Bu aralar dünyada çok darbe olmuyor. Ama ona rağmen, Genel Kurul’da salonun ancak üçte biri doluydu. Ne işe yaradığı belli olmayan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla boğuşan başkanı, devrilen devlet başkanını kürsüye çağırdı. Devrik başkan da, 2 saat gecikmeli olarak, alkışlar eşliğinde geldi. “Ben ülkemdeki elitlerin kurbanı oldum” deyip, başladı anlatmaya:
“Cumartesi akşamı Başkomutan olarak bir askeri kışladaydım. İşim bitince eve döndüm. Kentin dışında, içinde sığırlar da olan bir evim var. Yattım. Sabah gürültüyle uyandım. Dışarıda tüfekleriyle, üstlerinde muharebe kıyafetleri, askeri bir birlik vardı. Üstümde pijamalar.”
Ben salonun yukarısında, basın bölümünden takip ediyordum konuşmayı. Ancak bölmenin önünde bir cam olduğu için sesini duyamıyordum. Devrik başkan, sanki bir sessiz film izliyormuşum gibi, el kol hareketleriyle uzaktan darbeyi anlatıyor, ben de bölmenin içinde, bir kadın çevirmenin sesinden, o konuşmanın mümkün olabilecek en ruhsuz, en baygın çevirisini dinliyordum.
VURUN O ZAMAN VURUN DA BİTSİN“Kapıyı kırdılar. O sırada elimde cep telefonu, bir gazeteciyi arıyordum. 8 tüfek doğrulttular üstüme. Bir yandan da ‘Telefonu bırak’ diye bağırıyorlardı. ‘Bırak yoksa vururuz, bu bir askeri emirdir.’ Ben de ‘Vurun o zaman’ dedim. ‘Vurun da bitsin yaşadığım acı.”
Sonra sustu. Çıt çıkmıyordu. Kızından bahsetmeye başladı. O sırada çiftlikte başka bir binada bulunan 21 yaşındaki kızının askerler yüzünden yaşadığı travmadan. Sonra yine sustu. El kol hareketleri durdu. Ve bir anda salonda alkış patladı. Kızının travmasını alkışladılar.
Konuşma bitti. Basın toplantısına geçildi.
Toplantının yapılacağı salon kalabalıktı. En çok da devrik başkanın komşu ülkelerinden gelen gazeteciler vardı. Gülüyor, moralinin yerinde olduğunu söylüyordu. “Perşembe günü ülkeme döneceğim ve görevimi devralacağım” diyordu.
“Amerika mı yaptı bu işi” diye sordu bir gazeteci. “Hayır” dedi. “Amerika benim arkamda.”
“Korkmuyor musunuz, nasıl döneceksiniz” dedi başka biri. “Korkuları olan, siyasetçi olmasın” diye cevap verdi.
“Bu yaşananlarda sizin de bir payınız olduğunu düşünüyor musunuz” dendiğinde de “Hayır benim hiçbir suçum yok” dedi.
KİM DEVİRDİ, KİM DESTEK VERİYOR BELLİ DEĞİLHerkes kınadı darbeyi. Sicili bu konuda kabarık olan Amerikalılar bile “Biz darbenin yasal olmadığına inanıyoruz” dedi. Hem de devrilen başkan, Amerika’nın azılı düşmanıyla dost olduğu halde.
Uluslararası örgütlerden birinin lideri “Çok eski usul bir darbe bu” dedi. Bir siyasetçi de “21. Yüzyıl’da bu türden darbeler çok uzun sürmez” dedi.
Herkes çok net. New York’taki herkes de devrik başkanın arkasında. Ama bugün-yarın ülkesine dönecek, yönetimi devralacak dendiği halde bir türlü olmuyor. Sürekli bir şeyler erteleniyor. Devrik başkan da kim devirdi, kim destek veriyor, düşman ülkeler niye aynı tarafta gözüküyor, herkes karşıysa devirenler nasıl dayanabiliyor derken, her gittiği yerde üzerine doğrultulan silahları anlatmaya devam ediyor.
New York’tan devrik bir başkan geçti. Hiç de eski usul bir darbe değil bu.
Michael Bloomberg Rahmi Koç’u nasıl tanıyor
İstediğiniz kadar çok paralar kazanın, hanlarınız hamamlarınız olsun, toplum sizi çoğu zaman yaptığınız kamusal işlere göre sınıflandırıyor. Açtığınız bir müze, kurduğunuz bir üniversite ya da bağışladığınız bir okulla. Bu, Amerika’da son dönem daha da yaygınlaşmış durumda.
Çarşamba akşamı, New York’un bu aralar en popüler müzelerinden, Lower East Side’daki New Museum’da bir tören vardı. Kentteki kamu projeleri için düzenlenen tasarım yarışmasının ödülleri dağıtıldı.
Törene Belediye Başkanı Michael Bloomberg de geldi. Üçüncü dönem seçilmek için epey koşturduğu bir dönem yaşıyor.
Ayak üstü konuşma fırsatı bulunca Bloomberg’e kampanyasının nasıl gittiğini sordum ben de. Anketlerde önde gözüküyorlar. Ancak New York’taki birçok etnik topluluk ve örgütten destek aldıkları halde, şimdiye kadar Türk dernekleriyle ilgili herhangi bir açıklama yapmadılar. “Türklerle irtibata geçmediniz mi yoksa destek mi alamadınız” diye sordum. “Çok istiyorum ama tanıdığım Türk yok maalesef” dedi. “Ahmet Ertegün’ü tanıyordum, öldü. Bir de Rahmi Koç’u tanıyorum” diye ekledi.
Sonra telaffuzuna güvenemediği için, Koç’u kastederek “Bildiniz mi kim olduğunu” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Sonra “Bir müzesi var” dedi tekrar. “Evet haklısınız. Rahmi Koç, aynı zamanda Türkiye’nin en güçlü işadamıdır” dedim. Ancak aynı yerden devam etti. “O müzede bir de denizaltısı var, inanamıyorum” dedi. Ben “işadamı Koç” dedikçe, o “müzesi olan Koç” dedi.
Belki de kıskanmıştır o denizaltıyı, bilmiyorum ama daha önce de benzer bir olaya tanık olmuştum. New York’ta insanlar genelde zenginleri sattıkları buzdolapları ya da sahip oldukları fabrikalarla hatırlamıyor. Mesela iyi bir müze kurduysanız, öyle akılda kalıyorsunuz.
New York’ta yaşayan Türk’ün Türkiye’deki ailesineNew York’ta Yaşayan Türk’ün Babası Bey,
Mesajınızı aldım. Özetle demişsiniz ki, “Oğlum çalışırken Bernard Madoff’u hiç görmedi”, “Sizinle görüşememesi yoğunluktandı”, “Hakkında bir suçlama olmadı”. Ayrıca, “Princeton bilgisayar mühendisliğinde doktora yapan ilk Türk oldu. İnsafsızca zarar vereceğinize, bunu yazın.”
Benim yazımda bunlara aykırı bir nokta yok. İçeriği tartışmayacağım o yüzden. Ancak gönderdiğiniz mesajın, New York’ta yaşayan bir Türk gencinin Türkiye’deki ailesiyle ilgili sembolik özellikler taşıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla izin verirseniz, içinde isim geçmeyen, sembolik bir cevap yazmak istiyorum ben de.
Bugün New York’ta 30 bin civarında Türk yaşıyor. Kimi kalıcı, kimi okul için, kimi bir süre çalışıp dönmek üzere gelmiş. Kendine burada çevresiyle ufak bir Türkiye yaratmış, dini gruplara girmiş kişileri hariç tutarak söylüyorum. Eminim tatillerde geldiği zaman oğlunuzda hissetmişsinizdir. Değişiyorlar.
Bir defa önce dünyaya bakışları değişiyor. Hiçbir şeyi fazla ciddiye almamak gerektiğini fark ediyorlar. Tabu denilen şeyler pek onları bağlamıyor. Her konuda daha liberal oluyorlar.
Sosyal ilişkileri farklılaşıyor. Rahat davranıyorlar. Hiyerarşi, itaat pek ruhlarına uymuyor. Ancak bir yandan da insanların kişisel alanlarına daha fazla saygı göstermeye başlıyorlar.
Bir hobileri oluyor. Mesela fotoğraf çekiyorlar. Ya da çalışırken bir yandan da engelliler için film festivali düzenliyorlar. Ya da bir blogda küçük kent öyküleri, bar hikayeleri yazıyorlar.
Aidiyet duyguları zayıflıyor. Daha bir dünya vatandaşı oluyorlar. Akımlara, sabit fikirlere, gruplara bağlanmıyorlar. Biri saçmalarsa da, açık açık dalga geçiyorlar. Alaycı oluyorlar.
Bu arada belki çok istiyorsunuz ama çoğu, bir Türk’le evlenmek zorunda da hissetmiyor kendini. Hiçbiri, ailesine bir torun sözü vermiyor.
New York’ta Yaşayan Türk’ün Babası Bey,
Bunları şunun için söylüyorum. Oğlunuzla tanışmadım. Ama bana yazdığınız mesajdan sonra, açıkçası oğlunuzu mecazen sizden daha iyi tanıdığımı düşünüyorum. Çünkü bu profilde birinin, “Baba benim hakkımı koru, gazetecilere cevap yaz” diyeceğini hiç zannetmiyorum.
O, New York’ta yaşayan biri. Siz de onun Türkiye’deki, onun yerine kararlar almaya, onun yerine konuşmaya çalışan ailesi... Bunun çok tipik bir durum olduğuna inanıyorum. Mesajınız vesilesiyle bahsetmek istedim. Umarım anlayışla karşılarsınız.