Tolga Tanış

Jedi’lara gülmeyin, daha albino zürafayı görüp Disneyland’a gideceksiniz

9 Ağustos 2009
Ellerinde ışın kılıçları, sırtlarında pelerin, 5. Cadde’nin başındaki Washington Square Park’ta düzenli olarak buluşan bir grup var. Yaş ortalaması 35-40. Ve çoğu, Star Wars hayranı profesyonel dansçı, dövüş sanatı ustası. Hava kararınca, başlarına kapüşonları geçirip aynı anda kılıçlarındaki ışıkları yakıyorlar. Sonra da bir ayindeymiş gibi disiplin içinde saatlerce jedi’cılık oynuyorlar.

Bir akşam “usta”nın yanına gidip konuşmuştum. “Hem eğleniyoruz hem de gösteriye hazırlanıyoruz” demişti. New York’un fuar merkezinde her yıl bir koca bebek eğlencesi düzenliyorlarmış. Star Wars’la büyüyen kuşak da ellerinde ışın kılıçları onları izlemeye geliyormuş!..
Belki durum size absürt gelmiş olabilir ama bugün eğlence sektörünün işleyişine daha dikkatli bakarsanız, anlarsınız. Aslında sizin de o parktakilerden pek bir farkınız kalmadı. 40’lık jedi’lar, hikâyenin sadece karikatür hali!..
Harry Potter’ın son filmini Times Meydanı’nda bir sinemada izledim. Öğlen seansında salonun yarısı doluydu ve içerideki çocuk sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Halbuki 8 yıl önce, çocuklar için, diye başlamışlardı biliyorsunuz. Ama biz o gün 30’lu, 40’lı yaşlar toplandık, alkolle tanışan Harry Potter’ın aşkı keşfetmesini izledik!..
Ya da tam tersi...
Anime meraklısı herkes Miyazaki’yi bilir. Bir çocuğun Miyazaki filminden anlayacağı şey, okuma yazmayı yeni sökmüş bir öğrencinin Anna Karenina’dan anlayacağı şeylerden kesinlikle daha fazla olamaz!.. İşte önümüzdeki hafta, son filmi Ponyo gösterime giriyor burada... “Bu seferki tam çocuklar için” diye bir yalan uydurup Tina Fey’e seslendirme yaptırttılar!.. Salonlara çocuk çekmek istiyorlar!..
Bütün bu yaşananlara bakınca, artık eski yapımcıların naif insanlar olduklarına inanıyorum. Çünkü iş öyle
 bir hale geldi ki, popüler kültür, tonu farklı da olsa; çocuk, genç, yetişkin ayrımına gitmeden herkese aynı içerikle ulaşmaya başladı. Hepimizi eşitledi!..

Yazının Devamını Oku

Amerika emekli blogger doldu

2 Ağustos 2009
Ve bir furya daha bitti. Açtığınız blogları terk ettiniz. Geçen ay Technorati bir istatistik yayınladı. İnternet bloglarını takip eden, bu konuda en yetkin teknoloji şirketi... Buna göre, kayıtlarındaki blog sayısı 133 milyona ulaşmış. Ancak son 4 ay içinde, bu blogların sadece yüzde 5’inin güncellendiği anlaşılmış. Yani ilk blog kurulalı daha 10 yıl olmadan, sıkılmışsınız...
Böyle istatistiklerle karşılaşınca, iletişim teknolojisine dair tahmin yapmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark ediyorum her seferinde. Bir şey söylemeye kalkıyorsunuz. İşte şunlar gidecek, bunlar gelecek vesaire... Bir yıl içinde her şey değişiyor. Technorati’nin araştırmasından sonra şirketin eski mühendislik bölümü direktörü Tantek Çelik’i aradım. Sonuçları değerlendirmek için... Bu teknoloji işlerinin insana nasıl Çince geldiğini bildiğimden en basit haliyle anlatmaya çalışayım.

BLOGLAR PORTAL OLDU

Etraf emekli blogger doldu. Kendi çevrenizden de ilginin azaldığını görebilirsiniz. Ama bloglar öldü demek için daha fazla veriye ihtiyaç var.

Her teknolojik yeniliğin kendini kısa sürede tükettiği ise doğru. Ayakta kalmak için bulduğu yöntem de geleneksele yönelmek.
Sonuçta iletişim teknolojisinde birçok fikir, aslında gazetecilik hedef alınarak ortaya çıkıyor. İnternet portalları çıkıyor, gazetecilik ölecek deniyor ancak sonra bloglar çıkınca o portallar gazetelere sığınıyor. Artık blogların dönemi başladı deniyor. Mikrobloglar çıkınca bu sefer bloglar portallara katılıyor. Bugün Technorati listesinde bir numaralı blog diye gözüken Huffington Post’a bakın, bloga benzer bir tarafı kalmadığını görürsünüz. Bildiğiniz portal. Kısacası her yeni çıkan şey, bir öncekini geleneksel olmaya zorluyor.

ÜÇ AŞAMALI DÖNGÜ

Bütün bu sürecin, 3 aşamalı bir kısırdöngüsü var. Blog örneğinden gidecek olursak: İlk aşamada Blogger.com vardı. Blog açmak isteyenler buraya gidiyordu. İkinci aşamada ona rakipler çıktı. İsterseniz Wordpress.com’dan da blog yayınlamaya başladınız. Üçüncü aşamadaysa bütün kanallar özgürleşti. Yazılımlar çıktı ve isteyen herkes bir internet adresi alıp blog yayınlamaya başladı.
Şimdi aynı döngü, Twitter furyasında yaşanacak. Şu anda ilk aşamadayız. Herkes Twitter’da. Sonra onun rakipleri büyüyecek. Friendfeed.com ve Trumblr.com da kullanmaya başlayacaksınız. Üçüncü aşamada ise Identi.ca ile tanışacaksınız. Hiçbir siteye bağlı kalmadan istediğiniz gibi mikroblog yayını yapacaksınız. Sıkılıncaya kadar...
Sonra yeni bir furya başlayacak. Twitter geleneksel kalacak. Ve böyle böyle devam edecek.

NE OLUR SÖYLEYEYİM

Bütün bu hikâye birçoğunuza çok karmaşık geldi, tahmin edebiliyorum. Hatta eminim, bazılarınız yazıyı okumaktan çoktan vazgeçti. Ancak sabredenler için... 3 aşamalı döngülere, yazılımlara, şirket rekabetlerine girmek istemeyenler için... Ben sonunda ne olacağını söyleyeyim.
Bir gün hepiniz gazeteci olacaksınız. Hürriyet’e özgeçmiş yollayacaksınız.

Hızlı, huysuz, ısrarcı, asosyal ve dedikoducu olmak lazım

Sıkılıp bırakanlar dışında, hâlâ çok iyi blogger’lar var tabii. Hatta her gün yeni bir blogger keşfediyor Amerikan medyası.
Çoğu, işe yalnız başlıyor. Oturma odası, bilgisayar ve pijama. Ancak biraz tık almaya başlayınca, genelde hepsi büyük bir şirketin çatısı altına geçiyor.
Bu işte kararlı olanlar ve para kazanacağını düşünenlere, Amerika’da adını duyurmuş blogger’ların bazı ortak noktalarını çıkardım:

ÇOK ÇALIŞIYORLAR Uyku düzenleri yok. Josh Marshall (39) gibi yetişemeyince yanında başka gazeteciler çalıştırmaya başlayanlar var.

ISRARCILAR Eski bir Moskova muhabiri var, adı Nikki Finke (56). Şimdi Hollywood yöneticileriyle ilgili yazıyor. Yaza yaza, sonunda geçen hafta NBC Entertainment Yönetim Kurulu Başkanı’nı istifa ettirdi.

HIZLILAR Sürekli güncelliyorlar. Michelle Malkin (38), iki çocuk annesi, arada kitaplar yazıyor ama yine de günde 5 makale hazırlayabiliyor.

HUYSUZLAR ‘Ben şunu beğendim’ değil, ‘Şunu beğenmedim’ yazıları yazıyorlar. Etrafa toy övgüler saçmıyorlar. Daily Kos’u hazırlayan Markos Moulitsas’ın (38) Hillary Clinton eleştirileri gibi.

ASOSYALLER Davetlere gitmiyorlar. Yılışık çevrelerden uzak duruyorlar. Matt Drudge’ın (43) fotoğrafını çekebilen çok az kişi var.

DEDİKODUCULAR Amerika’da da hâlâ kötü bir laf bu ama yine de dedikodu yazıp okutuyorlar. Sorduğun zaman ise “Ben değil başkaları yapıyor” diyorlar. Medya blogu yazan Jim Romenesko’yla (56) görüştüm, “Artık ismini açıklamayan kimseden bilgi almıyorum, ben dedikodu yapmam” dedi.

Sizin medya piramidiniz nasıl?

Wired Dergisi’nin son sayısında bir piramit hazırlamışlardı. Bir medya piramidi. Tıpkı besin piramidi gibi insanların gün içinde iletişim araçlarına ne kadar vakit ayırdıklarını gösteren bir grafik. Oyun, sosyal ağlar, haber ve eğlence diye 4 ana başlık var. Onların altında da alt başlıklar. Bu kadar blog yazısından sonra grafiğe bakıp kendinize uygun bir piramit hazırlamak isteyebilirsiniz diye...

Cem Kınay’ın iki cümlesi üzerine

Cem Bey,
Mektubunuzu aldım. Turks&Caicos Adası Hükümeti’ne rüşvet vermediğinizi, haksızlığa uğradığınızı söylemişsiniz.
Altına düştüğünüz nottan mektubun yayınlanmasını istemediğinizi anlıyorum. O yüzden uzun bir cevap yazmayacağım. Ancak yaptığınız basın açıklamasında da yer alan iki cümle dikkatimi çekti: “Ben kendi ülkemde böyle bir yayını beklemezdim” ve “Büyük başarılara imza atmış bir işadamıyım.” Müsaadenizle, bu iki konuda birkaç şey söylemek istiyorum.
Öncelikle, ben Türkiye’nin turizm ataşesi değilim. Dolayısıyla Türk işadamlarının yatırımlarına da bir ataşe gibi yaklaşmıyorum.
Hiçbir şey ifade etmiyor değil tabii. Hidayet’in maçlarını nasıl seyrediyorsam sizin işleriniz de benim için bir yere kadar öyle. Ancak bir yerden sonra, o yatırımlar işimin bir parçası.
“Ben kendi ülkemde böyle bir yayını beklemezdim” lafını hangi saikle söylediniz, görüşemediğimiz için size soramadım. Ama bilmenizi isterim ki, rüşvet verdiği iddia edilen bir İngiliz ile rüşvet verdiği iddia edilen bir Türk arasında benim için hiçbir fark yok.
Sorunca, bizde herkes Batı gazetelerinin ne kadar iyi olduğunu anlatır, biliyorsunuz. Ama o kriterlere göre bir habere konu olunca “Ben kendi ülkemde böyle bir yayını beklemezdim” der. Dediğim gibi siz neden söylediniz bilmiyorum. Yeri gelmişken, genel olarak belirtmek istedim.
İkinci konu, işadamlarının yaptıkları yatırımları hatırlatarak kendilerini övme meselesi.
Ticari başarı elbette alkışlanacak bir konu. Başarı hikâyeleri bir gazeteci için de her zaman ilgi çekicidir. Ama ortada devrilmiş bir hükümet, hükümeti götüren bir rapor ve onun içinde bir işadamı ismi varsa, o kısım maalesef tali kalır.
Ayrıca siz bir amme hizmeti yürütmüyorsunuz. İşiniz ticaret. Amacınız para kazanmak. Bu durumda bahsettiğiniz türden bir itibar istiyorsanız, bunun dayanağı yatırımlarınız olamaz. Yine Batı’dan örnek alarak söylersek, kamu yararına yaptığınız işler varsa onları anlatmalısınız. Mesela Darülaceze’ye bağış yaptıysanız, onu. Ya da öğrenci okutuyorsanız, onu.
Bizde zenginlikle övünme, istihdamın hayat memat meselesi sayıldığı yıllardan kalma, kötü bir alışkanlık. Ancak artık değişmesi gerektiğine inandığım için sizin vesilenizle değinmek istedim.
Bunların dışında, devam eden mahkemenizle ilgili size içtenlikle başarılar dilerim. Umarım söylediğiniz gibi haklı çıkar ve kazanırsınız.
Sizinle bir gün buluşma imkânımız olursa hem mahkemeyi hem de Karayipler’deki projenizin finansmanı hakkında konuşmak isterim.
Ruh halim görüşmeye müsait değil, demişsiniz. Ruh haliniz değiştiğinde görüşebilmek ümidiyle...
Yazının Devamını Oku

New York’ta bir tarikat köyü Kiryas Joel

26 Temmuz 2009
Fotoğrafa meraklı, New York’a gelen herkes, B&H’i bilir. NASA’nın lens sipariş ettiği, kentin en ünlü fotoğraf ve video kamera mağazası. Bu hafta işte B&H’in öyküsünü yazacaktım. Kuruluşu, büyümesi, New York gibi bir yerde rakipsiz kalması, bu kadar ucuz olabilmesi vesaire... Patron Herman Schreiber kent dışındaydı, konuşamadık. Ancak B&H için oturmuşken, yazı bambaşka bir yere gitti. Manhattan’a 1 saat uzaklıktaki Kiryas Joel’e kadar uzanan bir tarikat hikâyesine.

Kapıkulu ocağı gibi. Erkeklerin hepsinde siyah pantolon ve ceket. Başlarında da siyah bir fötr şapka. Hepsi sakallı. Sakalların üstüne zülüfler (payot) sarkıyor. Pantolonların üstüne de ceketlerinin içindeki şalın (talet) püskülleri (tsitsit)... New York ne kadar renkliyse, insanların hepsi sokakta nasıl enstalasyon gibi dolaşıyorsa burası o kadar tek tip...

BRONXLU ŞOFÖR BAŞLADI

Beni köye götüren Bronxlu siyah taksi şoförü, daha baştan işlemeye başladı: “Kabalar. Hırsızlar, devletin suyunu çalıyorlar. Vergi vermiyorlar. Evleri işyeri gibi kullanıyorlar. Birinin evinde bagel fırını çıktı, düşünebiliyor musunuz. Benim vaftiz babam Yahudi, önyargım yok ama bunları gerçek Yahudiler de sevmiyor...”

SATMAR HASİDİKLERİ

Kiryas Joel, Yahudi tarikatı Satmar Hasidiklerinin köyü.
Geçmişi 70’li yıllara uzanıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, holokosttan kurtulan Macar Yahudileri, haham Joel Teitelbaum’un arkasından Amerika’ya geliyorlar. Önce New York’taki Williamsburg’e yerleşiyorlar. Çevre cemaati bozmasın diye de yavaş yavaş kente 1 saat uzaklıktaki bu köyü oluşturuyorlar. İsmi İbranice “Joel’in kasabası” demek.
14 aileyle başlamışlar, bugün 22 bin kişiler. Sadece göçten değil. Nüfus planlaması diye bir şey yok çünkü. Yasak. New York’un en hızlı büyüyen bölgesi. Sayıları, beş yılda yüzde 50 çoğalıyor.

AMERİKA’NIN EN FAKİRİ

Kızlar genç yaşta evlenip ortalama 6 çocuk doğuruyor. Sadece erkeklerin çalıştığı köy, çocuk sayısı da çok olduğu için, Amerika’nın en fakir köyü.
Belediye başkanının yardımcısı Gadalye Szegedin’e “Köyün geçim kaynağı ne” diye sordum, “Eğitim” dedi. Kadınlar çocuk doğuruyor, erkekler de onlara öğretmenlik yapıyor. 200 kadarı da sahibi bir Satmar olan B&H’de çalışıyor.
Onun dışında, kendi ekonomileri var. Kendi koşer üreticileri, kadınları bir perdenin arkasında oturtan kendi otobüs şirketleri, kendi hastaneleri... Her şey, Shyamalan’ın Village (2004) filmindeki gibi... Tek fark, bunların köyünün etrafında duvar yok.

BÜTÜN GÜN KAÇTILAR

O kadar kapalılar ki, öğleden sonram belediyeci dışında konuşacak birini aramakla geçti. Bir balıkçı dükkânı sahibiyle karşılaştım. “Akşam 8’de dükkânın önünde buluşalım, sorularınızı cevaplayacağım” dedi, gelmedi.
İnşaatlarda çalışan siyahlar var. Birine yaklaşıp soru sormak istedim. “Bu gerizekalı zenciyi (negro) konuşturabilirim, diye düşündün değil mi! Benimle akıl oyunu oynama adamım, benimle akıl oyunu oynama!” deyip gitti.

AKŞAM DUASINDA KONUŞTUK

Ancak yan yan bakıp süzdükleri, anlamaya çalıştıkları Türk gazeteciyi akşam duası öncesi bas-konuşlu telefonlarından birbirlerine haber vermişlerdi. Hava karardıktan sonra gittiğim büyük sinagogda, sonunda bazıları konuşmayı kabul etti.

ÇALMADIK, VANA TAKTIK

“Komşu köyler neden sizi sevmiyorlar” dedim. “Başarımızı kıskanıyorlar” dedi biri: “Çoğalıyoruz, güçleniyoruz, o yüzden.”
“Suyu çalıyormuşsunuz” dedim. “Su borusu köyden geçiyordu, parasını verip vana taktık” dedi başka bir tanesi.
Antisiyonistler. İsrail’in şimdilik var olmaması gerektiğini savunuyorlar. Biri, “Biz burada sürgündeyiz, Mesih gelince, bize İsrail’i o verecek” dedi.

HASTA ÇOCUKLAR BÖLDÜ

Joel ölünce tarikatın başına yeğeni Moshe geçmiş. 2006’da Moshe öldükten sonra da iki oğlu Aaron ve Zalman arasında cemaat bölünmüş. “Anlaşamadığınız nokta neydi” diye sordum. Aaron cemaatteki zekâ engelli çocuklar için özel bir okul açmış. Zalman ise “Bu dine aykırı” demiş.

ANADİLLERİ YİDİŞÇE

Birbirleriyle evlendikleri için köyde birçok çocuk Down sendromlu. Bazılarının görüntüsünden anlaşılıyor. Bazılarıysa normal gözüküyor ama konuşurken dilleri dönmüyor. Anadilleri Yidişçe gerçi, birçoğu İngilizce bilmiyor ama konuşabilenlerde de var aynı tutukluk...

BÜYÜYEN BİR GETTO

Kiryas Joel, bugün Manhattan’ın hemen üstünde, bir Yahudi tarikatının kendini dünyaya kapatıp etrafa yayılan merkezi haline gelmiş durumda. 60 sinagoglu köy, kayak merkezlerindeki oteller gibi çok odalı evlerle dolu ve her yanı inşaat... New York’un dibinde her gün büyüyen bir getto...
B&H’in direktörüne, “Ürünleri nasıl bu kadar ucuza satabiliyorsunuz? Nedir sırrınız?” diye sordum bu arada. Daha cevap gelmedi.
Yazının Devamını Oku

New York yazı böyle yaşıyor

19 Temmuz 2009
Arada, New York’taki kent kültürünün nasıl daha kolektif hale dönüştüğünü aktarmaya çalışıyorum. Otomobillerin kentten uzaklaştırılması, yayalara yer açılması... Gentrification denilen, bir yerleşim bölgesinin değer kazanması sırasında dar gelirlilerin korunması... Eski endüstriyel yapıların modern formlarla kenttekilerin kullanımına sunulması...

Ancak Türkiye’de yaşananları, mesela tarihi binaların otel yapılması gibi projeleri okudukça, bu örnekleri çoğaltmak gerektiğine karar verdim. Çünkü o otel fikrini bulana “New York” dediğiniz zaman, hemen “Vaaayyy” der büyük ihtimalle. “Ben de bilirim oraları.” Halbuki kafasındakinin, uzaktan gözünde büyüttüğü, anlamsız imajlar yüklediği, içi boş, özentilik kokan bir New York algısı olduğuna eminim. O yüzden, özellikle o parlak fikirlinin okuması için, yeni örnekler vermek istedim...
*Yaz sokakları diye bir şey başlattılar. Her hafta sonu bir sokak kapatıp eğlence düzenliyorlar.
*Belediye sponsorlar bulup kentteki açık hava etkinliklerinin hepsini bedava hale getirdi.
*En önemlileri, Central Park konserleri. Bu hafta New York Filarmoni’nin geleneksel konseri vardı.
*Bryant Park’ta her pazartesi açık hava sineması var. Central Park gibi, piknik malzemelerinizle gidip çimenlerin üzerinde izliyorsunuz.
*Lincoln Center’da dans geceleri düzenleniyor. Dans bitecek, dünya gruplarının konserleri başlayacak.
*Ve sokak sergilerinden kano turlarına, kentin her yerinde New Yorkluların New York’u daha fazla kullanabilmesi için aktiviteler düzenlenecek.

BM, Türkiye’den El Kaide toplantısı istedi

Yazının Devamını Oku

Bir New Yorklu’nun otomobil sevmemesi için 10 NEDEN

12 Temmuz 2009
Nasıl ki sigara içmek zaman içinde sosyal bir defoya dönüştüyse, gelişmiş kentlerde otomobil kullanmak da aynı akıbete uğrayacak. Herkes kaldırımını, metrosunu hazırlasın... 1) Kenti saran, 500 istasyonlu bir metro ağı var.
2) Trafiğin hangi saatte nerede tıkanacağı belli değil.
3) Park yeri bulmak zor.
4) Ucuz park yeri bulmak daha zor. Midtown’da 3 saate 60 dolar istiyorlar.
5) Otomobile bindiğiniz an, ceza kesmeye çalışan polisin hedefisiniz.
6) Kentin kaldırımları geniş. Bakınarak yürüyebiliyorsunuz.
7) Çok trafik ışığı koymuşlar. Sürüş zevki yok.
8) Sokak hareketli. İnsanı otomobilden dışarı çağırıyor.
9) Sigortası, vergisi derken masrafları çok.
10) Zaten yüksek binalar yüzünden kentte güneş az. Sokaklar, evler karanlık. İnsan bir de otomobilin içine sıkışmak istemiyor.

Bunlar, New York’ta yaşayan herhangi birinin ilk anda aklına gelebilecek detaylar. Kişisel bir liste... Ancak bu mesele, yani New York’ta otomobil sahibi olup olmama meselesi, artık kişisel bir konu değil. Resmi bir politikanın parçası.
Bir gelenek mi bilmiyorum ama araştırınca fark etim, New York Belediyesi’nin ulaştırma müdürlüğü 10 yıldır kadınlar tarafından yönetiliyor. Son iki yıldır da bu görevi Janette Sadik-Khan adlı yine başka bir kadın yürütüyor. Geçenlerde New York Times, Sadik-Khan’ın bütün yurtdışı gezilerinin faturalarını didiklediği bir haber yapmıştı. Dünyayı geziyor parasını kim veriyor diye... Herhalde kentteki otomobil lobisi ihbar etmiş diye düşündüm çünkü Sadik-Han her dışarıya gittiğinde, bir şey görüyor, sonra dönüşte gelip Manhattan’ın başka bir sokağını daha trafiğe kapatıyor.
Bunun bir sebebi, yeşil New York hedefi. 2030’a kadar kentin karbon salınımını yüzde 30 azaltmak istiyorlar. Ancak bir diğer sebep, kentin sosyal dokusunu değiştiriyorlar. İnsanların sokaklarda daha çok vakit geçirmesi için kenti otomobillerden arındırıp bir yaya cumhuriyetine dönüştürmek istiyorlar.
Bu yaz 1500 bedava yaz etkinliği düzenlenecek mesela New York’ta. Koserler, panayırlar, sokak gösterileri... Bu etkinlikler için ise belli süreliğine kentteki birçok sokak trafiğe kapatılacak. Bazı caddelerde yollardan şerit çalıp bisikletçilere vermişlerdi. Times Meydanı’nın büyük kısmını ise zaten araçlara tamamen kapattılar. İşte şimdi, bu sokaklar da mı gidiyor, tartışması var. Daha doğrusu, gitmeli mi, Manhattan’ı artık araçlardan temizlemeli miyiz, tartışması.
Hafta içi Guggenheim Müzezi’nde mimar Frank Lloyd Wright’ın (1867-1959) sergisini gezdim. Guggenheim’ın da tasarımcısı olan, organik mimarinin yaratıcısı, 20. yüzyılın en büyük mimarlarından. 60’ın üstünde, bazısı ütopik Wright projesini gördükten sonra karşınıza Wrigth’ın şu cümlesi çıkıyor: “15 yılım daha olsaydı bütün ülkeyi baştan inşa edebilirdim. Amerikan ulusunu değiştirebilirdim.”
Bir kentin, mimarisiyle, planlamasıyla orada yaşayanları nasıl tarif ettiği, bundan iyi anlatılamazdı. New York’un ulaştırma müdürünün, yaptığı işlerle aslında New Yorkluları değiştirdiği de bundan daha iyi özetlenemezdi.

CFR’a göre Amerika’nın Türkiye politikasını Phil Gordon belirliyor

Hakkında dünyanın en çok komplo teorisi üretilen örgütlerinden biri, Council on Foreign Affairs (CFR). Kapılar arkasında karar alıyorlar, ülkelere yön veriyorlar, bu yüzden gizli üyeleri var, türünden sayısız iddia ortaya atıldı şimdiye kadar. Hafta içi CFR, New York’taki bazı gazetecilere kurumu anlatmak için bir toplantı düzenledi. Hem kurumu anlatmak hem de CFR’ın Obama’nın dış politikasını nasıl değerlendirdiğini açıklamak için daha doğrusu.
Upper East Side’da Park Avenue üstündeki merkezlerinde yapılan toplantıyı derneğin başkan yardımcısı dışında, yayın organı Foreign Affairs’in editörü Gideon Rose yönetti. Herkes kendi ülkesiyle ilgili sorular sordu, detaylarına girmeyeceğim. Ben de Türkiye hakkında sordum. Ergenekon’dan AKP’nin iç dengelerine kadar her konuya hâkimler. Özetle, Amerika Türkiye’yi çok seviyor, çok yakın olacaklar, diyorlar.
Benim en merak ettiğim ise Obama Yönetimi’nde Türkiye politikasında en çok kimin etkili olduğu idi. Gideon, “Bu, Washington’daki herkesin kendi konusuyla ilgili çözmek istediği en büyük bulmacadır. Kimin hangi politikaya yön verdiği asla deşifre olmaz ama ben size kişisel tahminimi söyleyeyim” dedi. “Bence en etkili kişi, Dışişleri Bakan Yardımcısı Phil Gordon. Türkiye seyahatini de o organize etti. O sırada ataması Senato’dan henüz geçmediği için ise geziye katılamadı. Obama, Türkiye hakkında onu dinliyor.”
10 yıl, Washington’daki think tank’lerden Brookings Enstitüsü’nde çalışmış, akademisyen kökenli biri Gordon. Aynı zamanda Foreign Affairs yazarlarından. “Türkiye’yi Kazanmak” adlı bir kitabı da var. “Evet, politikayı ben belirliyorum” demesini beklemiyorum tabii ama yine de CFR’ın yorumunu sormak için Gordon’u aradım. Amerika dışında olduğunu söylediler.

Pazarlama stratejisi de sırmış

Hikâye yine gizemli. İçinde yine ezoterik öyküler olacak tahmin edebiliyorum ama Dan Brown’un kendisinden 12 yaş büyük karısı Blythe Newlon’un Brown’dan bir bestseller yazarı yaratma projesi, bunu kusursuz bir şekilde pazarlaması bana her zaman daha ilgi çekici gelmiştir. Eylülde çıkacak yeni romanı Kayıp Sembol’ün (The Lost Symbol) nasıl bir pazarlama stratejisiyle sunulacağını da bu yüzden çok daha fazla merak ediyorum. Kitabın yayıncısı Doubleday ile bir aydır görüşüyoruz. Önce, söyleyeceğiz, dediler. Sonra şöyle bir cevap yolladılar: “Kayıp Sembol’ün pazarlama ve reklam planlarını bir sır olarak tutuyoruz. Açıklamayacağız.”
Hafta içi kitabın kapağı geldi. Fonda birtakım semboller, önde kırmızı bir mühür, Washington silüeti ve kan nehri... Karısı bu sefer nasıl bir strateji belirledi, göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Devrik bir başkanın New York günlüğü

5 Temmuz 2009
Pazar günü ordu, evini bastı. Apar topar bir uçağa koyup başka bir ülkeye yolladılar. Oradan başka bir ülkeye geçti. İki gün sonra da New York’taydı. Başına neler geldi, Birleşmiş Milletler’de anlatmak için... Bu aralar dünyada çok darbe olmuyor. Ama ona rağmen, Genel Kurul’da salonun ancak üçte biri doluydu. Ne işe yaradığı belli olmayan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla boğuşan başkanı, devrilen devlet başkanını kürsüye çağırdı. Devrik başkan da, 2 saat gecikmeli olarak, alkışlar eşliğinde geldi. “Ben ülkemdeki elitlerin kurbanı oldum” deyip, başladı anlatmaya:/images/100/0x0/55ea926ff018fbb8f888bdac
“Cumartesi akşamı Başkomutan olarak bir askeri kışladaydım. İşim bitince eve döndüm. Kentin dışında, içinde sığırlar da olan bir evim var. Yattım. Sabah gürültüyle uyandım. Dışarıda tüfekleriyle, üstlerinde muharebe kıyafetleri, askeri bir birlik vardı. Üstümde pijamalar.”
Ben salonun yukarısında, basın bölümünden takip ediyordum konuşmayı. Ancak bölmenin önünde bir cam olduğu için sesini duyamıyordum. Devrik başkan, sanki bir sessiz film izliyormuşum gibi, el kol hareketleriyle uzaktan darbeyi anlatıyor, ben de bölmenin içinde, bir kadın çevirmenin sesinden, o konuşmanın mümkün olabilecek en ruhsuz, en baygın çevirisini dinliyordum.

VURUN O ZAMAN VURUN DA BİTSİN

“Kapıyı kırdılar. O sırada elimde cep telefonu, bir gazeteciyi arıyordum. 8 tüfek doğrulttular üstüme. Bir yandan da ‘Telefonu bırak’ diye bağırıyorlardı. ‘Bırak yoksa vururuz, bu bir askeri emirdir.’ Ben de ‘Vurun o zaman’ dedim. ‘Vurun da bitsin yaşadığım acı.”
Sonra sustu. Çıt çıkmıyordu. Kızından bahsetmeye başladı. O sırada çiftlikte başka bir binada bulunan 21 yaşındaki kızının askerler yüzünden yaşadığı travmadan. Sonra yine sustu. El kol hareketleri durdu. Ve bir anda salonda alkış patladı. Kızının travmasını alkışladılar.

Konuşma bitti. Basın toplantısına geçildi.

Toplantının yapılacağı salon kalabalıktı. En çok da devrik başkanın komşu ülkelerinden gelen gazeteciler vardı. Gülüyor, moralinin yerinde olduğunu söylüyordu. “Perşembe günü ülkeme döneceğim ve görevimi devralacağım” diyordu.
“Amerika mı yaptı bu işi” diye sordu bir gazeteci. “Hayır” dedi. “Amerika benim arkamda.”
“Korkmuyor musunuz, nasıl döneceksiniz” dedi başka biri. “Korkuları olan, siyasetçi olmasın” diye cevap verdi.
“Bu yaşananlarda sizin de bir payınız olduğunu düşünüyor musunuz” dendiğinde de “Hayır benim hiçbir suçum yok” dedi.

KİM DEVİRDİ, KİM DESTEK VERİYOR BELLİ DEĞİL

Herkes kınadı darbeyi. Sicili bu konuda kabarık olan Amerikalılar bile “Biz darbenin yasal olmadığına inanıyoruz” dedi. Hem de devrilen başkan, Amerika’nın azılı düşmanıyla dost olduğu halde.
Uluslararası örgütlerden birinin lideri “Çok eski usul bir darbe bu” dedi. Bir siyasetçi de “21. Yüzyıl’da bu türden darbeler çok uzun sürmez” dedi.

Herkes çok net. New York’taki herkes de devrik başkanın arkasında. Ama bugün-yarın ülkesine dönecek, yönetimi devralacak dendiği halde bir türlü olmuyor. Sürekli bir şeyler erteleniyor. Devrik başkan da kim devirdi, kim destek veriyor, düşman ülkeler niye aynı tarafta gözüküyor, herkes karşıysa devirenler nasıl dayanabiliyor derken, her gittiği yerde üzerine doğrultulan silahları anlatmaya devam ediyor.
New York’tan devrik bir başkan geçti. Hiç de eski usul bir darbe değil bu.

Michael Bloomberg Rahmi Koç’u nasıl tanıyor

İstediğiniz kadar çok paralar kazanın, hanlarınız hamamlarınız olsun, toplum sizi çoğu zaman yaptığınız kamusal işlere göre sınıflandırıyor. Açtığınız bir müze, kurduğunuz bir üniversite ya da bağışladığınız bir okulla. Bu, Amerika’da son dönem daha da yaygınlaşmış durumda.
Çarşamba akşamı, New York’un bu aralar en popüler müzelerinden, Lower East Side’daki New Museum’da bir tören vardı. Kentteki kamu projeleri için düzenlenen tasarım yarışmasının ödülleri dağıtıldı.
Törene Belediye Başkanı Michael Bloomberg de geldi. Üçüncü dönem seçilmek için epey koşturduğu bir dönem yaşıyor.
Ayak üstü konuşma fırsatı bulunca Bloomberg’e kampanyasının nasıl gittiğini sordum ben de. Anketlerde önde gözüküyorlar. Ancak New York’taki birçok etnik topluluk ve örgütten destek aldıkları halde, şimdiye kadar Türk dernekleriyle ilgili herhangi bir açıklama yapmadılar. “Türklerle irtibata geçmediniz mi yoksa destek mi alamadınız” diye sordum. “Çok istiyorum ama tanıdığım Türk yok maalesef” dedi. “Ahmet Ertegün’ü tanıyordum, öldü. Bir de Rahmi Koç’u tanıyorum” diye ekledi.
Sonra telaffuzuna güvenemediği için, Koç’u kastederek “Bildiniz mi kim olduğunu” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Sonra “Bir müzesi var” dedi tekrar. “Evet haklısınız. Rahmi Koç, aynı zamanda Türkiye’nin en güçlü işadamıdır” dedim. Ancak aynı yerden devam etti. “O müzede bir de denizaltısı var, inanamıyorum” dedi. Ben “işadamı Koç” dedikçe, o “müzesi olan Koç” dedi.
Belki de kıskanmıştır o denizaltıyı, bilmiyorum ama daha önce de benzer bir olaya tanık olmuştum. New York’ta insanlar genelde zenginleri sattıkları buzdolapları ya da sahip oldukları fabrikalarla hatırlamıyor. Mesela iyi bir müze kurduysanız, öyle akılda kalıyorsunuz.

New York’ta yaşayan Türk’ün Türkiye’deki ailesine

New York’ta Yaşayan Türk’ün Babası Bey,
Mesajınızı aldım. Özetle demişsiniz ki, “Oğlum çalışırken Bernard Madoff’u hiç görmedi”, “Sizinle görüşememesi yoğunluktandı”, “Hakkında bir suçlama olmadı”. Ayrıca, “Princeton bilgisayar mühendisliğinde doktora yapan ilk Türk oldu. İnsafsızca zarar vereceğinize, bunu yazın.”
Benim yazımda bunlara aykırı bir nokta yok. İçeriği tartışmayacağım o yüzden. Ancak gönderdiğiniz mesajın, New York’ta yaşayan bir Türk gencinin Türkiye’deki ailesiyle ilgili sembolik özellikler taşıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla izin verirseniz, içinde isim geçmeyen, sembolik bir cevap yazmak istiyorum ben de.
Bugün New York’ta 30 bin civarında Türk yaşıyor. Kimi kalıcı, kimi okul için, kimi bir süre çalışıp dönmek üzere gelmiş. Kendine burada çevresiyle ufak bir Türkiye yaratmış, dini gruplara girmiş kişileri hariç tutarak söylüyorum. Eminim tatillerde geldiği zaman oğlunuzda hissetmişsinizdir. Değişiyorlar.
Bir defa önce dünyaya bakışları değişiyor. Hiçbir şeyi fazla ciddiye almamak gerektiğini fark ediyorlar. Tabu denilen şeyler pek onları bağlamıyor. Her konuda daha liberal oluyorlar.
Sosyal ilişkileri farklılaşıyor. Rahat davranıyorlar. Hiyerarşi, itaat pek ruhlarına uymuyor. Ancak bir yandan da insanların kişisel alanlarına daha fazla saygı göstermeye başlıyorlar.
Bir hobileri oluyor. Mesela fotoğraf çekiyorlar. Ya da çalışırken bir yandan da engelliler için film festivali düzenliyorlar. Ya da bir blogda küçük kent öyküleri, bar hikayeleri yazıyorlar.
Aidiyet duyguları zayıflıyor. Daha bir dünya vatandaşı oluyorlar. Akımlara, sabit fikirlere, gruplara bağlanmıyorlar. Biri saçmalarsa da, açık açık dalga geçiyorlar. Alaycı oluyorlar.
Bu arada belki çok istiyorsunuz ama çoğu, bir Türk’le evlenmek zorunda da hissetmiyor kendini. Hiçbiri, ailesine bir torun sözü vermiyor.
New York’ta Yaşayan Türk’ün Babası Bey,
Bunları şunun için söylüyorum. Oğlunuzla tanışmadım. Ama bana yazdığınız mesajdan sonra, açıkçası oğlunuzu mecazen sizden daha iyi tanıdığımı düşünüyorum. Çünkü bu profilde birinin, “Baba benim hakkımı koru, gazetecilere cevap yaz” diyeceğini hiç zannetmiyorum.
O, New York’ta yaşayan biri. Siz de onun Türkiye’deki, onun yerine kararlar almaya, onun yerine konuşmaya çalışan ailesi... Bunun çok tipik bir durum olduğuna inanıyorum. Mesajınız vesilesiyle bahsetmek istedim. Umarım anlayışla karşılarsınız.
Yazının Devamını Oku

Womenomics ve Amerika’da hızlanan feminizasyon

28 Haziran 2009
Doğurmuyorum. Hamileyim diye stresten uzak durmam gerekmiyor o yüzden. Emzirmek zorunda değilim. Gerekirse, ofiste sabaha kadar kalırım. Ayrıca çocuk büyüyene kadar hep ikinci plandayım. Böylece hastalığında da, müsameresinde de bir marjım var, seyahatime engel bir durum yok. Peki bu durumda, benimle aynı yerde çalışan, anne olmak isteyen bir kadınla eşit şartlarda sayılır mıyım?
Ay başında New York’ta bir kitap yayınlandı. Adı, Womenomics. Kadın ve ekonomi kelimeleri birleştirilerek yaratılmış, eski bir kavram. Özetle, kitap benim sorduğum soruya şu cevabı veriyor: “Evet, şimdiye kadar eşit değildiniz. Ama artık o anne olmak isteyen kadın, senden daha avantajlı olacak.”
Kadınların işyerinde ağırlığının artması, birkaç yıldır tartışılan bir konu. The Economist, 2 yıl önce yine womenomics kavramını kullanıp böyle bir kapak yapmıştı hatta. Ancak iki kadın gazetecinin yazdığı bu kitabın farkı, meseleye krizin etkilerini de katarak başka bir perspektif eklemesi. Şöyle bir mantık silsilesi kurmuş:
Kadın, özel hayatına daha fazla zaman ayırmak zorunda kaldığından yükselemiyordu.
Önce, kadınların tüketimde ağırlık kazandığı fark edildi. Otomobil satışlarında bile yüzde 53’le kadınların erkekleri geçtiği ortaya çıktı.
Sonra, üst yönetiminde daha çok kadın bulunan şirketlerin daha kârlı olduğu anlaşıldı.
Ve hepsinin üstüne resesyon bindi. Ailesine vakit ayırmak için daha az mesai karşılığı, daha az maaş isteyen kadınların önerisi şirketlere cazip geldi. Haftada 40 saat hamal gibi çalışan erkek yerine 30 saat tilki gibi çalışan kadın parladı.
? Amerikan şirketleri de, kokuyu alıp feminizasyona yöneldi. Kadın yöneticiler değerlendi.

NEW YORK TIMES’IN KADIN YÖNETİCİ İTİRAFI

Hafta içi, New York Times Gazetesi’nde bir toplantı vardı. Genel Yayın Yönetmeni Bill Keller ve yardımcısı Jill Abramson, krizde gazeteyi nasıl idare ettiklerini anlattılar. Ancak bir ara söz dönüp dolaşıp, ikisinin ilişkisine geldi. Ve 160 yıllık gazetenin tarihinde haber merkezinin ilk defa nasıl bir kadına emanet edildiğine... Keller, Abramson’ın o parlak kariyerine rağmen aynen şöyle bir itirafta bulundu o gün: “Bir kadının bakış açısına ihtiyacımız vardı.”
Bunu söylemeye gerek yok. Reklamcılık, yayıncılık gibi fikir işçiliklerinde bu çeşitlilik her zaman gerekli. Ancak şimdi yaşanan, Womenomics kitabının yakaladığı, başka bir süreç. Kadınlar için bir zamanlar dezavantaj sayılan durumların, yavaş yavaş bir avantaja dönüşme süreci.
Türkiye’deki birçok şirketin, Beyoğlu’ndaki sabahçı kahveleri gibi silme erkek dolu kurullar tarafından yönetildiğini biliyorum. Değişecek. Rüzgar Türkiye’yi de etkileyecek ve başarılı olmak isteyen her şirket buna ayak uyduracak.
Ancak bu süreçte, eskiye göre başka bir farklılık daha yaşanacağını düşünüyorum ben. Yükselecek kadınlar da değişecek.
Simone de Beauvoir’ın, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diye bir lafı var. Aynı zamanda artık hiçbir kadın, Margaret Thatcher gibi kadın olmadan başarmak zorunda da kalmayacak. Şirketler feminize olurken, kadınlar da erkekleşmeden tırmanacak.

High Line Park bir şehircilik örneği

Kentin en hızlı gelişen kesiminde, yerden yukarıda, kullanılmayan, pislik yuvası eski bir tren yoluyken yıkmadılar. Onun yerine 150 milyon dolar harcayıp, o pislik yuvasından bir park yarattılar. Çevresine de, her biri mimari şaheser olacak, 30’a yakın bina projesi çizdiler.
Geçen hafta New York’un Chelsea ve Meatpacking bölgeleri arasında açılan High Line Park, tasarımından yapımına kadar her yönüyle bir şehircilik örneği. Yıkılması kesinleşmişken, mahallesine sahip çıkan bir yazar ve bir ressam buna karşı çıkıyor. Kentin batı yakasını boylamasına kesen eski tren yolu için bir dernek kuruyor. Dernek üyeleri, sonra belediye başkanına gidiyor ve burayı kurtarmasını istiyor. Belediye başkanı da, gelenleri, kent gelişimine direnen gericiler diye azarlamak yerine, projeyi sahipleniyor. Hatta “Bu benim New York’a bırakacağım en büyük eser olacak” diyor. Ve derneğin topladığı bağışlara kendi payını ekleyip terk edilmiş tren yolu dekorunda, New York’un en garip parkını yaratıyor. Otlar arasında, beton kalıplar üstünde, yerden yüksek bir park.
Central Park’a giderseniz, park size kentte olduğunuzu unutturur. Burayı dolaşırken ise siz bir parkta olduğunuzu unutuyorsunuz. Anfitiyatro şeklinde ahşap basamaklardan yapılmış bir bölme var örneğin, oturup bir camın arkasından aşağıda akan kent trafiğini izliyorsunuz. Galeriler bölgesinde, başlı başına bir sanat eseri yarattılar.

Krizin kriminal yanı ve Türkler

Her kriz sırasında bir de temizlik faslı oluyor. 1929’daki buhrandan sonra Wall Street’i dağıtan Savcı Ferninand Pecora dönemi gibi.
New York’ta şimdi de Eyalet Savcıcı Andrew Cuomo’nun devri yaşanıyor. Her hafta yeni bir dolandırıcı yakalıyor. Şirketlerle konuşup yönetici bonuslarını indirtiyor. CEO’ları arayıp, ayağınızı denk alın, diyor...
Artık ucunu kaçırdım, hangi dolandırıcı hangi şirketi vurmuş karıştırıyorum ama ilginç bir şekilde, bazen Türklerin isimlerine rastlıyorum bu olaylarda.
Mesela 50 milyar dolarlık banker Bernard Madoff skandalının iddianamesine, Madoff’un yardımcısı olarak Zafer Barutçuoğlu adında bir Türk’ü de eklediler. Şirket çalışanı diye ev adresi bile yazılı. Konuşmuyor, adresinden de taşındığını öğrendim. Tanıyanlara göre ise Madoff’un yanında en fazla 2 ay çalışmış.
Marc Dreier adında başka bir dolandırıcı yakalandı. Onun da yakalanması için hükümete yardım edenlerden birinin, Dreier’in eski ortağı, yatırımcı Erinç Özada olduğu ortaya çıktı. O da bu tür konulardan bahsetmek yerine müze gezmeyi tercih eden başka türden biri. İki ay önce bir sergi sırasında New Museum’da rastlamıştım ben de.
Diyeceğim, New York’taki Türkler bu alanda da var. Krizin kriminal boyutunda da...

Vietnam sandviçleri sembol olacak

New York’ta herkes işini kaybetme korkusuyla kendine bir B planı yapıyor. Kent tarımı (urban farming) modasından pastacılığa kadar hobi görünümlü bir sürü alternatif para kazanma yöntemi gelişti. Hayvan terapistliği yapan bile okudum.
Kimse yerinden kımıldamıyor. Genelde insanların iki yılda bir ev değiştirdiği bir yer New York ama para gidecek diye taşınmıyorlar. 1962’deki taşınma oranlarının bile altına düşülmüş bu sene.
New York’un Bodrum’u Hamptons ise hepten suskun. Geçen yıl bu vakitler gazeteler Hamptons özel eki verirdi, bu sene sadece tek tük emlak haberi görüyorum. O kadar sessiz bir yaz.
Ancak yine de, mortgage krizinin New York’un popüler kültüründe bıraktığı en sembolik iz neydi diye sorulacak olursa, ben, Vietnam sandviçleri, derdim.
İçine bilmediğiniz her türden malzemenin konulduğu, “Banh Mi” denilen büfe sandvici bunlar. Bir sandviç ekmeğinin içine, domuz ya da tavukla beraber soğandan kişnişe ellerinde ne varsa koyuyorlar. Ve Mc Donald’s’ın bile altına inecek kadar fizibl olmayan bir ticari hesaplamayla, bunu 2.5 dolara satıyorlar. Yediğinizde sadece o gün değil, iki gün tok geziyorsunuz. Oturuyor çünkü.
İşte satış patlaması yaşayan Banh Mi’ciler, krizin bana kalırsa en anlamlı kısmı oldu. En dramatik yanı ise beş yıldızlı otel restoranlarının değerlendirildiği New York dergilerinde sayfa sayfa “En İyi Banh Mi” sıralamaları çıkmasıydı.
Yazının Devamını Oku

Fethullah Gülen’in Amerika’daki evi

20 Haziran 2009
Hafta içi, Fethullah Gülen’in Pensilvanya’da kaldığı eve gittim. Okyanusun öteki ucunda, 70 milyonluk bir ülkede her gün adının etrafında kıyametler koparken, burada bir günü nasıl geçiyor, öğrenmek için. Türkiye ne kadar gürültülüyse, burası o kadar sessiz. Türkiye’de herkes ne kadar sinirliyse, buradakiler o kadar rahat. Ağaçların ortasında, serin, sakin bir çiftlik burası. Bir durum kendi içinde ancak bu kadar ironik olabilir.
/images/100/0x0/55ea53adf018fbb8f878a64f
Kapıda duruyordum. Orta yaşlı biri geldi. Üstünde kumaş pantolon ve dışarı sarkıttığı düz beyaz gömleğiyle karşıdaki mescidin önünde oynayan çocukları izlemeye başladı. 9-10 yaşlarında, 10 kadar çocuk, aralarından uzun boylu olanın tuttuğu topun etrafında koşturup duruyor. Bir süre sonra, artık bir tanesi rahatsız oldu. Uzun olan topu vermiyor diye... Orta yaşlı adamın yanına geldi ve bir şeyler söyledi. Adam da çocuğa “Cevdet’in oğlu Esat değil mi o. Çok haşarı. Halbuki büyüklerin daha akıllı davranması lazım” dedi. Sonra kapıdaki görevliye selam verip çıktı.

Sonra bulaşıkçı geldi arabasıyla. Kapıdaki görevliye benim filmleri indirdin mi internetten, dedi.
Sonra bir muhasebeci geldi. Üstünde kumaş pantolon ve dışarı sarkıttığı düz beyaz gömleğiyle... Beni New York’a gezmeye götürecek misin cuma günü, diye sordu.

Sonra çocuklardan ikisi geldi. Annemizi ara, bizi alsın, sıkıldık dedi.
Arada herkul.org sitesinde Fethullah Gülen’in açıklamalarını dinliyorum. İşte kapıdakileri izlerken, benim de Gülen’in orada yaptığı konuşmalar aklıma geldi. Burada yaşayan en gergin kişi galiba o, diye...

ADI ‘KAMP’ Gülen’in, Manhattan’a 140 km. uzaklıkta, Saylorsburg kasabasında yaşadığı çiftliğe “kamp” deniyor. 21 Mart 1999’da gelmişti Amerika’ya. New Jersey’de kısa bir süre için kullandığı ev dışında, aşağı yukarı 10 yıldır burada.
Arazi, 1993’te yakın arkadaşı Necdet Başaran tarafından satın alınmış. Golden Generation (Altın Nesil) Vakfı adına, Türkiye’den gelecek öğrencilere eğitim verilmesi için. Ancak Gülen 28 Şubat döneminde Türkiye’den ayrılınca, kendisine tahsis edilmiş.

7 ÇALIŞAN VAR Kampta, biri inşaat halinde 9 müstakil ev var. Bu evlerden birinde Gülen kalıyor. Diğerleri ise ziyaretçiler için misafirhane, yemekhane, mescit olarak kullanılıyor.
İçeride aşçı, bulaşıkçı, teknisyen, kapı görevlisi, toplam 7 hizmetli var. Hepsinin evleri kampa yakın yerlerde. Aileleriyle 1000-1500 dolar arası kiralık evlerde kalıp, Golden Generation’dan maaş alıyorlar.

ÇEKİRDEK KADRO Gülen’in dışında kampın diğer sakinleri ise çekirdek kadrodakiler. Bunların arasında en önemlisi, Gülen’in yeğeninin eşi Cevdet Türkyolu. Türkyolu, Gülen’in asistanı gibi. Bütün özel ihtiyaçlarıyla o ilgileniyor. Arada kendi evinde ağırlıyor. Görüşmek için randevu isteyenler de önce ona iletiliyor.

VİZE PROBLEM Türkyolu dışında diğer önemli kişi, doktoru Kudret Ünal. Çalışanlar “Doktor Abi” diyor ona. Normalde Gülen’in devamlı yanında olması isteniyor ama vize sorunu var. O yüzden yılın ancak 6 ayı kampta kalabiliyor. Kendi gelemediği zamanlarda ise yerine Türkiye’den başka bir doktor gönderiyor.

Saylorsburg’a taşınan Türkler/images/100/0x0/55ea53adf018fbb8f878a651

Dünyanın her yerinden ziyaretçiler geliyor kampa. Endonezya’dan Brezilya’dan... Ancak kampa girmek için mutlaka randevu almak gerek. Bunun için de, referans vermeniz isteniyor. Kapıdaki giriş çıkışlar çok sıkı. Randevusuz gelen cemaat yöneticileri bile geri çevriliyor. Benim orada bulunduğum gün, trafik hiç bitmedi. Sordum, etrafta oturan ve sırf Gülen Saylorsburg’da oturduğu için bu kasabaya taşınan Türklermiş. 5 aile varmış bu şekilde. Onların giriş çıkışı da daha kolay. Mesela arabadan inip kapıdaki görevliye cep telefonlarını vermek zorunda kalmıyorlar. Randevu alanlar, etraftaki Türkler ve çalışanlar derken, kampta her gün en az 30 kişinin bulunduğunu öğrendim.

İkindiden sonra sohbet var

Kampta bütün gün toplu namaz kılınıyor ama gelenler, özellikle ikindi namazına geliyorlar. Çünkü Gülen, eğer sıra dışı bir durum yoksa, her gün ikindi namazından sonra mutlaka bir konuşma yapıyor. “Sohbet” diyorlar buna... Sohbetlerin konusu değişiyor. Bazen politik olaylar hakkında konuşuyor bazen de dini meselelerden. Konuşmalarının hepsi kameraya alınıyor. Sonra bazıları herkul.org’da yayınlanıyor. Yayınlanacaklara kim karar veriyor dedim, çalışanlardan biri, etrafındakilerin tavsiyesiyle belirleniyor, dedi. Teknik eleman Emrullah kayda alan kişi. Ama içerikte asıl etkili olan, Osman Şimşek. Gülen’in yetiştirdiği öğrencilerinden.

Sizden bir şey olmaz
/images/100/0x0/55ea53adf018fbb8f878a653
Kampta yaşları 25-35 arası, ilahiyat mezunu, 5 de öğrenci var. Gülen, bu öğrencilere yakın zamana kadar düzenli ders veriyormuş. Çalışanlardan biri, “Son 1-2 yıldır artık ders vermiyor” dedi. Niye, dedim. Sinirlenmiş çünkü. “Hocaefendi tanımadıklarına bir şey demez ama sevdiği insanlara kızabilir. Onlara da kızdı. Sizden bir şey olmaz deyip, azarladı” dedi.
Etrafındakilerle ilişkisi çok mesafeli. Kimse soru soramıyor. Konuşabilmek için de ancak onun bir şey demesini bekliyorlar. Hiç yakınlık kurmaz mı, dedim birine. Çocuklar nasıl diye sorduğu oluyormuş arada. Saygı mı, korku mu, bilmiyorum.

En fazla 2 saat uyuyor

Fethullah Gülen, bugün 68 yaşında. Şekeri yüzünden her gün ensülin iğnesi vuruluyor. Ayrıca kalp, mide, tansiyon için ayrı ayrı ilaçlar alıyor. Uykusuzluk problemi varmış. En fazla 2 saat uyuyor, gece kalkıp dolaşıyormuş. “Nasıl dayanıyor” dedim, “Hocaefendi’nin bünyesi çok sağlamdır” dedi biri. 8 yıl önce yaşanan tek bir olay dışında, şimdiye kadar hiç acilen hastaneye kaldırılması gerekmemiş mesela. Kasabada hastane olmadığı için, o zaman 15 dakika uzaklıktaki Stroudsburg’a götürmüşler. Bu arada 11 bin nüfuslu Saylorsburg’da polis de yok. Hiç olay yaşanmadığı için gerek duymamışlar. Ancak sorun şu ki, devlet, vahşi yaşam alanı sayılan bölgede evlerin etrafına çit de çekilmesine izin vermiyor. Bu durumda Gülen’in yaşadığı ev, ormanın ortasında Nasreddin Hoca’nın türbesi gibi kalıyor. Önü kapı, arkası açık. Hiç güvenlik sorunu yaşadığınız olmadı mı, diye sordum görevlilerden birine, “Olmadı” dedi. Ama sonra çit konusunda rahatsız olduklarını söyledi.

Olmadı, işportacılık yaparız

Dışarıdan baktığınızda, kamptaki yaşam doğrusu çok cazip. Eğer Fethullah Gülen’seniz, sürekli okuyor ve konuşmalar yapıyorsunuz. Ona yakın kişilerden biriyseniz, onun gücünden faydalanıyorsunuz. Önemli biri oluyorsunuz. Türkiye’yle konuşmalar, gelen giden misafirler, uzun sohbetler... Ancak bu tür durumlarda, ben daha çok, kendini bu işe vakfetmiş, aşağıda kalan yarı gönüllü insanları merak ederim hep. Konuştuğum kişiler, 30-40 yaş arası, bir mesleği olmayan ve cüzi bir maaş karşılığı kendini adamış insanlardı. “Gülen öldü, diyelim. Geçimini üstlendiğiniz aileleriniz var. Ne yaparım, diye düşünüyor musunuz” dedim birine. “Yooo hiç düşünmüyorum” dedi. “Hocaefendi ölürse, burası öğrenci kampı olarak devam eder” dedi. Sonra durdu, “Olmadı, taksicilik yaparım” dedi. Yanında başka biri oturuyordu. Güldü. O da, “Hiç olmadı işportacılık yaparız” dedi.
Yazının Devamını Oku