Ataşehir’de annesiyle yaşıyor. Ev kiralık. Her gün deniz otobüsüyle Bakırköy’e geçip koçuyla buluşuyor, Yeşilköy’e gidiyorlar. 6 saat antrenman yapacakları korta... Akşamları annesinin yaptığı yemekleri yiyor. Sonra beraber dizi izliyorlar. Binbir Gece... Bitince msn, Facebook...
Düzenli ilişkisi yok. Kızlar turnuvalarda yanıma gelir ama ben kapılmam, ünlü olunca nasılsa o iş kolay, dedi. Geceleri asla çıkmıyor.
Yanından ayırmadığı bir iPhone’u var. Enrique Iglesias seviyor. Maçlardan önce de The Final Countdown’ı dinliyor. Ne zaman aldın, dedim. O almamış. Geçen mayıs Turkcell hediye etmiş.
Yılın 30 haftası dışarıda aslında... Turnuvalar için sene başından beri 15 ülke dolaşmış. Ama gittiği hiçbir yerde gezmiyor. 15 gündür New York’talar. Derviş diye bir Türk lokantası var, düzeni şaşmasın diye başka hiçbir yere gitmemiş.
Şaşırdınız mı!.. Bir Grand Slam turnuvasında ikinci tura çıkan ilk Türk sporcudan daha renkli bir hayat bekliyordunuz değil mi!.. Ama maalesef öyle yürümüyor işte. O başarı denilen izafi durumun her zaman böyle mutlak bir bedeli oluyor.
Marsel İlhan ve koçu Can Üner’le ABD Açık’ın yapıldığı kortlarda buluştuğumuzda antrenmandan çıkmışlardı. Ve kusursuz bir organizasyonun en ince ayrıntısına kadar tasarlanıp cilalanmış mekanik oyuncuları arasında en amatör halleriyle, etrafa bakarak baş başa oturuyorlardı.
İki gün geçirdik beraber. Ve perşembe akşamı Marsel’in kaybettiği maça kadar birlikte olduğumuz bütün o süre boyunca, şunu anladım: Üç kişiler.
Yani bütün bu hikâye... Sizin şimdi gazetelerde okuduğunuz bütün o tenis fatihi yazıları aslında sadece üç kişinin işi.
Biri; varlıklı bir aileden gelme, eski Türkiye şampiyonlukları olan, Kemer Country gibi yağlı kapılarda tenis öğretmenliği yapmış, sonra hepsini bırakıp kendini Marsel’e adamış 36 yaşında bir maceraperest.
Biri, “Ben çok iyi bir tenisçi olacağım” diye inat etmiş, koçu mu abisi mi olduğu anlaşılmayan biriyle dünyayı dolaşmaya başlamış, asık suratlı, hırslı, 22 yaşında bir delikanlı.
Öteki de, benim tanışamadığım, Türkiye’de olan ama Marsel’i Özbekistan’dan Türkiye’ye getiren annesi Madina Hanım.
Marsel’in Türkiye vatandaşlığına kabul edilmesi sıkıntı doğurmuş. Ameliyat olmuş kimseden yardım görmemiş. Sponsor aramış, bulamamış. Peki niye devam ettin, dedim. Niye bırakmadın bu işi... Çünkü ben tenis oynamayı seviyorum, dedi.
Futbolcu Aurelio alışveriş merkezine gitmiş bir gün. Marsel de televizyon izlerken bunun haberini görmüş. “Biliyor musunuz, ben de alışveriş merkezlerine gitmeyi çok severim” dedi. Sonra da “Alışveriş merkezine gittiğimde acaba bir gün beni de haber yaparlar mı” diye sordu.
Niye hakkında haber çıkmasını bu kadar çok istiyorsun, dedim. “Motivasyon oluyor çünkü” dedi. “O zaman daha iyi tenis oynuyorum.”
İyi bir antrenman partneri yok. Kondisyoner yok. Tenis konusunda uzman bir masör yok. Sponsor yok. Sadece annesi ve 2 yıldır bir gün bile ayrılmadıkları koçu var.
Bir de şımarık futbolcuları düşünün... Marsel o yüzden Türkiye’nin en yalnız sporcusu...
KOÇLUĞU MARSEL İLE ÖĞRENİYORUMMarsel ve Can Üner’le buluştuğumuz ilk gün kaldıkları otele dönerken, yolda konu turnuvadaki seri başlarına geldi. “Ben Federer’le tanıştım” dedi Can Üner: “Masaj odasındaydık. Benim oyuncum ikinci tura çıktı dedim. Sonra panoda Marsel’in ismini gösterdim.” “Federer ne dedi peki” diye sordum. Hiç Türk oyuncu duymamıştım, demiş.
Üstü reklam dolu süslü kıyafetlerinden mi yoksa maçtan önce antrenman yaptıkları kortlarda otomatiğe bağlamış gibi imza vermelerinden mi artık bilmiyorum, Marsel diğerlerinin arasında turnuvadaki Olimpiyat ruhu gibiydi.
Ancak kötü olan, Marsel ve Can Ünver arasındaki ilişki de öyle. Üner Marsel’in antrenörü değil, abisi gibi olmuş. Fotoğraf çektirecektik. Yüzümüze güneş geliyor, ne biçim yerde durdun, diye o ona kızdı. Sonra öbürü ona surat astı. “Oluyor mu böyle atışmalarınız” dedim, “O kadar çok bir aradayız ki arada oluyor” dediler.
Bir de şöyle bir durum var ki, Türkiye kapasitesi olmayan antrenörlerin elinde heder olan yetenekli sporcular ülkesi. Can Üner’e bunu da sordum. Marsel için kendinizi ne kadar ehil buluyorsunuz diye.
Beklemediğim kadar açık konuştu. “Ben koçluğu Marsel ile öğreniyorum” diye cevap verdi. Sonra Marsel’e döndü. “Sen cevap ver bu soruya” dedi. Marsel hiç bir şey demedi.
SİZE İNAT YAPACAĞIMMarsel, kariyeri boyunca 85 bin dolar turnuva ödülü kazanmış. Tüm turnuva masraflarını bir buçuk yıldır Türkiye Tenis Federasyonu karşılıyor. Kıyafetleri Adidas, raketleri Wilson’dan. Yeşilyurt Spor Kulübü’nden de ayda 2 bin 200 lira maaş alıyor.
Bir karşılaştırma yapmasını istedim Can Üner’den. Kemer Country’de özel ders verse çok daha fazla kazanabilir, dedi.
İkinci tur bitti, Marsel’i bir basın toplantısı odasına aldılar. Benim dışımda, iki Alman gazeteci vardı. Sordukları şu oldu: Maddi olanaklar kısıtlı. Antrenman partnerin yok. Basın ilgisiz. Üstelik bir de Özbekistan’dan gelmişsin. Yabancısın. Neden kalıyorsun Türkiye’de?
Hani bir çocuğa “Yapma” dersiniz. “Yapacağım” der, suratınıza bakar dik dik... Ben Türkiye’de yabancı değilim, dedi önce. Sonra, devlet bana destek oluyor, dedi. Partner buluruz sorun değil, dedi. Ardından durdu. Şimdi ilgi yok belki ama ben Türkiye’de tenisi futboldan sonra en sevilen spor yapacağım, dedi.
En ufak bir popülist tavır hissetmedim. Sadece sinirlendi. Onlar “yapma” dedikçe “yapacağım” diye iki gazeteciyle gözümün önünde inatlaştı.
YEŞİL TURNUVATasarladığınız bir binadan çıkardığınız yeni bir ürüne kadar Amerika’da artık her konuda çevreci olduğunuzu kanıtlamak zorundasınız. Bu aslında başlı başına bir konu. Ama ABD Açık’ta da görünce, yeşilci hareketin bir spor etkinliğine nasıl ağırlık koyabileceğini birkaç örnekle anlatmak istedim:
Turnuvanın tüm mutfak atıkları, değerlendirilmek üzere bir şirkete verilecek.
Bardak, peçete, çatal, bıçak ve kaşıklar geri dönüşüme uygun olacak.
IBM geçen yıl kullandığı 60 server’ı bu yıl 6’ya indirdi.
Turnuvada kullanılan 60 bin top atılmayacak ve başka turnuvalarda da kullanılacak.
Turnuvada kullanılan otomobiller de hybrid olacak.
Çevre umurunuzda değilse bile hiç değilse gazetelere haber olmak için yapın...
TOP TOPLAYICI DAVRANIŞLARI
Maç başladığında hepsi de şartsız bir itaat, sonsuz bir disiplin içinde oluyor.
Kimin hangi topa koşacağı, sonra kimin hangi topu kime atacağı belli.
O kadar hızlılar ki, topları onlar değil de görünmez bir el topluyormuş gibi.
Ve ne kadar çok koşsalar da, yerlerine döndüklerinde yorulduklarını belli etmiyorlar.
Genç, fiziği yerinde, prezantabl olanlar daha önemli maçlarda çalışıyor.
İyi olanları hangi topa koşması gerektiğini biliyor. Acemiyse koşudan eli boş dönüyor.
Üst üste çok boş koşu yapan acemi, bazen hırçınlaşıyor.
Oyunculara yaranmaya çalışıyor. Gereksiz yere havlu uzatmalar, fazla top yollamalar başlıyor.
Bu tavırlar yüzünden de senkronizasyon bozuluyor. Kort, Durkheim’ın anomisine teslim oluyor.
En sonunda hakemin arkasında bekleyen ve kortta hiçbir Wilson topunun kaybolmadan oyun sonunda yanında getirdiği çantaya konulması görevini üstlenmiş kıdemli top toplayıcı olaya müdahale ediyor. Aksayan top toplayıcı köşeye çekiliyor ve sistem yeniden işlemeye başlıyor.
Bunlar Amerika’daki top toplayıcılar hakkında biriktirdiğim gözlemler. Seneye Wimbledon’a gidip İngiliz top toplayıcıları yazacağım.