Tolga Tanış

Kosta Rikalı çiftçi Carnegie’de klarnet çaldı

19 Nisan 2009
YouTube’ün 70 ülkeden seçtiği 100’e yakın amatör müzisyenle kurduğu orkestra, Carnegie Hall’da sahneye çıktı. Konser girişi, ünlü şef Steven Mercurio’yla karşılaştım. Kızgındı. "Versinler bana bu kadar bütçe, size dünya çapında bir iş çıkarayım" dedi. Kentin en büyük kültür merkezi Lincoln Center’ın bir bölümünü 3 gün boyunca kapatmışlar. New York’a 70 ülkeden gelmiş 100’e yakın amatör müzisyenin rahat rahat prova yapabilmesi için.

Şef, ünlü Michael Tilson Thomas. San Francisco Senfoni Orkestrası’nın müzik direktörü. Onun dışında kadroya ilave edilmiş başka ünlü müzisyenler var. Repertuvara yeni senfonisi Eroica’nın dünya prömiyerini koyan Tan Dun’ı hiç saymıyorum.

Provalar, basın toplantıları derken tam 3 gün sürdü bu curcuna. Pazartesi sabahı başladı, çarşamba akşamı Carnegie Hall’daki performansa kadar da devam etti. Aylarca YouTube’a video yükleyenler arasından yapılan seçmeler, internet üzerinden provalar, New York’taki bu debdebe, o tek gecelik konser içindi işte.

Aslında sıradan bir şirket aktivitesi. Google, video paylaşım sitesi YouTube’u satın almış, kurumsal iletişim yapıyor. Ancak bu gösterişli işin tam da sponsorların azaldığı bir kriz dönemine denk gelmesi, sanırım Upper West Side’daki müzisyenler için kolay hazmedilecek bir durum olmadı. Dünyanın en ünlü konser salonu Carnegie’de müthiş bir ışık gösterisi altında klarnet çalan Kosta Rikalı çiftçi ağır kaçtı.

YOUTUBE’Ü SANSÜRLEYENLER ORKESTRANIN DIŞINDA KALDI

Konserin girişinde, New York’un ünlü şeflerinden, Özgürlük Heykeli Konseri’nin maestrosu Steven Mercurio’yla karşılaştım. Harcanan paralar karşısında dili tutulmuş. "Detroit çöktü (otomobil sektörü), bankalar battı, hiç kimse para bulamazken bu krizin ortasında inanılmaz bir organizasyon" dedi. "Performans nasıl olur" diye soracak oldum, sinirlendi: "Versinler bana bu kadarlık bir bütçe, size dünya çapında bir iş çıkarayım. Etraf yetenekli konservatuvar öğrencisi kaynıyor."

Basın toplantısında ise bazı tartışmalar oldu, orkestrada neden İslam ülkelerinden kimse yok, diye. Oylamayla belirlendi çünkü senfoni üyeleri. Dolayısıyla YouTube’u sansürleyenler, oyunun dışında kaldılar. Bizim gibi...

Google müziğin yeni Medici Ailesi

Krizden önce şirketlerin müzik piyasasının meseni haline geleceği çok sık söyleniyordu Amerika’da. Pepsi, Kraft dışındaki firmaların da şarkıcılarla anlaşmalar yapacağı anlatılıyordu. Ancak mortgage balonu patlayınca işler tepetaklak oldu. YouTube ve Google’ın Carnegie’de yaptığı şov bu açıdan çok istisnai bir iş. Birkaç hafta önce, Çin’deki korsan piyasasıyla baş edemeyen müzik yapımcılarının sonunda Google’la anlaştığı açıklandı. Google’ın bu şarkıları Çin’de herkese bedava servis etmesine müsaade etmişler. En azından Google’dan reklam parası alırız, diye... Birkaç gün sonra, Universal’ın Google ile ortak olup Vevo diye bir müzik sitesi kurduğu söylendi. Gidişata baktığınızda, şöyle demek mümkün: Müziğin yeni Medici Ailesi, yavaş yavaş Google oluyor.

Met’te sahneye çıkacak ama aklı Türkiye’de

Ünlü bas Burak Bilgili’ye "Bundan sonraki hedefiniz ne" diye sordum. "La Scala’da şöyle bir temsil var, orada şu rolü istiyorum" demedi. "Türkiye’deki kültür seviyesini yükseltmek" dedi. Bencil olmaktan vazgeçmiş bir sanatçının sıradan bir sivil toplum gönüllüsüne dönüşme riski geldi aklıma.

Dokuz yıl önce New York’a gezmeye geldiğim bir sefer sokakta Fazıl Say’a rastlamıştım. Carnegie Hall’un yakınlarındaydık, durdurup imza istemiştim. New York’ta yaşıyordu ve ben seneler sonra biletleri 1 liraya satılan saat kuleli Albert Long Hall konserine kadar Say’ı sokaktaki o ürkek, kırılgan sanatçı görüntüsünden hatırlayacaktım.

Hafta içi Metropolitan’da (Met) sahneye çıkacak operacı Burak Bilgili’yle konuşurken o olay aklıma geldi nedense. Say’ın magazinden politikaya uzanan Türkiye serüvenini ve aynı onun gibi eleştirmenlerin bugün yere göğe sığdıramadığı başka bir Türk’ün şimdiki durumunu düşündüm.

Burak Bilgili’nin adını 5 yıl önce mutlaka duymuşsunuzdur. Dünyanın en önemli opera salonlarından Met’te sahneye çıkan Türk diye epey haber olmuştu.

Şimdi 34 yaşında ve 5 yıl önce Don Giovanni’de ikinci kast olarak rol aldığı dönemden çok daha ünlü, çok daha bilinen bir bas.

Sekiz yıldır Philadelphia’da yaşıyor. Geçen yıl Kübalı bir sopranoyla evlendiğini öğrendim ama fazla görüşemiyorlarmış. Berlin’den San Francisco’ya sezon boyu 8 ayrı temsili var. Menajerinin harıl harıl kontrat hazırladığı, çok yoğun bir dönem.

Anne bir polis. Anneden mi yoksa diaspora sendromundan mı bilmiyorum, milliyetçi biri. Obama’nın Türkiye seyahatinden laf açılınca, konuşmasında Ermeniler hakkında yaptığı yorum yüzünden Obama’yı sevmediğini söyledi.

Geçmişte diva Leyla Gencer’den Kenan Işık’a kadar birçok isimle tartışmalar yaşamış. Sivri dilli.

Genel bir beğenmeme hali var. Bilinen birkaç Türk operacıyı soruyorum, beğenmiyor. Lang Lang’dan açılıyor konu, beğenmiyor. Arada "Beğenirim" dedikleri oluyor, onların da bu sefer gazete beyanatlarını sevmiyor. Alice Tully Hall var, Lincoln Center’daki konser salonu, yeni mimarisi çok olumlu eleştiriler aldı ama "Ne bu böyle" deyip önünden geçerken binaya da kızdı.

Bilgili’yi hiç sahnede izlemedim. ilk defa Salı günü, Met’te 5 kez rol alacağı Il Trovatore’deki Ferrando rolünde göreceğim.

Ancak performansından önce, Met’in kulisinde yaptığımız konuşmada şu dikkatimi çekti: Başarılı olmuş, hálá da dünyada kendine yer edinmeye çalışan birine " Sonraki hedefiniz nedir" dedim, " Türkiye’ye dönüp kültür seviyesini yükseltmek" diye cevap verdi. " Şöyle bir temsil şu rolü istiyorum" değil, "Ne olacak bu seçim sonuçlarının hali" dedi.

Apolitik Boğaziçililer’in darbecilikten içeri alındığı absürdlükler yaşanıyor Türkiye’de. O yüzden Amerika’da yaşayan bir opera sanatçısının bile böyle yorumlarda bulunması rahatlatıcı gelebiliyor. Ama olması gereken bu mu, sonra düşününce bir türlü emin olamadım.

Bencil olmaktan vazgeçmiş bir sanatçının sıradan bir sivil toplum gönüllüsüne dönüşme riski geldi aklıma... Gündelik mevzulara dalıp üretememe, tıkanma tehlikesi...

Fazıl Say’ın imzasını tam zirvedeyken almıştım. Bilgili’den ise daha imza istemedim.

BİR OPERA DEDİKODUSU

New York City Operası’na alayı válá ile Paris’ten Gerard Mortier’yi getirmişlerdi. Parisli daha fazla bütçe istedi, reddedilince de istifa edip sezon başlamadan gitti. Yerine Dallas’tan yeni birini getirdiler ama New Yorklular "köylü" diye dalga geçiyorlar.
Yazının Devamını Oku

Amerikan anchor’ları siyah Türk’ü kıskanmış olmalı

12 Nisan 2009
Amerika’da anchor’ların hemen hepsi radyocu. Hiçbirinin tarafsız olma iddiası yok, hepsi bir fikri savunuyor. Üslupları da çok sert. Bağıran, küfreden kazanıyor. Flash TV’nin yayınını çok kıskanmış olmalılar.

Obama’yı, yüzünü siyaha boyayarak karşılayan Flash TV’nin sunucusuna kızdınız mı? Bizi rezil etti dünyaya, nedir bu soytarılık diye... Sakın öyle düşünmeyin.

Amerika’da bütün internet siteleri bu olaydan bahsediyor ama ortada bir rezillik yok. Emin olun, o yayını yapan Gökhan Taşkın Amerika’da yaşıyor olsaydı, buranın en ünlü anchor’ı olurdu. Şimdi ben size Amerika’daki haber kanalları nasıl, örnekler vereyim, anlayacaksanız.

á En "saygın" CNN’de Lou Dobbs (64) diye biri var. Harvard mezunu bir ekonomist. Her akşam Hülya Avşar’ın program çekimlerinde kullanılan bir difüzyon filtreyle kırışıklıklarını gizleyip yakasında bir Amerikan bayrağıyla saat 7’de ekrana çıkıyor. Ve tam bir saat boyunca, yasadışı göçmenlere ehliyet verenlerin "geri zekalı" olduğunu söylüyor, Amerika’yı "satanlara" hakaretler ediyor. Aynı zamanda bir radyo programcısı. Sizin çizginiz nedir, diye sormuşlar, "Ekonomik popülistim" demiş.

á MSNBC, liberallerin toplandığı, Obama’ya destek verenlerin haber kanalı. Buranın yıldızı da Keith Olbermann (50). Spor muhabirliğinden gelme bir radyocu. Bir keresinde eski Başkan Bush’la ilgili yorum yaparken kendini kaybedip "Kapa o lanet çeneni" dedi. Nasıl böyle bir laf edersin diyenlere de "S.ktir diyemediğim için mecbur kaldım" diye cevap verdi. Bir liberalin aynı zamanda çok iyi kavga edebileceğinin kanıtıdır Olbermann.

á Cumhuriyetçi Fox News zaten deli kaynıyor. En son CNN’den transfer ettiklerinin adı Glenn Beck (45). Ocak ayında Obama’nın yemin töreninden bir gün önce başladı. O da radyocu. 11 Eylül sonrasına dair bir manifesto açıkladı yayında. Kendi projesiymiş. Prensiplerini sıralarken başladı ağlamaya. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da "Ben bu ülkeyi çok seviyorum" diyor. Sonradan öğrendim; meğer yayında sık sık ağlarmış böyle. Hele Amerika’nın komünizme sürüklendiğini anlattığı bir haberi var ki... Stüdyoyu ışıkla kırmızıya boyayıp arkadan marş sesi eşliğinde "Obama hepimizi komünist yapacak" diskuru çektiği haber. Benim buradan tarif edebilmem mümkün değil.

á Asıl yıldız ise Bill O’Reilly (60). Fox News’da yayınladığı programıyla Amerika’daki haber kanalı yayıncılığını bu noktaya getiren esas oğlan. Programını her akşam 3.5 milyon insan izliyor. Demokrat Partililere düşman. Irkçı eğilimleri var. Aynı zamanda bir İslamofobik, bir homofobik ve bir zenofobik. Nielsen’in açıkladığı rakamlara göre son 100 aydır kablolu haber kanalları arasında bir numara. İki hafta önce nereyi açsam talk şovlarda karşıma çıkıyordu. Sonradan anlaşıldı, aynı kanaldaki Beck çok parlayınca halkla ilişkiler yapmaya çıkmış. Bırakmayacak kadar da çirkef.

Demek istediğim, Flash TV’deki yayın sizi sinirlendirmesin. Anlattığım bütün bu anchor’ların, o yayının görüntülerini izledikten sonra "Biz bunu niye daha önce akıl etmedik" diye düşündüğüne emin olun. Hepsinin kıskandığını bilin. Amerika ölçülerinde çok başarılı bir iş olmuş.

Misyonsuz, taraflı, etkili

Televizyon haberciliğinde Türkiye ve Amerika arasında ciddi bir algı farklılığı var. Büyük kanalları söylemiyorum, ABC ve Kanal D aşağı yukarı aynı yayın anlayışına sahip ama iş haber kanallarına gelince her şey değişiyor.

Bizde NTV, CNN Türk, "ağırbaşlı" habercilik yapan, hikayeyi "yorumsuz" veren yerlerdir. Yorum açığını programlar üzerinden giderirler, bülten mantığı değişmez. Öyle olunca sunucuları arasından da bir yıldız çıkmaz. Halbuki Amerika’daki haber kanallarında prime time saatiyle birlikte müthiş bir rekabet başlıyor. Hepsi, bültenleri bırakıp taraflı habercilik yapan (advocacy journalism) yıldız anchor’larıyla seyirci çekmeye çalışıyor. Bu anlayış farkının birkaç sebebi var. Birincisi, Amerika’da kimse televizyona bir misyon yüklemiyor. Bunun bir eğlence kutusu olduğunun herkes farkında. İkincisi, kimse objektif olma gibi samimiyetsiz bir iddia taşımıyor. Açık açık tarafını belli ediyor. En önemlisi, hepsi reklam çekmek, para kazanmak zorunda olduğunu biliyor. Bunu bir prestij işi olarak görmüyor.

Size garip gelecek ama bu sayede haber kanalları, Amerika’da Türkiye’de olduğundan çok daha etkili oluyor. Hepsi bir politik ağırlık taşıyor ve çoğu zaman en az gazeteler kadar gündeme ağırlık koyabiliyor.
Yazının Devamını Oku

Neden organik yumurtaya daha fazla para ödüyorum?

5 Nisan 2009
Fritz Schumacher, 70’lerde "Küçük Güzeldir"i yayınladığında, büyük organizasyonlar gelişmenin göstergesi değildir, dünya organik üretime yönelmeli, demişti. Bugün Amerika’nın organik ürün pazarı 24 milyar dolar oldu. Yerel üretim, demişti. Brooklyn’in doğusunda kent çiftçileri (urban farmers) çıktı, evlerinin arkasında organik kavun yetiştirip yan binadakilere satıyorlar.

Kaynakları israf etmeyin, demişti. Red Hook’ta kullanılmayan yolları çiftçilere verdiler, asfalt tarımı yaptırtıyorlar.

Bu açıdan bakınca, Alman ekonomist haklı çıktı, denilebilir. Ancak ufak bir farkla: Schumacher bu "Budist" ekonomi modelini çevreyi düşünerek yarattı. Dediklerini uygulayanlar zengin olsun, ürettiklerini iki katı paraya satsın diye değil.

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, bilim alanında bile artık pazarlaması daha kuvvetli olan öne geçiyor. Hafta içi New York Times’da tam sayfa bir ilan vardı. Adı sanı duyulmamış bir sürü üniversiteden 100’e yakın akademisyen bir metin hazırlamış, insanlara küresel ısınmanın olmadığını anlatıyorlardı. Yani bir deterjan şirketi gibi parası neyse verip ilan yayınlatmışlardı. Organik meselesinde yaşananların da bundan aşağı kalır yanı yok.

ORGANİK MESELESİ İYİCE ABARTILDI MI?

Amerika’nın en güvenilir sağlık referansı Mayo Clinic’in internet sitesinde, organik gıdalarla ilgili tanımlar çok açık. Normal ve organik ürünler, besin değeri açısından aynılar. Organik tarımda kullanılmayan, geleneksel çiftçilikte atılan ilaçlar da insan sağlığını tehdit edecek boyutta değil. Mayo’ya göre tek fark, organik tarım doğaya daha uyumlu.

Florida Uluslararası Üniversitesi’nde kanser tedavisi ve nükleer tıp alanında çalışan, ödüller almış Dr. Seza Güleç var. Organik meselesi konusunda o da çok net. Abartıldığını, işin iyice çığrından çıktığını söylüyor. "Bir insanın normal yumurta yerine organik yumurta yiyerek daha sağlıklı olacağını hiç kimse bilimsel açıdan ispatlayamadı" diyor.

İşin doktorları ilgilendiren başka bir kısmı da, organik modasıyla birlikte çıkan "naturopathy" adlı alternatif tıp alanı. Şimdi Amerika’daki hemen her hastanede, insanlara organik ürünler yemeleri gerektiğini söyleyen naturopathy uzmanlarından var. Bir doktor düşünün, hastasını 24 saatlik ameliyata alıyor, kanserli hücrelerini temizliyor, sonra ne yemesi gerektiğini anlatan bir alternatif tıpçı kadar sözünü dinletemiyor. Güleç’in bu uzmanlar hakkında neler söylediğini, rica ettiği için yazamıyorum.

Bu çarpıklığın daha ne kadar süreceği belli değil. Ancak krizin başladığı günden beri organik üreticilerinin sıkıntıya girdiğini anlatan haberler görmeye başladım. Mayo’nun sitesinde yıllardır duran o bilgilerin sonunda bazılarının kafasına dank ettiğini, New York’ta insanların yavaş yavaş "Ben bu organik yumurtaya diye niye daha fazla ödüyorum" demeye başladığını okuyorum.

Kızıyoruz ama krizin böyle bir etkisi olabilir belki. Şaşıranları kendine getirme gücü.

Nükleer tıpçı Seza Güleç soslu et tavsiye etti mi?

Florida’da yaşayan Dr. Seza Güleç’le konuşurken, Türkiye’de başına gelen bir rezaletten de haberim oldu. 160 bin tirajı olan bir Türk gazetesi, geçen ay Güleç’in adını vererek bir dizi yayınlamış. Kanserden korunmanın yolları diye üç gün üst üste birinci sayfadan anons ettikleri bir dizi. Ancak sorun şu ki, Güleç’in ağzından yayınladıkları tavsiyelerden Güleç’in haberi yok. "Sizinle hiç konuşmadılar mı" dedim, "Hayır" dedi. Demek bir yerden makalesini bulup koymuşlar diye düşündüm. O da değil. Çünkü Güleç, dizide yalan yanlış bilgiler olduğunu, tam tersine yazılanların çoğuna karşı çıktığını anlattı. Sonra ben de okudum, "Etinizi soslu yiyin" gibi laflar edilmiş. Ne diyeceksiniz şimdi! Hangisi daha vahim: Bir doktorun adının bu şekilde kullanılması mı? Türkiye’de birçok ailenin, Amerika’daki bir nükleer tıpçı öyle dedi diye kanserden korunmak için bir aydır etini soslu yiyor oluşu mu?

Yeni oyuncağın Twitter

Küçük olan güzelleşirken, romanlar öykü, öyküler deneme, denemeler de memo oldu. Senin vaktin yok çünkü. Önüne çıkan şeyin hemen sadede gelmesi, öyküsü neyse hemen anlatması lazım.

Sıkılıyorsun.

Kimsenin karşına geçip uzun uzun "yüksek" düşüncelerini anlatmasına tahammülün yok. Daha yalın, daha mesafeli ilişkiler istiyorsun.

Bir sene önceye kadar Facebook vardı. Arkadaş sayısı 500’e varınca o da bıkkınlık verdi. Halbuki açılış sayfandı; sabah işe gider gitmez bir şeyler ekliyordun ama şimdi hangi birine yetişeceksin. Azaltmaya kalksan o da olmaz, ayıp.

Bundan sonraki oyuncağın az ve öz olmalı o yüzden. Kimi merak ediyorsan ona bakmalısın. Facebook’ta her geleni aldın, bu sefer öyle olmayacak. Az sayıda arkadaş, bir de merak ettiğin birkaç bilinen insan...

Uzun uzun yazmalarına gerek yok. Sen her şeyi biliyorsun, bilmediğin bir şey olursa da Google eder bulursun. Tek cümlede neredeler, ne yapıyorlar, yeter. Daha fazlası değil.

Ayrıca bunların hepsi cep telefonuna gelmeli. Anında program yapabilmen için önemli bu. İyi bir işin var, çevren var, onlara bu akşam işim yok demek istemezsin. Burası yeni bir mecra olacak senin için. Yeni bir isim, yeni bir fotoğraf, yeni bir kişilik edineceksin. Yeni bir hayat gibi.

O yüzden daha öncekilerde hata yaptıysan, aynılarını tekrarlamamalısın. Twitter başlamadan önce bütün hikayeni iyi kurgulamalısın.

Obama Türkiye’ye neden geldi?

Bu soruyu, önce salı günü Columbia Üniversitesi’nde konuşan yazar David Ignatius’a sordum. Davos’taki olaylı panelin moderatörüne. "Türkiye ılımlı İslam modeli olduğu için Obama İslam dünyasına Türkiye’den seslenmek istiyor" diye cevap verdi. Türkiye’nin politikalarını çok beğendiğini söyledi ama sonra açık açık Türkiye için "İslam Devleti" dedi.

Aynı soruyu iki gün sonra New School’un siyaset ve anayasa profesörü Andrew Arato’ya da yönelttim. New York’ta Türkiye’yi en iyi bilen akademisyenlerden biri. O da aşağı yukarı aynı şeyi söyledi. "Amerika Türkiye’nin İslam ülkelerine model olmasını istiyor, Hüseyin Obama o yüzden Türkiye’ye geliyor" dedi.

Bu laflar Obama’nın gezisi ilk duyulduğu zaman çıkmıştı ve Beyaz Saray hemen yalanlamıştı. Ancak duruma bakılacak olursa kimsenin yalanlamaya aldırdığı yok. Amerika’da birçok kişi, Türkiye’yi kafasında ılımlı İslam modeli olarak oturtmuş durumda. Hele Davos’tan sonra artık iyice... Meselenin aslını biz de bugün yarın öğreniriz herhalde.
Yazının Devamını Oku

Hido’nun Türk fanları Madison Square Garden’daydı

29 Mart 2009
İlk defa Hidayet’i NBA maçında canlı izledim. Hem de Madison Square Garden’da. Birileri "Hido" diye bağırıyordu. O kiritik basket geldiğinde grup Türkçe "Hido sen bizim her şeyimizsin" diye bağırmaya başladı. İlk üç periyot çok kötü geçti. Hem Hidayet kötüydü hem de Orlando Magic. New York Knicks’in sürekli 5-6 sayı gerisinde sürdürüyorladı maçı ve bir türlü denge kuramıyorlardı.

Ben o gün Hidayet’i bir NBA maçında ilk defa canlı izliyordum. Hem de Madison Square Garden’da. Ama üç çeyrek boyunca sadece 4 sayı üretince artık sıkıldım. Zaten çok anlamam, etrafa bakmaya başladım.

Derken son periyotta, sağ tarafımdaki tribünden bir grup, "Hido" diye bağırmaya başladı. O kadar kötü oynuyordu ki Hidayet, herhalde Orlandolular gaza getirmek için yapıyorlar, diye düşünüp geçtim.

Ancak tezahürat bitmedi. 20-25 kişilik grup ısrarla bağırıyordu. Önümde oturan ve sık sık tribünlerin arkasındaki büfelere gidip en az 10 şişe bira getiren, artık burnu kıpkırmızı olmuş New York taraftarı genç de, yavaş yavaş homurdanmaya başlamıştı.

Fark 10 sayıya kadar çıkınca, Hido bir anda oynamaya karar verdi. Üst üste 7 sayı birden üretti ve farkı kapattı. Bu arada her sayıdan sonra, "Hido" diye bağıran o gruba da eliyle işaret gönderiyordu.

Hikayenin aslı Hido’nun ikinci üçlüğünden sonra anlaşıldı. Çünkü o kritik basket de gelince, gruptakiler avazları çıktığı kadar, Türkçe "Hido sen bizim her şeyimizsin" diye bağırmaya başlamıştı.

Önümdeki kırmızı burunlu genç iyice sinirlendi. Önce ayağa kalkıp "İngilizce konuşun" diye seslendi. Sonra da salonun o bölümünde "USA... USA..." diye tezahürat başlattı.

Krizin derinleştiği eylül ayından beri Amerika’da bir zenofobi tartışması yaşanıyor. Sadece göçmenlere karşı düşmanlık değil, Amerikan şirketlerinin yabancılara satılmasına karşı da bir şovenizm oluştu çünkü. Nerede kaldı ki, NBA’de oynayan bir yabancı için Garden’da toplanmış yabancılar kendi dillerinde tezahürat yapıp New Yorklulara New York’ta maç kaybettirsinler...

USA sesleri yükselince, Türkler önce sustu. Grubu yönlendiren Fenerbahçe formalı genç, bir süre oturdu. Ama Knicks’in artık kazanamayacağı anlaşılıp Hidayet de iyice coşunca, herkes kaderine razı oldu. Türk gençler ayağa kalkıp tekrar bağırmaya başladı, önümdeki kırmızı burunlu da birayı fondip edip maç bitmeden söylene söylene çıktı. Son çeyrekte 12 sayı üretti Hidayet ve Orlando kazandı.

Grubun, Long Island Üniversitesi’nde okuyan Türk öğrenciler olduğunu öğrendim. İlk defa böyle bir organizasyon yapmışlar. Bundan sonra da sık sık toplanıp geleceklermiş.

NBA’i dünyaya pazarlamak için yabancı oyuncuları teşvik eder, bu sayede 40 ülkeden yayın hakkı parası kazanırsanız, Garden’a girip kendi ülkesinden oyunculara destek veren yabancılara da tahammül etmek zorunda kalırsınız. Göçmenlerin kurduğu, bütün ekonomisi globalleşme üzerine kurulu bir ülkede, zenofobi tartışması yaşanması ayrıca bir saçmalık zaten.

Her şeyin sahibi Cablevision

Dünyanın en ünlü arenası Madison Square Garden, 20 bin kişilik bir kompleks. Abdi İpekçi’nin basket sahasının aynı zamanda buz pisti, tenis kortu, boks ringi ve konser sahnesi olduğunu, içinde Akmerkez’inki gibi bir yemek katı bulunduğunu, tuvaletlerinin Kanyon’dakiler kadar temiz olduğunu, ayrıca aynı binaya bir de AKM gibi tiyatro sahnesi sığdırdıklarını düşünün, öyle. Sene içinde neredeyse her gün dolu olan, 300’ün üzerinde aktivite düzenlenen bir eğlence parkı aslında burası. New Yorkluların 130 yıldır gittiği bir sirk.

Garden’ın yapısını incelediğinizde, Amerika’daki eğlence endüstrisinin işleyişini de aşağı yukarı anlayabiliyorsunuz.

Tek patron, bir kablolu televizyon şirketi. Cablevision, kompleksin sahibi olduğu gibi, salonu kullanan takımları, yani Knicks (basketbol) ve Rangers’ı (hokey) da almış. Hem The Garden’ı işletiyor hem takımları yönetiyor hem de maç yayınını yapıyorlar. Televizyon izleyen insanlara kendi fabrikalarında kendi işçileriyle ürettikleri bir eğlence ürünü sunuyorlar.

Oy vereceğiniz insanlar bu adama benziyor mu?

Madem bugün belediye seçimleri var, ona uygun birinden bahsedeceğim. New York’un Belediye Başkanı Michael Bloomberg’den.

67 yaşında. 2 kızı var, karısından 16 yıl önce boşandı, bekár.

Normalde bir Cumhuriyetçi’nin New York’ta seçim kazanması zor. 2 dönem üst üste seçilmiş bir Cumhuriyetçi’den sonra kazanması ise tarihte váki değil. Demokrat Partili olmasına rağmen 2001’de Cumhuriyetçi Parti’ye geçti ve kenti Cumhuriyetçi Rudy Giuliani’den devraldı. Sırf 11 Eylül’de kahramanlaşan ama 2 dönem seçilme sınırı olduğundan bir daha aday olamayan Giuliani’nin desteğini almak için. Bir pragmatist.

İş kurmamış, risk almamış, sırf dürüst diye seçilmiş biri değil. Evet, sert, kimseye iltimas yapmıyor ama 28 yıl önce sıfırdan kurduğu finans terminali Bloomberg sayesinde bugün 16 milyar dolarlık serveti var. Bir girişimci.

Sümsük, başkasının güdümüne girecek kadar zayıf, ailenin beceriksiz oğlanı hiç değil. Tam aksine Başkan Obama, kamuoyu desteğine ihtiyaç duyduğunda ondan yardım istiyor. "Teşvik paketini açıklarken benim yanımda otur" diyor.

Ekonomiyi biliyor, istihdam yaratmak için ne yapılması gerektiğini kestirebiliyor. İş yapan herkesin önünü açıyor. Ayrıca sürekli fikir, proje üretiyor. Bir halk sağlığı gönüllüsü. Tek kötü yönü, müteahhitleri fazla seviyor. Kentin her yeri şantiye oldu diye çok eleştiri aldı.

2 dönemdir seçildiği için normalde aday olamayacaktı. Krizde onun yerinde kalmasını isteyenler yasayı değiştirdiler, bu sefer de iki büyük parti, Bloomberg’ü aday göstermek istemedi. Demokratlar, 2001’de istifa ettiği için sevmiyor. Cumhuriyetçiler de hiçbir konuda anlaşamadıkları için. Eşcinsel evliliği ve kürtaj hakkını savunan, silah karşıtı bir liberal çünkü. Hepsine inat kasımda bağımsız aday olarak seçime girecek. 100 milyon dolar ayırmış.

Hafta içi konuşma yaptığı bir baloda görüştük, Türk olduğumu söyledim, o kalabalıkta vakit ayırdı. Hafta sonu seçim bürolarını açacağını anlattı. 8 milyonluk New York’tan oy istiyor ama propagandasını bütün dünyaya yapıyor. Danışmanları iki ay önce özel jetle Avrupa turuna çıktı, Bloomberg’ü anlatmaya. Yardımcılarından birine "Niye böyle bir gezi yaptınız" dedim, "Çünkü New York’un dünyanın başkenti olduğunu düşünüyoruz, buna göre davranıyoruz" dedi.

Orada sokakların aylardır ne kadar gürültülü, afişlerin ne kadar sıkıntı verici, otobüs tepesinde anons yapan cazgırların ne kadar huzur bozucu olduğunu tahmin edebiliyorum. Peki hiç değilse oy vereceğimiz insanlar bu adama benziyor mu?

Dünya New York’a New York Kopenhag’a

Dünyada bir anket yapılsa insanların en çok görmek isteyeceği kent herhalde New York çıkar. New Yorklular da yaşadıkları kentten gurur duyuyorlar, her fırsatta bunu söylüyorlar zaten ama bu aralar bir Kopenhag lafı çıktı.

Broadway Caddesi’nin Midtown bölümünü bir süre sonra trafiğe kapatacaklar. 9. Cadde üzerindeki bir şeridi de araçlardan alıp yayalara ve bisiklet sürücülerine vermişlerdi, şimdi 8. Cadde’yi de öyle yapıyorlar. Bütün bu düzenlemelerin Kopenhag’daki şehir yaşamı örnek alınarak yapıldığı söylendi.

Talk şovcu Bill Maher, bir hafta Danimarka ve Kopenhag’a taktı. "Amerika’ya artık sadece 3. Dünya ülkesinden insanlar gelmek istiyor, kimse Kopenhag’ı bırakıp buraya gelmez" dedi durdu. Kopenhag, New Yorkluların kafasında yavaş yavaş ideal kent yaşamının, refahın simgesi haline dönüşüyor. Dünya New York’u merak ederken, New York Kopenhag’a özenmeye başladı.
Yazının Devamını Oku

Kriz ortasında New York’ta bir gün

22 Mart 2009
Yemekten sonra kütüphaneye gittim. Öğlen tatili diye içerisi tıklım tıklımdı. Kitap, DVD, toplam 30 kalem ödünç alma hakkım var. Bazı kütüphanelerin trafiği geçen yıla göre yüzde 50 artmış, New Yorklular HBO (paralı TV kanalı) üyeliklerini iptal edip kütüphane kartı alıyormuş çünkü.

Evden ayrılırken saat 8’i geçiyordu. Kapının önüne baktım, New York Times gazetesini köşeye bırakmışlar yine. Abone olduğum için hem indirim yapıyorlar hem de apartmanın içine kadar getiriyorlar. Reklam gelirleri bu kadar düşmüşken, bir de okuyucu kaybedemezler.

Üç blok ilerideki Murray’s Bagel’a yürüdüm. Krem peynirli bir bagel ve kahve alıp içerideki masalardan birine yerleştim. Doluydu içerisi.

Önce Times’ın birinci sayfasını okudum. Sonra masaya benden önce oturanların bıraktığı tabloidlere baktım. Kentin iki rakip tabloidi de (New York Post ve Daily News) AIG’nin bonus alan yöneticilerini kapak yapmış. Biri "Piçler" diyor, biri "Domuz AIG". Kriz patladığından beri herkes çok hırçın. İkisini de tekrar masaya koyup metroya doğru yürümeye başladım.

Tren çok kalabalıktı. Yolcu sayısı artmış krizde, ama işletmeci MTA buna rağmen zararda. Bu hafta zam gelecek, 2 dolarlık bilet 2.5 buçuk dolar olacak. Kırmızı hata bindim ve Grand Central’a giden shuttle’a geçmek için Times Square’de indim.

İstasyonun yanındaki dükkanın önü yine dolmuş. Dışarıya dönük ekrandan eski boks maçlarını yayınlıyor buranın sahibi ve ne zaman önünden geçsem 40 küsur yıllık Muhammed Ali maçlarını izleyen insanlar görüyorum önünde. Sanki metroda koşanlar azaldı da, duranlar çoğaldı...

Shuttle’a binip Grand Central’da indim. Ofis, Grand Central’ın tam karşısında, 80 yıllık, 53 katlı, gotik bir gökdelende. Bana kalırsa New York’un en güzel binalarından biri ama kiralık ofis ilanları çoğalıyor.

HBO ÜYELİĞİ YERİNE KÜTÜPHANE

Öğlen oldu. Metlife binasının altındaki Cafe Centro’ya gittim ve kendime bacon’lı bir hamburger söyledim. Beer Bar kısmında yedim, ana salonda otursaydım hem hamburgeri porselen tabakta biftek gibi yemek hem de daha fazla ödemek zorunda kalacaktım. O bölüm, Michael’s ve The Four Seasons gibi aynı zamanda Manhattan’daki "power lunch" mekanlarından, ama tenhaydı. Görmek ve görünmek isteyenler azalmış demek.

Yemekten sonra kütüphaneye gittim. 5. Cadde ve 42’nin kesiştiği yerdeki büyük kütüphanede sadece araştırma yapabiliyorsunuz, o yüzden çaprazındaki Mid-Manhattan’a girdim. Öğlen tatili diye içerisi tıklım tıklımdı. Kitap, DVD toplam 30 kalem ödünç alma hakkım var, üstelik biraz dağınık olsa da yeni çıkan ne varsa içeride bulabiliyorum. Bir Georges Perec romanı alıp çıktım. Bazı kütüphanelerin trafiği geçen yıla göre yüzde 50 artmış, New Yorklular HBO (paralı TV kanalı) üyeliklerini iptal edip kütüphane kartı alıyormuş çünkü.

Öğleden sonra American Museum of National History’ye gittim. MoMA’yla birlikte New York’ta vakit geçirmekten en çok hoşlandığım müze burası. Darwin’in 200. doğum yıldönümü diye özel bir etkinlik düzenlemişler. 5. kattaki dinozorlardan başlayıp alt kattaki primatlara kadar ufak bir evrim turu yaptım. Herkes çocuklarını getirmiş, Darwin’i anlatıyordu. Müzelerin ziyaretçileri artıyor.

BEDAVA KONSERLER ÇOK GÖZDE

Oradan çıkıp tekrar 42’ye döndüm ve Birleşmiş Milletler (BM) binasına geçtim. Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu’ya BM bir ödül verecekti, onu izlemeye. Salon tıklım tıklımdı. Seremoni bitti, sonra sahneye soul şarkıcısı Macy Gray çıktı. O eski ve ne işe yaradığı belli olmayan işlevsiz örgütün o eski sandalyelerinde o kadar genç insan görünce yanımdaki Alman gazeteci "Macy Gray konseri yüzünden gelmişlerdir" dedi. Bedava konserler New York’un en cömert yönü. Daha 2 hafta önce U2, Bronx’ta bir üniversitede böyle bir konser verdi ama bu tür organizasyonlara katılım son dönem hiç olmadığı kadar artmış durumda.

Eve dönerken 24 ve 7’nin köşesindeki Whole Foods’a uğradım. Akşam için iki parça fileto levrek, biraz yeşillik aldım.

Apartmana girerken de posta kutusuna baktım. Netflix’ten "Lagerfeld Confidential" (2007) gelmişti. Modacı Karl Lagerfeld’in belgeseli. Hafta içi "Valentino: Son İmparator" Film Forum’da gösterime girdi, o da modacı Valentino Garavani’yi anlatıyor. İkisini aynı hafta izlemek istiyorum. Aralarında bir yıl var, neler değişmiş daha kolay fark edebileyim diye...

GÜNÜN ÖZETİ

Yazıda bahsettiğim olayların hepsi aynı gün olmadı. Farklı zamanlarda yaptıklarımı birleştirerek size tek bir gün üzerinden New York’ta yaşanan dönüşümü anlatmak istedim. İki savaş (Afganistan, Irak), bir ekonomik kriz yaşıyor bu ülke. İstanbul’u bilmem ama burada kriz öyle bir vurdu ki, New York’un o cool, ironik, "Ben seni çözdüm" havası epey örselendi. Orta-üst kesimin sınıf atlama koşusu, zorlama züppelikleri çok tırpan yedi. Yılda 25 bin dolar önerilen aşçı yamaklığı pozisyonuna New York’un en iyi restoranlarında çalışmış 300 kişi başvurmuş. Üstelik bunların 9’u doktoralı. Kimsenin tiyatroya mecali kalmadı artık. Yüksek lisansa dönenler, yeni dil öğrenenler, kendine okuma listesi yapanlar... Daha çok DVD seyrediyor, evde daha fazla vakit geçiriyorlar şimdi. Şöyle de denilebilir: Şarj oluyorlar.

Komplocular sokağa taştı

New Yorklular daha içe dönük yaşamaya başladı derken bir şey daha ilave etmek lazım. Kriz dönemlerinde halkın hurafelere inanma eğilimi artıyor. Dine daha çok bağlanıyor, sıkıntıları açıklayan komplo teorilerine daha kolay inanıyorlar. 1929’da da olmuş aynı şeyler.

Salı günü New York’ta İrlandalıların Saint Patrick Günü kutlandı. 5. Cadde’nin bir kısmını kapatıp sabahtan itibaren içmeye başladıkları New York’un en büyük yürüyüşü. Geçit törenini izlerken Plaza Hotel’in köşesinde bildiri dağıtan bir gruba denk geldim. LaRouche Hareketi’nin gönüllüleriydi. Lyndon LaRouche, İngiltere’ye savaş ilan etmiş, onu duyuruyorlar.

Bahsettiğim kişi, 11 Eylül’ü ABD’nin yaptığını, ekonomik krizin bilerek yaratıldığını iddia eden, bugün dünyada sirkülasyona girmiş komplo teorilerinin çoğunun patent sahibi olan adamdır. Bazıları faşist, bazıları da dünyanın en iyi özel istihbarat örgütünün yaratıcısı diyor LaRouche için. 2003’te Türkiye’ye gelip Erbakan’la görüştüğünde, Erbakan da "Kıymetli fikirleri var" demişti.

LaRouche gibi siyasetçiler dünyanın her yerinde var. Ancak ülkenin refah ve eğitim düzeyine göre marjinal kalmaya mahkûmlar. Mesela Rusya’ya gidin her taraf onun teorileriyle dolu, İngiltere’de sorun, "meczup" derler. Amerika’da da şimdiye kadar Demokrat Parti’den defalarca başkan adayı olmaya çalışıp hep hezimete uğramıştı LaRouche. Ama o gün Saint Patrick’te adamlarını ve çevrede toplanan insanları görünce, acaba krizin etkisiyle LaRouche burada da itibar görmeye başlar mı, diye düşünmedim değil.

Pazar akşamı Manhattan’da bir toplantı olmuş. Zeitgeist Hareketi diye yine geçmişte 11 Eylül’ü Amerikalıların yaptığını iddia eden bir grubun buluşması. Bine yakın insan toplamışlar ve ileride dünyayı makinelerin yönetmesi projesini konuşmuşlar...

Madison Square Garden’ın önünde de Sibel Edmonds’ın destekçilerini görüyorum arada. Edmonds’ın 11 Eylül’ü Amerikalıların yaptığını anlatan gazete kupürlerini dağıtıyor, yoldan geçenleri ikna etmeye çalışıyorlar.

Bu işler Amerika’da şimdilik hálá marjinal kalıyor da, bu aralar sokakta daha çok görünüyorlar.
Yazının Devamını Oku

Korsan New York’ta da var ama İstanbul’da Netflix yok

15 Mart 2009
Amerika’nın en yenilikçi şirketlerinden biri olan, postayla DVD kiralayan Netflix’in New Jersey’deki merkezini gezdim. Ellerindeki 100 bin filmin 42 milyon kopyasını her gün sipariş verenlere postalıyorlar, 10 milyon aboneye 12 bin filmi online izletebiliyorlar.

New York’ta akşamları metroya bindiğinizde, ellerinde kaçak DVD’ler, karaborsacılar gibi etrafa fısıldayan satıcılar görürsünüz. Hatta Union Square gibi öğrencilerin yoğun olduğu istasyonlarda, geceleri yerde tezgah bile olur. New York, İstanbul, bu açıdan pek farkları yok. Ama Amerika’da, Türkiye’de olmayan başka bir şey var: Netflix diye bir şirket.

Netflix, 12 yıl önce internet üzerinden film yayını için Silicon Vadisi’nde kurulmuş bir teknoloji şirketi aslında. Sonra işi DVD kiralamaya kadar vardırıyorlar. Bugün 10 milyon müşterisiyle dünyanın en büyük online DVD kiralama şirketi. Sadece New York’un kült videocusu Kim’s değil dünyanın en büyük DVD kiralama zinciri Blockbuster da Netflix yüzünden batıyor. Bana kalırsa son yılların en innovatif, en iyi yönetilen şirketlerinden biri.

Bir ayağı yurtdışında insanlar vardır hani, giderler dışarıda bir şey görüp "distribütörlüğünü" alırlar hemen. Biri çıkıp Netflix’i de Türkiye’ye getirsin diyeceğim ama olmaz. Anlatayım.

Hafta içi, Netflix’in New York’a hizmet veren merkezine gittim. Manhattan’a bir saat uzaklıkta New Jersey’de bir yer. Ülke çapında buna benzer toplam 58 dağıtım noktası varmış.

İçeride 40 görevli, raflarda binlerce DVD ve köşelerde iki farklı otomasyon cihazı görünüyordu. İlk başta ambalaj atölyesiymiş gibi duruyor. Sonra o basit aletlerin aslında milyon dolarlık tasarımlar olduğunu ve her gün 2 milyon DVD postalayabilen, hatta birkaç yıl öncesine kadar kimseye göstermedikleri ticari sırlar olduğunu öğreniyorum. Türkiye’de de Netflix’in tasarımını kopyalamış, dvdsokagi.com, evdeizle.com gibi siteler var örneğin ama en büyük farkları, işte bu teknoloji kapasitesi.

İNTERNETTEN FİLM YAYINI

Ellerindeki 100 binden fazla filmin toplam 42 milyon kopyasını her gün barkodları sayesinde makinelere okutuyor ve sipariş verenlere postalıyorlar. Ama daha önemlisi, abonelerine 12 bin filmi online izletebiliyorlar. Konuştuğum Başkan Yardımcısı Steve Swasey de, DVD kiralama işinin şimdi ikinci planda kaldığını, asıl odaklandıkları işin "streaming" olduğunu söyledi zaten. Yani internetten film yayını.

Streaming, şu anda Amerika’da 3 farklı kanaldan yürüyor. Biri Netflix’in yaptığı sabit üyeliğe dayalı yöntem. İkincisi Apple ve Amazon’unki gibi izle ve öde sistemi. Üçüncüsü Hulu’nun sunduğu, reklamlı ama bedava izleme seçeneği. Netflix’in şimdiki hedefi, streaming’in görüntü kalitesini artırmak. Çünkü bana kalırsa Hulu, şu anda bu konuda Netflix’ten daha başarılı.

Avrupa’ya açılma niyetleri olup olmadığını ısrarla birkaç kez sordum. Değil Avrupa, yanı başlarındaki Kanada için bile uğraşmak istemiyorlar. Birincisi, lisans anlaşmaları fazla karışık. İkincisi, dünyanın diğer bölgelerinde Amerikan Posta Servisi gibi bir iş ortağı bulamayacaklarını düşünüyorlar. Başkaları yapamaz mı dedim, anlaşmaları kotaramazlar, dedi.

Netflix yüzünden batanlar Amerika’dan kaçmaya başladı. Geçen ay kapanan, 50 bin filmlik East Village’daki Kim’s koleksiyonunu İtalyanlar aldı örneğin. Sicilya’nın Salemi kasabasında belediyenin yaratıcılık departmanı diye bir bölümü varmış, oranın müdürü bütün o VHS kasetleri Palermo Limanı’na indirtmiş. Sormuşlar, nereden çıktı bu iş, diye. "New York geçmiş, Salemi ise gelecektir" demiş.

NETFLIX’İN SIRLARI

á 100 bin filmlik çok büyük bir arşivleri var. François Truffaut’nun 1959 yapımı "400 Darbe"sini de bulabilirsiniz, daha yeni çıkan Body of Lies (Yalanlar Üstüne) filmini de.

á 10 milyon üyeleri var ve her biri için 10 milyon değişik web sitesi yayınlıyorlar. Bir üye Netflix.com’a girince, geçmişte seçtiği filmlere göre ona özel öneriler buluyor karşısında.

á Filmler web sayfasınızda belirlediğiniz listeye göre size postayla yollanıyor. Ne zaman izlerseniz izleyin, gecikme ücreti yok. Sonra size yollanan ve parası ödenmiş zarfa filminizi koyup geri postalıyor, listenizin üstündeki yeni filmin gönderilmesini bekliyorsunuz. Aylık bir limit yok. Elinizde tek DVD tutmak istiyorsanız, fiyat ayda 9 dolar (15 TL). İsterseniz aynı anda 8 DVD’lik paket de var ama 48 dolar (80 TL).

á Steve Swasey’ye bu DVD işinin daha ne kadar devam edeceğini sordum, "VHS kasetler 35 yıl dayandı, DVD’ler de daha 20 yıl kalır" diye cevap verdi.

á Filmler için büyük stüdyolarla yaptıkları anlaşmaların detaylarını açıklamıyorlar. Bazen toplu indirim alıyorlar bazen de gelir paylaşımı anlaşması yapıyorlar.

á LG, Netflix’in streaming’ine uyumlu özel televizyon üretiyor. Samsung Netflix’e özel, Blu-ray oynatıcı yaptı. Reklam katili Tivo bile cihazına Netflix uyumu ekleyecek.

á Hotel Ruanda (2004) filmi, Netflix’te sinemada izlendiğinden daha fazla ilgi görmüş. Eğer niyetlenirlerse dağıtım sorunu olan bağımsız filmler için bir kanal oluşturabilirler. "Yapacak mısınız" dedim, "Şimdilik düşünmüyoruz" dedi.

Popüler kültür ikonu

Amerika’da alışkanlıklar popüler kültüre çok kolay, çok hızlı etki ediyor. Pazartesi sabahları kentte birçok kişinin elinde kırmızı zarflar görüyorum örneğin. Sabah ofise geçmeden posta kutusuna attıkları, hafta sonu seyrettikleri Netflix filmleri bunlar. Amerikan Posta Servisi, Netflix’in ülkenin yeni çapa postası (anchor mail) olduğunu açıkladı. Artık kimse birbirine mektup yazmadığından şahsi posta kalmamış ama Netflix sayesinde insanlar posta kutularına bakmak için bir sebebe kavuşmuşlar. Gazete bulmacalarından birinde de cevabı "Netflix" olan bir soru hazırlanmıştı. "Queue (Netflix’te film listenizi yaparken başvurduğunuz yöntem, kuyruğa sokma) ile çalışan firma hangisidir?" diye. Başka ipucu yok, bu kadar. Netflix’in Amerika’da bir popüler kültür ikonu haline geldiğinin en açık örneğiydi o soru.

Cumhuriyetçi Parti’nin lideri bir radyocu

Amerika’da 2 haftadır çok ilginç bir tartışma vardı. Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek lideri kimdir, tartışması. Demokratların Cumhuriyetçileri aşağılamak için söylediği bir laftı ama iki hafta boyunca gezdi dolaştı ve tartışmasız bir doğruya dönüştü: Amerika’da Cumhuriyetçilerin fiili lideri, radyocu Rush Limbaugh çıktı.

Limbaugh bir şovmen. Her gün radyoda politik yorumlar yapıyor ama sonuçta bir şovmen. Ve buna rağmen, Obama yenilgisinden sonra ne yapacağını şaşırmış Cumhuriyetçilerin en etkili ismi.

Cumhuriyetçi Kongre üyelerine görüşmelerde nasıl tavır almaları gerektiğini şovundan o söylüyor. 2012 için Cumhuriyetçilerin çıkarmayı düşündüğü adaylara da yine şovundan o not veriyor.

Başta bazıları bu duruma direndi. Cumhuriyetçi Parti’nin komite başkanı seçilen kişi, "Lider benim; o sadece şovmen" dedi ama sonra özür diledi.

Geçen yıl kontratını 2016’ya kadar 400 milyon dolara yenilemişti Limbaugh. Başkan adayı olmak isterse parası da var anlayacağınız ama kimse böyle bir şeyin olacağına inanmıyor. Bütün mesele, Amerikalılar yıldızları seven insanlar. Dürüst ama silik, çalışkan ama pısırık, akıllı ama ezik, burada tutmuyor. Limbaugh ise bu yüzden tutuyor.

Jonathan Krohn adında 14 yaşında Amerikalı bir çocuk çıktı şimdi. Artık takip edemiyorum, bu aralar Türkiye’de açıksa Youtube’a girip videosunu izleyin. Muhafazakárlığın ilkeleri üzerine bir kitap yazmış, bir kongrede onu anlatıyor. İzlediğinizde, bu yıldız yaratma merakının bazen nasıl bir manyaklığa dönüştüğünü ve 14 yaşında bir çocuğa neler yaşattığını göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku

İşte yaşayan en pahalı Türk ressamı

8 Mart 2009
Londra’daki Türk müzayedesinde meşhur boksör tablosu 175 bin liraya satıldı. New York’ta açılan sergisi sırasında konuştum Taner Ceylan’la. Yaptığı pornografik resimler yüzünden Türkiye’de hep dışlandı, galerilere bile giremedi. Türkler kendi içlerinden kimi ezmeye kalkıyorsa, o kişi eninde sonunda başarıyor.

Sotheby’s’in Türk müzayedesine göre öyle. Çünkü 20. yüzyıl ressamları Mübin Orhon ve Fahrünisa Zeyd’in iki tablosundan sonra çarşamba günü Londra’da en yüksek satış rakamına o ulaştı. Ve gizli bir alıcı "Ruhani" adlı tabloya 175 bin lira verince, Taner Ceylan 2009’a yaşayan en pahalı Türk ressamı olarak girdi.

Ceylan’la müzayededen bir gün sonra, sergi açılışı için geldiği New York’ta görüştüm. Chelsea’de açılacak 5 parçalık yeni sergisi için hazırlanırken.

Dayak yemiş bir boksörün resmedildiği "Ruhani" müzayedenin afişi olacak kadar ünlense de, Ceylan’ın asıl bilinen işleri, pornografi içeren, çok daha marjinal tablolardır. Ama eserlerinin aksine o gün mavi kotu, açık mavi gömleği ve gri hırkasıyla, karşımda sıradan görünümlü biri duruyordu.

16 yaşında kadar Almanya’da yaşamış bir işçi çocuğu Taner Ceylan. Türkiye’ye lisede gelip Mimar Sinan Güzel Sanatlar’a giriyor ve resim okumaya başlıyor. Okula girdiğinde yaşıtlarına göre ne kadar yetenekliydi bilmiyorum. Ama Alman disiplinini çoktan edindiği anlaşılıyor. Çalışma temposuyla örnek öğrenci oluyor.

MATBAALAR KATALOGLARINI BASMAYI KABUL ETMEDİ

Ceylan, cinsel tercihleri nedeniyle liseden itibaren Türkiye’de hep bazı sıkıntılar yaşamış. Ailesi destek olsa da çevresinden hep tepki görmüş. Sanatındaki tercihler ise buna bir de dışlanma duygusu eklemiş. Mesela Mimar Sinan’ın hocaları okuldan birincilikle mezun olmasına müsaade etmişler, ama son sınıfta yapmaya başladığı pornografik resimler yüzünden hiçbiri sonra ilgilenmemiş. Aynı şeyi İstanbul’daki galericilerle de yaşamış. Kimse Ceylan’la çalışmak istememiş. İstanbul’daki hiçbir matbaa, Ceylan’ın kataloglarını basmamış. Bir dönem ders verdiği Yeditepe Üniversitesi bile "müstehcen" işler yaptı diye Ceylan’ı işten atmış.

Böyle olaylar, aslında bir sanatçı için aynı zamanda büyük bir zenginlik demek. Fakat bir zamanlar vebalı muamelesi gördüğü ülke için yıllar sonra dünyanın en ünlü müzayedeevinde afiş ressamı seçilmek de doğrusu çok ironik bir durum. Dahası o ülkenin en pahalı ressamı olmak, artık çok sık karşılaştığımız bir durumun yeniden tescili gibi: Türkler kendi içinden kimi ezmeye kalkıyorsa, o kişi eninde sonunda başarıyor.

FLORYA’DA ANNE BABASIYLA MAZBUT BİR HAYATI VAR

Birçok gay gibi en büyük korkusu yaşlanmak. Vücut geliştirme yapıyor. Doğu mistizmiyle çok ilgili. "Gurularım var, onlardan ilham alıyorum" dedi. Ayrıca her gün 30 dakika meditasyon yaptığını, inançlı biri olduğunu öğrendim.

Taner Ceylan, bugün 42 yaşında. Hálá anne-babasıyla yaşıyor. "Niye gitmediniz Türkiye’den, niye bunca şeye katlandınız" diye sordum, "Ailemle ilişkim mükemmel. Hiç aklıma gelmedi" dedi.

Özel yaşamıyla ilgili konuşmak istemiyor. Sadece tekeşli olduğunu ama gözü ve kalbiyle çok sık aşık olduğunu söyledi.

Buluştuğumuz gün New York’taki birinci haftasıydı. "Her gece bir yere davet ediyorlar. Eğer burada yaşasam o tabloları üretemezdim" diye şikayet etti. Bir de, kalabalıklara girdiğinde lekelenmekten korktuğunu anlattı. "Temiz mi kaldınız" diye sordum ben de, "Az lekelenmiş" dedi.

O gün bir saat konuştuk Ceylan’la. Görüşmemiz bittiğinde ise giderken kafamda yarattığım Taner Ceylan portresi darmadağın olmuştu. Daha önce gazetecilere anlattığı o libido patlamalarının, marjinal yaşam öykülerinin aslında koskocaman bir zırh olduğuna karar verdim çünkü. Tam tersine, bir "iyi aile çocuğu" duruyordu karşımda. Sokağa çıkmayı sevmeyen, eve arkadaşlarını çağırıp çay içen, Florya’da kendine korunaklı bir dünya yaratmış, Balzac gibi bir oturuşta 8 saat çalışıp hayatı Alman disipliniyle yaşayan okullu bir ressam. Sotheby’s’in katalog kapağındaki ressam.

Rönesans ressamı gibi

Taner Ceylan, bugün dünyada sanat ve performans üzerine dönen tartışmalar açısından da iyi bir örnek. Evet, sanatçının aynı zamanda hayatının, kişiliğinin de bir performans olduğu doğru. Ceylan da tablolarında hep kendini resmediyor. Kendi vücudunu, Marc Jacobs fotoğrafı üzerine mastürbasyon yaparken kendi penisini, birkaç erkeğe oral seks yapan kadın figüründe kendi ruhunu ya da dayak yemiş boksörde kendi geçmişini boyuyor. Ancak öbür yandan, bu işler ne kadar marjinal bir sanatçıyı çağrıştırsa da, aslında hepsi Ceylan’ın Florya’daki mazbut yaşamından çıkıyor. Resmin tüm kurallarını kusursuz uygulayan, belki de çoğunuzdan daha sıkıcı bir Rönesans sanatçısı gibi.

Yeni tartışma TARGETING

Yıllardan beri reklamcıların her fırsatta anlattığı bir davranışsal hedefleme (behavioral targeting) meselesi vardır. Kabaca, kişiye özel reklam diyebilirsiniz. Yani, köpek maması reklamını sadece köpeği olanlara, çocuk bezi reklamını sadece yeni doğmuş bebeği olanlara göstermek. AOL, Yahoo gibi internet şirketleri bunun üstünde yıllardır çalışıyorlar. Ama televizyonlar için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Sonunda hafta içi, New York’taki kablolu yayın şirketi Cablevision’ın da bir buçuk yıldır Brooklyn’de sürdürdüğü targeting testini başardığı ve projeyi 500 bin haneye yayacağı açıklandı.

Bu targeting işinden sonra şimdi yeni bir tartışma başlayacak: Yayıncıların tüketici bilgilerini nasıl depolayacağı ve kişiler hakkında nasıl bir arşiv oluşturacağı. Tüketici dernekleri, insanların hangi programı izlediklerini kaydedemezsiniz, diyerek özel hayatın gizliliğini savunuyor. Cablevision ise projenin sadece demografik verilere göre yürüyeceğini söylüyor. Yani abonelerin sadece cinsiyet, etnik köken ve gelir durumu gibi temel verilerine bakılacağını anlatıyor. Bu, işin daha ilk aşaması. Şimdi sırada başka targeting yöntemleri açıklamaya hazırlanan başka kablo yayıncıları var. Yeni bir insan hakları meselesi olacak bu.

Gwyneth Paltrow’u arıyorsanız Goop’ta

Önceleri dergilerde ufak tanıtım yazıları çıktı. Tasarımı fena değil, içeriği derli toplu türünden olumlu yazılar. Sonra bazı haberlerde alıntılar görmeye başladım. "Bu yemek tarifi Goop’ta çıktı" gibi... Türkiye’de de ünlülerin günlük gibi yazı yazdıkları, öneriler sıraladıkları internet siteleri var. Goop da onlardan biri diye düşündüm. Ama anladığım kadarıyla, bazen bir iş tutunca tutuyor. Bir matematiği, bir formülü yok.

Geçen ay en sonunda New York Times bile oyuncu Gwyneth Paltrow’un sitesi Goop’a kapağını ayırmak zorunda kaldı. Martha Stewart ve Oprah Winfrey’den sonra Amerika’nın yeni stil ikonu Paltrow mu olacak diye... Yaptığı önerilerle dalga geçenler, gustosunu sorgulayanlar ya da Paltrow’u Marie-Antoinette gibi halktan kopuk olmakla suçlayanlar var ama hálá test yayınında olmasına rağmen bu haliyle 150 bin abone çekti Goop. Paltrow’un yeni filminin tanıtımı var bu aralar. Joaquin Phoenix’le oynadığı "Two Lovers" diye bir film. Ama Goop o kadar öne geçmiş durumda ki, filmin yönetmeni de sinirlenmiş, "Tüm ilgiyi sitenin çekmesi çok acayip" diyor.

New York’ta küçük bir şirket rapor yazdı Bloomberg alıntı yaptı, Türkiye çalkalandı

Hafta içi New York merkezli Bloomberg Haber Ajansı, Türkiye’yle ilgili bir analiz yayınladı. Başbakan Erdoğan’ın seçim öncesi halka buzdolabı dağıttığını anlatan, rüşvet imalı çok ağır bir analiz. Yazıda, geçen hafta yapılmış, yüzde 1.5 hata payıyla AKP’nin yüzde 40-45 oy alacağını öngören bir de anketten bahsediliyordu. Anketi yapan ise New York merkezli Medley Global Danışmanlık diye bir şirket gözüküyordu.

Türkiye’yle ilgili bir anketi niye New York merkezli bir şirket yapsın diye düşünüp Medley’i aradım. Orta ölçekli bir şirket. 10 yıl önce para spekülatörü George Soros’un eski politika başdanışmanı Richard Medley kurmuş. Bu konuyla şirketteki Türk analistlerden birinin ilgilendiğini söylediler. Ben de analiste ulaştım. Anketi Bloomberg için yapmamışlar. Medley, müşterilerinden biri için hazırladığı Türkiye raporuna böyle bir anket eklemiş sadece. "Anketi kim yaptı" diye sordum, önce "Söyleyemem" dedi, sonra adını veremeyeceği bir Türk şirketinin yaptığını iddia etti. Ama muhtemelen aslında hiç yapılmamış, herkesin söylediği rakamların üç aşağı beş yukarı ortalaması alınarak konulmuş tahminlerdi. Rapor da zaten ufak, rutin bir çalışma. Ancak o "rutin" ve "önemsiz" çalışma, bir şekilde Bloomberg’ün eline geçmiş. Bloomberg de, hazırladığı Türkiye analizine, rapordaki o anketi koymuş. Sonra da tüm dünyaya servis etmiş. Anladım ki, eğer New York’ta çalışıyorsanız, oturduğunuz yerden dünyayı çok kolay etkileyebiliyorsunuz.

Annie Leibovitz bir sanat simsarının eline düştü

Annie Leibovitz, Amerika’nın en ünlü portre fotoğrafçısı. John Lennon’ı öldürülmeden 5 saat önce Yoko Ono’yla son kez fotoğraflayan isim. Leibovitz’in mortgage borcunu ödeyemeyince hayatı boyunca çektiği ve çekeceği bütün fotoğrafları bir sanat simsarına ipotek ettirdiği ortaya çıktı. Üstüne Greenwich Village’daki evini de koyup karşılığında 15.5 milyon dolar borç almış. Eğer ödeyemezse ölünceye kadar o simsar için fotoğraf çekmek zorunda kalacak. Evi için de simsara kira verecek. Bu krizde, herkes Gwyneth Paltrow kadar şanslı değil.
Yazının Devamını Oku

New York’tan 3 speakeasy

1 Mart 2009
Speakeasy, Amerika’da 1920’lerde alkol yasağı sürerken gizli gizli içki satan barlar için kullanılmış ilk. Şimdi çok bilinmeyen, daha doğrusu çok bilinmek istemeyen, sadece belli çevrelere açık, herkesin giremediği saklı mekanlar için söyleniyor. New York’tan 3 speakeasy anlatacağım bu hafta. Üç farklı yerde 3 kulüp. Eğer bir bağlantınız yoksa bunların hiçbirine giremezsiniz. The Box’ın kapısına gidip şansınızı deneyin belki alırlar. The Beatrice Inn, hemen hemen imkansız. SoHo House’a ise ancak otelinde oda tutup öyle kabul edilirsiniz. Üçü de krizin ortasında tıklım tıklım, üçü de kentin eğlence hayatının en tepesinde ama üçü de kendini köşe bucak saklıyor. Adreslerini bilmiyorsanız yerlerini bulmak bile çok zor. Diyelim buldunuz. Listede adınız yoksa bodyguardlar yüzünüze bakıp kapalıyız diyor.

Kate Moss’u şaşırtan yeraltı eğlencesi

THE BOX

Martin Scorsese’nin 1985 yapımı After Hours diye bir filmi var. Tanıştığı kızın peşinden gece vakti SoHo’ya giden ve New York’un yeraltı yaşamının ortasında kalıp tehlikeler atlatan bir adamın anlatıldığı bir film noir. Lower East Side’da gittiğim The Box’ta Scorsese’nin o filmi geldi aklıma.

Kapının önünde ellerinde telsiz, dikdörtgen şeklinde iki bodyguard duruyordu. Yazı filan hiçbir şey yok. Elimde adres olmasa oranın The Box olduğunu anlamam mümkün değil.

Saat geceyarısını biraz geçmiş. "Burası The Box mı" dedim. Kısa süreli ama tedirgin edici bir sessizlikten sonra biri, "Rezervasyon var mı" diye sordu sadece. Soruya soru. "Evet" dedim "var". Sonra öteki, adımı alıp telsizden teyit ettirdi ve "Girebilirsiniz" dedi.

Girebilirsiniz ama öyle hemen değil. Garaj kapısına benzeyen girişten geçince aynı seremoni bu sefer iki kızın durduğu iç kapıda yaşandı. Bara ulaştığımda Amerikan gümrüğü mü The Box’ın kapısı mı daha zor, onu düşünüyordum. Konteynerle ev eşyası getirttim Amerika’ya, bu kadar formalite olmadı.

İçeride ilk bakışta sizi şaşırtan hiçbir şey olmuyor. Üstte dekolte bluz, altta payetli şort giymiş garson kızlar ve onların arkasında koşturan Meksikalı komiler var. Salon kısmında da kendi halinde eğlenen masalar görüyorsunuz. Hikayenin sinematografik kısmı, saat 1.30’da salonun ucundaki perde açılınca başlıyor.

Saat 1’i geçince içerisi artık tıklım tıklım olmuştu. Geçen hafta Kate Moss New York Magazine’e bir akşam The Box’a gittiğini, şaşkınlık içinde kaldığını söylemiş. Ben sırf o röportaj yüzünden gitmiştim oraya, Kate Moss gibi birini nasıl şaşırtabilmişler diye, onlarca mankenin daha orada toplandığını görünce ilk şaşkınlığı yaşadım. Kentteki moda haftası biter bitmez bütün modeller kendini The Box’a atmıştı. Onun dışında sokakta yürürken rastlayabileceğiniz sıradan New Yorklular vardı. Fakat hemen herkes, belediye başkanının kapalı yerlerde sigarayı önledim diye kasım kasım kasıldığı kentte, salonun ortasında marihuana içiyordu.

Sahnedeki durumsa şöyleydi: Saçlarından şeytan boynuzu yapmış, vücudu dövme kaplı, beyaz elbiseli bir melez erkek, salondaki kalabalığa bağırıyor. "Burası Upper East Side değil. Gossip Girl eğlencesi beklemeyin. Burası Lower East Side" diyor. Sonra sahneye yarı çıplak akrobatlar çıkıyor ve tavandan sarkan tülün içinde alt alta üst üste dans ediyor.

İlk şov makul geçti. Hálá "muhallebi çocuğu" Gossip Girl’cülerin kaldırabileceği seviyede. Sahneye çırılçıplak çıkıp vücudunun içinden çıkardığı eşyaları giyen ters striptizci bile maküldu. Ancak sıra transseksüel dansçıya geldiğinde, "Burası Lower East Side" diyen sunucunun ne demek istediğini anladım.

Önce sahnede şişe parodisi yaptı. Soyundu ve şişenin üstüne oturdu. Ayağa kalktığında şişe bacaklarının arasında sallanıyordu. Sonra bir fahişeyi canlandırdığı skeçte erkek oyunculardan biriyle yatağa girdi. Aklınıza gelebilecek en sapkın sahnelerden sonra da ellerini bağladığı erkeğin kafasını kesti, dışkı bulaşmış vücudunu yaladı, giyindi ve çıktı.

Sabaha karşı 4’te çıktım The Box’tan. Eve giderken ise Scorsese aklıma geldi. 25 yıl önce çektiği filmi ve kentin yeraltı kültürünün nereden nereye geldiği. After Hours, o gece The Box’ta gördüklerimin yanında pazar sineması gibi kalıyordu.

Dedikoducu kızların büyüyünce gideceği yer

SOHO HOUSE

Burası bildiğiniz, steril bir kulüp eğlencesi sunuyor. İçkinizi alıp "nezih" bir kitleyle müziğinizi dinliyorsunuz.



The Box ne kadar yeraltı kültürüyse, SoHo House o kadar üst sınıf eğlencesi. The Box uyuşturucu kullananların daha çok olduğu Lower East Side’da, SoHo House köşesinde Apple mağazası olan Meatpacking’de. Biri After Hours ise öteki Sex and The City. Gossip Girl’lerin büyüdüklerinde New York’ta girmek isteyecekleri yer burası.

SoHo House aslında bir İngiliz kulübü. Önce İngiltere’de kuruluyor, 5 yıl önce New York’a geliyor. 7 katlı bir binaları var. Bir kısmı 24 odalı otel, bir kısmı kulüp.

İçeri girmek için iki yol var. Ya kulübe üye olan 4 bin kişiden biri sizi davet edecek ya da geceliği 500 dolara varan otelde oda kiralayacaksınız. Üyelik nasıl oluyor diyorsanız, sizi üye iki kişinin önermesi ve komitenin onaylaması lazım. Bir rivayete göre 3 bin kişi üyeliği onaylansın diye bekliyormuş ve fazladan para teklif ettikleri halde alınmıyorlarmış.

Üyeler, reklamcılar, sinemacılar, tiyatrocular ve yazar-çizerler. Küçük bir sinema salonları var, Tribeca Film Festivali başlamadan önce özel gösterimler yapıyorlar mesela. Ama kulübe gelenlere baktığınızda profil farklılaşıyor. Düşüyor, daha doğrusu. Aynı şey The Box’taki mankenler için de geçerli. Çoğu, New York’a moda haftası zamanı gelip Brooklyn’de aylığı 1000 dolardan oda kiralayan gençler bunlar ama kulüpteki hallerine baktığınızda her biri küçük birer Valentino gibi dolaşıyor. Amerikalıların "Fake it until you make it" diye bir lafı var. Becerinceye kadar becermiş gibi yap. Tam öyle.

Onun dışında SoHo House bildiğiniz, steril bir kulüp eğlencesi sunuyor size. İçkinizi alıp "nezih" bir kitleyle müziğinizi dinliyorsunuz. İçerideki o "nezih" insanlarla sadece merhabalaşmış bile olsanız "arkadaş" oluyorsunuz. Ve çıkarken, herkesin kabul edilmediği o "nezih" kitlenin bir ferdi olduğunuzu düşünüyorsunuz.

Yüzünüze bakıp kapalıyız diyorlar

BEA

Uzun hali The Beatrice Inn. Kentin klan halinde yaşayan elitlerinin West Village’daki gizli mabedi.

İki ortağı var. Biri DJ Paul Sevigny. Öteki eski bir fon yöneticisi olan Matt Abramcyk. Reklam yasak. Telefon numarasını kimseye vermiyorlar, web sayfasında adres dışında hiçbir bilgi yazmıyor. Kapıda iki siyah duruyor ama geçişi sağlamak için değil: İçeriden bangır bangır müzik sesi gelirken suratınıza bakıyor ve "Kapalıyız" demek için. Bea’nin kapısından girmenin zorluğu artık bir kıstas. "Bu yasayı geçirmek Bea’ye girmekten daha zor" diye bir cümle okudum gazetede.

İçeride Mickey Rourke’un bir köşede sigara içişini herkesin izlemesini istemiyorlar. Ya da Matt Dillon’un arkadaşlarıyla eğlenirken şöhret meraklısı birinin gelip tadını kaçırmasını. Ünlüler sırf bu nedenle penceresi olmayan, bodrum katında, 200 metrekarelik basık tavanlı izbe bir yere tıkılmayı göze alıyorlar. Kapıdaki Angelo’nun elinde duran liste dışında kimsenin içeri alınmadığından emin oldukları için. Zaten benim anlamadığım içeridekilerden çok dışarıdakiler. Bir sürü güzel kulüp varken niye illa Bea’ye girmek istiyorlar? Defalarca reddedilip kapıda aşağılandıkları halde...
Yazının Devamını Oku