Geçen Eylül-Aralık döneminde Amerika’daki gazete haberleri, yeni başlayanlar için Wall Street oryantasyonu gibiydi. Batan şirketlerin öykülerini anlatan yazılar, ölen insanların arkasından hazırlanan "obituary"lere benziyordu çünkü. Ve size Amerikan ekonomisinin yakın tarihini öğretiyordu. Yeni yılla birlikte iş değişti. Olay, batan şirket öykülerinden kriz yönetimi tüyolarına kaydı. Özellikle de bu konuda en çok sıkıntısı olan kültür sanat kurumlarının kriz yönetimine.
Tiyatroların seyirci azlığından kapanmasını ya da kitap yayıncılarının yeni projeleri durdurup işten eleman çıkarmalarını bir yana koyuyorum. Amerika’da asıl müzecilik ciddi bir tehlike yaşıyor.
Yaşanan çöküntünün sebebi, müze yönetimlerinin büyük para kaynaklarını kaybetmiş olması. Örneğin borsada kaptığının bir kısmını kurumsal iletişim yapacağım diye yıllarca ülke genelindeki müzelere, sergilere akıtan Lehman Brothers artık yok. Hálá batmamış olan şirketler ise imaj düşünecek halde değiller, ilk kıstıkları yer bu tür sponsorluk harcamaları. Bunların üstüne bir de bütçe açığını kapatmak isteyen belediyelerin müze ödeneklerini kaldırması eklenince, gazetelerde her gün bir müze haberi çıkmaya başladı.
Geçen gün Boston’daki Brandeis Üniversitesi’nin para bulmak için müzesini kapatıp 8 bin parçalık koleksiyonunu satmaya karar verdiğini okudum mesela. Ay sonunu getirmek için evindeki eşyaları satan aileler gibi...
Ondan önce de Los Angeles’taki Çağdaş Sanat Müzesi’nin (MOCA) batmamak için kendini zengin bir sanatsevere teslim ettiği ortaya çıkmıştı. Bunu yapmayıp kendi başlarına ayakta kalmaya çalışan müzelerin ise çok fazla seçeneği yok. Ya koleksiyonlarındaki bazı parçaları satıyorlar ya da sahip oldukları gayrimenkulleri devrediyorlar.
Üç hafta önce Modern Sanat Müzesi’ndeydim (MoMA). Öğlen saatlerinde içerisi tıklım tıklımdı. Yani sorun müzelerin gördüğü ilgi değil. MoMA’nın da 2008’de satışlarını yüzde 5 artırdığı açıklandı zaten. Dediğim gibi arkalarındaki şirketleri, üniversiteleri, büyük bağışçıları yitiriyorlar. Eğer şimdiye kadar kurumsal bir yönetim oturtamamışlarsa, ya Los Angeles’taki gibi birinin vesayeti altına giriyor ya da Boston’daki gibi yok olup gidiyorlar.
Bizde de İstanbul Modern, Pera, Sabancı gibi özel müzeler çoğalıyor biliyorsunuz. Diyeceğim, müzeyi kurup fonunu hazırlamak yetmiyor. Kurumsal yönetiliyor mu yönetilmiyor mu? O fon emin ellerde mi değil mi?
Peygamber Upper West’te sahneye çıktı
Tiyatroyu, kentte kıyıda köşede kalmış yerleri keşfetmeye çalıştığım sırada buldum. Upper West Side’da, bir lokantanın üstünde, ufak bir salon.
Oyunun tanıtımında bir din hicvi olduğu yazıyordu. Sahneye koyan bir Yahudi kumpanyası. Oyunun ismi de Yahudi mitolojisinden alınmaydı.
Öykü, Amerikalı yeni evli bir Yahudi çiftin gerdek için binlerce kilometre yol katedip kutsal bir dağa gitmesiyle başlıyor. Sonra uzun süre ortodoks bir Yahudi olan damadın, geline anlattığı hurafelerle devam ediyor.
Stand-up şovların yapıldığı barlardaki gibi masa düzenli salonda, insanlar önce bu Yahudi tipine güldü. Bir süre sonra Hıristiyanlıkla ilgili fasıl başladı. Damat karısına 200 çocuk doğurtup Yahudi olmayan herkesi sapıkça katletmekten bahsederken, gelin de aslında Tanrı’nın karısı olduğunu söyleyerek Meryem Ana’yla dalga geçiyordu.
Din eleştirisi konusunda Batılıların sınır tanımadığını biliyorum. Bestseller romanlardan South Park türü çizgi filmlere kadar birçok yerde Hz. İsa’nın ne altı kalıyor ne üstü. İşte Yahudilik, Hıristiyanlık derken, böyle bir havada, sahne sırası Müslümanlığa geldi.
O ana kadar salonda izleyicilerle oturan Bedevi kıyafetli oyuncu "Ben Peygamber Muhammed’im" diyerek bir anda ayağa fırladı. Uzun süre devam eden bu pasajın sonunda da, gelin dayanamayıp kendi dinini kurdu, herkesi müridi yaptı ve perde kapandı.
Oyunun yazarı kentteki tiyatro eleştirmenlerinin "Üretken Provokatif" diye lakap taktığı ünlü bir yazar.
Benim izlediğim oyunda bir taşkınlık olmadı. İki gün sonra ofisinde görüştüğümde, yazarına "Diğer temsillerde bir sorun çıktı mı" dedim, "Çıkmadı" dedi. "Müslümanlar var mıydı peki izlemeye gelen?" diye sordum. Suudi Arabistan ve Pakistan’dan gruplar olduğunu ama yine hiçbirinde bir olumsuzluk yaşanmadığını anlattı.
Oyunun ana fikri din eleştirisiydi. Üç semavi dinin de karşısında duran, hümanizmi savunan, çok provokatif bir metne dayalı, bazen hakarete varan bir din hicvi.
New York’ta 3 ay sahnelendi ve bitti. Hiçbir tabuya, hiçbir dogmaya aldırmadan hikayelerini 2 bin kişiye izlettirip sahneden indiler.