Tolga Tanış

Kuğu Gölü yok olsa da Fındıkkıran kalacak

13 Aralık 2009
Sahnede dünyanın en iyi dansçıları var. Önlerinde de kentin en iyi müzisyenleri. Şimdiye kadar bestelenmiş belki de en iyi bale müziği, şimdiye kadar yapılmış belki de en gösterişli dekorla buluşuyor... Ama aşağıdaki manzarayı size anlatayım. Fısır fısır durmadan konuşuyorlar. Oturdukları yerde sıkılıyorlar, ayağa kalkıyorlar. Arada çişi gelenler oluyor, o yüzden koridordaki trafik hiç bitmiyor. Annelerinin elinden tutup yampiri yampiri yürürken, bir yandan da önlerini tutup kaçırmamaya çalışıyorlar. Alkış kısımlarında çığlık atıyorlar. Dansçıların en zorlandığı kısımlarda da, atraksiyon olmuyor diye ağlıyorlar. New York Balesi, tatil sezonunu açtı. Çocuklara Fındıkkıran oynuyor!..
Soğuk Savaş bittiği için yakında bale de tamamen yok olur mu diye bir arkadaşımla konuşuyorduk geçenlerde. Nasıl NASA bile Soğuk Savaş artığı bir kuruma dönüşüyorsa, Bolşoy can çekişirken New York Balesi’nin fazla dayanamayacağını düşünüyor o. Sonra da balenin artık perdeyi kapatacağını... Çarşamba akşamı Lincoln Center’da benimle Fındıkkıran’ı izlese sanırım fikrini değiştirirdi.
Opera, bale, klasik müzik, bunların hepsi, yer New York bile olsa ve izlemek için siz 200 dolar bilet parası vermek zorunda bile olsanız yine de sübvanse ediliyorlar. Ya devlet tarafından ya da bağışlarla. Durum böyleyken, New York Balesi yıllık bütçesinin yüzde 40’ını işte bu Fındıkkıran temsilinden çıkarıyor. Tatil sezonu denilen Şükran Günü ile yılbaşı arası dönemde çocuklara oynadığı gösterilerden.
Anlattığım manzara size sakın katlanılması gereken bir ıstırapmış gibi gelmesin bu arada. Benim şimdiye kadar gördüğüm en zevkli bale gösterisi oldu. Çünkü 5-6 yaşlarında yüzlerce çocuğun oturup sizinle sonuna kadar bale izlediğine tanık olmak, bir defa inanılmaz bir şey. Daha önce de yine aynı yaşlarda bir çocuğun Metropolitan Müzesi’nde duvarda bir Edward Hopper gördükten sonra “İnanmıyorum, bir Edward Hopper gördüm” deyip mutluluktan çığlık attığını görünce şaşırmıştım. Ama bu daha kolektif bir eylemdi. Sinemayı zaten ele geçirdiler yüksek sanatı da kapatıyorlar...
Ara olunca fuayede bazılarının yanına gidip konuştum. Fısıltılar nereden geliyormuş anneleri söyledi. Konuyu soruyorlar sürekli. O niye öyle yaptı... O şimdi oradan oraya niye koştu vs...
Sahnedeki hareketlilik hoşlarına gidiyor. Sonra da devasa çam dekoru, dövüşen fareler, kurşun askerler, yağan kar... Fındıkkıran çocuklar için hazırlanmış bir bale zaten... Masal ortamından büyüleniyorlar...
Kızları prenses, erkekleri damat gibi giydirmişlerdi. Anneler şampanya içerken, 2. perdeyi yerlerde yuvarlanarak beklediler. Sonra tekrar bir yetişkin gibi salona girdiler ve aynı dikkatle izlediler.
Bale ölecek diyen arkadaşım gelip izleseydi keşke, derken bunu kastettim. Belki şöyle söylemek daha doğru. Kuğu Gölü yok olabilir ama Fındıkkıran hep olacak.

Şov dünyasının çocuk işçileri

Wintuk’un provalarına katıldım. Provalardan sonra da başrol oyuncusu Darin Good’la görüştüm. Sahnedeki hareketleri yapabilmek için ne kadar çalıştığını öğrenmeye çalışıyordum ki... Kanada’nın jimnastik şampiyonuymuş.
Good’un durumu, şov dünyasının iyi kısmı. Karısı da başka bir kumpanyada dansçı ve jimnastik kariyerleri bittikten sonra kat kat daha fazla para kazandıkları böyle bir işe girmekten mutlular.
İşin can sıkıcı tarafı, çocuk oyuncular meselesi. Reklamlarda görüyorlar, dekorun, görselliğin büyüsüne kapılıyorlar ama çocukların bir şovu merak etmesinin en büyük nedeni, Fındıkkıran’da olduğu gibi sahnede kendileri gibi çocukları görüyor olmaları.
Yapımcılar da bunu fark etmiş durumda tabii. Bu yüzden Broadway’de sahneye çıkan, gecesi gündüzüne karışmış bir çocuk işçi kitlesi var şu anda New York’ta. En önemlisi, çocuk izleyicilerin ağırlığı arttıkça daha da çoğalacak bir kitle...

Fare kral kazanabilir mi

Konuştuğum annelere çocukları neden Fındıkkıran’a getirdiklerini sordum. Her sene bir gösteri seçip gidiyoruz dediler. Ya Radio City’deki Rockettes ya WaMu Tiyatrosu’ndaki Cirque du Soleil gösterisi Wintuk ya da bu. Bu üç gösteri, New York’un tatil sezonuyla birlikte perde açan üç klasiği ve hepsinin hedefi çocuklar.
Bu arada sıkıntı çeken bale gerçekten de bir Fındıkkıran şovuna dönüşebilir çünkü geçen hafta şöyle bir durum yaşandı. Kentin en zengin ikinci kişisi David Koch, Amerikan Bale Tiyatrosu’na bağışta bulunup yeni bir Fındıkkıran yorumu istedi. Ne kadar farklı olacak, mesela fare kral ve Fındıkkıran’ın dövüşünden fare kral mı galip ayrılacak bilmiyorum ama Koch farklı olsun demiş. New York Balesi’nin 55 yıldır oynadığı George Balanchine yorumuna karşı da Bolşoy’dan bir koreografla anlaşmış. Niye kentte bir Fındıkkıran varken başka birine para yatırıyorsunuz diye soruyorlar Koch’a. “Yeni oyun Brooklyn’de oynanacak. Çocuklarını Manhattan’a geçirmeye üşenen bir kitle var, onlar gelecek” diyor.
Dedim ya... Fındıkkıran’ın arkası sağlam... Riskli olan Kuğu Gölü...

Sultanahmet’in ortasına gözlemeci dizmekle olmuyor

Arada, New York’tan örneklerle kent yöneticiliğinin artık sadece asfalt döküp çöp toplamak olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Yeri gelmişken bir tane daha aktaracağım.
Tatil sezonu başlamadan New York Belediyesi yine bir liste yayınladı. Tatil döneminde herkese açık olacak ücretsiz aktivitelerin listesi. Konserler, film gösterileri, sokak festivalleri... O kadar uzun ki listenin sonunu getiremedim. New York Belediyesi Kültür Dairesi’nden Kate Kevin, 900 kuruma halka bedava etkinlik düzenlemeleri için para aktardıklarını söyledi. Normalde ekonomik kriz var, bu tür işlerde kesinti olmasını beklersiniz değil mi!.. Hayır... Kevin tam tersine bu yıl özellikle ağırlık verdiklerini anlattı. Çünkü insanlar dışarı çıkıp para harcayamadığından bizim organizasyonlarımıza her zamankinden daha fazla ihtiyaç duydu, dedi. 570 milyon dolar harcamışlar kültür sanat işlerine 2009’da ve önümüzdeki yıl bütçeyi daha da artıracaklarmış.
Sultanahmet’i kapatıp ortasına gözlemeci dizmekle olmuyor. O yüzden söyledim.

Tim Burton üzerine

Museum of Modern Art’ta (MoMA) sergisi açıldı. Filmleri dışında hayatı boyunca biriktirdiği 700 çizim, maket, kostüm var.
Girişte bir kronolojisini koymuşlar. Yarısı yaptıkları, yarısı gerçekleştiremediği projelerle dolu.
İçinde Johnny Depp olmayan Edward Makaseller kostümü zayıf duruyor. Ancak o kostümü yaratıncaya kadar yüzlerce çizim yapmak gerektiğini anlıyorsunuz.
Büyük ihtimalle deli. Bazılarıysa sorunlu geçen çocukluk diyor. Yaratıcı olabilmek için illa araz mı lazım?..
Ölümün karikatüristi. Elinde olsa ışıkları söndürüp karanlıkta yaşar. Kasvetli masalcı.
Çikolata fabrikasından bile korku yaratabilecek bir çocuk adam.
Hep aynı oyuncularla çalışacak, hatta yapımcılarla bu yüzden kavga edecek kadar da takıntılı.
Son: Çocuklar onun sergisini de işgal etmiş. Beter Böcek ya da Ölü Gelin çizimi sırf çizim olduğu için ilgilerini çekiyor. Tim Burton’dan bile korkmuyorlar.
Yazının Devamını Oku

New York’taki oryantalistler İstanbul’daki ayrımcılar

6 Aralık 2009
Bir kopukluk var. New York’takiler İstanbul’da üretilen sanatta hem bir farklılık hem de kendi yansıması olsun istiyor. 11 Eylül eleştirisi bekliyor. İstanbul bunu veremiyor. Çünkü İstanbul’un sanat çevresi, New York’takilerden daha New Yorklu davranıyor. Eleştirmiyor. New Yorkluların Türk sanatı konusunda sözüne en güvendiği isim Vasıf Kortun ise, sorduğumda Nişantaşı’ndaki galericileri, özellikle Galerist’i suçluyor. Diyarbakırlı, Batmanlı gençleri dışlıyorlar, diyor. Ayrımcılık hatta ırkçılık iması yapıyor.

Sırayla anlattığımda, kakofoniyi daha net göreceksiniz.
Hafta içi, Amerika’nın en önemli sanat okullarından School of Visual Arts’da bir panel düzenlendi: Modernizm ve Global Diaspora. Konuşmacılardan biri de Türk küratör Vasıf Kortun’du.
New York’ta herhangi bir sanat ortamında konunun dönüp dolaşıp Türkiye’ye gelmesi artık beni şaşırtmıyor. Nobel, Cannes Festivali mutlaka bir açı buluyorlar. Ancak dört konuşmacının çağrıldığı panel, bu anlamda bir doruk noktasıydı. Çünkü ne modernizm ne globalizm ne diaspora... Türkiye’yi tartıştılar.

HOU HANRU BAŞLATTI Hikâyeyi başlatan, 2007 İstanbul Bienali’ni yapan küratör Hou Hanru. Konuşmasını sadece Türkiye’ye ayırdı. Sonra moderatör David Ross girdi devreye ve Kortun’a ısrarla Türkiye’yle ilgili sorular sordu. Ross’un sözleriyle Kortun’un cevaplarından sonra New York ve İstanbul arasında sanata bakışta derin bir uyuşmazlık olduğunu fark ettim.

MERKEZ 11 EYLÜL İlk sorun, tipik bir New Yorklu olan Ross’un tavrı. “Biz New Yorklular” diyor ve dönüp dolaşıp, Doğu sanatı 11 Eylül’den nasıl etkilendi meselesine geliyor. Edward Said, Oryantalizm kitabını yazalı 30 yıl olmuş. Batılıların Doğu’yu kendine göre tarif etme hastalığı. Ancak Said’in ortaya koyduğu eleştiri, Ross’ta hâlâ o kadar canlı ki... Osmanlı’yı hamamla hareme indiren bir 19. yüzyıl Fransız ressamı gibi. New York’un travması size nasıl yansıdı?.. İkiz Kuleler sanatınızı nasıl etkiledi?.. Kortun’dan inatla 11 Eylül yorumu almaya çalışıyordu.

MOMA DİREKTÖRÜ GİBİ İki kentin ajanda farkı, Kortun’un tavırlarında ortaya çıktı. Bir defa konuşmasında İstanbul’dan gelmiş bir küratör olduğunu belli eden tek bir ipucu vermedi Kortun. The Museum of Modern Art’ın (MoMA) Amerikalı direktörü konuşuyor gibi hissettim ben. New York’ta New Yorklulara New York’u da içeren bir modernizm tarihi anlattı. Ross 11 Eylül’ü sordukça da, Ortadoğu’nun petrol meselesi, Dubai’nin finansal krizi gibi ilgisiz cevaplar verdi. Kibarca söylediği şuydu: 11 Eylül’ün bizim sanatımıza etkisi olmadı.

MEDENİYET ÇATIŞMASI Panelden sonra Ross’un yanına gittim. “Farklılık arıyorsunuz ama Kortun belki sizden daha New Yorkludur. Türkiye’nin en iyi Amerikan kolejinde okuyup yıllarca New York’ta yaşamış biri” dedim. Kabul etmedi. Kortun’un bu farklılığı sunabileceğini söyledi.

GALERİST BAŞLATTI Sonra Kortun’la konuştum. Aynı soruyu ona da sordum. New York’un aradığı medeniyetler çatışmasını sunabilecek doğru kişi siz misiniz, Nişantaşı’nda yaşayan sanatçılar bunu başarabilir mi, diye... Kendinden bahsetmeden, Türkiye’de sanatçıların artık farklı bölgelerden çıktığını, hiçbirinin beyaz Türk olmadığını anlattı. “Batmanlı, Diyarbakırlı gençler var” dedi. Daha ilginci, bu gençlere karşı bir ayrımcılığın bile başladığını söyledi. “Galerist’le başladı bu tavır, oradan bütün galerilere yayıldı” diye anlattı.

İSTANBUL’UN ÇIKIŞI İstanbul’un adı, sanatta artık uluslararası çapta anılıyor. New York’ta modernizm hakkında yapılan sıradan bir panele bile ağırlığını koyup bunu hissettiriyor zaten. Ancak mesele, çıkacağı sahnede, New York’ta, kendine hâlâ bir kimlik oturtabilmiş değil. Birçok seçenek var önünde:

Ya oyunu New York’un kurallarıyla oynayacak. Yani buradaki entelektüellerin en çok sevdiği yöntemle... Batı’yı özne alıp bir Batı eleştirisi yaparak...

Ya Vasıf Kortun’un dediği gibi başka bir ajandaya göre ilerleyecek. Diyarbakırlı, Batmanlı gençlerle...

Ya da Nişantaşı’ndaki galeriler burada kendi bağlantılarını geliştirecek. Beyaz Türk sanatçılar gelecek...

Hangisinin olacağı sanırım biraz da New York’a bağlı. Artık hangisini isterse...

BURADA HOBİLER MESLEK OLUYOR

Etnik sanat, New York’ta her zaman ilgi çekiyor. Sadece dar bir çevreye yönelik değil. Metropolitan gibi kentin en büyük müzesinden New Museum gibi daha ufak çaplı sergi alanlarına kadar, her yerde bir izleyicisi var. Hafta içi New York’ta başlayan Türk Film Festivali de bunun bir örneği.
11’incisi bu sene düzenlenen festivalin ve bana kalırsa her yönüyle tipik bir New York öyküsü.
İşi, gönüllü gençler kuruyor. Kimi kariyerinin başında, kimi daha öğrenci... Hepsi hobi olarak uğraşmaya başlıyor, sonra yavaş yavaş bir dernek haline geliniyor. Yönetim kurulları, festivaller, paneller derken de Moon and Stars Project adıyla kurdukları dernek bir kuruma dönüşüyor. Herkesin sırayla bayrağı birbirine devrettiği bir çatıya...
Derneğin başında şimdi üç kişi var: Başkan Kaan Nazlı ile Ayça User ve Binnaz Saktanber.
Nazlı ve User finansçı. Biri broker öteki pazar araştırmacısı. Bloomberg kanalından kültür sanat chat’i yapacak kadar sinema ve sanat meraklısı ikisi de. Sizin yaşınızdaki canavarlar networklere giriyor, siz neden böyle işlerle uğraşıyorsunuz dedim. Biz detoks yapıyoruz, dedi User.
Ekibin diğer üyesi Saktanber ise bir doktora öğrencisi. Politika ve medya üzerine çalışıyor, arada sinema dergilerine yazılar yazıyor.
Tipik bir New York hikâyesi dememin sebebi şu: Burada insanların hobi olarak başlattıkları işlerin bir süre sonra bir mesleğe dönüşmesi çok sık rastlanan bir durum. 11 yıl önce bir avuç gencin başlattığı kendi halinde bir film festivalinin, kurumsallaşıp, şimdi yıllık 40 bin dolar bütçesi olan, 1300 kişinin film izlediği, New York’taki müzelerin, sanat merkezlerinin referans istediği bir kurum haline gelmesi de bunun bir örneği.
Kentin en güzel yanlarından biri. Hem yapma imkânınız var. Hem de isterseniz onun üzerinden geçinme imkânınız...
Yazının Devamını Oku

Amerika’da doktora yapan 3 Türk profili

29 Kasım 2009
Sığ politikacıların her gün gaf dolu, incir çekirdeğini doldurmayan atışmaları, bir ülkenin dinamiklerini anlamaya yetmez. Bakacağınız yer yine akademidir.

Institute of International Education’ın kayıtlarına göre bugün Amerika’da 13 bin 263 Türk kökenli öğrenci okuyor. Bunların 6 bin 838’i master ve doktora öğrencisi. Bazısı dönecek, bazısı kalacak. Ancak dönmeyecek olsalar da her halükârda hepsi birden Türkiye’nin entelektüel sınıfını oluşturacak. Çok çeşitliler. Her görüşten, her kesimden örnek var aralarında. Yine de üç ana akımda toplanıyorlar: Gülenciler, memurlar ve liberaller. Diaspora etkisiyle Amerika’da şimdi hepsi arkadaş. Türkiye’ye döndüklerinde değişecekler. Ve alacakları pozisyonla ülkenin geleceğini belirleyecekler.

MEMUR

İstediğiniz kadar ben teknokratım, deyin. Bürokratım sadece işimi yaparım, deyin. Devletin yurtdışına eğitime yolladığı, seçilmiş bir memursanız renginizi bilmek isterler. İktidarda kim olursa olsun... Onlara yakın biri misiniz değil misiniz... Karşı taraftan mısınız değil misiniz...
Geçen yıl, Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosundan Amerika’ya gelip eğitim için 8 yıl kalan Emrullah Uslu’yla ilgili haberler çıkmıştı hatırlarsanız. Fethullahçı olduğu, bir komplonun parçası olduğu iddiaları vardı. O dönem Uslu’yla telefonda iki saate yakın konuştuk. Her şeyi sordum. O da mecburmuş gibi her şeye cevap verdi. Bir ara Fethullahçı olmadığına ikna etmek için mezhebini bile söyledi.
Politikayı burada öğrenime gelmek için ne kadar kullanıyorlar?.. Ya da burada yaptıkları çalışmalarda ne kadar donanım kazanıyorlar, çok net değil. Okudukları okullar hep vasat. Aldıkları eğitimler de istisnalar dışında biraz özgeçmiş dolsun diye. Ancak Amerika’da yükseköğrenim yapanlar arasında işi en zor olanlar, kesinlikle memurlar.
İşinde başarılı olacaksın. Dairede politik oyunlardan uzak kalıp bileğinin hakkıyla Amerika’da eğitim hakkını kazanacaksın. Buraya geldiğinde kaşın gözün oynamayacak, çalışacaksın. Seni “şucu” ya da “bucu” diye yaftalamaya çalışacaklardan korunacaksın. Sonra işin bitip döndüğünde, kaldığın yerden devam edeceksin. Hak ettiğin terfileri vermelerini bekleyeceksin.
Emrullah Uslu, büyük bir komplonun parçası bir Fethullahçı mı, derseniz... Öyle olsa benimle 2 saat telefonda niye konuşsun, sorduğum onca soruya niye cevap versin bilmiyorum. Ancak emin olduğum, adını korumaya çalışıyordu. Politikanın tam göbeğinde, başına gelenlere hem kızgın hem de kurduğu birtakım ilişkilerden pişman, tutunmaya çalışıyordu.

Yazının Devamını Oku

İki zıt New Yorklu iki farklı seçim

22 Kasım 2009
İki zıt New Yorklu iki farklı seçimİkisi de kentin bu aralar en çok konuştuğu isimler. Biri hırslı genç bir gazeteci. Öteki artık fazla zamanı kalmadığını düşünen, yaşlı bir fotoğraf sanatçısı. Birinin kitabı çıktı. <BR>Ötekinin sergisi açıldı. Biri kriz sırasında yaptığı söyleşileri derledi. Öteki hayatı boyunca çektiği fotoğrafları. İki portre, iki seçim gibi... Hayatı nasıl yaşamak istersiniz üzerine...

Andrew Ross Sorkin

32 yaşında. New Yorklu. Gazeteci.
New York Times’ın hem köşe yazarı hem de ekonomi bölümünde birleşme ve satın almalar muhabiri. Bir erken yıldız.
ÇALIŞKAN Hayatında maaş aldığı tek gazete, New York Times. Lisede stajyer olarak başlıyor, kısa sürede parlıyor. Sabah kalkış saati 6.00. Gün içinde yaptığı telefon konuşması ise yüzden fazla. En sıcak konuyu bulup onu yazıyor.
YARATICI 150 yıllık gazetede internetin önemini ilk fark edenlerden. 8 yıl önce yönetimden onay alıp gazetenin web sitesinde DealBook adlı blogu açıyor. Kurulu düzene uymayıp kendi düzenini yaratıyor. Yıldızlaşıyor.
SOSYAL Blogu hareketlendirdikçe daha çok kaynağa ulaşıyor. Yazdıkça çevresini genişletiyor. Telefon rehberini dolduruyor. Babası yaşındaki CEO’lar şimdi beyanat vermek için onu arıyor.
HESAPÇI Çevresi genişliyor ama müşteri memnuniyeti sağlar gibi, bir şirket hakkında kötü bir haber yazılacaksa yazmıyor. Böylece patronlarla daha çok yakınlaşıyor. Getirisi, şirketlerin içine giriyor. Götürüsü, New York Times’ın eskilerinden onay görmüyor.

Yazının Devamını Oku

New York sonbahar müzayedelerinin bir derin analizi

15 Kasım 2009
Akşam saat 9’da iş bitmiş, 200 zengin salondan çıkmış, Sotheby’s çağdaş sanat başkanı elinde beyaz şarap, ağzı kulaklarında, içmeden sarhoş, mikrofonun arkasına geçmişti.

Çok çok derin bir müzayede oldu, dedi. Çok doğru. 200 derin cep, tarihin en derin krizlerinden birini, bir yıllık derin bir sessizlikten sonra, en derin su New York’ta, derin bir alışverişle, derinlemesine kapattı. Bir gecede 52 parçaya 134 milyon dolar para verdi!..
Kasım, New York’ta müzayede ayı. Noel öncesi kentin zenginlerinin ve dünyanın her yerinden galericinin iki büyük müzayede evinde alışverişe çıktığı ay.
Sonbahar müzayedeleri denilen bu satışlar iki açıdan önemli. Birincisi, sanat piyasasında fiyatların nereye gittiğini gösteriyor. İkincisi, nelerin tuttuğunu anlatıyor. Kim satıyor?.. Hangi dönem ilgi görüyor?.. Ne tür işler para ediyor?..
Hafta içi, işte dünya üst sınıf sanat piyasasının belirleyicisi kabul edilen, iki haftalık bu sonbahar müzayedeleri sonuçlandı.
Çarşamba, sabah önce Rockefeller Plaza’daki Christie’s satışına gittim. Akşam da York Caddesi’ndeki Sotheby’s satışına. Sonbaharın final gecesine...
Sonuç kabaca şu: İki büyük müzayedeci, toplam 600 milyon dolarlık satış yaptı. Geçen seneki 750 milyon doların altında bir rakam bu. Ancak 400 milyon dolarlık bahar satışının üstünde...
Detaya inildiğinde ise...

Yazının Devamını Oku

O zaman Erdoğan New York’ta Yahudilerle niye görüştü

1 Kasım 2009
İsrail krizi iyice derinleşmeye başlayınca, Yahudi lobisi liderlerini 1.5 ay önce New York’ta Başbakan Erdoğan’la buluşturan Abraham Foxman’la görüştüm. O gün toplantıda neler olduğunu sordum. Anlattıkları doğruysa, bir konuyu sorgulamak lazım.

Yabancı politikacılar için Amerika’daki lobi kuruluşlarının iki anlamı vardır. Birincisi, bu örgütleri kendi ikballeri için kullanırlar. Mesela yine başkan olabilmek için Washington lobicilerine yüz binlerce dolar para ödeyen Honduras’ın devrik lideri gibi. İkincisi ise bu örgütlerle hizmet ettikleri ülkelerin çıkarları için görüşürler. Hemen her devlet adamının her Amerika seyahatinde yaptığı gibi...
Ancak ikinci durumda; yani aynı zamanda bir devlet yetkilisi olan bir politikacının ziyaretinde sınırlar bazen karışabilir. Konuşurken ülkesi için konuşur. Sonra, o ilişkileri kendi yararına da kullanır.
Mesele şu: Başbakan Tayyip Erdoğan, eylülde New York’a geldiğinde Yahudi lobi örgütleriyle niye görüştü? Türkiye için mi, kendi için mi?..
Önce durumu özetleyeyim:
1) Toplantı, Erdoğan’ın New York’a indiği gün, 21 Eylül’de oldu. Plaza Otel’deki buluşmaya 50’ye yakın Yahudi lider katıldı.
2) Organizatör, 96 yıl önce kurulan ve bugün AIPAC’tan sonra Amerika’nın en güçlü Yahudi lobi örgütü olan ADL’ydi. Sorumlusu ise örgütün 22 yıllık direktörü Abraham Foxman’dı (69).
3) Geçen hafta Foxman’la görüştüm. İçeride neler konuşuldu dedim. “Gazze Savaşı’ndan geçmişte bir olay gibi bahsediyordu. Ortalığı ateşe verici ifadeler kullanmadı. Anlaşmazlıklarımızın olduğunu ama ileriye baktığımızı söyledi. Mükemmeldi” dedi.

Yazının Devamını Oku

Mafya kulübünde bir öğleden sonra

25 Ekim 2009
Kapının koluna uzandım. Kilitliydi. Camdan içeri bakmaya çalıştım. Yarı aynalı olduğu için bir şey seçilmiyordu.

Bir-iki dakika sonra içeriden 70’lerinde yaşlı bir adam çıktı. Gazeteciyim dedim. Türk olduğumu ve içeriyi görmek istediğimi söyledim. Ama ne gözleri tam görüyor ne de kulakları duyuyordu. Ben ısrar etmeye kalkınca da, durum kısa sürede şuna döndü: Brooklyn’de daha önce hiç gitmediğim bir mahallenin bir sokak arası kulübünde, öğlen vakti kapı eşiğinde yaşlı bir Amerikalı’nın kulağına eğilmiş, “Burası Bonannoların yeriymiş. İçeriyi gezebilir miyim” diye bağırıyordum.         

Yaşlı adam dışındaki bütün mahalle muhtemelen durumumu öğrendi. Gazetecinin teki mafyanın yerine girmeye çalışıyor...

Olmayacaktı. Sonunda kapıyı tutup iyice araladım ve içeri kendim girdim. Ve benim girmemle, girişin hemen solunda, iki poker masası konulmuş ufak odadan 2 metre boyunda, 40 yaşlarında, ince yapılı, üstünde eşofman, ayağında spor ayakkabı birinin çıkması bir oldu.

Gülerek, İstanbul, dedi. “Ne güzel bir yer.” Demek biliyorsunuz, dedim. Cevap vermedi. Ardından, çıktığı odada oturan, yine 70’lerinde, zor yürüyen yaşlı birinin koluna girip kapıya doğru yürümeye başladı.

Yazının Devamını Oku

Mehmet Öz aslında bir parabol

18 Ekim 2009
Mehmet Öz, geçen ay Amerika’da kendi televizyon şovuna başladı. Şimdi her gün Dr. Oz Show’da uzun yaşamın sırlarını anlatıyor. Programı yarından itibaren Türkiye’de de izlenebilecek. Ondan önce New York’taki NBC Stüdyoları’na gidip Öz’le görüştüm. “Mehmet Öz Projesi”ni konuştum.

Konuşurken elimdeki not defterimi istedi. Sonra kalemi alıp boş bir sayfaya bir parabol çizdi. X’e yaş dedi. Y’ye mutluluk. Eğrinin yükselişe geçtiği bir noktayı gösterdikten sonra da “Bakın ben burada değişmeye karar verdim” dedi. “Eğer bir şey yapmasaydım 50 yaşımda artık işimi eskisi kadar iyi yapamıyor olacaktım ve mutsuz olacaktım.” Ardından Y’deki mutluluğu sildi. Yerine başarı yazdı. Aslında ikisinin aynı manaya geldiğini düşünüyordu ama sadece benim anlamamı istemişti. Yaklaşık 1 saatlik konuşmamız boyunca Mehmet Öz’ü en iyi özetleyen anekdot işte bu oldu. Yaşam parabolü... Ve paraboldeki başarı...

Amerika’da yaklaşık bir aydır hafta içi her gün yayınlanıyor Dr. Oz Show. 60 dakikalık bir dış yapım (syndicated). Sony ve Oprah Winfrey’in yapım şirketi Harpo ortaklığıyla ZoCo tarafından hazırlanıyor ve şehir şehir tüm Amerika’ya satılıyor. Dünyada da şimdilik Kanada ve Türkiye’ye pazarlanıyor.

3 MİLYON KİŞİ O kadar iyi başladılar ki, Amerika’nın yüzde 99’unda yayındalar. Ve ülkenin en popüler doktor şovu Dr. Phil’in reytinglerini geçmek üzereler. Her gün en az 3 milyon izleyici topluyorlar.
Daha önce Mehmet Öz’le ilgili bir yazı yazmıştım. Danışmanlığını yaptığı Real Age şirketinin ilaççılara veri sattığı ortaya çıkınca kendisiyle konuşmak istemiştim ama bana cevabı TV yapımcıları yollamıştı. Ben de Öz’ün bir doktordan çok artık bir TV ünlüsüne dönüştüğünü söylemiştim.

EVİ STÜDYO Haftanın 3 günü stüdyoda. Sadece perşembeleri ameliyat yapıyor fakat o da aksıyor. Mesela biz perşembe buluştuk. Ameliyatlara da artık yalnız girmiyor. Zamanında kendi bulduğu teknikleri uyguluyor sadece. Çıkan yenilikleri takip edemediğinden yanında hep bir partneri oluyor. Araştırmayı bıraktığını, makale yazamadığını anlatırken, bir yandan da ısrarla doktorluğu bırakmak istemediğini, sadece bir TV yıldızı olmak istemediğini söylüyordu fakat... Kendi de farkında...

SOKAK TIPÇISI Makas değiştirince hayatında da şunlar değişmiş. İki katı para kazanıyor. Daha çok eğleniyor. Eskiden daha sofistikeyken şimdi daha yüzeysel düşünüyor. Dünyanın en iyi kalp uzmanlarından biriydi. Şimdi dünyanın en ünlü sokak tıpçısı... Her şeyden biraz anlıyor ama hiçbir şeyin uzmanı olamıyor.

HOUSE GİBİ Öz’ün programı Dr. Phil ile karşılaştırılsa da, ben daha çok House dizisine benzettim. Başta güncel bir sağlık haberi var. Sonra da bir hasta vakası. O vaka bir adamın dudağından taşmış, korkunç görünümlü bir tümör de olsa, sorun nasıl çözülecek diye merak ettirip izlettiriyor. Bu arada stüdyodaki kadın seyircilerden birini yanına çağırıp beraber bir konuyu ele aldığı da oluyor. Seçtiği bütün kadınların eli ayağı birbirine dolaşıyor. Öz espri yapınca da hepsi kıkırdıyor.
Siz televizyon için doğmuşsunuz, dedim. Güldü. “Evet orta yaşlı kadınlarda bana karşı öyle bir durum var” dedi.

Wharton’da bir case study

Bir Harvardlı. Tıp eğitimini ise UPenn’de almış. Ama Öz’ü en iyi yansıtan okul hangisi derseniz, kesinlikle Wharton. UPenn’de tıp okurken gittiği, Amerika’nın en iyi işletme okulu. MBA denilen Amerikan icadı disiplinin, bir numaralı mabedi... İlişkilerinde, işinde, hayatını parabollerle anlatmasında hep oranın etkisi var. Yaşamı, Wharton’da çözmesi için önüne konulmuş bir “case study” gibi görüyor.
Programda kullandığı cerrah önlüğünü çıkarttıktan sonra giyeceği gömleği seçerken yardımcısıyla 5 dakika tartıştı. Konuşmamız bittikten sonra asansörle binadan ayrılırken de eve gitmem için metroya nereden binebileceğime kafa yordu. Kapıda Dr. Oz diye yanına gelenler oldu. Hiç üşenmeden bir de onları dinledi.
Rupert Murdoch arkadaşı, Michael Bloomberg tanıdığı. Program başlamadan Murdoch bizzat telefon edip Fox TV’nin Amerika’nın her yerinde kendisini destekleyeceğini söylemiş. Nasıl bu kadar kalbur üstü insanla tanıştınız dedim. “Doktor olduğunuzda insanlarla yakınlığınız farklılaşır. Çünkü size soru sorarlar ve ister istemez dostluk kurarlar” dedi.
Bütün bunlardan sonra eğer Wharton usulü söylemek gerekirse... Doktorluk Mehmet Öz için çok doğru bir kariyer başlangıcı olmuş.

Projenin sahibi Lisa Oz

Sizin ayırt edici özelliğiniz ne dedim Mehmet Öz’e. Dünyanın en büyük sağlık endüstrisinin içinden çıkardığı en ünlü doktor niye sizsiniz?.. “Ben ekibe inanırım” dedi. “Birine inandım mı da yıllarca beraber çalışırım. Örneğin karım Lisa’yla 24 yıldır beraberim.”
Karısını ekibindekilerle kıyaslaması ev halleriyle ilgili fikir verebilir. Ancak bir yandan da şaşırmamak lazım çünkü Lisa Oz aynı zamanda iş ortağı. Hatta Mehmet Öz’ün doktorluğundan şovmenliğine her yönünü tasarlayan esas kadın.
Stüdyodaki konuşmamız bitince Öz’ün yemek yediği dinlenme odasına geçtik. Suyun içinde ceviz ve badem, biraz şamfıstığı, avokado salatası ve domates sosu yiyip doydu. Bir de güne yogayla başlamasını katın. Bu wellness meselelerinde reiki uzmanı karınızdan etkilendiniz mi, dedim. Eğer genç bir doktor olsaydım enerji konusunda çalışırdım, dedi. 6 yıl önce televizyonda halka sağlıklı yaşam tavsiyeleri vermeye başlamasının da karısının fikri olduğunu söyledi.
Lisa Oz, şimdi 120 kişilik program ekibinde yönetici. Ve tıpkı yazar Dan Brown’ın karısı Blythe Newlon gibi “Mehmet Öz Projesi”nin asıl sahibi. Ben gittiğimde stüdyodan yeni ayrılmıştı, konuşamadım.
Yazının Devamını Oku