Tolga Tanış

Madison Caddesi’nde bir terasta off the record bir buluşma

11 Ekim 2009
Bir gazeteci, bir sanatçı, bir yazar, bir çizgi roman editörü ve bir blogger. Yaşları 25-35 arasında. Hepsi New Yorklu, birbirini tanıyan 5 arkadaş.
15 günde bir, davet edilenler dışında kimseye açıklanmayan bir yerde düzenli olarak buluşuyorlar. Ve her seferinde yanlarında en az bir, en fazla üç misafir getiriyorlar.
Facebook yok. Twitter yok. Misafir olarak kimlerin geldiğini, isim vererek neler yaşandığını sonra başkalarına anlatmak, fotoğraf yayınlamak ise kesinlikle yasak!..
Bu 5 New Yorklunun kendi aralarında düzenlediği bu gecelerden birine ben de katıldım. Aralarındaki gazetecinin davetiyle... İstedikleri için, o gece oraya kimlerin geldiğini yazmayacağım ama çok da önemli değil. Önemli olan, neden böyle bir iş yaptıkları...
Davetiye e-postayla geldi. Önce, buluşmanın Manhattan’da bir yerlerde olacağı belirtiliyor, gidip gitmeyeceğim soruluyordu. Katılacağımı söyledim. Sonra diğer detayları gönderdiler. İkinci mesajda, Madison Caddesi üzerinde bir adres ve saat yazıyordu.
Akşam 8 gibi verilen adrese gittim. Kapıda elinde listeyle bekleyen bir konsiyerj vardı. Adımı söyledim ve asansörle en üst kata çıktım. İndiğimde ise şöyle bir manzarayla karşılaştım: Her taraf her tarafta bir reklam ajansı... Goblen perdeler, berjer koltuklarla döşenmiş bir oda... Odanın yanında da Empire State manzaralı bir terasta ellerinde içkiler, ayakta sohbet eden bir grup genç...
Aslına bakarsanız, New York’ta bu tür kapalı toplantıları çok duyarsınız. Bilderberg kırması bu yarı gizli buluşma da diğerleri gibi aynı sebepten. Kentte hemen herkesin mesaiden sonraki vaktini vakfettiği iş olan, networking için. Ancak bu beş gencin farkı, insanların ilgisini çekmek için onlara başka yerde bulamayacakları bir ortam vaat etmeleri...
Benim gittiğim akşam, çağrılanlar arasında bir bağımsız film yapımcısı vardı. Türkiye’de de iş yapmış. Uzun uzun çalıştığı yapım şirketi Karma Film’i övdü.
Bir burlesque eğitmeni vardı. İçinde striptiz olan, erotik dans türü... The Box gece kulübünde yapılan danslar burlesque olduğu halde, The Box’ın bu durumu neden inkâr ettiğini anlattı.
Bir belgeselci vardı. Facebook bağımlısı gençler üzerine hazırladığı son projesini açıkladı.
Brooklyn’de yaşayan ve Hollywood yapımlarında rol almak için çalışan bir aktris de, Brooklyn’de gittiği mahalle barlarından bahsetti.
Gecenin bir bölümünde gelenlerle konuştum. Onların deyimiyle ben de “networking” yaptım. Öbür bölümününde ise bir yıldır devam eden ve çağırdıkları hiçkimseden ret cevabı almayan bu 5 gencin bu fikri nasıl yarattığını anlamaya çalıştım. Sonunda şöyle bir formül oluşturduklarına karar verdim:
Buluşma off the record olunca, işin içine gizlilik girince, çağırdıkları kişiler daveti kolayca kabul ediyor. Çünkü merak ediyorlar. Geldiklerinde ise Facebook ve Twitter çağında, eski usul, kimsenin kimseyi afişe etmeyeceği, kapalı bir ortam buluyorlar. Taglanacak, tweetlenecek bir durum olmuyor. Böylece herkes rahatlıyor. Daha az söz kesiyor, daha az konuşuyor, daha az sırıtıyor ve daha çok dinliyor. Geceden memnun ayrıldıktan sonra da hikâyesini ağızdan ağıza herkese yayıyor.
Beş New Yorklu mu?.. Onlar da bu sırada networking yapıyor.

Eğer 70 yıllık Gourmet kapandıysa

Yani Conde Nast bile bir yemek dergisine para kazandırmanın yolunu bulamadıysa;
İnternet, dergiciliğin zayıf halkasını buldu demektir.
Bu durumda hâlâ yayınlanan yemek dergileri yavaş yavaş içerik değiştirmeye başlayacak demektir.
Çünkü Google’dan çıkarttığınız karnıyarık tarifi, şimdilik sizin için yeterli oluyor demektir.
Ama en önemlisi... Tüm hayatını iyi yemeğe adamış gerçek bir gurmenin hükmüyle ne okuduğu belli olmayan bir internetçinin restoran yorumu şimdilik eşitlenmiş demektir.
Bir blogger yazısı yazmıştım daha önce. Türkiye’ye gittiğimde, Marketing Türkiye dergisi tarafından “Bloglara savaş açan gazeteci” diye bir habere konu olduğumu öğrendim. Anladığım kadarıyla her yerde kavga arayan ve tahmin ettiğimden çok daha etkili olduklarını gördüğüm medya sitelerinden epey bir insan kötü etkilenmiş. O yüzden şimdi de “Pis internetçiler Gourmet’nin başını yediler” gibi anlaşılmak istemem. En azından eskinin savunucusu durumuna düşmek istemem. Ancak açıkçası işlerin sağlıklı bir dengede gittiğine de inanmıyorum.
Google’daki o karnıyarık tarifini yapa yapa ağzınızın tadı bozuldukça... Okuyucu yorumlarına bakıp gittiğiniz restoranlardan söylene söylene çıktıkça... Bir gün mutlaka yine lafına itibar edeceğiniz bir tecrübe aramaya başlayacaksınız.
Hiç değilse Gourmet’dekilerin toplandığı internet sitesine bir göz atacaksanız.
Ama o güne kadar, sanırım bu tartışma kaliteli iş değil, mecra üzerinden yürümeye devam edecek. Gourmet kötü iş çıkardı diye değil, internete yenildiği için kapanmış olacak.

NYT’ın Sabah anlaşması

Gourmet kapandı ama New York Times’ın (NYT) direnişi umut verici. Kurdukları şarap kulüplerinden fuarlarda tişört satmaya kadar her yolu deniyorlar. Ve en önemlisi, içerik satıyorlar. Geçen hafta ilk baskısı çıkan, Sabah Gazetesi’ne sattıkları hafta sonu ilavesi de bu projenin bir parçası.
Büyük olma iddiasındaki bir gazetenin başka bir gazetenin içeriğine para vermesini eleştirebilirsiniz. Hele o para verdikleri gazetenin basıldığı kentte, New York gibi bir yerde, bir muhabiri bile yokken bunu yapması işi daha da tartışmalı hale getirebilir. Ancak konuya NYT açısından bakarsanız, çok başarılı bir iş olduğunu kabul etmek gerek.
Bir süre önce NYT’ın genel müdürü ile yapılmış bir röportaj okumuştum. 25 ülkenin gazetesine kendi logolarıyla nasıl içerik sağladıklarını anlatıyordu. Niye başka dillerde kendiniz basmıyorsunuz diye sorulduğunda da, “Düşündük ama çeviri bir bilim değil, sanattır. İyi çeviri de çok pahalıdır” diye cevap veriyordu.
NYT’ın geliştirdiği ve yıllardır devam ettirdiği bu yöntem, iyi içerik hedefleyen bütün yayın organları için bir seçenek anlamına geliyor. Çünkü bastığınız yazılar, araştırmalar iyiyse, bir saygınlığınız varsa, siz de gidip başka ülkelerin gazetelerine kendi logonuzla içerik satabilirsiniz demek oluyor. Ve NYT yaptığına göre, içeriğini sağlam tutan tüm saygın gazetelerin ayakta kalmak için bir şansı olduğunu kanıtlıyor.

Reklamveren politikleşirken

Hikâyeyi aşağı yukarı biliyorsunuz. Taraf tutma, hakaret etme konusunda her gün birbirini geçmeye çalışan Amerikalı haber sunucularından biri, 2 ay önce Obama’ya yayında “ırkçı” dedi. Çok tartışıldı. “Nasıl der” denildi vesaire... Ama o olaydan sonra Amerika’da daha önce örneği pek yaşanmamış bir kampanya oluştu. Sivil toplum, hakareti eden Fox News anchor’ı Glenn Beck’in programına reklam verilmemesi için şirketlere baskı yapmaya başladı.
Boykot çağrısına önce birkaç şirket katıldı. Aralarında Procter&Gamble gibi devlerin de olduğu firmalar Fox News’la yapılan reklam anlaşmalarından Beck’in programını çıkarttılar. Gerekçe olarak da, potansiyel müşterilere karşı programda yayınlanan fikirleri destekliyor görünmek istemediklerini söylediler.
Sonra boykot büyüdü. Walmart’tan Best Buy’a, CVS’e ülkenin en büyük perakendecileri de destek verdi.
Yetmedi. Sivil toplum daha da bastırınca UPS gibi bazı şirketler Fox News ile olan reklam anlaşmalarını tümüyle iptal etti.
Bugün Beck’i Amerika’da 80’in üzerinde şirket boykot ediyor. Ancak Beck’in programı da, bu boykot sayesinde her gün reytingini artırıyor. Öğlen saat 5’te yayınlanmasına rağmen, Fox’un prime time yıldızı Bill O’Reilly’yi dahi geçiyor.
Glenn Beck olayı, şimdi Amerika’da örnek vakaya dönüşmüş durumda. Ve reklamveren açısından da iki farklı sonucu olan bir test konumunda:
1) Sivil toplum boykot etse de, televizyonda ne kadar çok küfrederseniz, o kadar çok kazanırsınız. Ve kanal siz reklam vermeseniz de, başka birilerini bulur, bu durumu mutlaka paraya çevirir.
2) Küfrederek başta reyting alırsınız. Ama uzun vadede, kararlı bir boykotta reklamveren baskısına dayanamaz yok olursunuz.
Ne kadar dikkat çekip ne kadar para kazanacağınız çok ince bir dengeye bağlı. İki seçenekten hangisinin doğru olduğunu göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

New York’ta eşcinseller için kariyer günü

27 Eylül 2009
Eğer görüntüsünden anlaşılmıyorsa, işe girerken söylemiyor. Sonra da ofistekilerin fark etmemesi için çabalıyor. Konuşurken kullandığı sözcükler... Jestler... Kıyafetler... “Normal” bir insanın “normal” tavırları. Masaya sevgili fotoğrafı koymak yok. Şirket yemeklerine eşli gitmek yok. Gece gittiği yerleri anlatmak yok. Başta başarır gibi oluyor. Tutunuyor. Ancak bir süre sonra bu durum alacağı terfileri etkiliyor. Çünkü, niye sosyal değil, demeye başlıyorlar. Biraz garip, diyorlar. Yine de açıklarsa belki işini kaybedebileceği için hepsine razı oluyor. “Out” olan (eşcinsel olduğunu herkese açıklayan) arkadaşlarının yaşadıklarını gördükçe, yükselmesem bile en azından işim var diye düşünüyor. Susuyor.

AÇIK OLUNSUN Önceki hafta New York’ta bir iş fuarı düzenlendi. Organizatör, Gay Center ve Greenwich Village-Chelsea Ticaret Odası. Kentte yaşayan lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüellerin katıldığı bir fuardı ve sloganı da “Çalışmak için Açıkla” (Out to work) diye seçilmişti. Herkes kartlarını açık oynasın. Çalışan, eşcinsel olduğunu açıklasın. Şirket, bir eşcinsel işe aldığını bilsin. Kimse dolapta saklanmak zorunda kalmasın diye...

27 ŞİRKET VAR Eşcinseller için kariyer günlerini 3 senedir yapıyorlar. Katılım da her sene artıyor. Geçen sene 1500 kişiyken bu sene sayı 3 bin. 27 şirket stand açmış. Pepsi, Pfizer, Chase gibi büyük şirketler de gelmiş. Firmalara neden böyle bir organizasyona katıldıklarını sordum. Cevaplar hep aynı. Herkes Chase standındakiler gibi, çeşitliliği desteklediğimizi göstermek için geldik, diyor. 230 bin bankacının çalıştığı Chase, bu yüzden eşcinsel çalışanları için bir grup da kurmuş. Kaç üye var, dedim. “8 bin 500. Ama kimliğini açıklamak istemeyenler de var” dediler.

ÇEŞİTLİLİK Amerikan yasalarına göre aslında işe alım görüşmelerinde kimse kimseye cinsel kimliğini soramıyor. Ayrımcılık sayılıyor çünkü. O yüzden ben de fuarda görüştüğüm kişilere bunu tersten sordum. Yapılan da bir tür ayrımcılık değil mi diye!.. İstisnasız yine hepsi karşı çıktı. Pozitif bile olsa ayrımcılık lafını kullanmıyorlar. Yine çeşitlilik diyorlar.

İŞSİZ DEMİYOR Johnson&Johnson standında konuştuğum bir eşcinsel, “Ben buraya gelmekte aslında tereddüt ediyordum. Ama gelince, bu şirketlerde benim gibi insanların da çalıştığını kendi gözümle gördüm” dedi. Ancak birkaç kez sormama rağmen, önyargısına sebep olayın ne olduğunu öğrenemedim. Çoğu, gazeteci olduğumu öğrenince benimle konuşmayı da reddetti zaten. Kimse mağdur görünmek istemedi. İşsizim bile demiyorlar. Herkes freelance!..

BEŞ KİŞİ ALDIK Şimdiye kadar bu fuardan toplam kaç kişinin işe alındığı net değil. Teker teker sormak gerekiyor ki, örneğin Axa standındakiler, 2 yılda 5 kişi aldıklarını söylediler. Ancak neden eşcinsellerle çalışmak istediklerine gelince, temelde iki sebep ortaya çıktı:
1) Eşcinsel bir hedef kitleleri varsa, satış için de eşcinsellerle çalışmak istiyorlar!.. Örneğin daha çok eşcinsellerin yaşadığı Manhattan’ın Chelsea bölgesine gittiğinizde herhangi bir Starbucks’a girin, orada da tezgahın arkasındakilerin eşcinsel olduğunu genelde fark edersiniz.
2) İlkesel sebeplerden istiyorlar. Eşcinsellere karşı bir ayrımcılık yapmadıklarını göstermek için özellikle eşcinsel işe alıyorlar. Açık kimliğiyle işe giriyor, çalışmaya başlıyor, sonra şirketinin römorkuyla New York’ta her yıl düzenlenen Eşcinsel Onuru yürüyüşüne katılıp bütün kente bunu gösteriyor. Ofise döndüğünde de kimse terfisine karışmıyor.

Durumu en zor transeksüeller

Yazılım şirketi Quark’ın kurucusu Tim Gill, Amerika’da eşcinsel hakları için çalışan örgütlerin en büyük bağışçısı. İş dünyasında eşcinsel olmayı şöyle açıklıyor: “Herkes size farklı davranır. Bazen iyi, bazen kötü ama farklı. Ben eşcinsel olduğumu açıklayınca müşteri kaybettim. Çünkü ben eşcinselim diye benim şirketimin de eşcinsel olduğunu düşündüler.”
Gay olduğunuz için müşteri kaybedebilirsiniz. Ama çoğu zaman cinsel kimliğini saklama imkânı da olmayan transeksüeller var ki, onların durumu gay’lerden vahim.
Önlerinde iki seçenek var. Ya hemen kariyerin başında kusursuz bir ameliyat olup geçmiş yokmuş gibi davranmak. Ya da cinsiyet değiştirmeden önce çok başarılı olup şirket sahibi olmak. Transeksüel olduktan sonra da eski müşterilerden kalanlarla eski işi devam ettirmek.
New Yorkluların tatil yaptığı yerlerden Montauk’ta bir transeksüelle tanıştım. Sohbet sırasında, Amerika’nın en önemli tüp bebek laboratuvarı uzmanlarından biri olduğu ortaya çıktı. Hatta Türkiye’ye gelip Amerikan Hastanesi’nin tüp bebek laboratuvarını kurduğunu anlattı. Dönünce araştırdım. Bir sürü dergide nasıl transeksüel olduğunun hikâyesi çıkmış. Biyografisinde de kendi alanında dünyada tek olduğu yazılmış.
O şanslılardan. Kariyer günlerinde karşılaştığım transeksüeller bu fırsatı bulabilir mi, emin değilim.

Keşke New York’ta biraz daha kalsanız
/images/100/0x0/55eacd94f018fbb8f897accc
Sayın Başbakan,
Korumalarınızın karıştığı arbedeyi Türkiye’de televizyondan izledim. Ancak olayın tipik bir New York öyküsü olduğuna inandığım için, üstüne birkaç şey söylemek istiyorum.
New York çok garip bir yer. Çok nev-i şahsına münhasır. Çelişkili... Bir yandan da sürekli öğretici...
Mesela kent sizi yalnız bırakıyor. Ama yalnız olmadığınızı da her fırsatta hissettiriyor. Bir ülkenin başbakanısınız diyelim. Bir forsunuz var. Ama 42. Cadde’nin sonundaki Birleşmiş Milletler binasına giriyorsunuz, orada 200 tane daha devlet başkanı, başbakan görüyorsunuz. New York’ta herkesin forsu var.
İyi okullarda okudum diyorsunuz. Burnunuzdan kıl aldırmıyorsunuz. Ama bir arkadaşınızın çağırdığı sıradan bir ev buluşmasında bile hep iyi okullarda okumuş insanlarla karşılaşıyorsunuz. Böbürlenecek bir durum olmadığını fark ediyorsunuz.
Şöyle iyi bir şirkette çalışıyorum diyorsunuz. Lalettayn bir toplantıda bile dünyanın en büyük şirketlerini karşınızda buluyorsunuz.
Kaotik gibi görünüyor. Ama tıkır tıkır işleyen bir düzen olduğunu size her fırsatta hatırlatıyor.
Bir dakika geç kaldığınızda burada tren kaçırıyorsunuz. Arabanızı, park ettiğiniz sokaktan saat 9.00’da alacağınıza 9.05’te aldığınızda, camınızda 9.03’de yazılmış bir trafik cezası buluyorsunuz.
Ve böyle böyle, ister istemez hareketlerinizi sisteme uydurmaya başlıyorsunuz.
Kamyonla New Jersey’nin ücra köşelerinde bir depoya eşya almaya gittiğinizde 15 dakikalık gecikme yüzünden kapıda dil dökmek zorunda kaldığınız Amerikalı ile muhatap olmamak için, ertesi gün aynı depoya vakitli gidiyorsunuz. Ayrıca dil dökerek hiçbir şeyin değişmediğini de öğreniyorsunuz.
Normalde araba kullanırken kemer bile takmıyorken, New York’ta sokakta yayan yürürken dahi trafik lambasında durmayı öğreniyorsunuz. Fotoğrafı gördüm, bekliyordunuz 5. Cadde’de.
Ya da her yere geç gidiyorken, alınmadığınızı görünce bir dahaki sefere geç kalmamayı öğreniyorsunuz.
İşin protokol boyutunu, devletler arası kısmını söylemiyorum. Ama ağzınızdan çıkmış “Ananı al git”, “Sen bana sen diyemezsin”, “Benim bakanım”, “Benim müsteşarım” laflarını düşününce ben New York’un sizin için çok iyi olacağını düşünüyorum.
Gerçekleşmeyecek bir şey tabii ama... Keşke New York’ta biraz daha kalsanız. Sizin için çok iyi olur.
Yazının Devamını Oku

Anna Wintour haklı mı, haksız mı

20 Eylül 2009
Şeytan Prada Giyer filmini izlediğimde abartılmış olabileceğini düşünmüştüm. Ama New York’ta ay başında gösterime giren “Eylül Sayısı” belgeselini görünce fikrim değişti. Az bile anlatmışlar. Etrafa kıyafetlerini saçmasını ya da asistanından yayımlanmamış Harry Potter romanı istemesini kastetmiyorum. Amerikan Vogue’un genel yayın yönetmeni Anna Wintour, ailesi ve patronu dışında etrafındaki herkese böcek muamelesi yapıyor. Bu yazı, aslında hafta içi sona eren New York Moda Haftası ve Vogue’un 840 sayfalık Eylül 2007 sayısının hazırlanışını anlatan “Eylül Sayısı” belgeseli üzerine. Ancak başka bir açıdan da, Anna Wintour haklı mı /images/100/0x0/55eb025df018fbb8f8a517b3haksız mı yazısı. Yani moda dünyasının en güçlü kadınının insanların suratına bakmadan konuşması, kapalı yerde bile taktığı güneş gözlükleri, yanında çalışanlara mesafesi, tasarımcıları aşağılaması, elitist tavrı kabul edilebilir bir durum mu değil mi?..

TRENDİ KİM BELİRLER
Moda Haftası’nda organizasyonu yürüten IMG’nin Başkan Yardımcısı Fern Mallis ile görüştüm. Defilelerin yapıldığı çadırın tepe yöneticisi. “Eylül Sayısı’nı izlediniz mi” dedim. “İzledim” dedi. “Anna Wintour’un modanın en güçlü kadını olduğunu siz de kabul ediyor musunuz” diye sordum. Durdu, “Gazeteciler öyle diyorsa, öyledir” dedi. Aralarında bir yaş fark var. Eğer bu işte neyin trend olacağına bir kişi karar veriyorsa, o kişi farklı olmak zorunda.

HERKESİN FİKRİ VAR
Technorati’nin verilerine göre dünyada moda ve alışverişle ilgili 2 milyon blog kurulmuş. Herkes biliyor. Konu da yeterince subjektif olunca, herkes bir düşünce açıklıyor. Dışarıda bu kadar gürültü varken, kapıyı kapatmadan çalışabilir misiniz!..

SIFIRDAN YARATABİLİR
Eylül Sayısı’nda Thakoon adında bir tasarımcının da paralel hikâyesi anlatılıyor. Anna Wintour destek olmuş. Thakoon da, daha önce kimsenin bilmediği bir isimken, filmin sonunda tanınan bir modacıya dönüşüyor. Moda Haftası’nda çıkan günlük dergide bir röportajına rastladım. İnsanlar artık yolda beni tanıyorlar, demiş. Böyle bir güç, zaman içinde kendiliğinden bir seçicilik oluşturur.

ENTELEKTÜEL ELEŞTİRİ
Sadece kürkü için öldürülen hayvanlar değil. Heveslendirdiği, tüketime sürüklediği, modacı Oscar de la Renta’nın ifadesiyle “moda kurbanları”na dönüştürdüğü insanlar yüzünden de suçlanan bir sektör moda. Vogue da o “suçun” en büyük faili. Bu kadar keskin bir entelektüel suçlamanın muhatabıysanız, her ortamda mesafenizi korumak zorunda kalırsınız. Çünkü ayaküstü bir konuşmada bile laf işitme ihtimaliniz vardır.

KÜÇÜK GÖRME HEVESİ
Sadece entelektüeller değil, kendilerine hava katmak isteyenler de moda eleştirisi yapıyor. Moda Haftası’nın kapısında New York Post’ta yazan, tanıdığım bir gazeteciye rastladım. Geçen yıllara göre nasıl bulduğunu sordum, “Her sene aynı. Saçmalık” dedi. “Ne yazıyorsun peki” diye sordum. “Sarhoş manken skandalı” dedi. Tabloid bir gazetede çalışıyor. Dedikodu sütunu yazıyor. Ama sadece New York’ta 10 milyar dolarlık bir pazarı olan sektöre “saçmalık” deme hakkını kendinde görebiliyor. Sonra yanımıza Paris Match’ın New York bürosundan biri geldi. Paris Match ama o da aynı, beraber sövdüler. Siz Anna Wintour olsanız, uğraşır mısınız!..

ÇÖZÜLEN MODACILAR
Eylül Sayısı’nın en çarpıcı sahnelerinden biri... Yves Saint Lauren’in baştasarımcısı Stefano Pilati, Anna Wintour’a özel bir defile yapıyor. Ancak bir süre sonra Wintour sıkılıyor. Pencereden dışarı bakmaya başlıyor. Bu arada ağzından belli belirsiz bir yorum duyuyorsunuz: “İyiymiş.” Pilati eziliyor. Ve Wintour’un yanına gidip izahat vermeye başlıyor. “Bu sezon stresliyim, şöyleyim, böyleyim...” Kim, tek bir hareketle karşısındakini konuşturma yeteneğinden vazgeçer ki!.. Demek bundan anlıyorlar...

ÖLÇÜSÜZ İNSANLAR
Andre Leon Talley adında biri var. Louis Vuitton çantalarıyla korta çıkıp koşmadan tenis oynayan ve sürekli “harika”, “muhteşem” diye konuşan, modanın ve Vogue’un eğlencesi, ünlü bir moda editörü. 75 yaşına gelmiş Valentino’ya, “Siz daha kariyerinizin başındasınız” diyecek kadar ölçüsüz. Etrafınız Talley gibilerle dolu olsa ve sürekli pohpohlansanız, başka türlü aklınıza mukayyet olabilir misiniz?.. Valentino’nun o laftan iki ay sonra emekli olduğu açıklandı.

F TRENİ MANKENLERİ
Ve son olarak, Vogue’a çıkartıp meşhur ettiği mankenler. Moda Haftası’nda Milly’nin defilesinden önce sahne arkasına geçip hazırlıkları izledim. O sırada mankenlerden biriyle görüştüm. Güney Afrikalı. 20 yaşında. Fern Mallis, bu sene şovlara çıkan mankenlerin kriz yüzünden düşük seviyeli isimler olduğunu söylemişti. Ama ben konuştuğum mankenin ne kadar kazandığını öğrenemedim. Çünkü böyle şeylerden bahsetmek istemediğini, 2 yıldır Manhattan’da çok rahat bir yaşam sürdüğünü anlattı. Büyük ihtimalle defileden sonra da F trenine binip evine döndü. Bu durumda siz olsanız, defileleri izlerken gözlüklerinizi çıkarır mısınız?.. Tiyatronun bir parçası gibi durmayı göze alır mısınız?..
Eylül Sayısı’nın bir yerinde kendi söylüyor Anna Wintour. “Modada insanları sinirli yapan bir şeyler var” diyor. Haklı.

Vogue Türkiye’nin başındaki Seda Domaniç

Arada, New York’ta buluştuğum, iş için buraya gelmiş Türklerin portrelerini yazıyorum. Ancak son dönem şöyle bir handikap yaşadığımı fark ettim. Ben aslında bu kişilerle asıl yerlerinde değil, herkesin “biri” olduğu New York’ta konuşuyorum. O “birilerinin” arasında egolarının en aşağıya indiği sırada... O yüzden Moda Haftası için New York’a geldiğinde görüştüğüm, önümüzdeki Mart ilk sayısı çıkacak Vogue Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmeni Seda Domaniç hakkında yazacaklarımı da o gözle okuyun.

Çok mütevazı. Samimi. Kendine güveni yerinde, konuşurken rahat.

Georgetown ve Johns Hopkins’te uluslararası ilişkiler, Sabancı’da siyaset doktorası... Harikulade bir CV’si var. Nabucco Projesi’nde de çalışabilecekken, o Vogue’u yapmak istiyor. Ekonomi gazeteciliğinden gelme.
Öğreniyor. Modayla bir yıl öncesine kadar ortalama bir işkadını kadar ilgilenmiş. En fazla dergi karıştırmış. Şimdi her şeyi sahada görüyor. Moda editörüyle moda haftalarını dolaşıyor. Akşamları partilere katılıp çevre oluşturuyor. Çekimlere gidip hikâye topluyor.

Sanatçı değil. Bir profesyonel. Konuşurken, Vogue’un neden onunla çalışmak istediğini anlamaya çalıştım. Tam da bir sanatçı olmadığı, bir profesyonel olduğu için seçildiğine karar verdim.

Amerika, Fransa, İngiltere ve İtalya’da çıkan Vogue edisyonları dışında dünyadaki bütün Vogue’lar düşük profilli. Moda endüstrisi ufak, uluslararası tasarımcısı bu ülkeler kadar olmayan Türkiye de büyük ihtimalle aynı akıbete uğrayacak. Ve bu durumda Vogue’un yaratıcı birinden ziyade filtreleme yapacak birine ihtiyacı olacak. Kurumsal kültüre uygun birine...

Son İmparator Valentino filminde şöyle bir sahne var: Bir defile hazırlığında Valentino sinirleniyor. Sevgilisi ve ortağı Giancarlo Giammetti’yi bir köşeye çekiyor: “Beni niye çağırdın?” diyor Giammetti. “İnsanlar dediklerimi takip etsin” diyor Valentino. Bir daha soruyor, “Beni niye çağırdın?”. “İşler yürümüyor çünkü” diyor. Sonra bir kez daha soruyor: “Beni niye çağırdın?” Valentino sonunda söylüyor: “İnsanlar önümde diz çöksünler istiyorum.”

Ben Seda Domaniç’i New York’ta gördüğümde güneş gözlüğü yoktu. Ancak yetenekli ve çoğu Valentino kadar kaprisli modacılar bir yana, ne iş yapıyorsun diyenlere “Modacıyım” diyebilmek için modacı olanlar, onların elbiselerini pazarlamak için koşturanlar, burun kıvıranlar, lafçılar, yağcılar, özetle makbul olmayanlar da etrafını sardıkça, İstanbul’da gözlüklerini takmak isteyebilir.

SİNEMA MODAYI KEŞFETTİ

Şeytan Prada Giyer (2006) düşük bütçesiyle 325 milyon dolar hasılat yapınca, üst üste moda filmleri çekilmeye başlandı. Vogue ve moda eksenli The Hills, Ugly Betty gibi televizyon yapımları dışında, Lagerfeld Confidential (2007), Valentino: The Last Emperor (2008), Coco Chanel (2008), Eylül Sayısı (2009), sadece birkaçı... Bu filmler belki sinematografik açıdan zayıf yapımlar. Ancak hepsi de moda dünyasıyla ilgili içeriden bilgi veren, sahne arkasında işlenen cinayetleri anlatan yarı belgesel işler. Size ikon haline gelmiş isimlerin en mahrem hallerini sunuyor. Lagerfeld’in annesiyle ilişkisini, her cümlesine “Hayır” ile başlayan Valentino’nun dengesizliklerini, Anna Wintour’un Conde Nast’ın patronu Si Newhouse karşısında nasıl sunum yaptığını... Bir de şu açıdan önemliler. Bu filmler sayesinde, önde yürüyenlerin yanlarındaki ikinci adamları tanıyorsunuz. Eylül Sayısı’nda da, Amerikan medyası Grace Coddington’u keşfetti örneğin. Vogue’un, Anna Wintour’a diklenen, kızıl saçlı, huysuz kreatif direktörünü. Hepsinin yanında öyle biri var. İşleri, masanın altından dürtüp, kendine gel, demek.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül Müzesi, Sivas Müzesi, PKK Müzesi

13 Eylül 2009
Her şey 2 milyar insanın gözleri önünde yaşandı. Canlı... 3 bin insan öldü. Kimi cayır cayır yanarak... Kimi 100 kat aşağı atlayarak... Kimi tonlarca çeliğin altında ezilerek...
Ve binlerce aile, o gün ölen yakınları için yıllarca acı çekti. Hâlâ da acı çekmeye devam ediyor.

Böyle bir konuda kimse kimseyi ikna etmek zorunda kalmaz. 11 Eylül saldırıları, insanlık tarihinin en korkunç olaylarından biriydi.
Ancak meselenin bir de şu yönü var ki, kabul etmek gerek. Obama’dan önceki başkan, Bush, “İşte yaşadığımız acıyı hatırlamak için yaptığımız müze” deyip 11 Eylül Müzesi diye bir yer açsa içinize siner miydi?.. Saldırıdan sonra “teröre karşı savaş” diye bir şey başlatıp dünyayı altüst eden adamın açtığı binayı, Gulag Müzesi’nin, Hiroşima Müzesi’nin, Auschwitz’in yanına koyar mıydınız?..
Niye işler ağır ilerliyor, diye şikâyet ediyorlardı. Niye Ground Zero’daki inşaat yavaş gidiyor!.. Niye anıt projesi halen kesinleşmedi!.. Bence bundan. Bush’un gitmesini beklediler.

Geçen hafta Amerika’daki bütün gazetelerde vardı. Bir süredir ülkenin her köşesine kamyonlarla moloz taşıyorlar. Eğrilmiş, erimiş, tonlarca ağırlığında çelik kolonlar... Sonra onları kasabalarının en büyük meydanına yerleştiriyorlar. İkiz Kuleler’den geriye kalan enkazın parçaları... Sanki koskoca ülke, sekiz yıl sonra nihayet o enkazla barışmış gibi...

Sadece çelik kolonlar da değil... New York’ta okullara 11 Eylül’ü anlatan dersler ekleniyor. Kentte yapılan moda fuarlarında 11 Eylül faaliyetleri için fonlar oluşturuluyor. Sanki koca ülke, üstünden büyük bir yük atmış, vicdanen rahatlamış, geçmişini yeniden sahiplenmiş gibi... Sekiz yıl sonra, Bush’un olmadığı ilk 11 Eylül’de, aslında mağdur olduğunu hatırlamış gibi...

Düşündüm, bizde de sanırım o yüzden Sivas Katliamı’nın müzesi kurulamıyor. Ve belki de yine o yüzden, PKK’nın sebep olduğu acıları hatırlatmak için bir PKK Müzesi kurulamayacak. İnsanları vicdanen rahat hissettirecek, samimi birileri başa gelmeden olmayacak.

Başlangıç, 1979 Afganistan

Cuma günü 8. yıldönümüydü 11 Eylül’ün. Bu yüzden hafta içi, İkiz Kuleler’in yıkıldığı Ground Zero’da bir basın toplantısı düzenlendi. Hem kulelerin yerine yapılacak anıt ve müze projesini anlattılar, hem de inşaat alanını gezdirdiler.

Bu tür bir müze tasarlarken önünüzde iki seçenek vardır. Birincisi, Çanakkale Şehitler Anıtı gibi ziyaret eden herkesin saygısını sunacağı sembolik bir eser inşa etmek. İkincisi, içeriğiyle gelenleri şaşırtacak, tarihe perspektif katacak yaratıcı bir müze oluşturmak.
Amerikalılar ikincisini seçmiş.

Toplantının ardından müzenin direktörü Alice Greenwald’la konuştum. 20 yıla yakın Washington’da Holokost Müzesi’nde yöneticilik yaptıktan sonra buraya gelmiş, şimdi dünyanın en pahalı anıtı (maliyeti 1 milyar dolara çıktı) ve onun altına kurulacak müze için çalışıyor. 2012’de açılacak yerin içeriğini şöyle özetledi:

Müze, 3 soruya cevap verecek. 11 Eylül’de ne oldu? Neden oldu? Bugünü nasıl etkiledi?

Saldırı bütün açıklığıyla sergilenecek. Kulelerden atlayanların fotoğrafları dahil. Hatta belki insanların asfalta düşmüş halleri de gösterilecek.

Her şey 11 Eylül’le başlamayacak. Sovyetler’in 1979 Afganistan işgalinden Manhattan’a uzanan bir kronoloji olacak.

Saldırıyı gerçekleştirenler de gösterilecek. Usame Bin Ladin ve o gün 4 uçağı kaçıran 19 kişi teker teker tanıtılacak.

Olayın gaddar bir terör saldırısı olduğu eserlerden anlaşılacak. Kullanılan dil ise soğukkanlı olacak.

Fantastik değil otantik

Belki fazla farazi olacak ama işin artık ulaştığı boyutu anlatabilmek için bir örnek vermek istiyorum. Eğer Yahudi soykırımı 60 yıl önce değil de bugün yaşansaydı, Yahudiler dünyayı bir soykırım olduğuna kolay kolay inandıramazdı. Çünkü birileri internette sayfalar açar ve belgeleriyle Auschwitz’in aslında bir gençlik kampı olduğunu “kanıtlardı”. Sonunda da, soykırıma sadece yarımız inanır, yarımız yalan derdi. Ergenekon gibi...
Sadece iyi şeyler değil, sapkınlıklar da çok hızlı yayılıyor şimdi. Greenwald’a da bunu sordum. Etrafta bu kadar komplo teorisi, bu kadar fantastik 11 Eylül senaryosu dolaşıyorken müzenin içeriğini nasıl sağlam bir zemine oturtacaksınız, dedim. “Böyle şeylere kulak asmayız” dedi. “Biz bütün konsepti otantik senaryo üzerine kuracağız. El Kaide terörü üzerine...”
Arada kapıya protestoya geliyorlarmış gerçi ama etkilenmiyorlarmış.

Tarihi beraber yazmak

İnşaatta diğer gazetecilerle sohbet ederken, yanıma bir polis geldi. Yaka kartıma baktı. Sonra bana Türkçe, “Hürriyet’tensiniz öyle mi” dedi. Port Authority’de 7 yıldır polislik yapan Canan Koçar’la öyle tanıştık.
Saldırıdan sonra işe alınmış. 11 Eylül sırasında neredeydin diye sordum, uzun uzun anlatmaya başladı.
Peki siz neredeydiniz?.. Ne yaptınız o gün?.. 99 Depremi’ni nasıl hatırlıyorsanız, 11 Eylül için de durumun aynı olduğuna eminim. Çünkü çöküşü televizyondan baştan sona canlı seyrettiniz...
İşte müzenin bence en yaratıcı kısımlarından biri de bu olacak. Kurdukları internet sitesine girip kendi 11 Eylül’ünüzü yazacaksınız. Sonra kendi fotoğrafınızı, kendi videonuzu ekleyeceksiniz.
3 yıl boyunca, national911memorial.org sitesindeki “Make History” bölümünde hikâyeler biriktirecekler. Ve en sonunda bunları birleştirip kolektif bir 11 Eylül tarihi yaratacaklar.

Night out tişörtleri

İki şeyi bir türlü anlayamayacağım. Birincisi, Amerikalı kariyerist yuppieler dramatik bir olay hakkında konuşurken bile neden enerjik, dinamik görünmek ve beyazlattıkları ön dişlerini göstererek konuşmak zorundadır?.. İkincisi Amerikan esnafının dramatik bir olaydan bile ticaret fırsatı yaratması şart mıdır?..

Birincisi, 11 Eylül Müzesi’nin başkanı toplantıda konuşurken oldu. Enerjik, dinamik görüntüsü ve beyazlattığı ön dişleriyle bilgi verdi. İkincisi ise her zaman oluyor ama en sonuncusu perşembe akşamıydı. 11 Eylül’den bir gece önce Manhattan’da insanların deli gibi alışveriş yaptığı Fashion’s Night Out’da...

Aslında organizasyon, kentteki Moda Haftası’nda moda dergisi Vogue tarafından düşünülmüş, giyim endüstrisine kriz zamanı destek için yapılmıştı. Ancak Bush’tan sonra 11 Eylül Müzesi tekrar New Yorkluların gündemi olunca geceye özel bir tişört üretildi ve satışından müzeye de kaynak aktarıldı.

Her yerde tişörtlerden gördüm. Macy’s tek başına 6 bin tane stokladığı 30 dolarlık tişörtlerin neredeyse tamamını sattı.
Yükü hafiflemiş, 11 Eylül’ün enkazıyla barışmış New Yorklular da tişörtü giyip ilk Bush’suz 11 Eylül’ü andı...
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin en yalnız sporcusu

6 Eylül 2009
Ataşehir’de annesiyle yaşıyor. Ev kiralık. Her gün deniz otobüsüyle Bakırköy’e geçip koçuyla buluşuyor, Yeşilköy’e gidiyorlar. 6 saat antrenman yapacakları korta... Akşamları annesinin yaptığı yemekleri yiyor. Sonra beraber dizi izliyorlar. Binbir Gece... Bitince msn, Facebook...

Düzenli ilişkisi yok. Kızlar turnuvalarda yanıma gelir ama ben kapılmam, ünlü olunca nasılsa o iş kolay, dedi. Geceleri asla çıkmıyor.
Yanından ayırmadığı bir iPhone’u var. Enrique Iglesias seviyor. Maçlardan önce de The Final Countdown’ı dinliyor. Ne zaman aldın, dedim. O almamış. Geçen mayıs Turkcell hediye etmiş./images/100/0x0/55eb645ef018fbb8f8be2a73

Yılın 30 haftası dışarıda aslında... Turnuvalar için sene başından beri 15 ülke dolaşmış. Ama gittiği hiçbir yerde gezmiyor. 15 gündür New York’talar. Derviş diye bir Türk lokantası var, düzeni şaşmasın diye başka hiçbir yere gitmemiş.

Şaşırdınız mı!.. Bir Grand Slam turnuvasında ikinci tura çıkan ilk Türk sporcudan daha renkli bir hayat bekliyordunuz değil mi!.. Ama maalesef öyle yürümüyor işte. O başarı denilen izafi durumun her zaman böyle mutlak bir bedeli oluyor.
Marsel İlhan ve koçu Can Üner’le ABD Açık’ın yapıldığı kortlarda buluştuğumuzda antrenmandan çıkmışlardı. Ve kusursuz bir organizasyonun en ince ayrıntısına kadar tasarlanıp cilalanmış mekanik oyuncuları arasında en amatör halleriyle, etrafa bakarak baş başa oturuyorlardı.

İki gün geçirdik beraber. Ve perşembe akşamı Marsel’in kaybettiği maça kadar birlikte olduğumuz bütün o süre boyunca, şunu anladım: Üç kişiler.

Yani bütün bu hikâye... Sizin şimdi gazetelerde okuduğunuz bütün o tenis fatihi yazıları aslında sadece üç kişinin işi.
Biri; varlıklı bir aileden gelme, eski Türkiye şampiyonlukları olan, Kemer Country gibi yağlı kapılarda tenis öğretmenliği yapmış, sonra hepsini bırakıp kendini Marsel’e adamış 36 yaşında bir maceraperest.

Biri, “Ben çok iyi bir tenisçi olacağım” diye inat etmiş, koçu mu abisi mi olduğu anlaşılmayan biriyle dünyayı dolaşmaya başlamış, asık suratlı, hırslı, 22 yaşında bir delikanlı.

Öteki de, benim tanışamadığım, Türkiye’de olan ama Marsel’i Özbekistan’dan Türkiye’ye getiren annesi Madina Hanım.
Marsel’in Türkiye vatandaşlığına kabul edilmesi sıkıntı doğurmuş. Ameliyat olmuş kimseden yardım görmemiş. Sponsor aramış, bulamamış. Peki niye devam ettin, dedim. Niye bırakmadın bu işi... Çünkü ben tenis oynamayı seviyorum, dedi.
Futbolcu Aurelio alışveriş merkezine gitmiş bir gün. Marsel de televizyon izlerken bunun haberini görmüş. “Biliyor musunuz, ben de alışveriş merkezlerine gitmeyi çok severim” dedi. Sonra da “Alışveriş merkezine gittiğimde acaba bir gün beni de haber yaparlar mı” diye sordu.

Niye hakkında haber çıkmasını bu kadar çok istiyorsun, dedim. “Motivasyon oluyor çünkü” dedi. “O zaman daha iyi tenis oynuyorum.”
İyi bir antrenman partneri yok. Kondisyoner yok. Tenis konusunda uzman bir masör yok. Sponsor yok. Sadece annesi ve 2 yıldır bir gün bile ayrılmadıkları koçu var.

Bir de şımarık futbolcuları düşünün... Marsel o yüzden Türkiye’nin en yalnız sporcusu...

KOÇLUĞU MARSEL İLE ÖĞRENİYORUM

Marsel ve Can Üner’le buluştuğumuz ilk gün kaldıkları otele dönerken, yolda konu turnuvadaki seri başlarına geldi. “Ben Federer’le tanıştım” dedi Can Üner: “Masaj odasındaydık. Benim oyuncum ikinci tura çıktı dedim. Sonra panoda Marsel’in ismini gösterdim.” “Federer ne dedi peki” diye sordum. Hiç Türk oyuncu duymamıştım, demiş.

Üstü reklam dolu süslü kıyafetlerinden mi yoksa maçtan önce antrenman yaptıkları kortlarda otomatiğe bağlamış gibi imza vermelerinden mi artık bilmiyorum, Marsel diğerlerinin arasında turnuvadaki Olimpiyat ruhu gibiydi.

Ancak kötü olan, Marsel ve Can Ünver arasındaki ilişki de öyle. Üner Marsel’in antrenörü değil, abisi gibi olmuş. Fotoğraf çektirecektik. Yüzümüze güneş geliyor, ne biçim yerde durdun, diye o ona kızdı. Sonra öbürü ona surat astı. “Oluyor mu böyle atışmalarınız” dedim, “O kadar çok bir aradayız ki arada oluyor” dediler.

Bir de şöyle bir durum var ki, Türkiye kapasitesi olmayan antrenörlerin elinde heder olan yetenekli sporcular ülkesi. Can Üner’e bunu da sordum. Marsel için kendinizi ne kadar ehil buluyorsunuz diye.

Beklemediğim kadar açık konuştu. “Ben koçluğu Marsel ile öğreniyorum” diye cevap verdi. Sonra Marsel’e döndü. “Sen cevap ver bu soruya” dedi. Marsel hiç bir şey demedi.

SİZE İNAT YAPACAĞIM

Marsel, kariyeri boyunca 85 bin dolar turnuva ödülü kazanmış. Tüm turnuva masraflarını bir buçuk yıldır Türkiye Tenis Federasyonu karşılıyor. Kıyafetleri Adidas, raketleri Wilson’dan. Yeşilyurt Spor Kulübü’nden de ayda 2 bin 200 lira maaş alıyor.

Bir karşılaştırma yapmasını istedim Can Üner’den. Kemer Country’de özel ders verse çok daha fazla kazanabilir, dedi.

İkinci tur bitti, Marsel’i bir basın toplantısı odasına aldılar. Benim dışımda, iki Alman gazeteci vardı. Sordukları şu oldu: Maddi olanaklar kısıtlı. Antrenman partnerin yok. Basın ilgisiz. Üstelik bir de Özbekistan’dan gelmişsin. Yabancısın. Neden kalıyorsun Türkiye’de?
Hani bir çocuğa “Yapma” dersiniz. “Yapacağım” der, suratınıza bakar dik dik... Ben Türkiye’de yabancı değilim, dedi önce. Sonra, devlet bana destek oluyor, dedi. Partner buluruz sorun değil, dedi. Ardından durdu. Şimdi ilgi yok belki ama ben Türkiye’de tenisi futboldan sonra en sevilen spor yapacağım, dedi.

En ufak bir popülist tavır hissetmedim. Sadece sinirlendi. Onlar “yapma” dedikçe “yapacağım” diye iki gazeteciyle gözümün önünde inatlaştı.

YEŞİL TURNUVA

Tasarladığınız bir binadan çıkardığınız yeni bir ürüne kadar Amerika’da artık her konuda çevreci olduğunuzu kanıtlamak zorundasınız. Bu aslında başlı başına bir konu. Ama ABD Açık’ta da görünce, yeşilci hareketin bir spor etkinliğine nasıl ağırlık koyabileceğini birkaç örnekle anlatmak istedim:

Turnuvanın tüm mutfak atıkları, değerlendirilmek üzere bir şirkete verilecek.

Bardak, peçete, çatal, bıçak ve kaşıklar geri dönüşüme uygun olacak.

IBM geçen yıl kullandığı 60 server’ı bu yıl 6’ya indirdi.

Turnuvada kullanılan 60 bin top atılmayacak ve başka turnuvalarda da kullanılacak.

Turnuvada kullanılan otomobiller de hybrid olacak.

Çevre umurunuzda değilse bile hiç değilse gazetelere haber olmak için yapın...

TOP TOPLAYICI DAVRANIŞLARI

Maç başladığında hepsi de şartsız bir itaat, sonsuz bir disiplin içinde oluyor.

Kimin hangi topa koşacağı, sonra kimin hangi topu kime atacağı belli.

O kadar hızlılar ki, topları onlar değil de görünmez bir el topluyormuş gibi.

Ve ne kadar çok koşsalar da, yerlerine döndüklerinde yorulduklarını belli etmiyorlar.

Genç, fiziği yerinde, prezantabl olanlar daha önemli maçlarda çalışıyor.

İyi olanları hangi topa koşması gerektiğini biliyor. Acemiyse koşudan eli boş dönüyor.

Üst üste çok boş koşu yapan acemi, bazen hırçınlaşıyor.

Oyunculara yaranmaya çalışıyor. Gereksiz yere havlu uzatmalar, fazla top yollamalar başlıyor.

Bu tavırlar yüzünden de senkronizasyon bozuluyor. Kort, Durkheim’ın anomisine teslim oluyor.

En sonunda hakemin arkasında bekleyen ve kortta hiçbir Wilson topunun kaybolmadan oyun sonunda yanında getirdiği çantaya konulması görevini üstlenmiş kıdemli top toplayıcı olaya müdahale ediyor. Aksayan top toplayıcı köşeye çekiliyor ve sistem yeniden işlemeye başlıyor.

Bunlar Amerika’daki top toplayıcılar hakkında biriktirdiğim gözlemler. Seneye Wimbledon’a gidip İngiliz top toplayıcıları yazacağım.
Yazının Devamını Oku

Obamaların Vineyard tatili

30 Ağustos 2009
ABD Başkanı Barack Obama ve ailesinin Martha’s Vineyard’daki tatilini izledim. Amerika’nın doğusunda, New York’a 5 saat mesafedeki adadan notlar... Kafanızda netleşmesi için bir benzetmeyle başlamak belki daha doğru. Çünkü Vineyard’dayken ister istemez benim de zihnimde hep bazı karşılaştırmalar oluştu.
Amerikan Başkanı’nın ailesiyle Martha’s Vineyard’da geçirdiği, bugün bitecek tatilinin bizdeki karşılığı aşağı yukarı şu: Tayyip Erdoğan, Bodrum’a gidip Türkbükü’nde bir haftalığına 50 bin liraya villa kiralamış. Gündüzleri golf oynayıp torunlarıyla Bodrum’un içine iniyor. Akşamları da karısı ve yakın arkadaşlarıyla yarımadanın iyi restoranlarında yemeğe çıkıyor. Yemek hesaplarını da arkadaşları değil, kendi ödüyor.

40 BÜYÜKADA Martha’s Vineyard, Amerika’nın Atlas Okyanusu kıyısında, zenginlerin yazlık evlerinin olduğu, kışın 15 bin, yazın 100 bin nüfuslu bir ada. Bodrum benzetmesi yerinde oldu. Çünkü pahalı evler dışında, 6 köyü olan, Büyükada’nın 40 katı genişliğindeki yerde isterseniz ucuz bir pansiyon tatili de yapabiliyorsunuz. İsteyen Edgartown’daki golf kulüplerine gider, isteyen Oak Bluffs’ta 3 dolara bira içer, isteyen de Obamaların yaptığı gibi Chilmark’ta lüks bir çiftlik kiralayıp dinlenir.

HER YER POLİS Çiftlik, adanın ortasında, en zenginlerin bulunduğu bölgede. Başkan’ı koruyan Secret Service, eve giden toprak yolu kapatmış. 2 km’den fazla yaklaşmak mümkün değil. Anayol üstündeki noktalara da Massachusetts polisini yerleştirmiş. Polislerden birine yol sormak istedim, “Ben buraya hayatımda ilk defa geldim” dedi.

ÇOK SESSİZLER Ailenin günlük programı sessiz ilerliyor. Mesela siz Oak Bluffs’ta bir Meksika lokantasında Barack o Taco (uydurdukları bir yemek) yerken, Obama’nın çocuklarıyla önünüzdeki sokaktan geçip sahildeki bir büfeye gittiğini, orada falafel ısmarlayıp sonra çocukları bir oyun salonuna götürdüğünü her şey olup bittikten sonra duyabiliyorsunuz. Californialı bir kadınla tanıştım. Şans eseri, aileyi akşam yemeği için gittiği Sweet Life lokantasında fark etmiş. “Restoranın karşısındaki otelin verandasına oturup bir buçuk saat yemek yemelerini izledim” dedi.

BAŞKAN SEÇER Yine de bu durum sizi yanıltmasın. Çünkü programın hiçbir bölümü aslında spontane ilerlemiyor. Ve hiçbir zaman yalnız olmuyorlar. Beyaz Saray’ın Seyahat Direktörü Peter Newell, “Gidilecek yerlere Başkan karar verir, biz de detaylarını hallederiz” dedi. Bunun üzerine kaç görevlinin çalıştığını sordum. Açıklaması yasakmış. Sadece, “Biz Seyahat Ofisi’nde 7 kişiyiz. Fakat bir sürü farklı departman var” dedi.

YANIMDAKİ AJAN Programının nasıl işlediği konusunda en çok detayı ise Sweet Life’ın sahibi Pierre Guerin’den öğrendim. Obama’nın restorana geleceğini o sabah onlar da bilmiyormuş. “Yarım saat önce içeri Secret Service girdi. Mutfaktan tuvaletlere her yeri aradılar. Sonra kapıda başkan, eşi ve arkadaşlarını gördük” dedi. Şef Scott Ehrlich de, “Yanımda bir ajan durdu ve yemekleri her zaman nasıl yapıyorsam, aynı yapmamı istedi” diye anlattı. İyi pişmiş bir biftek istemiş Obama. “Çok pişmiş bifteklere yazık olmuyor mu sizce” dedim. “Biz yargılamayız. İstedi pişirdim” dedi.

HER YER AFİŞ Sadece şef değil. Amerika’da çoğunluk hâlâ toz kondurmuyor Obama’ya. Adanın genelinde de durum aynı. Bu yüzden her yer, “Yes We Can” afişleriyle dolmuş. Yol kenarları, evler, içinde Obama ve Barack lafı geçen ürün isimleri uyduran esnaf... Herkes mutlu. Ancak sağlık reformu tartışmalarına rağmen bunun ne kadarı politik bir duruştan, ne kadarı “Adamıza geldi severiz tabii” tavrından, emin olamadım.

GAZETEYE ÇIKTIM Secret Service’in kapattığı çiftlik yolunun kenarında, bir heykel satıcısıyla konuştum. “Sevindiniz mi buraya geldikleri için” dedim. “Reklamımız oldu, sevindim ama gelmeseydi de ben onu seviyorum” dedi. Sonra New York Times’ın o günkü sayısını gösterip “Benimle New York Times da konuştu, onlara da söyledim bunu” dedi. Biraz daha konuştuk. Sonra yine Times’ı gösterdi. “Bakın ben gazeteye çıktım” dedi. Biraz daha konuştuk. Aynı gazeteyi bir daha gösterdi.
O heykel satıcısını gördükten sonra şüphem kalmadı. Türkler, Amerikalılardan çok daha politik. Kaç kere gitti Antalya’ya...

LÜTFEN ÇOCUKLARI ÇEKMEYİN

Obamaların tatilini Martha’s Vineyard’a gelen 75 gazeteci izliyor. Adadaki okullardan birinin spor salonunu medya merkezine çevirmişler. Günlük bilgilendirmeler, basın açıklamaları burada yapılıyor. Ancak program o kadar hafif ki, aslında Vineyard gazeteciler için de bir tür tatil olmuş. Herkes adaya ailesini alıp gelmiş. NBC’nin kameramanlarından biri, “Bizim ekip 7 kişi. Fazla iş yok. Merkez Bankası Başkanı’nın adaylığı, Ted Kennedy’nin ölümü olmasa neredeyse hiç iş olmayacaktı” dedi. Bu arada Beyaz Saray’ın ise gazetecilerden tek bir özel isteği olmuş: Başkan’ın çocukları Sasha (8) ve Malia’nın (11) özel fotoğraflarının çekilmemesi.

İMAJINI NASIL ETKİLEDİ

Politikacıların tatil seçimi, imajlarını şekillendiren en güçlü faktörlerden biri oluyor her zaman. Bu, Suriye için de geçerli, Türkiye için de, Amerika için de... Adanın yerel gazetesi Vineyard Gazette’in yayıncısı Richard Reston’a bunu sordum ben de. Vineyard Obama için doğru bir seçim oldu mu, işsizlik oranı bu kadar yüksekken lüks bir çiftlik kiralamak akıllıca bir hareket miydi, diye. “Ben Amerikalıların ne düşündüğünü söyleyeyim” dedi: “Bir başkanı korumak dünyanın en pahalı işidir. Ancak ada, her zaman avantajlıdır. Daha az ajana ihtiyacınız olur. Böylece daha az masraf çıkarırsınız. O yüzden bence Obama’nın çiftliğe ne ödediğinin hiç önemi yok. Adaya gelmekle aslında Amerika’ya tasarruf sağladı.”

Amerikan basınında bu pahalı tatil programı hakkında çok eleştiri çıktı. Ama benim duyduğum en sağlam karşıt tez, kesinlikle gazeteci Reston’ınkiydi.

VINEYARD’IN TEYİT ETTİKLERİ

Amerikan Başkanı gazetecileri dinliyor. New Yorker Dergisi’nin genel yayın yönetmeni David Remnick, Obama başkan seçildiğinde bir liste hazırlamıştı. Önceki başkanları anlatan kitaplar tavsiye edip, mutlaka çok okumalı, demişti. Basın sözcüsü, Obama’nın Vineyard’a hangi kitaplarla geldiğini açıkladı. Listede bir John Adams (2 numaralı başkanları) kitabı da var.

Obama bir “zenci” değil. Harvardlı bir siyah. O yüzden üniversite yıllarından beri geldiği, arkadaşlarına konuk olduğu, üst sınıftan insanların bulunduğu bir yerde lüks bir ev kiralayıp golf oynayabiliyor. Bir tarafım sırıtır mı, diye çekince hissetmediği için de kendini bir arkadaş evine ya da bir otel odasına kapatmak zorunda kalmıyor.
Yazının Devamını Oku

Mad Men üzerinden anakronik çıkarımlar

23 Ağustos 2009
Briyantine bulanmış, Yahudi düşmanı bir grup sigara tiryakisi homofobik reklamcı, 60’ların New York’unda etrafta jilet gibi dolaşıp yükselmek için birbirini ezmeye uğraşırken, bir yandan da gördüğü her kadınla yatmaya çalışıyor, sonra her seferinde evine dönüp karısıyla çocuk yapıyor!.. Dizinin özeti kabaca bu...

1959

Sovyetler’in Lunik 1’i Ay’a ulaştı
Küba’da Fidel Castro başa geldi
Toyota otomobil fuarına katıldı
ABD’de ilk ayrımcılık raporu
Miles Davis ve John Coltrane
Ben-Hur filmi

Yazının Devamını Oku

İkinci dalgadan önce NY’taki domuz gribi çiftliğine girdim

16 Ağustos 2009
Domuz gribi çiftliği dedim, çünkü burası bir çiftlik gibi çalışıyor. İşleri, yumurta içinde grip virüsü çoğaltmak. Aşıya uygun seviyeye ulaştıklarında da bunları ilaç şirketlerine yollamak. Manhattan’ın kuzeyindeki New York Medical College laboratuvarı, bu konuda dünya çapında. Alanında en başarılı üç yerden biri. Ya da başka bir açıdan, ikinci dalga domuz gribi öncesi herkes aşı beklerken, ilaç şirketlerinin gözünün içine baktığı üç yerden biri. Laboratuvarın başındaki Doç. Dr. Doris Bucher, “Biz virüsü çoğaltmayı başardık” dedi, “Şimdi sıra ilaç şirketlerinin üretimi hızlandırmasında.” Çünkü salgın geliyor.

Central Park ile başlanır mı

GİRİŞ 1 Böyle bir konu, pazar pazar, Hürriyet Pazar’ın ikinci sayfasında nasıl anlatılır ki... Şöyle mi başlamak lazım acaba?..
Sabah saat 5’te kalktı. Kocası yanında yatarken, önce BlackBerry’sini kontrol etti. O uyurken başka saat dilimlerinden gelen mesajlarını okudu. 1 saat oyalandı. Sonra kapısının önüne bırakılan New York Times’ı aldı. Bir elinde portakal suyu, yarım saat de gazeteyle oyalandı. Upper East Side’daki evinden çıkıp bir blok ötedeki Central Park’a geçti. Reservoir’ın etrafında kocasıyla 1 saat koştu. Eve döndü. Duşunu aldı. Ve otomobiline binip 1 saat uzaklıktaki ofisine gitti. Dr. Doris Bucher, şimdi bütün gününü orman içindeki kampusta geçirecek. Şimdiden 168 ülkeye yayılmış ve 1500 insanın ölümüne neden olmuş domuz gribi virüsünün nasıl aşıya daha uygun bir hale getirilebileceğini araştıracak.

Bu lab niye önemli onu söylesem

GİRİŞ 2 Fazla mı ilgisiz oldu?.. Dr. Bucher’ın hayatının tekdüzeliği ilginç ama konudan uzak sanki. Bir de şöyle deneyelim...
Her şey, 28 Nisan’da gelen, üstüne uyarılar yapıştırılmış bir paketle başladı. Yollayan, Amerikan Salgın Hastalık Merkezi’ydi (CDC). İçindekiyse, California’da yaşayan hasta bir çocuğun boğazından alınmış domuz gribi virüsüydü. O dönem tüm Kuzey Amerika domuz gribi paniği yaşarken, CDC dünya çapında 10 laboratuvar belirledi. Buna göre virüs örneklerini bu lablara gönderecek ve aşı üretimi için çoğaltılmalarını sağlayacaktı. Bu yerlerden biri de işte Dr. Bucher’ın yönettiği New York Medical College (NYMC) oldu. Hafta içi Bucher’ın laboratuvarına girdim. Şimdiye kadar çok az gazetecinin içeri alındığı kampusta Dr. Bucher ve ekibinin çalışmalarını izledim. NYMC, nisandan beri aşı maddesi denemeleri yapıyor. Ulaştıkları sonuçlarla dünyada bir numaralar. Buluştuğumuz gün, CDC’den yeni bir haber daha aldı: “Elde ettiğimiz virüsler, çoğalma hızı konusunda dünyada ilk sırada çıktı. Bu özel bir haber, herkese duyurabilirsiniz.”

O zaman direkt virüslere geçelim

GİRİŞ 3 Çok haber haber oldu değil mi... Peki o zaman burası neden bir çiftlik onu anlatayım...
40 yıldır grip virüsü üzerine çalışıyor Dr. Doris Bucher. Çalıştığı laboratuvar ise bugün dünyada mevsimsel grip salgınlarına karşı geleneksel yöntemle aşı maddesi üreten 3 yerden biri sayılıyor. Yöntem şu: Marketten alınma sıradan bir matkapla bir tavuk yumurtasının üstünde delik açıyorlar. Oradan içeri domuz gribi virüsü (H1N1) şırınga ediyorlar. 42 saatlik bir kuluçka dönemi var. Genleri güçlü olanlar, yumurta içinde daha hızlı büyüyebilenler, doğal seleksiyon sonucu ayakta kalıyor. Sonra onları alıp yine bir yumurtanın içine şırınga ediyor ve orada eski tip başka bir grip virüsüyle buluşturuyorlar. Hücrelerdeki buluşma sayesinde, bu sefer hızlı çoğalma özelliği olan başka bir virüs elde ediyorlar. Yine doğal seleksiyon sonucu geriye kalan son virüs klonlandığında domuz gribi aşısı için kullanılacak hammadde bitmiş oluyor. Dedim ya, çiftlik gibi...

Tehlike her zaman ilgi çeker

GİRİŞ 4 Bu da çok teknik oldu. İşin tehlikesinden bahsedeyim madem... Her zaman heyecan verir!..
Hangisi daha tehlikeli?.. Afganistan’da bir Taliban operasyonu mu, yoksa virüs üretilen bir laboratuvar mı?.. Ben hiç sormadım. Ama 3 katlı bir binanın girişine kurulmuş 9-10 odalı laboratuvarı gezdirirken, Dr. Doris Bucher her girdiğimiz yerde aynı açıklamayı yaptı: “Bu oda temiz, bir sorun yok.” 10 kişinin çalıştığı labda bütün işlemler çift eldiven, çift maskeyle yapılıyor. Odalar da sürekli temizleniyor. Laboratuvar yenilenmiş haliyle 6 yıllık bir geçmişe sahip ve şimdiye kadar hiç kimse hasta olmamış. Ancak Dr. Bucher, bunun gö sterilen titizlik sayesinde başarıldığını söyledi. Bir mikrobiyolojist. Ve neredeyse bütün çalışma hayatı virüslerin arasında geçmiş. Korkup korkmadığını sordum, “Ben çiftlikte büyüdüm. Annem de 97 yaşında ve hâlâ kendi başına yaşıyor. Niye korkayım” dedi. “Kökeninizde Türklük var mı” diyecektim, vazgeçtim.

İlaç şirketlerini açıklayayım

GİRİŞ 5 Evet heyecanlı oldu, kabul. Ama bu da fazla sulu!.. İşin ekonomisi belki dengeli bir giriş olabilir...
Bugün az da olsa, grip aşısıyla ilgili tıpta halen tartışmalar yaşanıyor. Faydaları, sinir sistemine zarar verip vermediği bazılarına göre hâlâ muamma. Ancak 1918’de grip salgınından ölen 50 milyon insan, dünyada grip aşısının en büyük dayanağı. O dönem aşı yoktu ve sonuç bir felaketti. 1957 ve 1968 salgınlarında ise aşı vardı ama bu sefer de üretimi gecikti. Dr. Doris Bucher’ın laboratuvarı işte 1968’deki son salgından sonra bulunan ve tam 40 yıldır devam ettirilen ekolün temsilcisi. Yıllık bütçelerini söylemedi. 12 ilaç firmasından oluşan büyük bir konsorsiyum tarafından desteklendiklerini anlattı sadece. Konsorsiyumun 3 büyüğü ise Sanofi Pasteur, Novartis ve GlaxoSmithKline. Aldıkları fona karşılık, çoğalttıkları virüsleri bu firmalara bedelsiz yolluyorlar. “Niye satmıyorsunuz” dedim, “Keşke satabilsek ama öyle bir hakkımız yok” dedi gülerek.

Madem öyle işte rakamlar

GİRİŞ 6 Ekonomi girişini sevdiyseniz istatistik girişini de seversiniz. Amazon.com gibi... Onu alanlar bunu da aldı.
Yılbaşından beri 1 milyon Amerikalı domuz gribine yakalandı. Bunların 5 bini hastanede tedavi gördü. 302’si de öldü. Tablo bu kadar vahim olunca, Amerikalılar şimdi ikinci dalgaya daha iyi hazırlanıyorlar. Bu yüzden iki hafta önce bir konferans düzenlediler ve mutlaka aşı olması gereken grupları belirlediler. Ancak sorun şu ki, eleme yapmayı unutmuşlar. Hamileler, bebekli aileler, sağlık çalışanları, 6 ay-24 yaş aralığındakiler, 65 üstü yaşlılar... Ülkenin yarısı öncelikli. Bir de herkesin en az 2 kez aşı olacağını düşünün... Hedef, ekime kadar 120 milyon doz aşı. New York istediği kadar hızlı virüs üretsin. İlaç şirketlerinin bu hesaba yetişmesi çok zor. Dr. Doris Bucher’a, “Yetiştirebilirler mi” diye sordum. “Biz üstümüze düşeni yaptık. Onlar da FDA (Amerikan İlaç Dairesi) onayını alır almaz üstlerine düşeni yaparlar” dedi.

SONUÇ

Aşıdan hep korktum. Bu yüzden ilkokuldaki aşı günlerinde hep saklanacak bir yer aradım.
Ancak ne kadar gizlensem de, öğretmenlerden biri yine bulur ve beni aşı sırasına sokardı. İğne vurulurken de yanımda durup ilgisiz konulardan bahseder, dikkatimi dağıtırdı.
Aşı yazısı da aşıya benzedi.
Nasıl başlamalı, nasıl anlatmalı derken bitti. Geçmiş olsun!..
Yazının Devamını Oku