ya da zor durumda bir şirket belirleyip ele geçiriyor. Mesaisi bitince de smokinini giyip çıkıyor. Artık o akşam hangi politikacıyla buluşacak ya da hangi yardım kuruluşuna bağış yapacaksa onun yemeğine...
Kendinizi nasıl tarif edersiniz, bir işadamı mı, bir New Yorklu mu yoksa Yunan kökenli biri mi, diye sordum. “Amerikalıyım” dedi.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2009
Hafta içi Amerika’nın özel ajan okuluna girdim. FBI Akademisi’nde bir gün geçirdim. Onca konuşma ve brifingden sonra ortaya çıkan tablo şu: FBI, CIA’in yerine Amerika’nın dünyadaki yeni yüzü oluyor. Amerika’dan taşıp bir tür dünya polisine dönüşüyor. Ve yeni misyonunda, iş karıştıran değil, sorun halleden bir teşkilat olacağını savunuyor.
Burası Quantico. Washington’a yaklaşık 1 saat uzaklıktaki FBI Akademisi.
70 küsur yıldır gizliliği esas almış, CIA kadar esrarengiz bir örgütün ajan okuluna elinizi kolunuzu sallayarak giremezsiniz elbette. Ancak enteresan bir şekilde, bu geziyi FBI istedi. Amerika’daki 30 yabancı gazeteciye kurumu tanıtmak onların fikriydi.
Quantico denilince, benim aklıma hep Kuzuların Sessizliği (1991) filminin açılış sahnesi gelir. Akademi öğrencisi özel ajan Clarice Starling’in (Jodie Foster) eğitim ormanındaki koşusu.
Gazeteciler, salı sabahı Washington’da buluşup bir otobüse bindik. 5 FBI özel ajanıyla buluştuk. 3 ayrı kapıda durdurulduktan sonra da kendimizi birden işte o eğitim ormanının içinde bulduk.
Program yoğundu. Özel ajanların hazırladığı brifingler, seminer gibiydi. 30 yabancı gazetecinin Quantico’da o gün ne aradığını ise sunumlardan birinde öğrendik. Bir istihbaratçı, "Artık ulusal güvenlik kavramının önemi kalmadı. Şimdi global güvenlik çağında yaşıyoruz" deyince anlaşıldı mesele.
FBI’ın bugün Türkiye dahil 60 ülkede bürosu bulunuyor. Çünkü ajanların artık sadece Amerika’da çalışmasının anlamsız olduğuna inanıyorlar. 11 Eylül benzeri bir intihar saldırısının kararı Afganistan’da bir mağarada alınıyor, lojistiği de Avrupa’da sağlanıyorsa mantıklı tabii. Bu yüzden bir doktrin değişikliğiyle, teşkilatlanmalarını dünya geneline yaymak istiyorlar. Yabancı gazetecilere kendilerini anlatmalarının sebebi de bu.
Peki niye FBI? Niye örgütlenmesi zaten dışarıda hazır olan CIA değil?
Çok politikler. Böyle soruların cevabını almak mümkün değil. Ancak satır aralarında verdikleri bilgilerden anladığım şu: Çünkü FBI, CIA kadar yıpranmış bir örgüt değil. İnsan kaynağı olarak da dünya polisliğine daha uygun.
Amerikalı değilseniz, kafanızda FBI ile ilgili bir "iyi" imajı vardır gerçekten de. CIA gibi iş karıştıran değil de, ortalığı toplayandır. Hücum değil de defanstır.
Ancak neden "Amerikalı değilseniz" dediğime gelince... Çünkü 1935’te FBI’yı kurup ölünceye kadar (1972) kurumun başında kalan ve görevden alınmaması için Amerikan başkanlarına şantaj yaptığı iddia edilen John Edgar Hoover’ı bilmeyebilirsiniz. Ya da FBI’ın 11 Eylül’ü önlemede yetersiz kaldığını kanıtlayan resmi raporlar sizi ilgilendirmeyebilir. En fazla, filmin ortasında siyah gözlükleriyle cinayet mahalline gelip zavallı kasaba şerifine, "Yetkili benim, artık gidebilirsin" diye ukalalık yapmasına kızarsınız. O da zaten sadece filmlerde olur, değil mi!
Siyah tişörtlü çelimsizler istihbaratçıymışQuantico’da eğitim gören 850 özel ajan, bir yıllık mülakat döneminin ardından 7 bin Amerikalı arasından seçiliyor. Genel profil; 30 yaşında, üniversiteden sonra başka bir işte çalışıp FBI’ya başvurmuş, hukuk, mühendislik ya da ekonomi okumuş, orta sınıf mensubu, iyi eğitimli ve bekár.
Ancak mavi tişörtle dolaşan bu çaylakların dışında, akademide bir de yeşil tişört giyen, akademiye uzmanlık eğitimi için gelmiş kıdemliler var. Sadece FBI’dan değil. Amerika’daki bütün güvenlik kurumlarından gelebiliyorlarmış. Örneğin yemekhanede o yeşil tişörtlülerden bir askeri polisin yanına düştüm. Ortadoğu’da görev yapıyormuş, 10 haftalık eğitime gelmiş, bitince de İspanya’ya geçecekmiş. Her biri vücut geliştirme şampiyonu görünümlü bu adamların, çalıştıkları kurumların en iyi elemanları olduğunu öğrendim.
Bunların dışında, bir de siyah tişört giymiş, benden çelimsiz tipler vardı. Sordum, onlar analistmiş. İstihbaratçı...
EĞİTİM İÇİN KURULMUŞ SAHTE KASABA
İşte Amerika’nın en çok soyguna uğrayan kasabası. Hogan’s Alley, FBI ajanlarının saha eğitimi için tasarlanmış sahte bir kasaba. Bu da biz kasabayı gezerken rastladığımız bir tutuklama sahnesi.Nasıl bir eğitim alıyorlar?Çok zor bir eğitim. 50 kişilik sınıflarda öğrenim görüyorlar. 20 hafta boyunca yoğun bir tempoda çalışıyorlar. İlk dört hafta akademiden dışarı çıkmak bile yasak. Sonra sadece hafta sonu izin alabiliyorlar. Dersler; ateşli silahlar, savunma taktikleri, istihbarat ve kontrterörizm ana başlıkları altında. Uygulama imkanları üst düzey. Örneğin her biri mezun oluncaya kadar Glock tabancayla 3 bin 600 mermi atıyor. Eğitmenlerden biri, 20 haftanın yeterli olup olmadığı konusunda aynen şöyle dedi: "Biz dünyanın en iyi polis temel eğitim programını veriyoruz. Yeterli."
Özel ajanlar, temel eğitimin ardından, ileride hangi konuda uzmanlaşacaklarsa o alanda başka eğitimler almak için tekrar geliyorlar akademiye. Meslek hayatları boyunca da banka dolandırıcılıklarından organize suçlara kadar hangi masaya bakıyorlarsa o alanda eğitim almaya devam ediyorlar. Körelmelerine olanak tanınmıyor.
Başlangıç maaşı yılda
57 bin 362 dolarAkademide bizimle birlikte dolaşan görevlilerden biri, 36 yaşında 9 yıllık bir FBI özel ajanıydı. Avukatlık yaparken FBI’a başvurmaya karar vermiş. Neden böyle bir şey yaptığını sordum, imkanlarının iyi olduğunu söyledi.
FBI ajanlığı Amerika’da çok prestijli bir iş. Başlangıç yıllık maaş 57 bin 352 dolar ki, ortalamanın üstünde bir para. Ayrıca sağlık sigortası, sosyal imkanlar gibi yan faydaları da geniş. En güzeli ise kimliklerini komşularından saklamaları gerekmiyor. Benim konuştuğum ajanın karısı da avukatmış. Toplumun üst kesiminden kişilerle evlilik yapabilecek kadar itibar görüyorlar.
Denedim, FBI’ın sinirleri sağlamFBI turu sırasında kurallara pek uyduğum söylenemez. Sahte kasabadaki tutuklama eğitiminde fotoğraf çekilmesi yasaktı, çektim. Yemeği, gazeteci grubuyla özel bir salonda yemem gerekiyordu, ayrılıp yemekhanede ajanlarla oturdum. Ajanlara soru sormamam gerekiyordu, yemektekilerle de mihmandarlarla da konuştum. Brifinglerde de "İzinsiz dinlemeler yüzünden gazetecilerden özür dilemek zorundasınız" gibi ortama uymayan yorumlu sorular yönelttim. Anlayacağınız, belgeselci Michael Moore kadar olmasa da FBI için bir stres testi unsuruydum. En son, çok önem verdikleri bir panonun önünden geçerken aklıma bu poz geldi. 1 numarada Usame Bin Ladin’in olduğu, en çok aranan teröristler listesi. Suratı düştü, bana bakıp ne yapmaya çalıştığımı düşündü ama gruba eşlik eden bir FBI ajanı, rica ettiğim için bu fotoğrafı çekti. Beraber geçirdiğimiz bir gün boyunca, nezaketi hiç elden bırakmadılar. Sinirleri çelik gibiydi.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2009
Geçen hafta Ertuğrul Özkök, "Ayşe Arman gazeteciliği" başlığıyla bir yazı yazdı. Gazetecilikte yeni bir alan açan ama uzun süre bazılarının küçümsemeye çalıştığı Ayşe Arman’ın önemini anlatan bir yazı. New York’ta buna benzer bir tartışma, bir aydır Cosmopolitan Dergisi’nin efsanevi genel yayın yönetmeni Helen Gurley Brown’ın (HGB) etrafında dönüyor. Entelektüellerin başından beri dışladığı, feministlerin "seks maymunu" diye dalga geçtiği kadın, geçen ay hakkında çıkan bir kitap sayesinde şimdi 60’larda başlayan 2. Feminist Dalga’nın en etkili kişisi ilan ediliyor. 87 yaşında, hayatı boyunca yaşadığı itiş kakıştan sonra gurur verici bir iade-i itibar yaşıyor. Bugün Brown’ın hikayesini anlatacağım. Aslında biraz da alternatif bir Anneler Günü yazısı bu. Çünkü aynı zamanda anneliği reddetmiş bir kadının öyküsünden bahsedeceğim.
Kadınlar, 19. yüzyılda evlenmeden yaşayabiliyordu. Ama 1929’daki ekonomik krizin yarattığı sosyal çalkantıdan en çok onlar yara aldı. Amerikalılar, artık o yıllarda 30’una kadar evlen(e)memiş bir kadının, gidip kendini Büyük Kanyon’dan aşağı atması gerektiğine inanıyordu.
Bazı insanlar hayatta her şeyin dikine gitmek için doğmuştur. 1922’li HGB de, işte böyle bir Amerika’ya doğdu. Ancak baştan söyleyeyim, sonunda hikaye şöyle bağlandı: Büyüdüğü taşra kasabasından çıktı. Üniversiteye gitmeden çalışmaya başladı. Sekreter oldu. 20’ye yakın iş değiştirdi. Neredeyse bütün patronlarıyla yattı. Zengin erkeklerin parasını yedi. Zengin biriyle evlendi. Bir kitap yazıp kadınlara mümkün olduğunca bekár kalmalarını ve bol bol seks yapmalarını tavsiye etti. Cosmopolitan Dergisi’nin başına geçti. 1997’ye kadar 32 yıl boyunca derginin başında kaldı. Ve 60’larda yaptığı seks, orgazm kapaklarıyla bütün yayın dünyasını alt üst etti.
Dikine gidenler, dedim ya. İşte bu insanların yaptıkları işleri doğru bir şekilde değerlendirmek için de hayatta maalesef bir süreye ihtiyaç olur. Sadece elitist bakış açısı yüzünden değil. Akran rekabeti de, siz masanızın başında hálá harıl harıl çalışırken taltif edilmenize manidir. Helen Brown’ın yarım asırlık serüveninden sonra şimdi başına gelenler, işte bunun bir örneği. Hayatı boyunca fahişe diye küfür yedi, yüzeysel diye aşağılandı, seks maymunu diye alay edildi ama bir profesör onun hakkında bir kitap yazmaya karar verince, her şey ters yüz oldu.
Geçen ay ortasında çıkan kitabın adı, "Kötü Kızlar Her Yere Gider". Yazan kişi, Amerikan kadın tarihinin en önemli isimlerinden. Halen Bowdoin Üniversitesi’nde Cinsiyet ve Kadın Araştırmaları Kürsüsü’nün başında olan Prof. Jennifer Scanlon.
Önemi ise şu: Feminizmin en büyük uzmanlarından Scanlon, meğer bu kitabı Helen Brown’ı yerin dibine sokmak için yazmamış. Tam tersine Helen Brown’ın Amerikan kadınına olumlu etkisini anlatmak için hazırlamış.
Kitap çıkıp gazetelerde eleştirileri yayınlanınca, kentteki bazı feministlerin baygınlık geçirdiği bile söylendi.
Materyalist feminizmi yarattı
HGB’nin popüler kültüre girişi, 1962’de çıkardığı "Sex and The Single Girl" kitabıyla oldu. Brown, kitapta kadınlara ilk defa seksin hayatta yapılacak en iyi işlerden biri olduğunu anlattı. Ayrıca erkeklerin de düşman olmadığını söyledi.
Kavga çıktı tabii. Gittiği yerlerde domates yağmuruna uğradı. Muhafazakárlar, evlilik kurumunu "tehdit" edecek bir cinsel özgürlük önerdiği için köpürdü Brown’a. Feministler ise kadını erkekler tarafından kullanılabilecek bir seks objesine çevirdiği için. İlginçtir ki, feministler tarafından kabul görmemesi, Brown’ı kadın hareketinden koparmadı. Dışlanınca, kendi feminizm tarifini yarattı. Bir tür pragmatik feminizm, materyalist feminizm ya da çalışan kadın feminizmi oluşturdu.
İlk Dalga feminizmde (19. yüzyıl) kadınlar yasal hakları için mücadele etmişti. Helen Brown’ı dışlayan 60’lardaki 2. Dalga’da ise mücadele, kadına karşı ayrımcılık ve cinsel özgürlüğe kaydı. Amaçları aynıydı aslında. Ama Brown ve feministler, popüler kültürle olan ilişkide anlaşamadı.
Feministler, Brown’ın modaya, mücevhere meraklı olmasına katlanamıyordu. Hiç paspal gezmeyen bu süslü kadını fazla iyimser, naif ve antifeminist buluyorlardı.
Brown ise kadınların bir akıma, politik bir akıl hocasına değil; bir rol modeline, arkadaşa ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Ayrıca hippilerden de hazzetmiyordu. Saçlarına çamaşır suyu dökmüş pasaklılar, diyordu onlara.
Kendi mücevherinizi alın
Jennifer Scanlon’ın kitabında, HGB, zengin bir film yapımcısı olan kocası David Brown ile nasıl evlendiğini şöyle anlatmış: "Benim için ilk görüşte aşk değildi. İlk görüşten önce aşktı."
Parayı sevdi. Lükse aşıktı ve en önemlisi bunu söylemekten de hiç çekinmedi. Evliliğin bile fahişelik olduğunu savunan radikal feministler bunu kabullenemedi elbette. Ancak Brown da, kadının seksi güçlü bir silah olarak kullanabileceğini söylemekten vazgeçmedi. Kadınlara sadece zevk almak için değil, haklarını elde etmek için de seksi kullanabileceklerini söyledi. "Meniyi alıp yüzünüze maske yapın. Erkeğinizin hoşuna gider" diyecek kadar ileri giderek. Halbuki onlara bir geyşa olmayı değil, aslında bir patron olmayı anlatıyordu. "Büyük mücevherler için zengin bir kocayla, ufakları için az zengin bir kocayla evlenin. Ama en iyisi kendi mücevherlerinizi kendiniz alın" diyordu.
Seks ekonomik bir takastır
"Kötü Kızlar Her Yere Gider" kitabını okuduktan sonra, yazarı Prof. Jennifer Scanlon’u aradım.
Scanlon, Brown’ın 2. Dalga Feminizm ile 90’larda başlayan ve "Sex and The City" dizisiyle de sembolleşen 3. Dalga Feminizm arasındaki köprü olduğunu düşünüyor. 2. Dalga’nın Betty Friedan ile iki liderinden biri olduğuna inanıyor. Hangisi daha etkili oldu, dedim. "Herkes Friedan’ı söyler. Ama o, dar bir aydın çevreyi etkiledi. Brown, çalışan kadınları yönlendirdi. Garsonları, hostesleri, sekreterleri..." diye cevapladı.
Brown’ın materyalist çizgisini, kadını evlenmeye zorlayan ahlak anlayışına göre daha dürüst görüyor. Scanlon’a göre Brown, seksin ekonomik bir takas olduğunu fark etti: "Erkeklerin çok parası vardı. Dengesiz bir güçtü. O da ’Ben bu sistemi manipüle edeceğim’ dedi. Hakkı yenen, para kazanamayan kadın için çok gerçekçiydi. Amacı kadının işyerinde yükselmesini sağlamaktı."
Bu yüzden mi anne olmadı? "Doğduğu dünyada kadının seçenekleri limitliydi. Ya aile kuracak, anne olacaktı ya da kariyerini geliştirecekti. O dönem bir rol modeli yoktu Helen’in. Şimdi bile bunu başarmak halen çok zor. Anneliği değil, kariyerini seçti."
87 yaşında hálá çalışıyor
HGB, şimdi 87 yaşında. 12 yıl önce, yılda 50 milyon dolar kazandığı Cosmopolitan Dergisi’ndeki görevinden alınırken Hearst Grubu epey uğraştı. Hatta tam kopartamadıkları için Brown’ı derginin uluslararası yayınlarının başında bıraktı. Hálá her gün işe gidip geliyor. Ofisinden konuşamayınca evini aradım. Karşıma 1959’dan beri evli olduğu kocası David Brown çıktı. Central Park’ın yanında, 4 katlı bir evde yaşıyorlar. Röportaj vermediğini söyledi.
Bugün dünyanın neresine giderseniz, Brown’ın kadın tarihinde bıraktığı izlere rastlarsınız. Sadece Sex and The City dizisinin, adına varıncaya kadar bütün konseptini Brown’un yarım asır önce yazdığı kitaptan alması değil. Türkiye’deki Kadınca Dergisi ve Duygu Asena, Ayşe Arman gibi yazarlardan, Madonna’nın 1985’te çektiği "Material Girl" klibine kadar her yerde Brown’ın etkileriyle karşılaşırsınız.
Bir de şu var. Feministlerle çok boğuştu. Bu yüzden Cosmopolitan’ı üniversite kampuslarında okutamadı bir türlü. Ama 32 yıl boyunca yönettiği dergiyi bırakırken, Cosmopolitan’ın artık girmediği yer kalmamıştı. Amerika’daki üniversitelerde de son 16 yıldır en çok satılan dergiydi.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2009
Yeni Armani takımınızla Madison Caddesi’nde kırıta kırıta yürürken, bir anda yere düşüp kıvrana kıvrana Salmonella ya da domuz gribi gibi saçmasapan bir virüs yüzünden ölebilirsiniz. Meksika sınırına duvar örerek kurtulamazsınız. Sen kalk dünyanın bu en güçlü, en ilham verici kentinde, şıkır şıkır giyinmiş işine koştururken sokakta kısa boylu, eciş bücüş bir Meksikalı ile karşılaş, yüzüne hapşırsın, hasta ol. Ebola, AIDS gibi okkalı bir şey de değil, grip ol. Sonra da kalk, bu dünyanın en güçlü, en ilham verici kentinde, başına "domuz" eklenmiş adi bir grip yüzünden göz göre göre öl. Olacak iş değil!..
Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman, bir keresinde Amerika’nın Çin’le olan ilişkisini şöyle özetlemişti. "Biz onlara karşılıksız tahviller sattık, onlar da bize zehirli oyuncak ve bozuk balık gönderdiler. Gayet adildi."
Ben Amerikalıların Meksika’yla olan ilişkisinin de bu açıdan son derece adil olduğunu düşünüyorum. Onlar, yıllarca kaçak Meksikalı göçmenleri sosyal güvencesiz, üç otuz paraya çalıştırdı. Kaçak göçmenlerin her ay para yolladığı, Meksika’daki aileleri de Amerika’ya virüs gönderdi. Bazen domatesin içinde Salmonella şeklinde, bazen de turistlerin ciğerlerinde domuz gribi olarak.
BELEDİYE BAŞKANININ SURATI KIPKIRMIZI
Salı günü kentin belediye başkanı Michael Bloomberg’ün basın toplantısına katıldım. Sinirden suratı kıpkırmızydı. Zaten ekonomik kriz var, nereden çıktı bu domuz gribi, der gibi salon dolusu gazeteciye saldıracakmış gibi bakıyordu. İtfaiye müdürüne varıncaya dek bütün belediyeyi toplamış, arkasına dizmiş. Her şey kontrol altında, deyip durdu.
İşin büyüyeceği anlaşılınca, ertesi gün grip vakasına rastlandığı açıklanan okullardan birine gittim. 3 okul vardı, 2’si Queens’te, biri Harlem’in altında; ben Harlem yakınındaki Katolik okulundaydım. Hiçbir idareci konuşmuyor. Ancak çıkan öğrencilerin anlattığına göre sınıf mevcutları yarı yarıya düşmüş.
Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu’nun, globalleşme kavramını ilginç bir ele alış tarzı var. Harlem’den dönüp Midtown gökdelenlerinde çalışan onca New Yorklu’yu metroda maskelerle görünce o aklıma geldi. "Biz bir aileyiz. Dünyanın herhangi bir yerinde bir insan kendini umutsuz hissettiği sürece ne terörü yenebiliriz ne de başımıza gelecek öteki belaları" diyor Tutu.
Krugman’ın bahsettiği "adil" ilişkiyi de açıklayan kritik nokta bu sanırım. Meksika’nın doğusunda, domuz çiftlikleriyle dolu bir kentte (La Gloria) yaşayan 5 yaşındaki bir çocuktan (Edgar) başlayan hastalığın, New York’un en büyük denetim firmalarından Ernst&Young’da çalışan bir beyaz yakalıya (ismi açıklanmadı) kadar uzanabilmesini açıklayan bağ bu. Globalleşmenin son aşaması...
Herkes Tutu’nun sarf ettiği o cümlenin ruhunu şimdi çok iyi kavramalı. Ve şu gerçeği kafasına iyice yerleştirmeli:
Yeni Armani takımınızla Madison Caddesi’nde kırıta kırıta yürürken, bir anda yere düşüp, dünyanın en güçlü, en ilham verici kentinde, yerde Salmonella ya da domuz gribi gibi saçmasapan bir virüs yüzünden kıvrana kıvranaölebilirsiniz. Meksika sınırına duvar örerek kurtulamazsınız. New York’ta olsanız bile...
Meksikalılar Amerikan Papalığını İrlandalılardan almaya kararlı
Eziliyorlar, Amerika onları istemiyor ama Meksikalılar bu kötü şartlara rağmen Amerika’ya gelmeye devam ediyor. Tünel kazarak, sınırdaki polise rüşvet vererek, artık nasıl olursa... Ve böyle böyle, diğer Güney Amerika kökenlilerle, New York gibi kentlerde büyük bir demografik dönüşüme neden oluyorlar.
Artan Hispanik nüfus, en son New York Başpiskoposu’nun atanmasında bir krize neden oldu.
New York’ta Katolik kilisesini kuruluşundan beri İrlandalılar yönetiyor. Kentteki Katolik kiliselerinin isimleri İrlandalı azizlerden alınma. Amerika’nın Papalığı olarak kabul edilen Başpiskoposluk da, 167 yıldır İrlanda kökenli din adamlarının kontrolünde.
Ancak sorun şu ki, İrlandalıların kurduğu Katolik örgütlenme artık New York’a uymuyor. Çünkü yaklaşık 2 buçuk milyon olduğu düşünülen kentteki Katoliklerin yarıdan fazlasını, şimdi Meksikalıların başını çektiği Hispanikler oluşturuyor.
Önce kiliseler yetmemeye başladı. Buralara kendi azizlerinin isimlerini koydular. Sonra da başpiskoposluğu istemeye başladılar. Madem çoğunluk biziz, bizden biri yönetsin, diye...
Geçen ay ortasında, 5. Cadde’deki St. Patrick’e yeni atanan başpiskoposun törenini izlemeye gittim. Sürekli gülüyor diye gazeteciler çok seviyor. Suratsız din adamı imajını değiştireceğini düşünüyor. Halbuki dışarıda turistlerden başka kimse yoktu. Çünkü kentteki hiçbir Hispanik, Vatikan’ın yaptığı atamadan memnun kalmamıştı.
Galiba, o gün Amerika’nın İrlanda kökenli son Papa’sını gördüm ben.
Doktor mu yoksa doktorluk bilgisi olan bir ünlü mü?
New York’ta biraz adımı duyurayım, sonra bir an evvel İstanbul’a dönüp Nişantaşı’ndakilere çanta satayım diye düşünen 2. sınıf modacılar gibi değil. New York’un en iyi doktorlarından biri.
Ayrıca New York’ta iş yapmak için kebapçılarda vakit geçirip kendine Türklerden oluşan bir çevre yaratması da gerekmiyor. Amerika’nın doktoru çünkü. Mehmet Öz değil, Mehmet "Oz"!..
Bir New Yorklu ve Amerika’nın en ünlü, en başarılı Türk’ü ama kendini konumlandırmasıyla ilgili ciddi bir sorun var. Hazır domuz gribi haftasındayken, New York’ta Öz hakkında devam eden bir deontoloji (meslek ahlakı) tartışmasını anlatmak istedim.
Öz’ün danışmanlık yaptığı Real Age adında bir internet sitesi var. Gerçek yaşını hesaplama vaadiyle insanlardan kişisel bilgi toplayan, Türkçe de yayınlanan bir sağlık portalı aslında. İşte bu Real Age’in, elindeki müşteri bilgilerini ilaç şirketlerine sattığı anlaşıldı. İstatiksel olarak değil, isim isim. Olayı New York Times ortaya çıkardı, Hürriyet de haberi verdi.
Tanıklara rağmen şirket iddiaları reddetti. Ancak kimse şirketin ne dediğiyle ilgilenmedi elbette. Herkes, Mehmet Öz’e döndü. Düzenli olarak konuk olduğu, Amerika’nın en popüler talk şovcusu Oprah Winfrey’in programında sürekli Real Age’i tanıtan Öz’e.
Ben de aradım Öz’ü. New York Presbyterian Hastanesi’ndeki yardımcısı, görüşme talebimi e-posta ile bildirmemi istedi. Bunun üzerine bilgilerimi bir forma ekledim, yolladım. Ancak gelen cevapta, formu, Harpo ve Sony şirketinden iki kişiye yollamam isteniyordu.
Harpo, Oprah Winfrey’in yapım şirketi. Sony ise Harpo’nun Mehmet Öz’e bir televizyon programı hazırlamak için ortaklık kurduğu yapımcı. Sonbaharda, Öz artık Oprah’a konuk olmayı bırakıp kendi programını yapmaya başlayacak ve yapımcısı da Oprah ile Sony olacak.
Bir cerrahla yaptığı iş hakkında konuşabilmek için televizyonculardan izin almak yeterince garip. Ancak daha garibi, ben Öz’le konuşamadan, iki yapımcının bana Öz’ün ağzından cevap göndermesi oldu. Sorulmamış sorulara cevap göndermesi...
Mehmet Öz’ü tarif etmenin en kolay yolu, baştaki gibi, ne olduğundan çok, ne olmadığını anlatmak belki de. Şimdiye kadar en fazla, "medyatik doktor" diyebilirdiniz. Ancak böyle bir deontoloji tartışmasında işi Harpo ve Sony’ye bıraktığına göre, doktordan ziyade, doktorluk bilgisi olan bir televizyon figürüne dönüşmüş demektir. Kendini artık bir doktor gibi değil de, bir ünlü olarak konumlandırıyor demektir.
Harikulade bir tıp kariyeri olan, New Yorklu bir ünlü...
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2009
Tribeca Film Festivali’nin açılışında gösterilen Whatever Works filmine tedirginlikle gittim. New York’la ilgili hálá anlatacağı bir hikayesi var mıydı 74 yaşındaki Woody Allen’ın? Film bitince anladım. Meğer biriktiriyormuş. Daha keskin, daha derin hikayeler... Eskiden edebiyatçılar yazmayı daha erken bırakırmış. Şimdikilerin artık hayatlarının son dönemine kadar yazmaktan vazgeçmediğini anlatan bir araştırma okudum geçenlerde. 82 yaşındaki Gabriel Garcia Marquez’i örnek vermişlerdi. Tıpkı 80’li yaşlarında Bir Ada Hikayesi dörtlemesini bitirmeye çalışan Yaşar Kemal gibi.
Araştırma edebiyatçılarla ilgiliydi ama ben onların arasına bir sinemacıyı da ekleyeceğim. Çoğu New York’ta geçen onlarca filmin ardından 74 yaşında hálá New York filmi yapan Woody Allen’ı.
5 yıl önce Avrupa’da film çekmeye karar verdiğinde, Woody Allen gözümde daha farklıydı. Çünkü eski Allen filmlerini ne kadar sevsem de yenilerde artık sıkılmaya başlamıştım. Londra ve Barcelona’da çektiği 4 filmden sonra iş değişti. Match Point, seyrettiğim en iyi Woody Allen filmlerinden biri oldu örneğin.
New York’a döndüğünü öğrendiğim zaman, o yüzden başta korktum. Avrupa’dayken iyiydi, New York’la ilgili bana anlatabileceği ilginç bir hikayesi kaldı mı, bilemedim. Ve Tribeca Film Festivali’nin açılışındaki Whatever Works’e bir tedirginlikle girdim. Toz konduramadığınız birinin sizi hayal kırıklığına uğratabileceği endişesiyle...
HÁLÁ BARDA KLARNET ÇALIYOR
Film başladı. Herkes gala kibarlığında her şeye gülerken, ben koltukta kasılmış bir şeyler olmasını bekliyorum. New York’un sıkışmış üst sınıf yaşantısı, aptal sarışın, fazla klişe geliyor. Tamam, dedim kendi kendime, korktuğum başıma geldi.
Ancak bir süre sonra birden hava değişti. Akmaya başladı film. Ve bir quantum fizikçisinin para karşılığı parkta satranç öğrettiği kafasız çocuklara hakaret edişiyle kendimi bir anda silsilenin içinde buldum. New York’a geldikten sonra nehirleri yaratan Tanrı’nın aslında gay bir dekoratör olduğuna inanan ve gay olmaya karar veren dindar taşralı... Kıytırık bir fotoğraf makinesiyle çektiği anlamsız aile fotoğrafları sayesinde meşhur bir sanatçıya dönüşen ve sonra da menage a trois yaşamaya başlayan onun dindar karısı... Durmadan gülmeye başlamıştım.
Gala gecesinin o ağır topluluğu, salon dolusu ağır New Yorklu ise iyice kendinden geçmişti. Sadece o Güneyli çiftin yaşadıklarına gülmüyorlardı bu arada. Bir yandan da onları bu hale sokan kendi tavırlarıyla yüzleşiyor, kendi durumlarına gülüyorlardı.
Hálá her pazartesi Upper East Side’daki Carlyle Otel’in barında klarnetiyle konser veriyor Woody Allen. Bir hafta izlemeye gittiğimde vestiyerdeki görevliye "Hiç aksattığı olmuyor mu" dedim, "4 Temmuz dahil bir gün bile gelmediği olmaz" dedi. Bütün ciddiyetiyle, tıpkı gala gecesinde olduğu gibi bütün o asık suratlılığıyla sahneye çıkıyor, bir yandan çalıyor bir yandan da bara doluşan insanları seyrediyor hálá. İnsanlar ona baktıkça, o da onlara bakıyor.
Film bitince anladım. Meğer biriktiriyormuş. 74 yaşında kendine yazacağı hikayeler topluyormuş. Whatever Works’teki gibi daha alaycı, daha keskin, daha derinlemesine hikayeler...
Her kentin bir Woody Allen’ı olmalı mutlaka. Kendini onun ağzından dinleyebileyeceği, kendini ona anlattırabileceği zeki bir sinemacıya her kentin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. New York’un başka bir şansı da bu işte.
New York davetlerinin edebiyatçısı
Tribeca’nın açılış galasından bir gece önce Vanity Fair dergisi festivalin onuruna bir parti düzenledi. Robert de Niro’dan Bono’ya kadar birçok ünlüyü davet ettikleri, Oscar töreni sonrası Los Angeles’ta verdikleri partinin New York versiyonu. Woody Allen filmlerinde bu tür partilerden kábus sahneleri gibi bahsedilir. İnsanların etrafa gülücükler dağıtırken networking yaptığı, filmin kahramanının ise içine düştüğü ortamdan iyice bunalıp intihar etme isteğine kapıldığı korkunç yerlerdir hep. Çok geç gidebildim ve bu alandaki en kült geceyi başından izleyemedim maalesef ama Salman Rüşdi’yi görmem yetti.
Sevgilisiyle gecenin sonuna kadar kaldı. Etrafındakilerle konuştu, fotoğraflar çektirdi, sonra yavaş yavaş partinin yapıldığı Adalet Sarayı’nın merdivenlerinden aşağı inmeye başladı. Önlerinde başka bir çift vardı, fotoğrafçıların rahat çalışabilmesi için durup bekledi. Pay bıraktı, sonra tekrar inmeye devam etti. Genç sevgilisinin elini iyice sıkıp durdu, poz verdi ve yine ağır adımlarla çıkışa kadar yürüyüp gözden kayboldu.
Amerika’da hangi magazin dergisine bakarsanız bakın, Salman Rüşdi’yi mutlaka bir davette görürsünüz. Nasıl 60’lı yıllarda New York davetlerinin başkonuğu yazar Truman Capote olmuşsa, şimdi de Rüşdi var. Marcel Proust’un da amatör bir yazar olarak sivrilmeye çalıştığı yıllarda partiden partiye koştuğu bilinir. Ama Rüşdi, ta 1981’de "Geceyarısı Çocukları" kitabıyla Booker kazanmış biri. Sivrilme konusunda ise dünyada hiçbir edebiyatçının onunki gibi bir külliyatı (Şeytan Ayetleri) olamaz.
Seviyor demek ki... Bu medyatikliğin kitap satışlarına etkisini bir kenara koyacak olursanız, naif düşünürseniz, demek göz önünde olmayı, eğlenmeyi seven biri diye bakacaksanız. Herkes Woody Allen gibi bir mizantrop olmak zorunda değil ki...
Yeni gözlüklü pesimist
Whatever Works’ün bir özelliği de, filmde Woody Allen’ı Woody Allen oynamıyor. Daha doğrusu Woody Allen filmlerinin çoğunda olan, filmin zeki, yabancılaşmış, resmin bütününü gören ama panik ataklar yaşayan başrol oyuncusu bu sefer o değil. Onun yerine Türkiye’de de yayınlanan dizi film Curb Your Enthusiasm’daki Larry David var.
David, mizantrop (toplumdan uzaklaşan), mizojinist (kadın düşmanı), takıntılı bir fizikçiyi canlandırıyor. Gençken "kıl", yaşı ilerleyince "uyuz" denilen, iyice yaşlanınca da "huysuz"luğa terfi eden sıradışı tiplerden birini.
Curb Your Enthusiasm’da kendini oynarken bu kadar belirgin değildi. Woody Allen ile aynılar. Kekelemeleri, mimikleri, jestleri, konuşurken gözlerini kaçırmaları, her şeyleri bire bir aynı olmuş. Tek fark; David, Allen’dan 12 yaş genç.
Aynı zamanda Seinfeld dizisinin yaratıcılarından biriydi Larry David. Yani Allen gibi o da bir yazar. Devam etmek isterse, New York’un yeni gözlüklü pesimisti o olabilir.
Yazının Devamını Oku