Womenomics ve Amerika’da hızlanan feminizasyon

Doğurmuyorum. Hamileyim diye stresten uzak durmam gerekmiyor o yüzden. Emzirmek zorunda değilim.

Gerekirse, ofiste sabaha kadar kalırım. Ayrıca çocuk büyüyene kadar hep ikinci plandayım. Böylece hastalığında da, müsameresinde de bir marjım var, seyahatime engel bir durum yok. Peki bu durumda, benimle aynı yerde çalışan, anne olmak isteyen bir kadınla eşit şartlarda sayılır mıyım?
Ay başında New York’ta bir kitap yayınlandı. Adı, Womenomics. Kadın ve ekonomi kelimeleri birleştirilerek yaratılmış, eski bir kavram. Özetle, kitap benim sorduğum soruya şu cevabı veriyor: “Evet, şimdiye kadar eşit değildiniz. Ama artık o anne olmak isteyen kadın, senden daha avantajlı olacak.”
Kadınların işyerinde ağırlığının artması, birkaç yıldır tartışılan bir konu. The Economist, 2 yıl önce yine womenomics kavramını kullanıp böyle bir kapak yapmıştı hatta. Ancak iki kadın gazetecinin yazdığı bu kitabın farkı, meseleye krizin etkilerini de katarak başka bir perspektif eklemesi. Şöyle bir mantık silsilesi kurmuş:
Kadın, özel hayatına daha fazla zaman ayırmak zorunda kaldığından yükselemiyordu.
Önce, kadınların tüketimde ağırlık kazandığı fark edildi. Otomobil satışlarında bile yüzde 53’le kadınların erkekleri geçtiği ortaya çıktı.
Sonra, üst yönetiminde daha çok kadın bulunan şirketlerin daha kârlı olduğu anlaşıldı.
Ve hepsinin üstüne resesyon bindi. Ailesine vakit ayırmak için daha az mesai karşılığı, daha az maaş isteyen kadınların önerisi şirketlere cazip geldi. Haftada 40 saat hamal gibi çalışan erkek yerine 30 saat tilki gibi çalışan kadın parladı.
? Amerikan şirketleri de, kokuyu alıp feminizasyona yöneldi. Kadın yöneticiler değerlendi.

NEW YORK TIMES’IN KADIN YÖNETİCİ İTİRAFI

Hafta içi, New York Times Gazetesi’nde bir toplantı vardı. Genel Yayın Yönetmeni Bill Keller ve yardımcısı Jill Abramson, krizde gazeteyi nasıl idare ettiklerini anlattılar. Ancak bir ara söz dönüp dolaşıp, ikisinin ilişkisine geldi. Ve 160 yıllık gazetenin tarihinde haber merkezinin ilk defa nasıl bir kadına emanet edildiğine... Keller, Abramson’ın o parlak kariyerine rağmen aynen şöyle bir itirafta bulundu o gün: “Bir kadının bakış açısına ihtiyacımız vardı.”
Bunu söylemeye gerek yok. Reklamcılık, yayıncılık gibi fikir işçiliklerinde bu çeşitlilik her zaman gerekli. Ancak şimdi yaşanan, Womenomics kitabının yakaladığı, başka bir süreç. Kadınlar için bir zamanlar dezavantaj sayılan durumların, yavaş yavaş bir avantaja dönüşme süreci.
Türkiye’deki birçok şirketin, Beyoğlu’ndaki sabahçı kahveleri gibi silme erkek dolu kurullar tarafından yönetildiğini biliyorum. Değişecek. Rüzgar Türkiye’yi de etkileyecek ve başarılı olmak isteyen her şirket buna ayak uyduracak.
Ancak bu süreçte, eskiye göre başka bir farklılık daha yaşanacağını düşünüyorum ben. Yükselecek kadınlar da değişecek.
Simone de Beauvoir’ın, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diye bir lafı var. Aynı zamanda artık hiçbir kadın, Margaret Thatcher gibi kadın olmadan başarmak zorunda da kalmayacak. Şirketler feminize olurken, kadınlar da erkekleşmeden tırmanacak.

High Line Park bir şehircilik örneği

Kentin en hızlı gelişen kesiminde, yerden yukarıda, kullanılmayan, pislik yuvası eski bir tren yoluyken yıkmadılar. Onun yerine 150 milyon dolar harcayıp, o pislik yuvasından bir park yarattılar. Çevresine de, her biri mimari şaheser olacak, 30’a yakın bina projesi çizdiler.
Geçen hafta New York’un Chelsea ve Meatpacking bölgeleri arasında açılan High Line Park, tasarımından yapımına kadar her yönüyle bir şehircilik örneği. Yıkılması kesinleşmişken, mahallesine sahip çıkan bir yazar ve bir ressam buna karşı çıkıyor. Kentin batı yakasını boylamasına kesen eski tren yolu için bir dernek kuruyor. Dernek üyeleri, sonra belediye başkanına gidiyor ve burayı kurtarmasını istiyor. Belediye başkanı da, gelenleri, kent gelişimine direnen gericiler diye azarlamak yerine, projeyi sahipleniyor. Hatta “Bu benim New York’a bırakacağım en büyük eser olacak” diyor. Ve derneğin topladığı bağışlara kendi payını ekleyip terk edilmiş tren yolu dekorunda, New York’un en garip parkını yaratıyor. Otlar arasında, beton kalıplar üstünde, yerden yüksek bir park.
Central Park’a giderseniz, park size kentte olduğunuzu unutturur. Burayı dolaşırken ise siz bir parkta olduğunuzu unutuyorsunuz. Anfitiyatro şeklinde ahşap basamaklardan yapılmış bir bölme var örneğin, oturup bir camın arkasından aşağıda akan kent trafiğini izliyorsunuz. Galeriler bölgesinde, başlı başına bir sanat eseri yarattılar.

Krizin kriminal yanı ve Türkler

Her kriz sırasında bir de temizlik faslı oluyor. 1929’daki buhrandan sonra Wall Street’i dağıtan Savcı Ferninand Pecora dönemi gibi.
New York’ta şimdi de Eyalet Savcıcı Andrew Cuomo’nun devri yaşanıyor. Her hafta yeni bir dolandırıcı yakalıyor. Şirketlerle konuşup yönetici bonuslarını indirtiyor. CEO’ları arayıp, ayağınızı denk alın, diyor...
Artık ucunu kaçırdım, hangi dolandırıcı hangi şirketi vurmuş karıştırıyorum ama ilginç bir şekilde, bazen Türklerin isimlerine rastlıyorum bu olaylarda.
Mesela 50 milyar dolarlık banker Bernard Madoff skandalının iddianamesine, Madoff’un yardımcısı olarak Zafer Barutçuoğlu adında bir Türk’ü de eklediler. Şirket çalışanı diye ev adresi bile yazılı. Konuşmuyor, adresinden de taşındığını öğrendim. Tanıyanlara göre ise Madoff’un yanında en fazla 2 ay çalışmış.
Marc Dreier adında başka bir dolandırıcı yakalandı. Onun da yakalanması için hükümete yardım edenlerden birinin, Dreier’in eski ortağı, yatırımcı Erinç Özada olduğu ortaya çıktı. O da bu tür konulardan bahsetmek yerine müze gezmeyi tercih eden başka türden biri. İki ay önce bir sergi sırasında New Museum’da rastlamıştım ben de.
Diyeceğim, New York’taki Türkler bu alanda da var. Krizin kriminal boyutunda da...

Vietnam sandviçleri sembol olacak

New York’ta herkes işini kaybetme korkusuyla kendine bir B planı yapıyor. Kent tarımı (urban farming) modasından pastacılığa kadar hobi görünümlü bir sürü alternatif para kazanma yöntemi gelişti. Hayvan terapistliği yapan bile okudum.
Kimse yerinden kımıldamıyor. Genelde insanların iki yılda bir ev değiştirdiği bir yer New York ama para gidecek diye taşınmıyorlar. 1962’deki taşınma oranlarının bile altına düşülmüş bu sene.
New York’un Bodrum’u Hamptons ise hepten suskun. Geçen yıl bu vakitler gazeteler Hamptons özel eki verirdi, bu sene sadece tek tük emlak haberi görüyorum. O kadar sessiz bir yaz.
Ancak yine de, mortgage krizinin New York’un popüler kültüründe bıraktığı en sembolik iz neydi diye sorulacak olursa, ben, Vietnam sandviçleri, derdim.
İçine bilmediğiniz her türden malzemenin konulduğu, “Banh Mi” denilen büfe sandvici bunlar. Bir sandviç ekmeğinin içine, domuz ya da tavukla beraber soğandan kişnişe ellerinde ne varsa koyuyorlar. Ve Mc Donald’s’ın bile altına inecek kadar fizibl olmayan bir ticari hesaplamayla, bunu 2.5 dolara satıyorlar. Yediğinizde sadece o gün değil, iki gün tok geziyorsunuz. Oturuyor çünkü.
İşte satış patlaması yaşayan Banh Mi’ciler, krizin bana kalırsa en anlamlı kısmı oldu. En dramatik yanı ise beş yıldızlı otel restoranlarının değerlendirildiği New York dergilerinde sayfa sayfa “En İyi Banh Mi” sıralamaları çıkmasıydı.
Yazarın Tüm Yazıları